ŞEYHOĞLU SADREDDÎN MUSTAFA

Kütahya’da yetişen âlimlerden. 741 (m. 1340) yılında Kütahya’da doğdu. Devrinin âlimlerinden ilim öğrendi. Aklî ve naklî ilimlerde kendisini yetiştirip, Germiyanoğulları Beyliği’nin merkezi olan Kütahya’da, ileri gelen âlimler arasında yer aldı. Germiyanoğlu Mehmed Bey’le ve yerine geçen Süleymân Şah’la yakınlıkları oldu. Onlarla sohbet edip, nasihatlerde bulundu. Süleymân Şah’ın kânun ve nizamlarını, yazışmalarını düzenleyip, tertip etti. Nişancısı (sekreteri) ve defterdarı oldu. Süleymân Şah nâmına “Kâbusnâme” ve “Merzubannâme” adlı eserleri tercüme etti. Süleymân Şah’ın vefâtından sonra, Şah’ın dâmâdı ve Osmanlı sultânı olan Yıldırım Bâyezîd Hân’ın yanına gitti. Daha önce Germiyanoğlu hizmetinde bulunmuş olan Hoca Paşaoğlu Paşa Ağa’dan yardım gördü. Yazmış olduğu “Kenz-ül-küberâ ve mehekkü’l-ulemâ” adlı nasîhatnâmesini Paşa Ağa’ya takdim etti. Daha önce yazmış olduğu “Hurşidnâme” adlı eserini de Yıldırım Bâyezîd Hân’a takdim etti. 803 (m. 1400) yılından sonra vefât ettiği bilinen Şeyhoğlu Mustafa’nın nerede defnedildiği bilinmemektedir.

Adının bilinip, kendisinin buluna-ı madiği daha birkaç tercüme ve te’lîf eserin müellifi olan Şeyhoğlu Mustafa, “Kenz-ül-küberâ”yı, Necmeddîn Râzî’nin “Mirsâd-ül-ibâd” adlı eserinin beşinci babından Türkçe’ye tercüme etmiştir. “Mirsâd-ül-ibâd”daki ba’zı şiirleri çıkararak, kendi şiirleri ile ma’nâyı kuvvetlendirmiş, âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîfleri, söylenen sözlere delîl olarak getirmiştir. “Kenz-ül-küberâ”dan:

Değmelere mülk müyesser değil.
Kimseye devir musahhar değil.

Şükr senindir bu zemîn ve zemân,
Şimdi emîn ol ki bulasın emân.

Her ne kılarsan dükeli (cümle) hayır ve şer,
Akıbet, Allah onu sana tuşar (karşına çıkarır).

Tevâzu yüce yolludan iyidür.
Gedâ (fakir) ger (eğer) tevâzu kile huyudur.

Tevâzu kıl ve kibirden çok sakın,
Tevâzu kılar halkı, Hakka yakın.

Kıyında (çevrende) mücrim olsa bir günahkâr,
Çü suçun bildi onu kılma azar,

Ki ol dergâha çün mücrim gelesin,
Ne ettinse birine yüz bulasın.

Suç eyleyen çü suçun bile affet ey server,
Ki Allah affedicidir affedeni sever.

Resûlullah (s.a.v.); “Ümmetimin âlimleri, İsrâiloğullarının Peygamberleri gibidir” buyurdu. Bilin ki, ilim, Hakka yakınlığa, Hakkı tanımağa vesile olur. İlim, Hakkın sıfatıdır. İlmin şefaatiyle nice yüksek derecelere kavuşulur. Ancak ilim ile korku beraber olmalıdır. Zîrâ, ilmin başı, Allahü teâlâdan korkmaktır. Hakîkî âlim, yaradanından korkandır. Kimin ilmi artarsa, Allahü teâlâdan korkusu da ilmi nisbetinde artar. Nitekim Resûlullah (s.a.v.); “Sizin Allahü teâlâyı en iyi bileniniz, O’ndan en çok korkanınızdır” buyurmuştur.

Her kim sizden daha âlimdir derin,
Mevlasından çoktur korkusu azîm.
Kimde kim ol korku yokdur ilim yok,
Fayda vermez az okusun yahut çok.

