MUHAMMED ŞÂZİLÎ

Mısır’da yetişen evliyânın büyüklerinden. İsmi, Muhammed eş-Şâzilî el-Mısrî el-Hanefî olup, lakabı Şemsüddîn’dir. Doğum târihi bilinmemektedir. Hz Ebû Bekr’in soyundandır. Küçük yaşta öksüz kaldı. Teyzesinin yanında büyüdü. San’ata verdiler. Fakat medreseye kaçtı. Medrese arkadaşlarından biri de, meşhûr muhaddis İbn-i Hacer Askalânî’dir. 847 (m. 1443) senesinde vefât etti. Mısır’da Berekât denilen yerdeki kabri meşhûr olup, ziyâret edilmektedir.

Muhammed Şâzilî, evliyâlıkta bütün makamları geçmiş, ilmiyle âmil, yüksek hâller sahibi bir kimse idi. İlim, amel, hâl, zühd ve Allahü teâlâya muhabbette pek ileri idi. Çok kimse onun vasıtasıyla hidâyete kavuşmuştur. Büyüklüğünü kimse inkâr edemezdi. Dünyânın her tarafından huzûruna gelenler, halledemedikleri mes’leleri suâl ederler, tatmin edici cevaplar alırlardı. Başka ülkelerden gelenlerle, onların lisânı ile sohbet ederdi.

Ebü’l-Hasen-i Şâzilî hazretleri buyurdu ki: “Benden sonra, Mısır’da Muhammed Hanefî ismiyle meşhûr bir zât gelecek, bu ülkenin fâtihi olacak, kendisi büyük şân sahibidir. O, benim beşinci halîfem olacaktır.”

Kıymetli, şık elbiseler giyerdi. Huzûruna gelenlerin kalbinden geçenleri bilirdi. Büyüklüğüne inanmayanlar, huzûruna geldiklerinde mahcûb olurlar, tövbe edip talebesi olurlardı.

Ebü’l-Abbâs Sersî anlatır: “Muhammed Şâzilî okuldan (medreseden) çıkınca, çarşıda dükkânında oturur ve kitap satardı. Ona ba’zı kişiler uğrayıp; “Yâ Muhammed! Sen dünyâ için yaratılmadın” dediler. Bu söz üzerine dükkândan ayrıldı, kitapları ve elde ettiği gelirin hepsini terketti. Bundan sonra bir daha bunların ne olduğunu da sormadı. Sonra kendisine halvet (yalnızlık) sevdirildi. Halvete girdiğinde 14 yaşında idi. Yedi sene halvette kaldı, yeraltındaki odasından insanlar arasına hiç çıkmadı.

Ebü’l-Abbâs diyor ki: “Muhammed Şâzilî hazretlerine talebe olmuştum. Talebe iken, odasına her gidişimde izin isterdim; gir derse girer, sükût ederse geri dönerdim. Birgün gittiğimde sükût etti. Fakat buna rağmen ben içeri girdim. Baktım ki, kendisi bir köşede meşgûl, yanında da büyük bir arslan duruyordu. Arslan edeble oturuyordu. Beni görünce, arslan sert sert baktı. Kendimi dışarı zor attım. Tövbe istiğfar edip, bir daha odasına izinsiz girmedim.”

Muhammed Şâzilî, gaybdan bir nidâ işitinceye kadar bu halvetten çıkmadı. Bu ses üç defa şöyle diyordu: “Yâ Muhammed! Çık ve insanlara faydalı ol!” Üçüncüsünün sonunda; “Şayet çıkmazsan çıkmaya zorlanırsın” diye hitâb edildi. Muhammed Şâzilî; “Zorlandıktan sonra ayrılmaktan başka çâre yoktur” dedi. Muhammed Şâzilî sonrasını şu şekilde anlattı: “Kalktım ve zaviyeye gittim. Fıskiyede abdest alan bir cemâat gördüm. Onların bir kısmının başında sarı, bir kısmının başında da mavi sarık vardı. Bir kısmı maymun, bir kısmı hınzır, bir kısmı da ay yüzlü idi. Anladım ki, Allahü teâlâ, beni bu insanların akıbetlerine muttali kılmıştır. Onlara arkamı dönüp, bu husûsta Allahü teâlâya iltica ettim. Bunun üzerine insanların hâllerinden bana gösterdiği şeyleri gizledi ve onlardan birisi gibi oldum.”

