Evliyânın büyüklerinden. İsmi, Muhammed bin Muhammed bin Mahmûd’dur. Lakabı, Hâfız-ı Buhârî ve Pârisâ’dır. 756 (m. 1355) senesinde Buhârâ’da doğdu. 822 (m. 1419) senesinde Medîne-i münevverede vefât etti. İlim öğrenmek için medrese tahsiline başlayıp, zamanının âlimlerinden ders alarak, hadîs ve fıkıh ilmini öğrendi. Bu ilimlerde yetişip âlim olduktan sonra, tasavvuf ilmini öğrenip, büyük bir evliyâ olarak yetişti.
Muhammed Pârisâ hazretlerinin tasavvufda hocası, evliyânın en büyüklerinden olan meşhûr İslâm âlimi Şâh-ı Nakşîbend Behâeddîn-i Buhârî’dir. Ona talebe olduktan sonra, sohbetlerine devam edip, himmet ve teveccühüne kavuştu. Böylece tasavvufda yüksek derecelere ulaştı. Zâhir ve bâtın ilimlerinde zamanının bir tanesi oldu.
Hocası Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin sohbetine devam ettiği ilk sıralarda, birgün hocasının kapısına gelip, kapının önünde edeble beklerken Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin bir hizmetçisi içeri girer. Behâeddîn Buhârî (k.s.), ona kapıda kim var? diye sorunca, o da, “Pârisâ bir genç vardır” der. Bunun üzerine dışarı çıkıp bakar ve; “Sen Pârisâ bir genç misin?” buyurur. Bundan sonra onun ismi zâhir, dünyâya düşkün olmayan, dindar, ârif, âlim, müttekî ma’nâlarına gelen “Pârisâ” olarak söylenmiştir ve ismi Muhammed Pârisâ şeklinde meşhûr olmuştur. Hocası Behâeddîn-i Buhârî hazretleri; “Bizim varlığımızdan murâd, Muhammed Pârisâ’nın yetişip ortaya çıkmasıdır” buyurmuştur. Kendisinden sonra, en yüksek talebesi olduğundan, yerine bıraktığı vekîllerden biri de o olmuştur.
Yine hocası ona, “Hâcegân yol ve hânedanından bana her ne ulaşmışsa, ne elde etmişsem, bu emânetlerin hepsini sana verdim. Kardeşimiz Mevlânâ Ârif de bunları sana vermiştir” buyurdu.
Muhammed Pârisâ hazretleri, birgün bir bahçede, havuz kenarında ayaklarını suya sarkıtmış oturuyordu. Orada oturduğu sırada Allahü teâlânın zikrine dalmış, kendinden geçmişti. Bu sırada hocası Behâeddîn-i Buhârî hazretleri oradan geçerken, onu kendinden geçmiş, adetâ baygın bir hâlde ve dünyâyı unutmuş derin bir murâkabeye dalmış olarak gördü. Onun bu hâlinden son derece duygulanıp, soyundu ve havuza girdi. Yüzünü suya sarkmakta olan ayaklarına sürerek; “Allahım bunun hürmetine bana rahmet et!” diye duâ etti ve talebesi Muhammed Pârisâ’ya pek yüksek bir iltifât gösterdi.