Allahü teâlâdan korkarım diyen pekçoktur. Ama Allahü teâlâdan korkmanın alâmeti, ilmi ile amel etmek ve bildiği ile Hak yolunda dosdoğru gitmektir. Kim ki ilmiyle amel etmez, onu dünyâ menfaatlerine âlet ederse; o, hakîkatte âlim değil, câhildir.

Hangi âlim kim bugün kılmaz amel,
Çok bilicidir deyü tutma emel.
Ne suâl et ondan ve ne ver cevâb,
Har (eşek) vardur yüklenip birkaç kitâb.

Yazı ve ilim, Peygamberlerin (a.s.) mîrâsıdır. Peygamberler (a.s.) iki türlü ilim miras bıraktılar. Biri zâhir ilmi ve biri de bâtın ya’nî kalb ilmidir. Zâhir ilmi, Peygamberimizin (s.a.v.) söz ve işlerinden, Sahâbe-i Kirâm aleyhimürrıdvan efendilerimizin bildirdikleridir. Tabiîn ve mezheb imamları da (r.a.), onlardan aldıkları ilme uydular, o ilmi okuyup öğrendiler, öğrendikleri ile amel ettiler. O mübârek kimselerin yolunda gittiler. Yüksek makamlara eriştiler. Allahü teâlânın sevgili kullarından oldular.

Onu kim bilürler idi gördüler.
Neye kim dilerler idi erdiler.

Tefsîr, hadîs ve ahbâr ya’nî Sahabe haberleri ile ilgili ma’lûmatlar ve Resûlullahtan (s.a.v) kalan diğer bilgiler, fıkıh ve kelâm bilgileri zâhir ilmine dâhildir.

İlm-i bâtın ise, hâl ilmidir. Bunda ibâre kısırdır, edebiyat kifâyetsiz kalır:

Cân-ı can sırrın ne bildün çünki sen can görmedün,
Kuş dilinden anlamazsın çün Süleymân görmedün,

Hergiz îmândan ne duydun çünki küfri bilmedün.
Kâfiri nerden bilürsin çün müslüman görmedün.

Mukallid kimseler vardır cihanda,
Ki resm-i ma’rifet tekrar ederler.

Ulûm-i bâtınîden remz-ü-nükte,
Her ne işitseler inkâr ederler.

Bilin ki, âlimler üç çeşittir Biri, ilm-i zâhir ile âlimdir. İkincisi, ilm-i bâtın ile âlimdir. Üçüncüsü ilm-i zâhir ve ilm-i bâtın ile âlimdir. Hem ilm-i zâhirde, hem de ilm-i bâtında âlim olanlar nâdirdir. Her asırda bunlardan beş tane bulunsa çok gelir. Onların bir tanesinin bereketi, şarka ve garba yetişir. Hele vaktin kutbu olanlar sayesinde, âlemde bulunanlar, onun himmetine sığınmakla emîn olurlar. İşte böyle âlimlerle Resûlullah (s.a.v.) övünmüş ve; “Ümmetimin âlimleri, İsrailoğullarının Peygamberleri gibidir” buyurmuştur. İşte Resûlullahın (s.a.v.) mirasçıları bu âlimlerdir.

Âlim-i zâhir olan müftî ve esfiyâ bunlar.
Zâhiri, bâtını bilen vâris-i enbiyâ bunlar.

Kutb-i zemân ve genc-i cihan ve halîl-i Hak,
Onlar-durur ki zâhir ve bâtın bilür bunlar.

Çün hâsıl oldu hulk-ı ilâhî bu ilm ile,
Hak izni ile her ne gerekse eyler bunlar.

Zâhir ulemâsı ise üç kısımdır: Müftîler, vâ’izler ve kadılar. Müftîler: firâset ehli, nazar ehli ve fetvâ ehli kimselerdir. Onlar da iki kısımdır: Birinci kısmı gönül ve dil ilmini bilir. Fetvâ verirken Allahü teâlâdan çok korkarlar. Tahsil ettikleri ilmi halka öğretirler. Âhırette kurtuluşları ve derecelerinin yükselmesi için dünyâ malına iltifât etmezler, Allahü teâlânın gönderdiği rızka kanâat ederler. Allahü teâlânın emir ve yasaklarına riâyetle afiyettedirler. Bunlar, Allahü teâlânın has kullarıdır. Nitekim Allahü teâlâ, Fâtır sûresi yirmisekizinci âyet-i kerîmede meâlen; “Allahü teâlâdan kulları içinde, ancak âlimler korkar” buyurmuştur.

