SİNÂN PAŞA

İstanbul’un ilk kadısı büyük âlim Hızır Bey’in oğlu. İsmi, Yûsuf bin Hızır Bey bin Celâlüddîn olup, lakabı Sinânüddîn’dir. Hoca Paşa şânı ile tanındı. 844 (m. 1440) senesi Receb-i şerîfin onaltıncı günü, İstanbul’da doğdu. Doğum târihi ve yerini başka bildirenlerde oldu. 891 (m. 1486) senesinde Edirne’de vefât etti. Eyyûb’e türbe kabristanına, diğer bir kayda göre de Gelibolu’da defnedildi.

Sinân Paşa’nın annesi, âlim Molla Yegan’ın kızıdır. Hem ana, hem de baba tarafından zamanının en büyük ilim adamlarını yetiştirmiş bir aileden olup, çok iyi bir tahsil gördü. Hocazâde, Hayalî, Kestellî, Hatîbzâde gibi âlimleri yetiştirmiş olan Hızır Bey, oğlunu da; din, fen ve edebiyat ilimlerinde yetiştirdi. Sinânüddîn, babasının muhitindeki ilmi sohbetlerle, genç yaşta iken geniş bilgiye sahip oldu. Latifî ile Kınalızâde tezkirelerinde; “Henüz baliğ olmadan minbere çıkıp, halka emr-i ma’rûf ve nehy-i münker eder idi. (Allahü teâlânın emirlerini ve yasaklarını bildirirdi)” diye bildirdiler.

Sinânüddîn yirmi yaşında iken, babası Hızır Bey vefât etti. Fâtih Sultan Muhammed Hân, onu önce Edirne’de bir medreseye, sonra da Sultan İkinci Murâd Hân’ın yaptırdığı Dâr-ül-hadîs’e müderris ta’yin etti. Daha sonra Sultân’ın teveccühünü kazanarak, İstanbul’da “Sahn müderrisi ve Hâce-i Sultanî” ya’nî Sultân’a Hoca oldu. Bundan sonra Fâtih Sultan Mehmed Hân Sinânüddîn’e büyük bir teveccüh gösterip, huzûrundaki ilmî sohbetlerde bulundurdu.

Ali Kuşçu, İran’dan göç edip Sultân’ın koruyucu kanadı altına sığındığı vakit, Fâtih hocasının riyaziyedeki (matematikteki) bilgisini de genişletmesi için Ali Kuşçu’dan matematik öğrenmesini istedi. Sinânüddîn de Ali Kuşçu’nun derslerine devam eden talebesi Molla Lütfî’nin öğrendiği bilgileri kendisine tekrarlaması sûretiyle, riyaziye bilgisini tamamladı. Molla Lütfî, hergün Ali Kuşçu’dan okuduğu dersi, gelip hocası önünde anlatmakta idi. O da bu yolla matematik ilminin güç konularını çözmeyi başardı. Öyle ki, bundan sonra Kâdızâde-i Rûmî’nin Çagminî şerhine bir haşiye yazdı.

Fâtih, devlet işlerinde de bilgisinden faydalanmak için, hocasını 875 (m. 1470) senesinde vezir ta’yin etti. Saraydaki kütüphânesine bir Hâfız-ı kütüb ihtiyâcı için, Sinânüddîn’e uygun bir kimseyi sordu. O da, kendi yetiştirdiği talebesi Molla Lütfî’yi tavsiye etti. Bu sebeble, o kütüphânedeki kitaplardan da istifâdesi çok oldu.

Sinân Paşa, Sultan İkinci Bâyezîd’in cülusuna kadar, beş sene Sivrihisar’da kaldı. Sultan İkinci Bâyezîd Hân tahta geçince, yüz akçe yevmiye ile, Edirne Dâr-ül-hadîs müderrisliğine ta’yin olundu. Sinân Paşa, Edirne Dâr-ül-hadîsi’nde iken, Şerh-i Mevâkıf’ın çeşitli bölümlerine bir haşiye yazdı. Türkçe eserlerini de bu târihten sonra kaleme aldı.