Muhammed Şâzilî hazretleri, ağaçlarla konuşur, ağaçlar da ona cevap verirdi.

Muhammed Şâzilî, çok pahalı elbiseler giyerdi. Evliyânın hâlleri hakkında bilgi sahibi olmayanlardan birisi, bundan dolayı ona kızdı ve şöyle dedi: “Evliyânın, sultanlara yakışacak böyle elbiseler giymekten uzak durması lâzımdır. Eğer bu zât gerçekten velî ise, onu bana verir; ben de onu satar, parasını çoluk çocuğuma harcarım.” Muhammed Şâzilî toplantıdan ayrılınca, elbiseyi çıkardı ve; “Bunu filân kimseye verin. Satsın ve parasını çoluk-çocuğuna harcasın” buyurdu. Adam onu aldı, sattı ve; “Bu, Allah için verilen yardımdır” dedi. İkinci toplantıya gelişinde, o elbiseyi yine Muhammed Şâzilî’nin üzerinde gördü. Elbiseyi, onu sevenlerden birisi satın almıştı. O zaman adam şöyle dedi: “Bu (elbise), Muhammed Şâzilî’den başkasına yakışmaz.” Bunun üzerine Muhammed Şâzilî, elbiseyi yine aynı adama hediye etti.

Yûsuf isimli bir şahıs, Muhammed Şâzilî hazretlerini sık sık ziyârete gelirdi. “Yemekte sofraya çok az ekmek konuyor, karnım doymuyor” derdi. Bir defasında ziyâretine gelirken, iki de ekmek alıp, bunları koynuna saklamıştı. Her zaman olduğu gibi, yine sofra kuruldu. Yine her zamanki kadar ekmek ve yemek kondu. Fakat o zât, ne kadar yediyse ekmeği bir türlü bitiremedi. Bitmediği gibi, hiç de eksilmedi. Muhammed Şâzilî hazretleri kendisine buyurdu ki: “İyi ye sofradan aç kalkma ki, iki ekmeğe ihtiyâcın kalmasın.” O kimse çok mahcûb oldu. O iki ekmeği çıkarıp sofraya bıraktı. Tövbe istiğfar etti.

Evliyânın büyüklerinden olan Ali bin Vefâ, birgün bir düğün yemeğindeydi. Düğündekiler; “Ziyâfet, ancak Muhammed Şazilî hazretlerinin gelmesiyle tamam olur” dediler. Ziyâfet sahibi gidip onu da’vet etti. Muhammed Şazilî da’veti kabûl edip, düğünün yapıldığı evin kapısına geldiğinde, “Burada evliyâdan kim var?” diye sordu. Ziyâfet sahibi; “Ali bin Vefâ ve cemâati var” dedi. Muhammed Şazilî. Ev sahibine; “İçeri gir ve benim için izin iste. Çünkü bir yerde büyüklerden biri olduğu zaman, izin verilinceye kadar oraya girmemek fakirlerin edeblerindendir” dedi. Ali bin Vefâ izin verdi; onu ayakta karşıladı ve yanına oturttu. Sohbet ettiler. Sonra Muhammed Şazilî, Ali bin Vefâ’nın talebelerine; “Efendinize duâ ediniz. Çünkü onun Allahü teâlâya kavuşması yakındır” dedi. Söylediği gibi oldu. Bir gece Muhammed Şazilî, gaibden şöyle bir nidâ işitti; “Yâ Muhammed! Biz sana senden olana ilâve olarak Ali bin Vefâ’nın (r.a.) sâhib olduklarını da verdik.” Muhammed Şazilî buyurdu ki: “Bunun, ancak Ali bin Vefâ’nın ölümünden sonra olacağını anladım. Abdülbâsıt mahallesindeki Ali bin Vefâ’nın evine talabelerinden birini gönderdim. O şahıs, oraya vardığında, Ali bin Vefâ’nın vefât ettiğini öğrendi.