Çün şekl-i ulûmu halleyler,
Ol ilmiyle hoş amel eyler.
Kullarda çü oldu has bunlar,
Elbette bulur halâs bunlar.

Müttekîlerin ikinci kısmından olanların dilleri âlim, gönülleri câhildir. Gönüllerinde Allah korkusu ve hayâsı yoktur. Onların kalbleri ölmüştür. İlim öğrenmeği ve yaymağı, âhıret sevâbı ve Allahü teâlâ rızâsı için yapmazlar. Dünyâ menfaati ve insanlar yanında makam ve mevki sahibi olmak için yaparlar. Yaptıkları işi de ilim ile yapmazlar, nefislerinin isteğine göre yaparlar. İlimlerini nefs ve hevalarının isteğine âlet ederler.

Kim uydura ilmini hevâya,
Her derdi erişmeye devâya,
Dili diri, gönlü ölmüş ola,
Merdûd-ı hakîkî olmuş ola.

Bunlar öyle kimselerdir ki, dinlerine riâyet eden, Allahü teâlâdan korkan âlimleri haysed ederler. Onların canlarına kasd ederler, onlara iftira ederleri iddiâ ettikleri şey üzerinde körü körüne inâd ederler. Karşılarındakilere eziyet verirler. başkasına söz hâkkı vermezler. Hak olduğuna bildikleri hâlde, hak sözü kabûl etmezler. Ağız kalabalığı ile hakkı bâtıl, bâtılı hâk göstermeğe yeltenirler. Dertleri, kendilerinin üstün olduğunu göstermekten başka birşey olmayıp, dîne faydasını, hakkın ve hakîkatin ortaya konmasını düşünmezler.

Ol münâfık, kim dili âlim-durur,
İlde hem müftî ve hem hâkim-durur.
Söyler ol sözler ki, yönü yöşü yok,
İşler o işler ki, aslâ hoşu yok.

 Ehl-i İslâm arasında en büyük âfet, âlimlerin facir, zâhidlerin câhil, âbidlerin riyakâr olmasıdır. Günah düşkünü olan âlimler ve câhil zâhidler, uğursuzlukları ve din fakîri dervişler, kötülükleri ile dinlerini dünyâya satarlar.

Binbir hakâret ve alçaltılmalarla, zenginlerin ve beylerin konaklarına giderler, hor ve hakîr olarak dünyâ ulularının kapısına varırlar. İlimlerini onların dünyalıklarına değişirler. Emîr ve beylerin her dediklerini, her içlerini tasdik ederler. Onlar da böyle âlim, zâhid ve dervişleri faziletli bilirler. Allahü teâlânın emir ve yasaklarını hatırlatmazlar. Üç-beş kuruş haram mal elde etmek için, yanlış şeye, doğru diye fetvâ verirler. Hâlbuki o paralar, canlarına ve îmânlarına düşmandır. Hattâ bunlar, öyle yaparlar ki, elde ettikleri Üç-beş kuruşu da, bey ve paşaların yakınlarına rüşvet olarak dağıtırlar, onların şefaatlerini taleb ederler. Onlar da, bu câhilleri âlim sanıp Allah adamı zannederler ve asıl Allah dostlarını hor görürler. Böylelikle de, o Allah dostlarının sohbetlerinden ve gönüllere şifâ olan mübârek sözlerinden mahrûm olurlar.

Düşman haberi ile cümle dosttan üzüldün,
Gör kimden üzüldün ve kimin ile düzeldin.

Dirlik suyun isteyen içip kandı hayâta,
Sen balçığa meyl ettin ve kum gibi süzüldün.

Âlim değildir her ki ol kılmaya ilmiyle amel.
Ömrü hebâ, sa’yi abes, aklı dağal (hileci), nefsi zagal (azgın).

