MUHAMMED İZNÎKÎ (Muhammed bin Kutbüddîn-i İznîkî)

Osmanlı Devleti’nde yetişen âlimlerden ve tasavvuf büyüklerinden. İsmi, Muhammed bin Kutbüddîn bin Muhammed er-Rûmî el-İznîkî’dir. Osmanlı âlimlerinin meşhûrlarından Kutbüddîn-i İznîkî’nin oğludur. Lakabı Muhyiddîn idi. İznik’de doğdu. Doğum târihi belli değildir. Devrinin meşhûr âlimi Molla Fenârî’den, din ilimlerini ve zamanının fen bilgilerini okudu. Her ilimde mütehassıs bir âlim olarak yetişti. Hanefî mezhebi âlimlerindendir. Çok kitap yazdı. 885 (m. 1480) senesinde Edirne’de vefât etti.

Aklî ve naklî ilimlerde büyük bir âlim olan Muhammed bin Kutbüddîn-i İznîkî, tasavvuf ilmi ile de meşgûl olmuş sâlih bir zât idi. Asrının fazilet, zühd ve vera’ sahibi âlimleri arasında temayüz etmiş, emsalleri arasında pek yükselmişti. Fıkıh, tasavvuf ve fen ilimlerini kendisinde topladı. Sözleri pek te’sîrli idi. Tasavvuf ilminin inceliklerine âit çok yüksek bilgileri eserlerinde yazdı. Kendisini ve eserlerini pekçok âlim medhetti, övdü. Büyük İslâm âlimi Seyyid Abdülhakîm Arvâsî (k.s.): “(Miftâh-ül-cenne) ilmihâlinin yazarı sâlih bir zât imiş. Okuyanlara faydalı olur.” buyurdu. İznik’de, kadılık, Sultan Orhan Medresesi’nde müderrislik ve müftîlik vazîfelerini de îfâ etmiştir.

Eserlerinden başlıcaları şunlardır: 1- Miftâh-ül-cenne: Türkçe bir eserdir. Her müslümana en önce lâzım olan ilmihâl bilgilerini, kısa ve öz olarak anlatmaktadır. “Mızraklı İlmihâl’ ve “Cennet Yolu ilmihâli” adları ile de meşhûrdur. Okuyanlara çok faydalı olduğu asırlardır görülmüştür. 2-Mürşid-ül-müteehhilîn: Fıkıh ilminin münâkehât (evlilik) bilgilerini anlatan, evlilere en güzel rehber olan kıymetli bir eser olup, Türkçe olarak yazılmıştır, 3- Şerhu miftâh-ıl-gayb: Sadreddîn-i Konevî’nin tasavvuf ilmi ile ilgili eserinin şerhi olup, esrâr-ı ilâhiyyeye mahsûs olan çok ince bilgileri ihtivâ etmektedir. 4- Şerhu mişkât-il-mesâbîh: Begavî’nin “Mişkât” kitabının şerhidir. 5- Zübdet-üt-tahkîk ve nüzhet-üt-tevfîk: Tasavvufî hakîkatleri açıklayan, ma’rifetler, nasihatler ve amellerin neticeleri beyanındaki umûmî kaideleri anlatan bir eserdir. 6- Ta’bîr-ül-münîf vet-te’lîf-üş-şerîf. 7- Şerh-ül-füsus.

Muhammed bin Kutbüddîn-i İznîkî’nin “Miftâh-ül-cenne” adındaki kitabından seçmeler:

Îmânın sıfatları:

Ve dahî îmânın sıfatları altıdır:

1-) Âmentü billahi: Ben Allahü azîm-üş-şânın varlığına ve birliğine inandım, îmân ettim.

Allahü azîm-üş-şân, vardır ve birdir.

Şeriki ve nazîri yoktur. (Ortağı ve benzeri yoktur.)

Mekândan münezzehdir. (Bir yerde değildir.)

Kemâl sıfatlarıyle muttasıfdır. Kemâl sıfatları vardır.

Ve noksan sıfatlardan beridir.