Muhammed Pârisâ zamanında, Semerkand’da Mirzâ Halîl Şah, Horasan’da da Mirzâ Şâhruh pâdişâh idi. Muhammed Pârisâ, Semerkand Pâdişâhı Mirzâ Halîl’e zaman zaman mektûplar göndererek, müslümanlara yardımcı olup, işlerine alâka göstermesini istiyordu. Mirzâ Halîl, bu mektûpları kendisi için ağır görmeye başladı. Hased edenlerin de tahriki ile, Muhammed Pârisâ’ya karşı hoş olmayan bir tavır aldı. Nihâyet adamlarından birini göndererek; “Deşt (çöl) tarafına gitsinler! Orada bulunan nice kimseler onların bereketiyle müslüman olma şerefine ersinler.” şeklinde haber yollayıp, memleketinden çıkmalarını bildirdi. Muhammed Pârisâ hazretleri, bu haber üzerine gelen elçiye; “Tamam kabûl ettik Fakat önce büyüklerimizin kabirlerini ziyâret edeceğiz. Sonra da gideceğiz” dedi. Hemen atının hazırlanmasını istedi. Derhâl atını eğerleyip hazırladılar. Atına binip yola çıktı. Yanına, talebelerinden büyük bir kalabalık yaya olarak katıldı. Önce Kasr-ı Ârifan’a gidip, hocası Şâh-ı Nakşîbend Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin kabr-i şerîfini ziyâret etti. Hocasının kabrini ziyâret edip ayrıldıkları sırada, yüzünde bir azamet ve heybet belirmişti. Oradan Seyyid Emîr Gilâl hazretlerinin kabrini ziyâret için de Sûhârî’ye gitti. Orada da ziyâretini tamamlayınca, atını sürüp yola çıktı. Sûhârî yakınında bir tepeye çıkınca, tepe üzerinde durup, Horasan’a doğru dönüp bir beyt okudu. Okuduğu beytin tercümesi şöyledir: “Hepsini yerle bir et; böylece bugün meydanda er kimdir, anlasınlar!...”
Bundan sonra Buhârâ’ya döndüler. Tam bu sırada, Horasan pâdişâhı Mirzâ Şâhruh, Muhammed Pârisâ hazretlerinin gönlünü kırmış olan Semerkand pâdişâhı Mirzâ Halîl’e bir mektûp yazdı. Mektûbunda savaş ilân ettiğini bildirmekte olup; “Geliyorum, harp meydânına çık!” diye yazmıştı. Bu karar önce kendi halkına duyurulmak için câmilerde okunup ilân edildi. Sonra da mektûbu Mirzâ Halîl’e gönderdi. Mektûbu’ gönderdikten hemen sonra da üzerine yürüyüp, Mirzâ Halîl’i mağlup ederek öldürdü.
Muhammed Pârisâ hazretleri, iki defa hacca gitti, ilk hacca, hocası Behâeddîn-i Buhârî hazretleriyle birlikte gitti, ikinci defa, ömrünün son aylarında gitti. Hicrî 822 (m. 1419) senesi Muharrem ayında, hacca gitmek ve Peygamber efendimiz Muhammed aleyhisselâmın kabr-i şerîfini ziyâret etmek üzere Buhârâ’dan yola çıktı. Buhârâ’dan ayrılıken, talebelerinden biri veda sırasında; “Siz hacca gittiniz” demişti. Bu talebesine; “Gittik ve gittik!” buyurarak cevap verdi. Böylece, bu seferinde vefât edeceğine işâret etmişti. Nesef yolu üzerinden, büyüklerin mezarlarını ziyâret etmek üzere; Soganiyân’a (Cağâniyan), Herat’a, Tirmiz’e ve Belh şehirlerine uğradı. Vardıkları her yerde evliyâ kabirlerini ziyâret etti. Cam şehrine de uğramışdı. Burada yetişen meşhûr Mevlânâ Abdürrahmân Câmî, Nefehât-ül-üns adlı eserinde şöyle yazmıştır: “Muhammed Pârisâ’nın Cam şehrinden ayrıldığını hatırlarım. Mukayese ederek şöyle hatırlıyorum ki, 822 (m. 1419) senesi, Cemâzil-evvel sonu veya Cemâzil-âhır ayı başı idi. Babam, bir grup sâlih zâtla, Muhammed Pârisâ’nın ziyâretine gitmişti. Ben bu sırada beş yaşını henüz bitirmemiştim. Babam yanındakilerden bir kimseye beni omuzuna almasını söyledi ve beni de alıp ziyâretine gittiler. Huzûruna varınca, beni kürsüsünün önünde tuttular. Muhammed Pârisâ bana iltifât edip, bir şeker verdi. Bu hâdiseden sonra, altmış yıldan beri nûrlarının yayılması gözümdedir. İşte Hâcegan silsilesine ihlâsla bağlanmamın ve onlara muhabbetimin sebebi, Muhammed Pârisâ’nın bereketli nazarlarına kavuşmamdır. Ümîd ederim ki, bu bağlılığın bereketiyle, onları sevenler ve muhlisler zümresiyle haşrolunurum.”
