SEYYİD ALÂEDDÎN ALİ SEMERKANDÎ

Osmanlı devletinin kuruluş yıllarında Anadolu’da yaşıyan evliyâlardan. Nesebi, Resûlullah efendimize (s.a.v.) dayanır. Semerkand, Buhârâ, Taşkend gibi ilim merkezlerinde ilim öğrendi. Tefsîr, fıkıh ve tasavvuf ilimlerinde yüksek derecelere ulaştı. 860 (m. 1456) târihinde, bugünkü Karaman yakınlarındaki Zeyne köyünde vefât etti..

Seyyid Alâeddîn Semerkandî, senenin büyük bir kısmını oruç tutarak, gecelerini namaz kılarak, gündüzleri de talebelerine ders vererek geçirirdi. Kur’ân-ı kerîmî tecvîd üzere okur ve tefsîrini yapardı. Nefsini terbiye etmek için çok riyâzet ve mücâhede eder, nefsinin istediklerini yapmaz ve istemediklerini yapmak için uğraşırdı. Dünyâya hiç meyletmez, haramlardan şiddetle kaçıp, mübahların fazlasını dahî terkederdi. Cenâb-ı Hakkın kudreti ile tayy-i mekân eder sabah namazını Kâ’be’de kılıp, güneş doğmadan tekrar evine dönerdi. Sabah olunca, talebelerine zâhirî ve bâtınî ilimleri öğretir onları en iyi şekilde yetiştirmek için uğraşırdı. Öğleden önce bir müddet kaylûle yaparak, sünneti îfâ ederdi.

Seyyid Alâeddîn hazretleri, “Bahr-ül-ulûm” isimli tefsîr kitabını, her gece Kâ’be’ye gidip, Makâm-ı İbrâhim’de yazardı. Her âyet-i kerîmenin tefsîrini yapmadan önce. Zemzem ile gusl abdesti alır, sonra tefsîre başlardı. Bu şeklide, meşhûr tefsîr kitabını uzun bir zaman içinde yazabildi.

Baba Cihangir Semerkandî tınlattı: “Birgün Semerkand’a, mecûsiliktch hıristiyan dînine geçmiş bir râhib geldi. Îsâ aleyhisselâm hakkında uygun olmayan şeyler söylüyor, onu (hâşâ) ilâhtır, diyordu. Pekçok bozuk ve bâtıl delîller göstererek, halkın i’tikâdını sarsıyordu. Üstelik sorduğu suâllere, âlimler dahî cevap veremiyordu. Bu rahip, Semerkand Sultânı Hâlid’e haber göndererek; “Âlimlerinizle münâzara etmek üzere geldim. Eğer beni herhangi bir âliminiz susturup mağlup ederse, müslüman olurum. Bütün servetimi de İslâmiyet için harcar, İslâmın yayılmasına yardım ederim. Şayet galip gelirsem, Semerkând’ın vergisini isterim” dedi. Sultan Hâlid, âlimleri toplayarak durumu anlattı. Onlar da; “Bir rahip nedir ki, cevap vermekte âciz kalalım. Onunla her zaman münâzaraya hazırız” dediler. Bir gün ta’yin ederek, câmide toplandılar. Rahip sorularını sordu. Fakat âlimler ikna edici bir cevap veremediler. Rahip gurûrla Sultân’ın huzûrûnda; “Gitmediğim memleket kalmadı. Sorularıma hiç kimse cevap veremedi ki, sizin âlimleriniz cevap versin!” gibi edebe uymayan ileri-geri lâflar etti. Sultan üzüldü. Bu sırada âlimlerden ba’zıları huzûra çıkıp; “Efendim! Bu rahibe ancak Seyyid Alâeddîn hazretleri cevap verir, onun üstesinden gelir. Yalnız o, şu anda kırk günlük bir halvete girdi. Nefs terbiyesi ile meşgûldür. Kolay kolay gelmez. Ancak din-i İslâmın nusreti için izin verilirse gelebilir” dediler. Sultan buna memnun oldu ve râhibden kırk günlük mühlet istedi. Hemen Seyyid Alâeddîn hazretlerine verilmek üzere bir mektûp yazdırdı. Bulunduğu yere mektûp gönderilmek üzere iken, saraya bir kimse girdi. Sultânın huzûruna çıkıp, bir mektûp sundu. Hâlid, mektûbu okudukça hayretten hayrete düşüyordu. Sevincinden cenâb-ı Hakka şükretmeğe başladı. Orada bulunan âlimler merak ederek sebebini sordular. Sultan, mektûbu getiren kimseye sesli olarak okuttu. Mektûbun başında, Allahü teâlâya hamd, Resûlüne salevât ve Emîr Hâlid’e duâdan sonra yazıyordu ki: “Bu mübârek günde, büyük dedem, insanların ve cinnin Peygamberi ve âlemlere rahmet olarak gönderilen Resûlullah efendimiz (s.a.v.) bu fakire merhamet ederek göründüler. Buyurdular ki: “Evlâdım Alâeddîn! Halvetine son verdim. Allahü teâlânın kullarını irşâd etmek, onlara dîn-i İslâmın emir ve yasaklarını bildirmek için mağaradan dışarı çık. Allahü teâlânın izniyle pekçok kimsenin hidâyete kavuşmasına sebeb olacaksın. Türbemi ziyârete gelmeden önce Semerkand’a git. Oraya ümmetimin âlimlerine eza ve cefâ veren bir rahip geldi. Ona lâzım olan cevâbı vererek hidâyete gelmesine vesile ol, ümmetimi de sıkıntıdan kurtar.” Bu haberi size ulaştırmak üzere mektûp yazıp. Derviş Cihangir ile gönderiyorum. Sevinmeniz için böyle yaptım. Bugün biz de gelirdik, fakat Peygamber efendimizin (s.a.v.) “işâreti üzerine yarına kaldık.”