Kemâl sıfatlar, Allahü azîm-üş-şânda bulunur. Noksan sıfatlar, bizlerde bulunur.

Bizlerde bulunan noksan sıfatlar, elsizlik ve ayaksızlık ve gözsüzlük ve hastalık ve sağlık ve yemek ve içmek ve bunlara benzeyen birçok şeylerdir.

Allahü âzîm-üş-şânda bulunan sıfatlar, yer ve gökleri ve (havada, sularda, yeryüzünde ve toprak altında yaşamakta olan) türlü mahlûkâtı yaratması ve aklımızın erdiği ve (aczimiz sebebiyle) birçoklarına ermediği, pekçok mahlûkları (yaratıkları) her ân varlıkta durdurması ve cümle mahlûkârın rızkını vermesi ve yine aczimizden dolayı burada zikrine bile kadir olamadığımız, kemâl sıfatlardır. Kâdir-i mutlakdır. Her varlık, Allahü azîm-üş-şânın kemâl sıfatlarından, bir eserdir.

Allahü azîm-üş-şân hakkında, bizlere bilmesi vâcib olan sıfatlar, yirmiikidir. Ve yirmiiki de, muhal sıfatları vardır.

Vâcib, lâzım demektir. Bu sıfatlar, Allahü azîm-üş-şânda bulunur. Muhal olanlar, bulunmaz. Muhal, vacibin zıddıdır. Var olamaz demektir.

Allahü azîm-üş-şân hakkında bizlere bilmesi vâcib olan sıfât-ı nefsiyye birdir Vücûd, ya’nî var olmaktır.

Allahü azîm-üş-şânın var olmasının naklen delîli; Allahü teâlânın, “İnnenî enellâhü” kavl-i şerîfidir. Aklen delîl ise; bu âlemleri halk eden (yoktan var eden) bir halık (yaratıcı), elbet mevcûttur, elbette vardır. Mevcût olmamak muhaldir.

Sıfât-ı nefsiyye demek; zât, Onsuz ve O, zâtsız tasavvur olunmaz, düşünülemez demektir.

A) Sıfât-ı zâtıyye: Allahü azîm-üş-şân hakkında, bizlere bilmesi vâcib olan sıfât-ı zâtıyye beştir:

1) Kıdem: Allahü azîm-üş-şânın varlığının evveli olmamak.

2) Bekâ: Allahü azîm-üş-şânın varlığının âhırı olmamak, buna vâcib-ül-vücûd derler. Naklen delîl; Allahü teâlânın Hadîd sûresinde, üçüncü âyet-i kerîmesidir. Aklen delîl; varlığının evveli ve âhiri olsa, sonradan var olmuş olup, âciz ve nâkıs olurdu. Âciz ve nâkıs olan, başkasını yaratamaz. Allahü azîm-üş-şân hakkında muhaldir.

3) Kıyâm binefsihî: Allahü azîm-üş-şân, zâtında ve sıfatlarında ve ef’âlinde, kimseye muhtaç olmamak. Naklen delîl; Muhammed aleyhisselâm sûresinin son âyet-i kerîmesidir. Aklen delîl; bu sıfatlar, O’nda olmamış olsa, âciz ve nâkıs olurdu. Âciz ve nâkıs olmak, Allahü azîm-üş-şân hakkında muhaldir.

4) Muhalefetü lil-havâdis: Allahü azîm-üş-şân, zâtında ve sıfatında, kimseye benzememek. Naklen delîl; Allahü teâlânın Şûra suresindeki onbirinci âyet-i kerîmesidir. Aklen delîl; bu sıfatlar, O’nda olmamış olsa, âciz ve nâkıs olurdu. Âciz ve nâkıs olmak, Allahü azîm-üş-şân hakkında muhaldir.

5) Vahdâniyyet: Allahü azîm-üş-şânın, zâtında ve sıfatında ve ef’âlinde şerîki ve nazîri yoktur. Naklen delîl; Allahü teâlânın İhlâs suresindeki birinci âyet-i kerîmesidir. Aklen delîl; eğer ortağı olsa, âlem fenâ bulur, yok olurdu. Biri, birşeyin yaratmasını ve diğeri yaratmamasını dilerdi. (Âlimlerin çoğuna göre, Vücûd ya’nî var olmak da, ayrıca bir sıfattır. Böylece (Sıfât-ı zâtıyye) altı olmaktadır.)