İlim ve ibâdetten maksadı, dünyâ menfâati ejde etmek olan âlim ve âbidin, amellerinden kazancı, mal ve mevkiden başka birşey değildir. Onun için âhıret sevâbı yoktur. Bilakis böyle kimseler, Cehennem ateşinin ilk tutuşturucuları olacaklardır. Nitekim, Resûlullah (s.a.v.); “Yâ Rabbî! Faydasız ilimden sana sığınırım” buyurmuştur.

İlm kim sana menfâat vermez, Cehl,
Ol bilgiden üstündür hezâr (binlerce defa).

Faydasız ilim iki çeşittir: Biri; din ilmi de olsa, kendisiyle amel edilmeyen ilimdir, İlim, ancak sahibine faydalı olmak ile kıymet kazanır. Faydasız ilimlerden biri de; yıldız ve fal ilmi ile, felsefe adı altında, kendi sapık fikirlerini din gibi gösterip insanları kandırmaktır. Birçokları, felsefe ile uğraşarak doğru yoldan saptılar. Öyle ki, biz, ilm-i ma’rifet ve hakîkati biliriz diye gurûrlandılar. Bilmezler ki; Allahü teâlâyı tanımak, kırâat ve rivâyet ile olmaz. Bilâkis, Allahü teâlâyı tanımak; Resûlullahın (s.a.v.) zâhirî ve bâtınî amellerine uymakla mümkün olur.

Hikmet-i aklî ve kıyâsî nedir?
Koyası hangi okuyası nedir?

Neylesin hey’et ve nücûm sana?
Çün hücum eyledi rücûm (taşlar) sana.

İlm-i vahyi ve dîn-i Rabbanî,
Sen anarsın Keşîş-i ruhbanî.

Mantık ve hikem ve kelâm kamu (cümlesi),
Mustafâ’dan beri (uzak) haram kamu.

Hikmet O’ndan hemîşe ar tutar (utana),
Ki Muhammed (a.s.) özge (başka) yâr tutar.

Onu kim bilse ne inâyettir,
Hikmet-i hûb (sevgi) ve ilmi gayettir (çoktur).

Mustafâ (s.a.v.) ilmine (Hazreti) Alî’den gir,
İlmi ayn (göz) eyleyen veliden gür.

Deme ol ilmi bu (Hazreti) Ali bilemez,
Hikmet oldur ki Bu Alî (İbn-i sinâ) bilmez.

Kâ’be’yi göz ile gören kandan (nerede)?
Kendini kendinden soran kandan (nerede)?

Er gibi rüzgar (gibi) koş gözün ile gör,
Bari görmez isen görenden sor.

Allahü teâlâdan korkan müslümanın faydasız ilimden ve bunun âfetinden uzak durmalı ve din ilmîni öğrenmeye ve öğretmeye ihlâs ile devam etmeli. Fetvâ verirken, ders okuturken, münâzara ederken; âhıret sevâbına, Allahü teâlânın mâsına, ilmîn yayılmasına ve hakkın ortaya konulmasına, dînin yayılmasına ve kuvvetlenmesine sebep olmayı niyet etmeli ve ihlâs ile amel etmelidir. Nefsini kötülüklerden temizleyip, hırs ve tama’ bulaşığından arıtmalıdır. Âlimlerin hor ve hakîrliğinin kaynağı, hırs ve tama’dandır.

Ulemâ, hırs ve tama’ çirkefine bulaştı bugün,
Bu i’tibârsızlık bunlara bilki boşuna gelmez.

Bu acebdir ki yaşlandıkça kocadıkça kişi,
Daha yiğit olur ol hırs ve işinden kalmaz.

Böylelerine en iyi nasihat; fetvâ vermeğe ehil olunca, ihtiyâtla hareket edip. Nefsin meyline göre ve garaz ile fetvâ vermemelidir. Eğer tasarrufuna verilmiş vakıf malları varsa, onları yerli yerince kullanıp, kendine harcamamalı, lokmasına haram karıştırmamalıdır. Çünkü, hırs ve tama, şehvet, riya ve hased, hep haram lokmadan doğar. Haram lokma yiyenin, ömrü boyunca ilim ve amel için çektiği sıkıntılar boşa gider.