Alâeddîn’den gelen bu mektûbu herkes hayretle dinliyordu. Mektûp bittiğinde tekbîr getirdiler. Seyyid Alâeddîn’in bulunduğu mağara ile Semerkand arası onyedi günlük yol idi. Bir günde bu yolun katedilip gelindiğini öğrendiklerinde, bütün âlimler; “Allahü teâlâ herşeye kadirdir” demekten kendilerini alamadılar. Ertesi günü sabah namazından sonra. Sultan Hâlid ve teb’ası, Seyyid Alâeddîn’i karşılamak üzere şehir dışına çıktılar. Kuşluk vakti sıralarında, başta Seyyid Alâeddîn hazretleri olmak üzere, arkasında pekçok evliyâ, grup hâlinde güründüler, Seyyid Alâeddîn beyaz bir âta binmiş, yeşil elbise giymişti. Diğer velîler, etrâfında ve arkasında ağır ağır yürüyorlardı. Öyle heybetli bir manzara idi ki, herkes heyecanlanarak ayağa kalkıp, o tarafa doğru hürmetle yürümeğe başladılar. Başta Sultan Hâlid olmak üzere, herkes atından inmişti. İki grup karşılaştıklarında, Sultân Hâlid, Seyyid Alâeddîn’in ellerinden öptü. O da Sultân’ın gözlerinden öptükten sonra; “Ey Sultan Hâlid! O rahip dostlarımızı üzmüş. Dedemiz, âlemlere rahmet olarak gönderilen Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.) işâret buyurdular. Allahü teâlânın izniyle rahibin hidâyete gelmesine vesile olacağız” buyurdu. Cemâat büyük câmide toplandı. Rahibe haber gönderildi. Râhib gelip Seyyid Alâeddîn hazretlerini görünce, onun heybetinden titremeğe başladı ve; “Ben, Allahü teâlâya ve O’nun Resûlü Muhammed aleyhisselâmın Peygamberliğine inandım” dedi. Sonra gelip Seyyid Alâeddîn’in elini öptü ve; “Bu gece rü’yâmda zât-ı âlinizi gördüm. Bütün suâllerimi sorup, hasta kalbimin şifâsı olan cevaplarınızı öğrendim. Artık hiç şüphem kalmadı. Şimdi suâl sormama lüzum yoktur. İslâmiyetin hak din olduğunu anladım. Îmân edip müslüman olmakla şereflendim” dedi. Herkes hayret edip, ziyâde sevindiler, Seyyid Alâeddîn gülümseyerek, rahibe; “Şimdi tertemiz, günahsız bir müslaman oldun. Cenâb-ı Hak râzı olsun. Fakat dostlarımızın da istifâde etmesi için suâl sorunuz” buyurdu. Müslüman Olan kimse; “Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâm; “Ümmetimin âlimleri, İsrailoğullarının Peygamberleri gibidir” buyuruyor. Îsâ aleyhisselâm ölüleri diriltirdi. bu ümmetten böyle birşey olmuş mudur? Bunun izahını istiyorum” dedi. Bu sırada Sultan Hâlid’in sarayından bir hizmetçi gelip, Sultâna; “Efendim! Hasta olan kızınız rûhunu teslim etti” dedi. Bu haberi işitenler çok üzüldüler. Seyyid Alâeddîn ise, başını Önüne eğerek murâkabeye varip, Allahü teâlâya yalvarmağa, duâ etmeye başladı. Herkes Seyyid’in birşey söylemesini bekliyor, fakat cesâret edip suâl edemiyorlardı. Sultan Hâlid de aynı vaziyette bekliyordu. Bu hâl üç saatten fazla sürdü. Sonunda Alâeddîn hazretleri başını kaldırarak tebessüm etti ve; “Ey Sultan Hâlid! Kızınız, Allahü teâlânın izniyle sıhhate kavuştu. Şu ânda yemek yiyor. Sarayınıza gidiniz, bu hâli göreceksiniz” buyurdu. Bu haber herkesi heyecanlandırdı. Böylece Seyyid Alâeddîn, müslüman olan rahibin suâline kal (söz) ile değil, hâl ile (iş yaparak, göstererek) cevap verdi. Seyyid Alâeddîn vazîfesinin bittiğini belirterek, orada bulunanlarla ile vedâlaşıp, beraber geldiği velîler ile birlikte ayrıldılar. Onlar gittikten sonra, Sultan Hâlid, müslüman olan râhib ve halk, saraya doğru heyecanla yürüyerek, bir ân önce verilen haberin doğruluğunu öğrenmek istediler. Saraya yaklaştıklarında, ba’zı kimselerin Sultân’a müjde vermek için koştuklarını gördüler. Karşılaştıklarında, Sultâna; “Efendim! Kızınız vefât etmişti. Birkaç saat sonra tekrar dirildi. Hayret ettik. Size bu haberi müjdelemek için geldik” dediler. Sultan ve orada bulunanlar birbirlerine, bunun Seyyid, Alâeddîn’in büyük bir kerâmeti, himmeti ve bereketi olduğunu, onun, Allahü teâlânın katında derecesinin çok yüksek olduğunu söylediler. Sultan Hâlid’e müslüman olan rahip dedi ki: “Seyyid Alâeddîn hazretleri, beni, asla tereddüde mecalim kalmayacak şekilde ikna etti, irşâd etti. Allahü teâlânın izni ve onun sebep olması ile, Elhamdülillah hidâyete kavuştum. Bu canım sağ oldukça dîn-i İslama bedenimle ve malımla hizmet edeceğim.”