B) Sıfât-ı sübûtiyye: Allahü azîm-üş-şân hakkında bizlere bilmesi vâcib olan sıfât-ı sübûtiyye sekizdir: Hayât, ilm, sem’, basar, irâde, kudret, kelâm, tekvîn. Bu sıfatların ma’nâları budur ki:

1) Hayât: Allahü azîm-üş-şân, diri olmak. Naklen delîl; Allahü teâlânın Bekâra suresindeki ikiyüzellibeşinci âyet-i kerîmesinin baş kısmıdır. Aklen delîl; Allahü azîm-üş-şân, diri olmasa, bu mahlûkât, vücûda gelmezdi.

2) İlm: Allahü azîm-üş-şânın bilmesi olmak. Naklen delîl; Allahü teâlânın Haşr suresindeki yirmiikinci âyet-i kerîmesidir. Aklen delîl; Allahü azîm-üş-şânın bilmesi olmasa, âciz ve nâkıs olurdu. Âciz ve nâkıs olmak, Allahü azîm-üş-şân hakkında muhaldir.

3) Sem’: Allahü azîm-üş-şânın işitmesi olmak. Naklen delîl; Allahü teâlânın İsrâ suresindeki birinci âyet-i kerîmesidir. Aklen delîl; işitmesi olmasa, âciz ve nâkıs olurdu. Âciz ve nâkıs olmak, Allahü azîm-üş-şân hakkında muhaldir.

4) Basar: Allahü azîm-üş-şânın görmesi olmak. Naklen delîl; Allahü teâlânın yine İsrâ suresindeki birinci âyet-i kerîmesidir. Aklen delîl; görmesi olmasa, âciz ve nâkıs olurdu. Âciz ve nâkıs olmak, Allahü azîm-üş-şân hakkında muhaldir.

5) İrâde: Allahü azîm-üş-şânın dilemesi olmak. O’nun dilediği olur. O dilemezse, hiçbir şey olmaz. Varlıkları dilemiş, yaratmıştır. Naklen delîl; Allahü teâlânın İbrâhim suresindeki yirmiyedinci âyet-i kerîmesidir. Aklen delîl; eğer dilemesi olmasa, âciz ve nâkıs olurdu. Aciz ve nâkıs olmak, Allahü azîm-üş-şân hakkında muhaldir.

6) Kudret: Allahü azîm-üş-şânın herşeye gücünün yetmesi olmak. Naklen delîl; Allahü teâlânın İmrân suresindeki yüzaltmışbesinci âyet-i kerîmesidir. Aklen delîl; eğer gücü yetmese, âciz ve nâkıs olurdu. Âciz ve nâkıs, olmak, Allahü azîm-üş-şân hakkında muhaldir.

7) Kelâm: Allahü azîm-üş-şânın söylemesi olmak. Naklen delîl; Allahü teâlânın Nisa suresindeki yüzaltmışdördüncü âyet-i kerîmesidir. Aklen delîl; eğer söylemesi olmasa, âciz ve nâkıs olurdu. Âciz ve nâkıs olmak, Allahü azîm-üş-şân hakkında muhaldir.

8) Tekvin: Allahü azîm-üş-şân hâlıkdır, yaratıcıdır. Her şeyi yaratan, yoktan var eden O’dur. O’ndan gayri yaratıcı yoktur. Naklen delîl; Allahü teâlânın Zümer suresindeki altmış-ikinci âyet-i kerîmesidir. Aklen delîl; yerlerde ve göklerde acâib-i mahlûkâtı vardır ve cümlesini yaratan O’dur. O’ndan başkası için (yarattı) demek küfr olur. İnsan birşey yaratamaz. Allahü teâlâ hakkında, muhal olan sıfatlar, bunların zıddıdır.