Sinân Paşa, Fâtih devri kadıaskerlerinden Molla Mehmed’in kız kardeşi ile evlendi ve Mehmed ve Ahmed Çelebi adında iki oğlu olduğu bildirildi. Mehmed Çelebi, Mahmûd Paşa Medresesi’nde müderrislik ve daha sonra kadılık yapıp, genç yaşta vefât etti. Sinân Paşa’nın kardeşleri, Bursa müftîsi Ahmed Paşa ile Bursa kadısı Ya’kûb Paşa’nın her ikisi de âlim ve fâzıl kişiler olup, birçok eser yazdılar.

Sinân Paşa’nın keskin bir zekâsı, üstün bir anlayış kabiliyeti vardı. Çok kimseler onun bu kabiliyetini övdüler. Latifi onun hakkında: “Zihn-ü-zekâda bî bedel, fehm-ü-firâsette darb-ı mesel idi” dedi. O, bu kabiliyeti ile, aile çevresinde kolayca gelişme imkânı buldu ve genç yaşta geniş bir bilgiye sahip oldu. Mubâhase ve münâzaralarda emsalinden üstündü. Keskin ve cevval zekâsı sebebiyle, şüphe ve vehim tuzağına (felsefeye) tutulmaması için, babası sık sık onu ikâz ederdi. Bir gün, babası ile birlikte yemek yerlerken, Sinânüddîn’in, önündeki sahanın bakır olduğundan şüphe edecek kadar sözler sarfetmesi üzerine, babası ona bu hâlinin felâketine sebeb olacağını çok ağır bir şekilde anlattı. Bu şekildeki hareketin yanlış olduğunu anlıyan Sinânüddîn, daha sonraları tasavvufa (gönül ilmine) meyletti. Şeyh Ebü’l-Vefâ hazretlerinin talebelerinden oldu.

Sinân Paşa, son derece cömert ve derviş mizaçlı idi. Dünyâya değer vermez. Tasavvuf ehline büyük muhabbet gösterirdi. Herşeyini Allahü teâlânın yolunda harcardı. Vefâtında, evinde, onu yıkamak üzere suyu ısıtmak için odun bulunamadı.

Sinân Paşa, babasından sonra Hızır Bey Mektebi’nin (Molla Fenârî Mektebi’nin) Sinân Paşa kolunu te’sis etti. Tokatlı Molla Lütfî, Balıkesirli Sarı Gürz Muhyiddîn, Aydınlı Karabâlî, Tâcüddîn İbrâhim, Kâdızâde-i Rûmî’nin oğlu riyaziyeci (matematikçi) Mahmûd, Karasulu Bedreddîn Mahmûd, matematikçilerden Muhyiddîn Mehmed, Mevlânâ Abdurrahmân, Müeyyedzâde, Şeyh Hacı Çelebi gibi kıymetli talebeler yetiştirdi. Bunlardan Molla Lütfî, meşhûr İbn-i Kemâli’ye, o da Ebü’s-Süûd gibi âlimlere icâzet (diploma) verdiler.

Sinân Paşa, her zaman ilim adamlarının bulunduğu bir meclis toplıyarak, ilmî mübâhaseler yapardı. Muslihuddîn Kastalânî, Hatîbzâde Muhyiddîn, Hocazâde, Zenbilli Ali Efendi gibi zâtlarla birlikte ilmî müzâkerelerde bulundu.

Sinân Paşa, edebiyatta da üstün olup, nazım ve nesir hâlinde eserler yazdı. Nesirleri seçili ve süslü idi. Buna “Sinân Paşa Üslûbu” dendi.

Eserleri: Sinân Paşa, riyaziye (matematik), hey’et, fıkıh, kelâm ve ahlâk mevzûlarına dâir Türkçe ve Arabca eserler yazdı.

Türkçe eserleri: 1- Tazarrûnâme: En tanınmış eseridir. Nesir hâlinde olup, içinde yer yer manzûm kısımlar vardır. Ders vermekten artan zamanını boşa geçirmeyip, birkaç ay içerisinde eserini yazdığını bildirdi. Münâcaata dâirdir.