Âlim olanlar, Resûlullahtan (s.a.v.) ve Selef-i sâlihînden sonra dîne karıştırılan bid’atlerden sakınmalı, Allahü teâlânın emir ve yasaklarına riâyet etmeli, Resûl-i ekremin (s.a.v.) sünnet-i şerîfine tâbi olmalıdır. Mezhebi, Ehl-i sünnet mezhebi olmalı, önce gelen sâlih âlimlerin yolunda gitmelidir. Vakitlerini ve saatlerini vazîfe ile geçirmelidir. Bu şöyle olur: Fecirden kuşluk vaktine kadar bir hayır işte olmalı, kuşluk vaktinden öğleye kadar bir hayır işte olmalı, öğleden ikindiye kadar bir hayır işte olmalı, ikindiden geceye kadar ve geceden sahura kadar bu usûle devam etmelidir. Böylece, azîz ömrün sermâyesinden bir saat ve bir ânı, boş ve lüzumsuz şeylerle geçirmemiş olur.

Ömür hoş sermâyedir bilenlere,
Vay onu hayfin (haksızlıkla) yavu (kayıp) kılanlara
Allah adan zikr et ey dil subh-u şâm (sabah ve akşam),
Ondan olur bereket ve devlet tamâm.

Yatsı namazını kıldıktan sonra sözü terketmelidir. Ancak, mühim bir işi varsa ve dînî bilgileri mütâlâa ve tekrar ile meşgûl, olursa müstesnadır. Gecenin dörtte biri geçince, Allahü teâlâyı zikirle meşgûl olup, uyku galebe çalınca; Allah adını anarak, yüzü kıbleye karşı sağ yanı üzere yatmalı, gönlü ve dili ile şu duâyı okumalıdır:

“Allahümme innî eslemtü nefsî ileyke ve veccehtü vechî ileyke ve elce’tü zahri ileyke ve fevvadtü emri ileyke, ragbeten ve rehbeten ileyke, lâ melcee ve lâ mencee ve lâ makarra minke illâ ileyke âmentü bi-kitâbikellezî enzelte ve bi-rasûlikellezî erselte.”

“Yâ Rabbî! Nefsimi sana teslim ettim, yüzümü sana çevirdim. Sana güvenip, dayandım. Rahmetini umarak, azâbından korkarak, işimi sana havale ettim. Senden başka sığınacak ve beni kurtaracak kimsem yok. Hepimiz sana döneceğiz. Yâ Rabbî! Senin indirdiğin kitaba, gönderdiğin Peygamberine îmân ettim.”

Allahü teâlâyı anarak uyumalı, abdestsiz yatmamalıdır. Abdestli yatıp, zikr-i İlâhî ile meşgûl olan kimse uyuyunca, melekler rûhunu Arş altına götürürler. Orada zikir ve ibâdet ile meşgûl olur, gördüğü her rü’yâ da hak ve gerçek olur.

Çü sen uykuya varasın zikr ile,
Çıkar Arş’a rûhun ol fikr ile.

Ne kastın var ise muvâfık gelir,
Ne düş kim görürsen mutabık gelir.

Âlime çün bu uyku âdet ola,
Uykusu âlimin ibâdet ola.

Gecenin son vaktinde kalkmaya çalışmalı ve sünnet olan teheccüd namazını kılmalıdır. İki rek’atte bir selâm verilir. Kırâati uzun okumak daha faziletlidir. Eğer dilerse, geri yatar, sabah namazı vaktinde tekrar uyanır, tekrar abdest alıp, zikir ile meşgûl olur ve nefsinin arzularına set çeker, nefsi ile dâima cihad eder, onun isteklerine riâyet etmez.

Kime can iline hükümet gerek,
Ona nefsi ile husûmet gerek.