2-) Ve Melâiketihi: Dahî ben, Allahü azîm-üş-şânın meleklerine inandım, îmân eyledim. Allahü azîm-üş-şânın melekleri vardır. Onları nûrdan halk etmiştir. Cisimdirler. Yemezler ve içmezler. Onlarda erkeklik, dişilik olmaz. Gökten yere inerler ve yerden göğe çıkarlar. Ve bir hâlden bir hâle girerler. Göz açıp yumacak kadar, Allahü azîm-üş-şâna âsî olmazlar ve bizim gibi günah işlemezler. Onların içinde mukarrebler ve Peygamberler vardır.

Ve cümlesinin efdali (en üstünü), Cebrâil, Mikâil, İsrâfil, Azrail “aleyhimüsselâm”dır. Bu dördü, cümle meleklerin peygamberleridir. Ve onların her birisini, Allahü azîm-üş-şân, bir hizmete koymuştur. Kıyâmete kadar, başka bir hizmete nöbet gelmez.

3-) Ve kütübihi: Dahi, Allahü azîm-üş-şânın kitaplarına inandım, îmân eyledim.

Allahü azîm-üş-şânın kitapları vardır. Kur’ân-ı kerîmde bildirilen, yüzdört kitaptır. Yüzü küçük kitaptır. Bunlara “suhûf” denir. Ve dördü büyük kitaptır.

Tevrat, hazret-i Mûsâ aleyhisselâma, Zebur, hazret-i Dâvûd aleyhisselâma, İncîl, hazret-i Îsâ aleyhisselâma, Kur’ân-ı kerîm, bizim Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâma nâzil olmuştur.

Yüz suhûftan, on suhûfu, hazret-i Âdem aleyhisselâma, elli suhûfu, Şit aleyhisselâma, otuz suhûfu, İdrîs aleyhisselâma, on suhûfu, İbrâhim aleyhisselâma inmiştir. Bunların cümlesini Cebrâil aleyhisselâm indirmiştir. Cümlesinden sonra, Kur’ân-ı azîm-üş-şân nâzil olmuştur. Kur’ân-ı azîm-üş-şânın nüzûlü (az az, âyet âyet) yirmiüç senede tamam olmuştur. Ve hükmü, kıyâmete kadar bakîdir. Nesh olmaktan (geçersiz olmaktan) ve tebdil ile tahrîfden (insanların değiştirmelerinden) mahfûzdur.

4-) Ve rusülihi: Dahî ben, Allahü azîm-üş-şânın Peygamberlerine “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” îmân eyledim.

Allahü teâlânın peygamberleri “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” vardır. Peygamberlerin evveli, Âdem aleyhisselâm ve âhiri, bizim Peygamberimiz hazret-i Muhammed Mustafâ “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”dir. Bu ikisinin arasında, çok Peygamber gelmiş ve geçmiştir. Onların sayısını Allahü azîm-üş-şân bilir.

Peygamberler “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” hakkında bizlere bilmesi vâcib olan sıfatlar beştir: Sıdk, Emânet, Tebliğ, İsmet, Fetânet.

1) Sıdk: Bütün Peygamberler sözlerinde sâdık olurlar. Her sözleri doğrudur.

2) Emânet: Onlar emânete hıyânet etmezler.

3) Tebliğ: Onlar, Allahü azîm-üş-şânın emrinin ve nehyinin hepsini bilip, ümmetlerine bildirir ve ulaştırırlar.

4) İsmet: Büyük ve küçük bütün günahlardan beri olmaktır. Hiç günah işlemezler, insanlardan ma’sûm olan, yalnız Peygamberlerdir.

5) Fetânet: Bütün Peygamberler “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât”, şâir insanlardan daha akıllı olmaktır.

Peygamberler “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” için caiz olan sıfatlar beştir; Onlar, yerler, içerler, hasta olurlar, ölür, dünyâlarını değiştirirler. Dünyâya muhabbet etmezler.

Kur’ân-ı azîm-üş-şânda, ism-i şerîfleri bildirilen yirmibeş Peygamberdir. Bunları bilmek, herkese vâcibdir, dediler.