Seyyid Şerîf Cürcânî’nin talebesi Molla Feridun anlattı: “Birgün hocam Seyyid Şerîf hazretleri ile bahçeye çıkmıştık. Orada: “Ey Feridun! Şu dağda, ricâl-i erbeîn denilen kırk büyük evliyânın bir toplantısı vardı. Haydi o makama ziyârete gidelim” buyurdu. Ben de; “Başüstüne efendim!” diyerek, peşinden yürümeğe başladım. Dağın üzerine çıktığımızda, pekçok rûhanî kimsenin orada toplanmış olduğunu, gördük. Herbiri edeble oturmuş bir kimseyi bekliyorlardı, içlerinden birine; Bunlar kimlerdir ve niçin bekliyorlar?” diye sorduk. O da; Ricâl-i erbe’înden biri vefât etti. Onlar, Kutb-i aktâb’ı (evliyâların en büyüğünü) da’vet ettiler. Onu bekliyoruz. O gelip vefât eden zâtın namazını kıldıracak ve içimizden birini de bu vazîfeye ta’yin edecek” dedi. “Şu anda Kutb-i aktâb kimdir ve nerede bulunmaktadır?” diye sorduk. O da; “Mekke-i mükerremededir ve ismi Seyyid Alâeddîn Semerkandrdir” diye cevap verdi.