Cam şehrinden hareket edip Nişâbur’a ulaştı. Havanın sıcak, yolun da korkulu olması sebebiyle, yolcular arasında yola çıkıp çakmamak husûsunda konuşmalar oldu. Neticede yola çıkmaları geri kaldı. Bu sırada Muhammed Pârisâ hazretleri, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin Dîvân’ını alıp açtı. Açtığı sahifede şu ma’nâda beyitler çıktı:
“Ey Hak âşıkları, ikballe yürüyün! Se’âdet burcuna yönelin dosdoğru! Bu yol, size Hakkın izniyle mübârek olsun; Şehirde, çölde, dağda ve suda!...”
Bundan sonra Mekke-i mükerremeye gitmek üzere Nişâbûr’dan yola çıktılar. Sohbet ederek selâmetle ve afiyet içinde Mekke’ye ulaştılar. Hac ibâdetini yaptılar. Bu sırada Muhammed Pârisâ hazretleri hastalandı. Veda tavafını sedye üzerinde yaptı. Sonra Resûlullahın (s.a.v.) kabr-i şerîfini ziyâret etmek için Medîne-i münevvereye doğru yola çıktılar. Yolda, uyku ile uyanıklık arasında Cüneyd-i Bağdadî hazretlerini gördüğünü ve kendisine çok müjdeler verdiğini anlatmıştır. Zilhicce ayının yirmiüçünde, Çarşamba günü Medine’ye vardılar. Resûlullahın (s.a.v.) kabr-i şerîfini ziyâret edip, müjdelere kavuştu. Ertesi gün, Perşembe günü vefât etti. Bu sırada meşhûr Osmanlı âlimi Molla Fenârî Medine’de bulunuyordu. Cenâze namazını o kıldırdı. Kâfilesindeki talebeleri ve Medine halkı cenâzesinde bulundular. Cum’a gecesi Bâki’ kabristanında, Eshâb-ı Kirâmdan Hazreti Abbâs’ın türbesi yanına defn edildi. Şeyh Zeyneddîn Havâfî Mısır’dan beyaz bir mermer taşı getirip kabrine dikmişti.
Oğlu Burhâneddîn Ebû Nasr şöyle anlatmıştır: “Babam vefât ettiği sırada yanında bulunamamıştım. Vefâtından sonra yanına geldim. Mübârek yüzünü açıp baktım. Gözlerini açıp bana tebessüm ediyordu. Üzüntüm ve ızdırâbım iyice arttı. Ayak ucuna geçtim, ayaklarını topladı.”