Peygamberlerin isimleri “aleyhimüssalevâtü vesselâm”:

Âdem, İdrîs, Nûh, Hûd, Sâlih, Lût, İbrâhim, İsmâil, İshak, Ya’kûb, Yûsuf, Şuayb, Mûsâ, Hârûn, Dâvûd, Süleymân, Yûnus, İlyâs, Elyesa’, Zülkifl, Eyyûb, Zekeriyyâ, Yahyâ, Îsâ, Muhammed “salevâtullahi alâ nebiyyinâ ve aleyhim”dir. Bunlardan başka, Üzeyr ve Lokman ve Zülkar-neyn isimleri de, Kur’ân-ı kerîmde bildirilmiş ise de, bu üçünde ihtilâf olundu. Bunlara, âlimlerden kimisi nebîdir, kimisi velîdir, dediler.

Ve dahî, sana gereken, ilk Peygamber olan hazret-i Âdem “aleyhisselâm” zürriyetindenim ve âhır zaman peygamberi Muhammed “aleyhissalâtü vesselâm” dîninden ve ümmetindenim, elhamdülillah, demektir.

5-) Vel-yevm-il-âhıri: Dahî ben, kıyâmet gününe inandım, îmân ettim. Kıyâmet günü, kabirden kalkınca başlar. Cennete veya Cehenneme gidinceye kadar devam eder. Cümlemiz ölüp yine dirilsek gerekdir. Cennet ve Cehennem ve mîzân (terazi) ve sırat köprüsü, haşr (toplanmak) ve neşr (Cennete ve Cehenneme dağılmak), kabr azâbı, Münker ve Nekîr adındaki iki meleğin kabirde suâli hakdır. Ve olacaktır.

6-) Ve bil-kaderi hayrihi ve şerrihi minallâhi teâlâ: Dahî hayır ve şer, olmuş ve olacak şeylerin cümlesi, Allahü azîm-üş-şânın takdîriyle ya’nî ezelde bilmesi ve dilemesi ve vakitleri gelince yaratması ile ve levh-il-mahfûza yazmasıyla olduğuna inandım, îmân eyledim. Kalbimde, asla şek ve şüphe yoktur.

Eşhedü en lâ ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve resûlüh ve dahî, i’tikâdda (ya’nî inanılacak şeylerde) mezhebim, (Ehl-i sünnet ve cemâat) mezhebidir. Ben bu mezhebdenim. Diğer yetmişiki fırkanın inançlan yanlıştır, bozuktur. Cehenneme gideceklerdir.

(Eshâb-ı Kirâmın “aleyhimürrıdvân” hepsini sevenlere “Ehl-i sünnet” denir. Eshâb-ı Kirâmın hepsi âlim ve âdil idi. İnsanların efendisinin “sallallahü aleyhi ve sellem” sohbetinde, hizmetinde bulunmuşlar ve O’na yardımcı olmuşlardır. En az sohbette bulunanı bile, Eshâb-ı Kirâmdan olmıyan en yüksek velîden daha yüksektir. O İslâm güneşinin, O Allahü teâlânın habîbinin bir sohbetinde, bir teveccühünde hâsıl olan hâller, o mübârek nefesleri ve nazarları te’sîri ile zuhur eden kemâller, o huzûra, o yakınlık saadetine kavuşamıyanlara nasîb olmamıştır. Eshâb-ı Kirâmın hepsi “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” daha ilk sohbette, nefslerine uymaktan kurtulmuşlardır. Hepsini sevmekle emr olunduk.)

Amelde mezheb dörttür İmâm-ı a’zam, İmâm-ı Şafiî, İmâm-ı Mâlik, İmâm-ı Ahmed bin Hanbel’in “rahmetullahi aleyhim” mezhebleri.

Bu dört mezhebden, herhangi birini taklid etmek caizdir. Dördünün mezhebi de hakdır, doğrudur. Dördü de Ehl-i sünnettir. Biz, İmâm-ı a’zam mezhebindeniz. Bu mezhebde olanlara “Hanefî” denir.