2- Nasîhatnâme: Ahlâka dâir, ikinci nesir tarzındaki eseridir. Güzel ahlâk, ilmin faydası, kanâat, tâat ve tevekküle teşvik, sünnet ve âdâb-ı Nebeviyyeye ittibâ, sükûtu övme, tövbe ve sadakaya teşvik, ehlullahın medhi gibi mevzûlar vardır. Yer yer hikmetler anlatılır. Nasihatler verilir. Nasîhatnâme’ye, Ahlâknâme veya Meârifnâme de denmiştir.

3- Tezkiret-ül-evliyâ: Sinân Paşa, Nasîhatnâme’den sonra Tezkiret-ül-evliyâ’yı yazdı.

Arabca eserleri: 1- Haşiye alâ Şerh-ıl-Çagminî li Kâdızâde Rûmî (Hey’ete dâir), 2- Risale alâ evveli kitâb-it-Tehâreti minel-Hidâye, 3- Haşiye alel-Mevâkıfi fil-kelâm, 4- Beydâvî tefsîrine haşiye.

Tazarrûnâme’den ba’zı kısımlar:

“Ey gözlerin nûru, gönüllerin sürûru, başımızın tacı, ehl-i dilin mi’râcı! Gönül hânesinin ziyası, dil hastasının şifâsı!”

“Hayret denizine gark olanın elini alıcı, dalâlet vadisinde kalanı kurtarıcı, azmışlara yol gösterici, az istiyene bol gösterici! Bilmeyene bildirici, görmeyene gördürücü, doymayanı doyurucu, içmeyeni kandırıcı, Hak sarayının kapıcısı, gönül evinin yapıcısı!”

“İlâhî, kabûl senden, red senden. İlâhî! Şifâ senden, dert senden. Her kimi kabûl edersen, azîz edersin, her ne miktar hasis ise ve her kimi reddedersen hakîr edersin.”

“İlâhî! Her neyi gülzâr ettinse onu yaptım,
Elime her ne sundun ise onu tuttum.

İlâhî! Gönlüm ateşine ne yaktın ise o tüter,
İlâhî! Vücûdum bahçesine ne diktin ise o biter.”

“İlâhî! Her kişi merd-i aşk olmaz,
Değme kalbde derd-i aşk bulunmaz.

Aşk bir kimyadır, onun ma’deni can olur.
Aşk bir cevherdir, onun mekânı kan olur.”

Meârifnâme’den ba’zı kısımlar:

Âlemi, Hakkın bir âyinesi bilmek gerek,
Ve ol âyinede onu muayene görmek gerek.

Cihan bağını, O’nun nesiminden bir nefha bilmek gerek
Ve onsekizbin âlemi O’nun vücûdunda bir şemme bilmek gerek.

Öyle olucak dünyâ kişiye hoş dar olur,
Ucdan uca gül-ü-gülzâr olur.

Her deminde bâd-ı sabâ can kokusun alır,
Her nefesde nesîm-i seher cânân kokusun alır.

Keman gördüğünce kaşların sanır,
İnci gördüğünce dişlerin sanır.

Amber gördükçe zülf-i müşh-bûsın enar,
Ar’ar gördükçe kadd-i dil-cüsın anar.

Gül gördükçe yüzün fikreder,
Şekker dattukca tatlu sözün zikreder.

Aşk geldikçe onun cûşıdır der,
Şevk geldikçe onun huruşıdır der.

Zehr olursa yâr elinden hoş gelir,
Şehd olursa gayrdan nahoş gelir.

Her neye baksa dostu onda görür,
Her kande giderse yârı kendi ile bilir.

Her nakışda ondan bir eser görür,
Her gözde ondan bir nazar görür.

¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾

1) Mu’cem-ül-müellifîn cild-3, sh. 296

2) Şezerât-üz-zeheb cild-7, sh. 351

3) El-A’lâm cild-8, sh. 228

4) Şakâyık-ı Nu’mâniyye tercümesi (Mecdî Efendi) sh. 193

5) Şakâyık-ı Nu’mâniyye cild-1, sh. 194

6) Esmâ-ül-müellifîn cild-2, sh. 562

7) Keşf-üz-zünûn cild-1, sh. 694

8) Fevâid-ül-behiyye sh. 228

9) Brockelmann Sup-2, sh. 327