Biz de oraya oturup beklemeğe başladık. Bir müddet sonra semâdan tekbîr, tesbih sesleri arasında nûr yüzlü velîler, gayet nurlu bir zâtı ta’kib ederek geliyorlardı. Belli ki, o zât Kutb-i aktâb’ idi. Vere indiklerinde, hepimiz hürmetle ayağa kalkıp ta’zim ettik. Makamına oturduğunda, bizlere de oturmamızı işâret’etti. Bir müddet başını önüne eğip murâkabeye vardı. Sonra Âl-i İmrân sûresinin yüzseksenbeşinci âyet-i kerîmesinin meâlini okudu. “Muhakkak her nefs ölümü tadıcıdır.” Sonra da tefsîrini yaptı. Hepimiz, hiç duymadığımız, hasta kalblere şifâ olan bu kıymetli sözleri işitmekle şereflendik. Nice hakîkatleri ve ince bilgileri öğrendik. Sonra bizden tarafa dönerek; “Cenâb-ı Hakkın rahmetine kavuşan merhumun makamına lâyık olan misâfir kardeşimiz gelmiştir, Rabbimizin izniyle onu makamına oturtalım ki, dostlarımızın beklemekten kalblerine bir eza gelmesin” buyurarak, beni oturduğum yerden kaldırıp, vefât eden zâtın boş duran seccadesine oturttu. Sevincimden ne yapacağımı şaşırdım. Orada olanların hepsi; “Şahidiz, işittik ve itaat ettik” dediler. Hocam Seyyid Şerîf de hayret etti. Seyyid Alâeddîn hazretleri, hocamın gönlünü alıcı sözlerde bulunarak; “Ey Seyyid. birâderim! Allahü teâlânın velî kullarına verdiği makamlar birer ihsândır. İnşââllah siz de bu cemâate dâhil olacaksınız. Henüz zamanı vardır” buyurdu. Daha sonra cenâze namazı kılındı. Beni artık yanlarında alıkoydular. Hocamla vedâlaşarak ayrıldık.”

Seyyid Alâeddîn, ileri yaşlarında Mekke-i mükerremede bir miktar ikâmet etti. Medîne-i münevvereye ziyârete geldi. Resûlullaha (s.a.v.) olan aşkından dolayı oradan ayrılamadı. Yıllarca türbede hizmet etti. Birgün Resûlullah efendimizi (s.a.v.) baş gözü ile gördü. Peygamberimiz buyurdu ki: “Ey evlâdım Alâeddîn! Allahü teâlânın sana ihsân ettiği ilmi, ümmetime öğret ki, zayi olmasın. Sana verdiğim şu asâyı Anadolu tarafına at. Nereye düşerse, orada bulunan ümmetime îmân ve ibâdet bilgilerini öğret, sünnetimi ihyâ et.” Seyyid Alâeddîn, Resûlullah efendimizin (s.a.v.) bu emrine hem çok sevindi, hem de Peygamberimizden ayrılacağı için çok üzüldü; Fakat ernir böyle olduğu için, “Başüstüne” deyip elindeki asayı Anadolu istikâmetine doğru attı. Asâ, Seyyid Alâeddîn’nin bir kerâmeti, Peygamber efendimizin de bir mu’çizeri olarak, Larende (Karaman) bölgesine düştü. Seyyid Alâeddîn ise, Allahü teâlânın izni ile, yanında evliyânın rûhları ile beraber, kısa zamanda Karaman’a asasının düştüğü yere geldi. O bölgede bulunan evliyâ onu karşıladılar. Karamanlıları Ehl-i sünnet i’tikâdı üzere yetiştirmek için gece-gündüz durmadan dinlenmeden çalışmağa başladı.