Şemseddîn bin Ketîle dedi ki: “Muhammed Şâzilî’yi tanıtan ilk hâdise şudur: “Sultan Ferec bin Berkûk, bir sebebten dolayı halkın üzerine ok attırıyor; Muhammed Şazilî de buna karşı geliyordu. Muhammed Şâzilî’nin arkasından askerler gönderdi, yanına getirtti. Ona sert sözler söyledi ve; “Bu memleket benim mi, yoksa senin mi?” diye sordu. Muhammed Şazilî de; “Bu memleket, ne benimdir, ne senindir. Kahhâr ve tek olan Allahü teâlânındır” dedi. Sonra gönlü kırık olarak kalkıp gitti. Akabinde Sultân’a bir hastalık ârız oldu ki, az kalsın ondan dolayı helak oluyordu. Hastalığın tedâvisinden bütün doktorlar âciz kaldı. Sultânın husûsî danışmanlarından durumu anlıyan ba’zıları, dediler ki: “Bu, Muhammed Şâzilî’nin kalbinin kırılmasındandır.” Sultân’a, Muhammed Şâzilî’nin gönlünü almanın, ancak hastalığa çâre olabileceğini anlattılar. Bunun üzerine Sultan; “Hatırını almam için ardından adam gönderip getirtiniz” dedi. Komutanlar ona gittiler. Onu Mısır’ın dışında bir yerde buldular. Sultân’ın isteğini haber verdiler. O, Sultân’ın yanına gitmeyi kabûl etmedi. Gelenler, Muhammed Şazilî ile Sultan arasında tereddütte kaldılar, geri dönmediler. Sonunda Şazilî, Sultân’a acıdı. Ona, temiz ve helâl zeytin yağı ile pişirilmiş bir ekmek parçası gönderdi ve onlara dedi ki: “Ona, bu ekmeğin hastalığını iyileştireceğini söyleyin. Fakat bir daha büyüklere karşı edebi terk etmesin.” Sultan gönderilen ekmeği yiyince, hemen iyileşti. O günden sonra, bu hâdise insanlar arasına yayıldı. Sultan, şükran borcu olarak, ona bir torba gümüş gönderdi. Gümüşü getiren, onu kürsüde va’z ederken buldu. Muhammed Şazilî, gelen kişinin yanındaki gümüşler bitinceye kadar, avuç avuç alıp insanlara attı. Bu olanlar Sultân’a ulaştı. Bunun üzerine Sultan, Muhammed Şâzilî’nin yanına gelip, ellerinden öptü. Muhammed Şazilî, ona şöyle buyurdu: “Kalk, şu kuyuya git. Ondan abdest suyu alarak şu fıskiyeyi doldur ki, kıyâmet günü bu senin için defterinde sevâb olarak bulunsun.” Sultan elbisesini çıkardı. Bir kova doldurdu. Ona bu kova çok ağır geldi. Güçlükle çekebildi. Baktı ki, altın doluydu. Muhammed Şâzilî’ye durumu söyledi. O da, “Onu kuyuya dök ve yeniden doldur” buyurdu. İkinci ve üçüncü dolduruşunda da böyle oldu. Muhammed Şazilî buyurdu ki: “Kuyuya, bizim sudan başka bir şeye ihtiyâcımız yok de!” Sultan, Muhammed Şâzilî’ye gönderdiği şeyin ne kadar değersiz birşey olduğunu anladı.