Muhammed Pârisâ, kerâmetlerini çok gizlerdi. Fakat bir defasında, büyük hadîs âlimlerinden Şemseddîn Muhammed bin Muhammed-i Cezri, Mirzâ Uluğ Bey zamanında Semerkand’a gelmişti. Mâverâünnehr’in hadîs âlimleri, hadîslerin senedlerini inceleyerek, tahkîk ve tashih ile uğraşıyordu. Hasedcilerden biri, bu zâta; “Muhammed Pârisâ’nın söylediği hadîs-i şerîflerin senetlerinin sıhhati tam ve ma’lûm olmadığı hâlde, Buhârâ’da çok hadîs nakleder. Onun senedlerini inceleseniz iyi olur” dedi. Durum Mirzâ Uluğ Bey’e bildirilince, o da, Buhârâ’ya bir haberci gönderip, Muhammed Pârisâ’dan Semerkand’a gelmesini rica etti. Muhammed Pârisâ hazretleri Semerkand’a geldi. Semerkand Şeyhülislâmı Hâce Usâmeddîn ve o asrın büyük âlimleri büyük bir meclis kurup, Muhammed Pârisâ’yı da çağırdılar. Hadîs mütâlâasına başlayınca, Hâce Usâmeddîn, Muhammed Pârisâ’dan kendi isnadlarıyla bir hadîs rivâyet etmesini rica etti. O da senedleriyle bir hadîs-i şerîf okudu. Şeyhülislâm, “Bu hadîsin sahîh olduğunda hiç şüphe yoktur, ama şu anda benim yanımda sabit değildir” dedi. Orada bulunan ba’zı hasedciler bu sözden hoşnut olup, birbirlerine gözle işâret ettiler. Muhammed Pârisâ, aynı hadîs-i şerîfi bir başka senedle okudu. Şeyhülislâm, yine önceki sözlerini tekrar etti. Muhammed Pârisâ hazretleri hangi isnadı söylese, bunu duymadım cevâbını alacağını görerek bir an susup murâkabe ettikten sonra, o şahsa dönerek; “Hadîs ehlinin kitaplarından falanın mesnedini sağlam tutup, onun senedlerini mu’teber sayar mısınız?” buyurdu. O da, “Evet, onun isnâdları (senedleri) tamamen mu’teber, güvenilir ve hadîs muhakkıklarındandır. Onda hiçbir ferdin şüphesi yoktur. Eğer sizin isnâdlarınız ona müsned olsaydı, isnadınızın sıhhatinde, hiç sözümüz kalmazdı” dedi. Bu söz üzerine Muhammed Pârisâ hazretleri, Hâce Usâmeddîn’e dönüp, “Sizin kütüphânenizin filân yerinde, falan kitabın altında, şu boyda, şu cildde bir kitap konulmuştur. Bahsettiğin hadîs-i şerîf, o kitabın falan sahifesinde yazılıdır” diyerek, sahifesini de belirtip, “Talebelerinizden birisini gönderin, hemen o kitabı getirsin” buyurdu. Hâce Usâmeddîn, kendisinin böyle bir kitabının bulunduğunda tereddüt edince, o mecliste bulunanlar da bu söze şaşmışlardı. Çünkü Muhammed Pârisâ hazretleri, onun kütüphânesini hiç görmemişti. Nihâyet bir talebesini gönderip, ta’rîf edilen kitabı bulup getirtti. Bahsedilen hadîs-i şerîfi, Muhammed Pârisâ hazretlerinin söylediği sahifede aynen buldular. Bunun üzerine, ilim meclisinde bulunan âlimler ve dinleyiciler şaşarak, Muhammed Pârisâ’nın büyüklüğüne hayran kaldılar. Hâce Usâmeddîn’in, bu hâdise karşısındaki hayranlığı hepsinden ziyâde oldu. Çünkü kütüphânesinde böyle bir hadîs kitabının bulunduğunu kendisi dahî iyice bilmiyordu. Bu hâdiseyi Mirzâ Uluğ Bey işitince, Muhammed Pârisâ’yı Buhârâ’dan Semerkand’a getirttiğine çok üzülmüştür. O mecliste bu kerâmetin zâhir olması üzerine, âlimler ve zamanın ileri gelenleri tarafından çok sevildi. Hürmet göstererek kendisine bağlandılar ve onun sohbetlerinde bulunarak feyz aldılar.
Talebelerinin en meşhûru, oğlu Ebû Nasr Pârisâ’dır. Onu zâhir ve bâtın ilimlerinde yetiştirip, tasavvufda yüksek derecelere kavuşturmuştur.