Nefsinin isteklerine muhalefet edip, Allahü teâlânın rızâsını dilemeli, nefs ve gönlünü terbiye ve pak eylemeli, rûhu ibâdet ve zikir ile cilâlandırmalıdır ki, gönlünün gayb âlemine açılması, ba’zı hakîkatlerden haberdâr olması ve sırlar keşfine mazhar olması mümkün olsun. Böylelikle de şu beyitlerde bildirilen üstünlüklerden nasîbsiz olmasın:

Çün gönüldür hazîne-i esrâr,
Taleb et ol hazîneyi ey yâr.

Sineni rûşen (aydın) eyle yokluktan,
Ki sana rûşen ola her ne ki var.

Devlet iklimine azîmet içün,
Himmet atına fikrün eyle suvâr.

Yâr (dost) edin i’tikâdın ve sıdkın,
Ki yolundan ıramaya (uzaklaştırmaya) ağyar,

Aklını şem’ (ışık) ve aşkını mürşid,
Hissini cem et, aklını husyâr (akıllılık).

Nefsine bâr (zulm) verme dâd (adâlet) eyle,
Ki olasın bu yolda berhurdâr.

Dil yügrüklügün (çabukluğu) eder minbere çıkıp ol biri,
Der ki benim gibi bilen cümle diyar içinde yok

Gönlü çü câhil ve dili âlim ve şuh söyle kim,
Kapuda çok silâh var, hisar içinde kimse yok.

Söz onundur kim, bilir hikmeti,
İlâhî yola sarf eder himmeti.

Hasedden ırak ve tama’dan beri (uzak),
Cemâat yoldaşı ve sünnet eri.

Ne söylerse hem Hak için söyleye,
Ala halk elin, Hak yolun soylaya (naklede).

Celâl ve cemâl etdi çün Hak bedîd,
Vere halka hem korku ve hem ümîd.

Çü vâ’iz bu tertîb ile yol gide,
Yarar Arş fevkinde (üstünde) ger (eğer) va’z ede

Söz ki gönülden geçer öğden (övmekten) gelir,
Ögleri gökçeklere (iyilere) gökten gelir.

Çün pişire ve kurtara zihn ve dil,
Dem-bedem ol hona (sofraya) gelir Cebrâil (a.s.).

Menfaatli ilim öğren ey fakîh-i nigdân (âlim),
Tâ iki âlemde onun nef’i (tardı) da dest gir,

Öğren ve öğret, amel kıl bi-riyâ ve bi garâz.

Ta kavî keşf ede her sözden sana âlim-i habîr.
Kutlu bayram oldu sâkî sun beri hamr-ül-hayât (hayat iksiri),

Hadîm-ül-lezzât elinden canımız bulsun necât.
Dök sürahi kulkulundan ehl-i irfan eylesin,

Gah tebessüm gah terennüm gah hall-i müşkilât,
Hasta-dilven (gönlü hasta) bana sungıl (sun) kût-ı rûh (ruh gıdası) zîrâ kim,

Sen tabibin şerbetinden hâsıl olur tayyibât.
Âşık ve rindâne (aşk meydanına) gelgil (gel) kim bu meclis rindinin,

Günleri nevrûz-ı Iyddur (bahar bayramı),
dünleri Kadr ve Berât.

Bizde sarhoşluk çü senin vuslatundandır mâdem,
Hamnna tenler feda ve camına canlaı zekât.

Çü senin zâtındadır mecmû-ı eltâi (lütufların hepsi) ve hüner,
Ben nice şerh eyleyim, imkân senin temkin senin.

Lutf-i nazm ve lutf-i tab’ ve lutf-i irfan lutf-i hatt,
Aferin eltâfina ve tab’ına tahsîn senin

Çün saâdetli gönüller tahtımı sultânısın,
Pes ne fahr ondan ki ola, Çin senin Maçin senin.

Hak gelicek çün olur bâtıl heba,
Bâtıl ölsün sen gel ey hak merhaba.

¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾

1) “Hurşid-nâme”, Süleymâniye Kütüphânesi, Hâmidiye kısmı No: 50

2) Osmanlı Müellifleri cild-2, sh. 121

3) Tezkire-i Sehî Bey, İstanbul 1325 sh. 55

4) Ferheng-nâme-i sa’di tercümesi (Kilisli Rifat) İstanbul 1340-1342, sh. 6

5) Kenz-ül-küberâ ve mehekk-ül-ulemâ