Bir defasında imtihan etmek için, Mâlikî kadılarından biri ona gelmişti. Muhammed Şâzilî’ye onun, imtihan etmek maksadıyla geldiğini bildirdiler. Muhammed Şazilî; “Ben fakirlerin seccadesi üzerinde oturuyorum, gücü yeterse, istediğini sorsun” buyurdu. Kâdı, gelince sormaya başladı; “......hakkında ne dersin?” dedi durakladı. Şazilî “Evet” dedi. O; “.........hakkında ne dersin?” dedi, durakladı. Şazilî “Evet” dedi. O, “......hakkında ne dersin?” dedi. Yine durakladı. Şazilî “Evet (devam et)” buyurdu. Birçok defa aynı şeyi tekrarladı. Daha sonra kadı, “Sormak istediğim soruyu unuttum?” dedi. Sonra sarığını çıkardı, istiğfar etti. Evliyâyı inkâr etmiyeceğine ve onlara i’tirâz etmiyeceğine dâir söz verdi.

Kâhire dışındaki köylerin en uzağında olan bir talebesine, bulunduğu yerden seslendiğinde, talebesi cevap verir, “Gel dese”, o talebe yola çıkar veya “Şöyle yap” dese, yapardı. Birgün batıdaki Kutur şehrinden, Ebû Takiyye’yi çağırmıştı. O, hocasının nidasını işitti ve Kâhire’ye geldi.

Onun dergâhının İmâmı, namaz için dergâha giderken yolda güzel bir kadın gördü ve ona baktı. Dergâha vardığında, Muhammed Şazilî, namazı kıldırması için başkasına emir verdi. İkinci namaz vakti girdiğinde yine böyle yaptı. Beş vakit namaz bu şekilde kılındı. Bu arada İmâmın kalbine, bu bakışını Allahü teâlânın Muhammed Şâzilî’ye bildirdiği düşüncesi geldi, istiğfar ve tövbe etti.

Evliyâdan bir zât, Muhammed Şazilî hazretlerinden izin almadan Mısır’a girdi. Kendisinde bulunan, büyüklük hâli ondan alındı. Sonra Allahü teâlâya istiğfar ederek, Muhammed Şâzilî’ye geldi. Kendisine eski hâli iade edildi. Bu hâli şöyle idi: Yanında büyük bir küfe bulunurdu. Elini onun içine sokar ve ihtiyâcı olan herşeyi ondan çıkarırdı. Mısır’a izinsiz girdikten sonra, yine elini küfeye sokmuş, fakat hiçbir şey bulamamıştı.

İbn-i Temmâr isminde birisi, şefaat mevzûunda Muhammed Şâzilî’yi üzmüştü. O, evliyânın büyüklerinden Bistâmî adında bir zâtın talebesi idi. Muhammed Şazilî buyurdu ki: “İbn-i Temmâr ile bütün münâsebetlerimizi kestik. İsterse bin tane Bistâmî onunla birlikte olsun.” Bir müddet sonra, sultan bir kısım görevlileri göndererek, İbn-i Temmâr’ın evini yıktırdı. Zamanımıza kadar harabe hâlinde kaldı.

Emîrlerden biri, Muhammed Şazilî hazretlerini öldürtmek istedi. Bir da’vette zehirli bir kaba yemek koyup, ona sundular. Şazilî hazretleri yemekten biraz yedi. Sonra zehirli olduğunu anladı. Kalktı ve bineğine binerek zaviyesine gitti. Orada kaplar karıştı. Emîrin iki oğlu geldi. Muhammed Şâzilî’nin kabından yemek yediler ve öldüler. Muhammed Şâzilî’ye zehirden hiçbir zarar erişmedi.

Muhammed Şazilî, birgün abdest alırken, kalbine bir hâl oldu. Odasında olduğu hâlde, nalınının birini alıp attı. Nalın havada uçup gitti. Hâlbuki odanın çatısında çıkacak bir delik yoktu. Hizmetçisine: “Eşi gelinceye kadar bu tek nalını yanına al” buyurdu. Bir müddet sonra, Şam’dan yanında birçok hediyelerle gelen bir adam, o tek nalını getirdi ve şöyle dedi: “Cenâb-ı Hak size hayırlar versin. Yolda iken hırsız göğsüme oturmuş, beni kesmek üzere idi. Kendi kendime; “Yâ efendimiz Muhammed! Yâ Hanefî!” dedim. Hırsızın göğsüne bir nalın gelip çarptı. Hırsız, baygın bir şekilde yere düştü. Sizin bereketinizle Allahü teâlâ beni o hâlden kurtardı.”