Ve dahî, îmânın, bizde bakî kalıp çıkmamasının şartı ve sebebi altıdır:

Birincisi: Biz gaibe îmân eyledik. Bizim îmânımız gaibedir, zâhire değildir. Zîrâ biz, Allahü azîm-üş-şânı, gözümüzle görmedik. Lâkin görmüş gibi inandık, îmân ettik. Bundan asla şüphemiz yoktur.

İkincisi: Yerde ve gökte, insanda ve cinde ve meleklerde ve Peygamberlerde “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât”, gaibi bilen yoktur. Gaibi ancak Allahü azîm-üş-şân bilir ve dilediklerini dilediklerine bildirir. (Gâib demek, duygu organları ile veya hesâb, tecrübe ile anlaşılmıyan demektir. Gaibi ancak O’nun bildirdikleri bilir.)

Üçüncüsü: Haramı haram bilip, i’tikâd etmek.

Dördüncüsü: Helâli helâl bilip, i’tikâd etmek.

Beşincisi: Allahü azîm-üş-şânın azâbından emîn olmayıp, dâima korkmak.

Altıncısı: Her ne kadar günahkâr olsa da, Allahü azîm-üş-şânın rahmetinden ümîd kesmemek.

Bu altı şeyden birisi, bir kimsede bulunmasa da, beşi bulunsa, yahut birisi bulunsa da, beşi bulunmasa, o kimsenin îmânı ve İslâmı sahîh değildir.

Ve dahî imansız gitmenin sebepleri, kırk kadar olup, şunlardır:

Evvelki: Bid’at sahibi olmak. Ya’nî i’tikâdı bozuk olmak. (Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiği doğru i’tikâddan çok az da olsa ayrılan, sapık veya kâfir olur. İnanması zarurî olan şeye inanmazsa hemen kâfir olur. İnanması zarurî olmayan şeyi inkâr etmek “Bid’at” veya “Dalâlet” olur. Son nefesde îmânsız gitmeğe sebep olur.)

İkincisi: Zaîf (Şüpheli olan) îmân.

Üçüncüsü: Dokuz a’zâsını doğru yoldan çıkarmak.

Dördüncüsü: Büyük günah işlemeğe devam etmek. (Bunun için, içki içmemeli, diğer bütün haramları işlememeye çok dikkat etmelidir.)

Beşincisi: Ni’met-i İslama şükrünü kesmek.

Altıncısı: Âhırete imansız gitmekten korkmamak.

Yedincisi: Haksız yere zulm etmek.

Sekizincisi: Sünnet üzere okunan ezân-ı Muhammedîyi dinlememek.

Dokuzuncusu: Anaya babaya âsî olmak.

Onuncusu: Doğru olsa bile, çok yemîn etmek.

Onbirincisi: Namazda, beş yerde, ta’dîl-i erkânı terk etmek.

Onikincisi: Namazı ehemmiyetsiz sanıp, öğrenmesine ve çoluk-çocuğuna öğretmeye önem vermemek ve namaz kılanlara mâni olmak.

Onüçüncüsü: Hamr (şarap) ve fazlası sarhoş eden her içkiyi az da olsa, içmek. (Bira içmek de haramdır.)

Ondördüncüsü: Mü’minlere eziyet etmek.

Onbeşincisi: Yalan yere evliyâlık ve din bilgisi satmak.

Onaltıncısı: Günâhını unutmak, küçük görmek.

Onyedincisi: Kibirli olmak, ya’nî kendisini beğenmek.

Onsekizincisi: Ucb, ya’nî ilim ve amelim çoktur demek.

Ondokuzuncusu: Münâfıklık, iki yüzlülük.

Yirmincisi: Hased etmek, din kardeşini çekememek.

Yirmibirincisi: Hükümetin ve üstadının İslâmiyete muhalif olmayan sözünü yapmamak.

Yirmiikincisi: Bir kimseyi tecrübe etmeden, iyi demek.

Yirmiüçüncüsü: Yalanda ısrar etmek.