Hâce Ârif anlattı: “Bir gece çok acâib bir rü’yâ gördüm. Öyle ki, hayretimden rü’yâda gördüklerimi unuttum. Sabahleyin ne gördüğümü düşünerek dışarı çıktım ve nehrin kenarına kadar geldim. Abdest alıp, iki rek’at şükür namazı kıldım. Selâm verdiğimde, bir ses duydum. “Nereden geliyor?” diye bakınırken, havada bir seccade üzerinde oturan, yaşlı, nûr yüzlü bir kimseyi, kıbleye karşı oturmuş, bana seslendiğini gördüm. Buyurdu ki: “Ey Ârif! Ey kavminin en âdil insanı! Dünyâyı terketmek, hürriyete kavuşmak demektir. Kıyâmet günü, iyi bir makam elde etmek, dîn-i İslama hizmet etmekle mümkündür.” Bu sözleri işitince, rü’yâda gördüğüm hâl hatırıma geldi ve; “Muhterem efendim! Rü’yâ âleminde gördüğüm anlaşılmaz şeyleri, zât-ı âlinizi görmekle hatırladım” dedim. O mübârek zât da; “Ey Hâce Ârif! Ben, Resûlullah efendimizin (s.a.v.) torunu ve türbedârıyım. Bu zamanın “Kutb-i aktâb”ı olan Semerkandlı Seyyid Alâeddîn’im. Cenâb-ı Hakkın emri ile seni talebeliğe kabûl ettim. Acele ile yanıma gel ki, nasîbini alasın ve rü’yânın hakîkatine vâsıl olasın!” buyurdu. Ben de; “Ey evliyânın büyüğü! Gökyüzünün vefalı yıldızı! Ben ki, dermansız, mecalsiz bir fakirim. Medîne-i münevvereye nasıl gelebilirim? Oraya kavuşmak mümkünse, lütfedip himmet buyurur musunuz?” dedim. O da; “Ey Ârif! Allahü teâlânın izniyle arzuna kavuşacak, Resûlullahı (s.a.v.) ziyâret etmekle şerefleneceksin!” dedi ve gözden kayboldu. Gördüklerime inanamıyordum. Bunları nasıl görmüştüm? Derhâl evime gidip, bir odaya kapandım. Günlerce dışarı çıkmayıp, ibâdetle vakit geçirdim. Fakat zihnim hep bunlarla meşgûl idi. Nihâyet sekizinci günü, yine nehre abdest almağa gittim, önceki yere geldiğimde, heybetli ve korkunç bir arslanla karşılaştım.