Muhammed Şâzilî, İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe’nin (r.a.) mezhebine göre cinleri okuturdu. Birgün bir işi dolayısıyla, akrabası Ömer’i onları okutmak üzere gönderdi. Ömer, onları Muhammed Şâzilî’nin evinde okuttu. Ömer şöyle anlatır: “Bir cinnî kadın, benimle evlenmek istedi. Muhammed Şâzilî ile müşavere ettim. “Bu, mezhebimizde caiz değildir” buyurdu. Bu mes’eleyi, cinnî kadınla birlikte yerin altına inerek, cinnîlerin meliklerine arzettim. Melik: “Muhammed Şâzilî’nin söylediklerine i’tirâz etmem” dedi ve cinnî kadına; “Onu getirdiğin yere geri götür” dedi.

Birgün sultânın sır kâtibi veya ileri gelen kâtiplerden İbn-i Bârizî, Muhamed Şâzilî’yi binek üzerinde ve yanında ümerândan bir toplulukla beraber gördü. Onu inkâr ederek; “Bu, evliyânın yolu değildir” dedi. Seçkin nâzırlardan biri ona; “İ’tirâz etme. Evliyânın çeşit çeşit hâlleri vardır” dedi. Fakat o yine; “Bu husûsu ona bildirmek için mutlaka birisini göndereceğim” dedi. Gönderilen kişi, Muhammed Şâzilî’nin huzûruna girip durumu haber verdiğinde, o buyurdu ki: “Üstadına git söyle ki, o, ebediyyen azledilmiştir.” Bir süre sonra Sultan Müeyyed, sır kâtibine haber göndererek; “Evinden ayrılma” dedi ve sultan tarafından öldürülünceye kadar azledilmiş olarak kaldı.

Muhammed Şâzilî’nin bir koyunu çalındı ve altı ay kayıp olarak kaldı. Birgün Muhammed Şâzilî, hizmetçisine: “Ravza’ya git, filancanın kapısının çal. Evin sahibi çıkınca, altı aydır sende olan dişi koyunu getir, de” dedi. Hizmetçi gidip emredilenleri söyledi. Bunun üzerine, ev sahibi koyunu çıkarıp verdi. Muhammed Şâzilî buyurdu ki: “Bu, bizim sermâyemizdi. Bize iade edildi.”

Muhammed Şâzilî, sadaka verecek birşey bulamadığı zaman, eshâbından ödünç alır; sonra cenâb-ı Hak ona para nasîb ettiği zaman onları öderdi. Bu şekilde aldığı borçlar 60 bin dirhem oldu ve bu, Muhammed Şâzilî’ye ağır geldi. Birgün bir kişi, elinde büyük bir kese ile geldi ve “Muhammed Şâzilî’de kimin alacağı varsa gelsin” dedi. Bütün borçlarını ödedi. Hazır bulunanlardan hiçbiri bu kişiyi tanımadı ve Muhammed Şâzilî’ye suâl ettiler. O da; “Kudretin tecellîsidir. Allahü teâlâ bizim borcumuzu ödemek üzere gönderdi” buyurdu.

Muhammed Şâzilî’nin huzûrunda, İbn-i Fârıd’ın sözlerinden okudular. Şemsüddîn bin Ketîle bu sözlere meyletti. Muhammed Şâzilî bir ân ona bakınca, hisleri kayboldu, kendinden geçti ve rü’yâsında gördü ki, Ömer bin Fârıd dergâhın kapısında dikiliyordu. Ağzında, içi boş bir ağaç veya kamış vardı. Sanki onunla dergâhın kapısının eşiğinin altından su içiyordu. Sonra ayıldı. Muhammed Şâzilî buyurdu ki: Gördüğün doğrudur. Gözünle gördün yâ Şemseddîn!” Ve şöyle devam etti: Zamanımızda birçok yuvalar Ömer bin Fârıd’ı almadı (sığmadı). Ancak o bizim kapımızda durdu.