Yirmidördüncüsü: Ulemâdan kaçmak. (Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarını okumamak.)

Yirmibeşincisi: Bıyıklarını fazla uzatmak.

Yirmialtıncısı: Erkekler ipek giymek. Sun’î ipek ve atkısı ipek, çözgüsü pamuk olan caizdir.

Yirmiyedincisi: Gıybet etmekte ısrar etmek.

Yirmisekizincisi: Kâfir de olsa, komşusuna eziyet etmek.

Yirmidokuzuncusu: Dünyâ işleri için, çok gazâba gelmek, sinirlenmek.

Otuzuncusu: Ribâ, faiz almak ve vermek.

Otuzbirincisi: Öğünmek için elbisesinin kollarını ve eteklerini fazla uzatmak.

Otuzikincisi: Sihirbazlık, büyü yapmak.

Otuzüçüncüsü: Allahü teâlânın sevdiği kimseyi sevmemek ve İslâmiyeti bozmak için uğraşanları sevmek.

Otuzdördüncüsü: Müslüman ve sâlih olan mahrem akrabayı ziyâreti terk etmek.

Otuzbeşincisi: Mü’min kardeşine üç günden fazla kin tutmak.

Otuzaltıncısı: Zinâya devam etmek.

Otuzyedincisi: Livâtada bulunup tövbe etmemek.

Otuzsekizincisi: Ezanı, fıkıh kitaplarının bildirdikleri vakitlerde ve sünnete uygun okumamak ve sünnete uygun okunan ezanı işitince, saygı göstermemek.

Otuzdokuzuncusu: Münkeri (haram) işliyeni görüp de, gücü yettiği hâlde, tatlı dil ile nehy etmemek.

Kırkıncısı: Karısının, kızının ve nasihat vermek hakkına sâhib olduğu kadınların giyimine dikkat etmemek, açık-saçık gezmelerine ve kötülerle görüşmesine râzı olmak.

İftitâh tekbîrinin fazileti: Ve dahî, bir kimse iftitâh tekbîrini İmâm ile beraber alsa, sonbahar günlerinde, ağaçların yaprakları, rüzgâr estikçe ne şekilde dökülürse, o kişinin günahları da öylece dökülür.

Birgün, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” namaz kılarken, bir kimse sabah namazında iftitâh tekbîrine yetişemedi. Bir köle azâd etti. Ba’dehu, gelip Resûlullaha (s.a.v.) şöyle dedi: “Yâ Resûlallah! Ben bugün iftitâh tekbîrine yetişemedim. Bir köle azâd ettim. Acaba iftitâh tekbîrinin sevâbına nail olabildim mi?” Resûlullah (s.a.v.), hazret-i Ebû Bekr’e; “Sen ne dersin, bu iftitâh tekbîrinin hakkında?” diye sordu. Ebû Bekr Sıddîk (r.a.) buyurdu ki: “Yâ Resûlallah (s.a.v.)! Kırk deveye mâlik olsam, kırkının da yükü cevâhir olsa, cümlesini fakirlere tasadduk etsem, yine imâm ile beraber alınan iftitâh tekbîrinin sevâbına nail olamam.” Ondan sonra, “Yâ Ömer! Sen ne dersin, bu iftitâh tekbîrinin hakkında?” dedikte, hazret-i Ömer; “Yâ Resûlallah (s.a.v.)! Mekke ve Medine arası dolu devem olsa ve bunların yükleri cevâhir olsa, cümlesini fakirlere tasadduk etsem, yine İmâm ile beraber alınan iftitâh tekbîrinin sevâbına nail olamam” dedi. Ondan sonra; “Yâ Osman! Sen ne dersin, bu iftitâh tekbîri hakkında?” dedikte, hazret-i Osman zinnûreyn; “Yâ Resûlallah (s.a.v.)! Gece iki rek’at namaz kılsam, her birinde, Kur’ân-ı azîm-üş-şânı hatm eylesem, yine İmâm ile beraber alınan iftitâh tekbîrinin sevâbına nail olamam” dedi. Ondan sonra; “Yâ Ali! Sen ne dersin, bu iftitâh tekbîri hakkında?” dedikte, hazret-i Ali; “Yâ Resûlallah (s.a.v.)! Magrib ile meşrık arası küffâr ile dolu olsa, Rabbim bana kuvvet verse, cümlesini kırıp katl eylesem, yine İmâm ile alınan iftitâh tekbîrinin sevâbına nail olamam” dedi.