Onu görenlerin korkudan dili tutulurdu. Ben de öyle oldum. Benim hareketsiz donup kaldığımı gören arslan, fasîh bir lisân ile; “Korkma! Sırtıma bin ki, seni kısa bir zamanda Medîne-i münevvereye ulaştırayım” dedi. Onun bu ifâdesinden, yüreğimdeki korku dağıldı. Üzerine bindim, beni Medine yakınlarında indirdi ve vedâlaşarak ayrıldık. Oradan büyük bir edeb ile, Peygamber efendimizin (s.a.v.) huzûr-i şerîflerine geldim. Ellerimi açıp uzun uzun duâ ettim. Duâyı bitirince, yanımda daha önce nehirde karşılaştığım Seyyid Alâeddîn hazretlerini gördüm. Hemen mübârek ellerine sarıldım, öptüm, saygı ve hürmet gösterdim, Beni odasına götürdü. Maddî ve ma’nevî pekçok ihsânlarda bulundu. Teveccüh ederek, kısa zamanda evliyâlık derecelerine kavuşturdu. Sonra bana; “Ey Ârif! Haydi seninle melekler âlemini gezelim. Asumana çıkıp seyredelim” dedi. Buna derecesiz sevindim. “Peki efendim!” derdemez, bana öyle bir teveccüh ve himmet ettiler ki, her ikimiz de gökyüzüne doğru yükselmeğe başladık. Yüce bir makama geldik. Allahü teâlânın sevdiği evliyâsının rûhları orada toplanmış idi. Onlar, “Merhaba ey üstâd-ı âlem!” dediler. Hocam da onlara cevap verdikten sonra, beni onlara ısmarladı, kendisi daha yüksek makamlara yükselerek gözden kayboldu. Aradan uzun bir zaman geçmişti. Hocamın gelmekte olduğu haber verildi. Geldiğinde, edeble elini öptüm. Bana; “Seni, Allahü teâlânın kullarını irşâd etmek, emirleri ve yasakları öğretmek için vazîfelendiriyorum” buyurdu. Orada bulunan evliyânın rûhları ile birlikte el açıp, benim için duâ ettiler. Sonra mübârek elleriyle gözümü mesh etti. O ânda yeryüzünde bulunan en büyük şeylerden, en küçüklerine kadar herşey gözüme görünmeğe başladı. Orada bulunanlarla musâfeha ettik. Bir anda tekrâr Medîne-i münevvereye geldik.”

Seyyid Alâeddîn’in Karaman’a gelişini, talebelerinden Hâce Resûl şöyle anlattı: “Seyyid Alâeddîn hazretleri, Medîne-i münevverede Peygamber efendimizin (s.a.v.) mübârek kabr-i şerîflerinde hizmetle şerefleniyordu. Bu fakir, henüz Semerkand’da bulunuyordum. Semerkand halkı, Seyyid Alâeddîn hazretlerinin kerâmetlerini, büyüklüğünü, Resûlullah efendimize olan muhabbetini anlatırlardı. Ona görmeden âşık olmuştum. Hizmetiyle şereflenip, talebesi olmak istiyordum. Fakat Medîne-i münevvere, memleketimize çok uzaktı ve gitmek için maddî bir güce de sahip değildim. Buna rağmen Seyyid Alâeddîn hazretlerinin aşkıyla yanıyor, bir an önce ona kavuşmayı arzu ediyordum. Bir Cum’a gecesiydi. Çok ağladım ve Allahü teâlâya, gözyaşları arasında, kırık kalbimle duâ ettim. Seyyid hazretlerinden de, durumuma çâre için imdâd istedim. Tam o ânda, odamın dışından bir ses; “Ey Resûl! Haydi artık dışarı çık, arzuna kavuştun!” diyordu. Kulaklarıma inanamadım. Sür’atle dışarı çıktım. Karşımda nûr yüzlü, bakışları heybetli, yaşlı bir kimseyi arslana binmiş vaziyette gördüm. Önce korktum. Korktuğumu anlayınca; “Korkma evlâdım! Kavuşmak arzusuyla yandığın ve imdâd isteğinde bulunduğun kimseyim. Seni talebeliğe kabûl ettim. Gel, buraya otur!” diyerek, arslanın arkasını gösterdi. Arslana binince; “Gözlerini yum!” buyurdu. Yumdum, arslan sür’atle yürümeye başladı. Çok kısa bir zaman zarfında Medine’ye geldik. Hocam Seyyid Alâeddîn; “İşte burası, Peygamber efendimizin (s.a.v.) mübârek kabirleridir” buyurdu. Orada namaz kıldık, çok duâ ettik. Resûlullah efendimizden şefaat talebinde bulunduk. Sonra hocamın kaldığı odaya gittik. Orada büyük bir aşk ile hocamın hizmetine başladım. Cenâb-ı Hak yaptığım duâları kabûl etmişti. Bunun için Rabbime şükür secdesi yaptım. Yıllarca hocamın hizmetiyle şereflendim. Ricâl-i gayb ismi verilen evliyâ, hocamı ziyârete gelirler, onun sohbetiyle bereketlenirlerdi. Birgün hocam; “Ey Molla Resûl! Artık burada vazîfemiz tamâm oldu. Resûlullah efendimiz (s.a.v.), mübârek kabrinden çıkmış olduğu hâlde, Anadolu’ya gidip, oradaki müslümanlara yardımcı olma emrini verdi. Hemen hazırlan, gidiyoruz” buyurdu. O gün, pekçok evliyânın rûhları ve ricâl-i gayb ismi verilen evliyâ bölük bölük geldiler. Hızır aleyhisselâmın da bulunduğu bu meclise, Resûlullah efendimiz de (s.a.v.) gelip, duâ buyurdular. Vedâlaşarak ayrıldık. Kısa bir zaman içinde, asanın istikâmetinde, evliyânın rûhlarının refakatinde, kısa zamanda Karaman’a geldik. Evliyânın rûhları ile vedâlaştık. Bu hâdiselerin hepsi gece olmuştu. Karaman’a geldiğimizde, sabah namazının vakti girdi. Abdest alıp namaz kılacaktık. Fakat bulunduğumuz yerde su yoktu. Etrâfta su aradım, bulamadım. Bunun üzerine hocam, elindeki asâyı yere vurunca, süt renginde bir su çıktı. O su ile abdest alıp, içtik, bal gibi tatlı idi. Namazımızı kıldıktan sonra, Karaman’da bulunan evliyâ bizi karşıladılar.”