Muhammed Şâzilînin hanımı hastalanmıştı. Ölmek üzereydi. Yâ Seyyidî Ahmed! Yâ Bedevî! Rûhun benimle beraberdir (beraber olsun)” diye söyleniyordu. Rü’yâsında hazret-i Ahmed-i Bedevî’yi gördü. Ağzı ve burnu örtülüydü. Üzerinde, yenleri geniş ve göğsü enli (geniş) bir cübbe vardı. Yüzü ve iki gözü kızarmıştı. Kadına: “Nasıl olur da beni çağınr ve yardım istersin. Sen bilmiyor musun ki, şânı yüce olan büyüklerden bir zâtın himâyesindesin. Velîlerden birinin yanında olanların çağırmasına biz cevap vermeyiz. Yâ Seyyidî Muhammed! Yâ Hanefî! de. Allahü teâlâ sana afiyet versin” buyurdu. Kadın böyle söyledi ve sabah oduğunda hiç hastalığı kalmamıştı.

Talebelere, toprak kab içerisinde az yemek verdiğinden dolayı, bir yaşlı kadın Muhammed Şâzilî’ye kızdı. Onu inkâr ederek; “Yemeğin azlığı, onun velî olmadığını gösterir” dedi. Sonra gitti, içinde kuzu ve ördek eti olan bol yemek yaptı, dergâha getirdi. Muhammed Şâzilî, Yûsuf Kutûrî hazretlerine; “Ye!” buyurdu. Yemeğin hepsini tek başına yedi ve yine açlıktan şikâyet etti. Kadın onu evine götürdü. Orada yediğinden daha fazla yemek yediği hâlde, yine açlıktan şikâyet ediyordu. Muhammed Şâzilî, kadına buyurdu ki: “Bereket, çokluğunda değil, evliyânın yemeklerindedir.” Bunun üzerine kadın istiğfar etti ve tövbekâr oldu.

Muhammed Şâzilî’ye bir adam geldi ve; Ey Efendim! Ben çoluk-çocuk sahibi, fakir hâlli bir kimseyim. Bana kimyayı öğret” dedi. Muhammed Şâzilî buyurdu ki: “Şu şartla: Yanımızda tam bir sene kalırsın. Her abdest bozduğunda, mutlaka abdest almalı ve iki rek’at namaz kılmalısın.” Adam, kabûl edip bu şartlarda sebat gösterdi. Müddetin bitimine bir gün kalınca, Muhammed Şâzilî’nin yanına gitti. O da; “Yarın, hacetinizi yerine getiririz” buyurdu. Ertesi günü olunca, Muhammed Şâzilî ona: “Kalk! Abdest için kuyudan su doldur” buyurdu. Kuyudan bir kova doldurdu. Kovanın altınla dolu olduğunu görünce, “Ey Efendim! Şu ânda bir tek kuruş dahî isteğim kalmadı” dedi. Muhammed Şâzilî; “Onu yerine dök ve memleketine git. Gerçekten sen, her hâlinle kimya oldun” buyurdu. Memleketine döndü. İnsanları Allahü teâlâya da’vet etti. Bu hareketiyle büyük ni’metlere kavuştu.

Bir defasında, gece yarısında Muhammed Şâzilî’ye bir kişi geldi. Kapıda durdu. Muhammed Şâzilî ona; “Kimsin?” diye sordu. “Bir haramiyim” dedi. Muhammed Şâzilî; “Ne çalarsın, ne iş yaparsın? Meşgalen nedir?” diye sordu. Dedi ki: “Ey Efendim! Allahü teâlâya tövbe etmiştim. Günah işleyerek tövbemi bozdum.” Muhammed Şâzilî ona; “İçeri gel. Sana korku yoktur” buyurdu. O kişi, tövbe etti ve tövbesi makbûl oldu. Ölünceye kadar Muhammed Şâzilî’nin dergâhına devam etti.