Eserleri: 1-Risâle-i kudsiyye, 2-Tuhfet-üs-sâlikîn, 3-Tahkîkât, 4-Fasl-ül-hitâb li vasl-il-ahbâb, 5-Menâsik-ül-hac, 6-Füsûs-ül-hikem şerhi, 7-Menâkıb-ı Behâeddîn Nakşîbend gibi kıymetli eserleri vardır.
Muhammed Pârisâ hazretleri buyurdu ki: “Üç kimse, Kur’ân-ı kerîmin ma’nâsını anlıyamaz. Birincisi; Arabîyi iyi bilmeyen ve tefsîr okumamış, ilmi olmıyan kimse. İkincisi; büyük bir günâha devam eden fâsık. Üçüncüsü, i’tikâd bilgilerinden birini yanlış anlayıp, anladığına uymadığı için hak sözü kabûl etmeyen bid’at sahibi. Çünkü bid’atin zulmeti kalbi karartır.”
“İnsanı, Allahü teâlâdan uzaklaştıran perdelerin en zararlısı, dünyâ düşüncelerinin kalbe yerleşmesidir. Bu düşünceler, kötü arkadaşlardan ve lüzumsuz şeyleri seyretmekten hâsıl olur. Çok uğraşarak bunları kalbden çıkarmak lâzımdır. Faydasız kitap okumak, lüzumsuz şeyler konuşmak da bu düşünceleri arttırır. Bunların hepsi, insanı Allahü teâlâdan uzaklaştırır. Kalbin hasta olması, Allahü teâlâyı unutmasıdır. Allahü teâlâya kavuşmak isteyenlerin bunlardan sakınması, hayâli arttıran herşeyden kaçınması, uzaklaşması lâzımdır. Allahü teâlâ, çalışmayan sıkıntıya katlanmayan, zevklerini, şehvetlerini bırakmayanlara bu ni’meti ihsân etmez.”
“Îsâ aleyhisselâm gibi büyük bir peygamberin, gökten indirildiği zaman ictihâd ile çıkaracağı bütün ahkâm, Hanefî mezhebindeki ahkâma benziyecek, ya’nî İmâm-ı a’zamın ictihâdına uygun olacaktır.”
“İnsanlar, ölüleri dirilteni büyük bildiğinden, Allahü teâlâya yakın olanlar, bunu yapmak istemeyip ölü kalbleri diriltmişler, talebelerinin ölü kalblerini diriltmeğe çalışmışlardır. Doğrusu da, kalbleri diriltmek yanında ölüleri diriltmenin hiç kıymeti yoktur. Hattâ abes, ya’nî faydasız şeylerle vakit kaybetmek olur. Çünkü ölüyü diriltmek, ona birkaç günlük ömür kazandırır. Kalblerinin dirilmesi ise, sonsuz hayâta (ebedî saadete) kavuşturur. Zâten Allahü teâlâya yakın olanların vücûdları kerâmettir. İnsanları Allahü teâlâya davet etmeleri Hak teâlânın rahmetlerinden bir rahmettir. Ölü kalbleri diriltmesi, harikaların en büyüğüdür, insanların selâmeti onların varlığı iledir. Mahlûkların en kıymetlisi onlardır. Allahü teâlâ, onlar ile rahmet yağdırıyor Onlar sebebi ile rızk gönderiyor. Onların sözleri devadır. Acıyarak bir bakışları şifâdır. Onlar celis-ı ilahidir. Allahü teâlânın lütufları, ihsânları, onların bulunduğu yerden eksik olmaz Yanlarında bulunanlar kötü olmaz. Onları tanıyanlar mahrûm kalmaz.”
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Hadikat-ül-verdiyye sh. 142
2) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 1045
3) Reşehât sh. 82
4) Nefehât-ül-üns sh. 431
5) Hadikat-ül-evliyâ sh. 75
6) Şakâyık-ı Nu’mâniyye tercümesi, (Mecdî Efendi) sh. 268
7) Umdet-ül-makâmât sh. 72
8) Rehber Ansiklopedisi cild-12, sh. 296