Seyyid Alâeddîn’in talebelerinden Ebü’l-Feth anlattı: “Bir iş için, Mısır’a gitmek üzere hocamdan izin istedim. Hocam da; “Bu yolculuğun sonunu tehlikeli görüyorum, istersen bu yolculuğa çıkma” buyurdu. Sonra benim çok istekli hâlimi görünce de; “Ey Ebü’l-Feth! Eğer çok istiyorsan git Fakat başın dara düşüp, bir tehlike ile karşılaşırsan, bizi hatırla ve şu duâyı oku” buyurarak, okunacak duâyı öğretti. Sonra mübârek ellerim açarak, selâmetle gitmem için duâ etti. Ben de ellerini öperek, hazırlık yaptım. Yol arkadaşlarımla Antakya’ya geldik. Orada bir gemiye binerek yola çıktık. O gece karşı taraftan bir rüzgâr esmeye başladı. Gittikçe şiddetlenen rüzgâr, gemiyi sağa sola sallamaya başladı! Dalgalar yükseldi. Gemi batmak tehlikesi ile karşılaştı. Gemi mürettebatı dâhil olmak üzere, hepimiz korkuya kapıldık. Herkes duâ, tövbe ve istiğfar etmeye başladı. Denize batma korkusu ile dermansız kalıp, kendimden geçmiş bir hâlde iken, hocamın; “Ey Ebü’l-Feth! Niçin nasihatimi dinlemiyorsun? Ne çabuk bizi ve öğrettiğim duâyı unuttun?” sesiyle irkildim. Hemen duâyı okuyup, “İmdâd, yâ hocam Seyyid Alâeddîn Semerkandî hazretleri, himmetinizi istirhâm ediyorum!” dedim. O ânda geminin gidiş istikâmetinden, sür’atle su üzerinde yürüyerek gelen bir kimse göründü. Herkes içinde bulunduğu durumu unutmuş olduğu hâlde, hayretle gelen kimseye bakıyordu. Yaklaşınca, yüz hatları belli oldu. Gelen, mübârek hocam idi. Bir sağa bir sola sallanıp duran geminin kenarından tutarak, denize hitaben; “Ey derya! Allahü teâlânın izni ile sâkinleş!” buyurdu. O ânda deniz sâkinlestiv dalgalar duruldu. Kurtulmuştuk. Hocam, herkesin hayret dolu bakışları arasında gözden kayboldu. Gemidekiler, bu gelen zâtın kim olduğunu birbirlerine soruyorlardı.”

¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾

1) Keşf-üz-zünûn cild-1, sh. 225

2) Câmi’il-menâkıb ve Câmi’il-Bevârih

3) Kitâb-ül-menâkıb