Fakir bir kimse ziyâretine geldiğinde, Muhammed Hanefî hazretlerini kıymetli ve süslü elbiseler içinde görünce; “Benim bildiğim evliyâ böyle elbiseler giymez. Bizim bu kadar ihtiyâcımız varken böyle kıymetli elbiseleri niçin giyer?” diye düşündü. Daha orada iken, bir grup yabancı kimseler ziyârete geldiler. Hepsi de kıymetli elbiseler giymişlerdi. Elbiseleri de çok süslüydü. Fakat Muhammed Hanefî hazretlerininki, onlarınkinden daha güzel ve kıymetliydi. Bu kimseler gittikten sonra, o fakir kimseyi çağırıp buyurdu ki: “Gördün, böyle kimseler ziyâretimize gelmektedir. Benim ise onların karşısında ilim ehlini zelîl göstermem uygun olur mu? Onun için böyle giyindim. Yoksa bizim böyle şeylerde gönlümüz yoktur.” O kimse, bu işin sebebini öğrenip, tövbe ve istiğfar etti. Bir daha büyüklerin işine karışmamaya söz verdi.

Muhammed Hanefî hazretlerinin bir komşusu vardı. Onu hiç sevmezdi. Devamlı onun aleyhinde konuşurdu. Ziyâretine gelenleri kapısından çevirerek; “Geldiğiniz zât, büyük kimse değil, o benim komşumdur, o sihirbazın biridir” derdi. Muhammed Hanefî hazretleri, defalarca ona nasihat ettiyse de bir fayda vermedi. Yine birgün, uzak bir yerden kalabalık bir grup insan ziyâretine geldi. Bu zât, hemen bunların önüne geçip, aynı şeyleri tekrar ederek, gelenleri geri çevirdi. Bunun üzerine Muhammed Hanefî hazretleri; “Yâ Rabbî! Yol kesicilerin cezasını ver” diye duâ etti. Kısa bir müddet sonra, o kimse hastalandı. Ağzına kan ve ciğer parçaları geldi. Ve o hastalıktan kurtulamayıp vefât etti.

Muhammed Şâzilî, Karâfe kabristanını ziyâret ettiği zaman, kabir ehline selâm verir; mezardakiler onun selâmına yüksek sesle cevap verir ve orada bulunanlar bunu işitirlerdi.

Muhammed Şâzilî, elini huysuz atın üzerine koysa, atta huysuzluktan eser kalmazdı. Hızır aleyhisselâm, defalarca Muhammed Hanefî’nin meclisine gelir ve onun sağında otururdu. Muhammed Şâzilî kalkınca, o da kalkar, Muhammed Şâzilî halvete girse, kapıya kadar onu ta’kib ederdi.

İmâm-ı Şa’rânî şöyle nakletti: “Muhammed Hanefî hazretleri ölüm hastalığında buyurdu ki: Kimin bir haceti olursa, kabrime gelsin; Onu yerine getiririm Çünkü sizinle benim aramda bir karış topraktan başka bir engel yoktur. Bir karış toprak onunla talebeleri ve dostları arasında engel olan kimse velî değildir.”

Muhammed Şâzilî buyurdu ki: “Sakın velîlerin kerâmetini inkâra kalkışmayın. Zîrâ kerâmet, Kur’ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîfler ile sabittir. Âdet dışı hâllerin olması, velîler için caizdir. Ehl-i sünnet ve cemâat mezhebinin i’tikâdı böyledir. Çünkü, rivâyete göre İmâm-ı a’zâm Ebû Hanîfe, bir ara duâ etti ve kendisine semâdan bol yemeklerle dolu bir sofra indi.”

“Velî, “La ilahe illallah” deyip, bunun şartlarını yerine getiren kimsedir. Bunun şartları; Allahü teâlâyı ve O’nun Resûlünü sevmek ve dost edinmektir.”

¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾

1) Câmiu kerâmât-il-evliyâ cild-1, -sh. 157

2) Tabakât-ül-kübrâ cild-2, sh. 88

3) Menâkıb-ı Şemseddîn Hanefî (Betnûnî)