Ondan sonra, Resûlullah (s.a.v.); “Ey benin ümmet ve Eshâbım! Yedi kat yerler ve yedi kat gökler kâğıd olsa ve deryalar mürekkeb olsa ve bütün ağaçlar kalem olsa ve cümle melâike kâtip olsalar ve kıyâmete kadar yazsalar, yine imâm ile alınan iftitâh tekbîrinin sevâbını yazamazlar” buyurdu.

Ve eğer, Allahü azîm-üş-şânın yarattığı melekler bu kadar mıdır? dersen, Resûlullah (s.a.v.) Mi’râc’a çıktığı gece, Cenneti ve Cehennemi ve beyt-i ma’mûru, melâike tavaf edip giderlerdi. Resûlullah (s.a.v.) buyurdu: “Yâ karındaşım, Cebrâil! Bu beyt-i ma’mûru tavaf edip giden melâike geri dönmüyor. Onlar, nereye giderler?” Cebrâil “aleyhisselâm” dedi ki: “Yâ Habîballah! Ben halk olunduğum günden bugüne kadar, bu beyt-i ma’mûru tavaf edip giden melâikenin geri döndüğünü görmedim. Bir kere tavaf edene, (kıyâmete değin) bir daha nöbet gelmez” dedi.

Bir kimse namazda, E’ûzü ve Besmele okudukta, Allahü azîm-üş-şân, o kula, bedenindeki kılların sayısınca, sevâb verir. Ve bir Fâtiha-i şerîfe okudukta, Allahü teâlâ hazretleri, o kula kabûl olmuş hac sevâbı verir. Ve rükû’a vardıkta, Allahü azîm-üş-şân o kula, nice bin altın sadaka vermiş sevâbı ve rükû’da sünnet üzere üç kere tesbih ettikte, o kula, Allahü azîm-üş-şân hazretleri, gökten inen dört kitabı ve yüz suhûfu okumuş kadar sevâb verir. (Semi’allahü limen hamideh) dedikte, o kulu, Allahü azîm-üş-şân, rahmet deryasına gark eder. Secdeye vardıkta, o kula, Allahü azîm-üş-şân, insanlar ve cinnîler adedince sevâb verir. Secdede sünnet üzere üç kerre tesbîh ettikte, o kula, Allahü azîm-üş-şânın bahş ettiği fezâil çoktur. Amma, birkaçını beyân etmişlerdir:

Evvelki fazileti, Arş ve Kürsî ağırlığınca sevâb verse gerekdir. İkincisi, Allahü azîm-üş-şân o kulunu mağfiret etse gerektir. Üçüncü fazileti, o kul öldükte, Mikâil “aleyhisselâm” o kulun kabrine kıyâmete değin devam etse gerektir. Dördüncüsü, kıyâmet gününde, Mikâil “aleyhisselâm” o kulu mübârek kanadı üzerine alıp, şefaat etse ve Cennet-i a’lâya götürse gerektir.

Ve ka’de-i âhıreye oturdukta, Allahü azîm-üş-şân, o kula fukarâ-i sâbirîn sevâbı verir.

Fukarâ-i sâbirîn agniyâ-i şâkirînden (şükreden zenginlerden) beşyüz yıl evvel Cennete girse gerektir. Agniyâ-i şâkirin, onları görünce, ne olaydı da dünyâda iken, fukarâ-i sâbirînden olsaydık diye temennide bulunsalar gerektir.

Cennât-i âliyyât hakkında: Sekiz Cennetin, sekiz kapısı vardır ve sekiz de miftâhı (anahtarı) vardır. Evveli, beş vakit namaz kılan mü’minlerin îmânıdır. İkincisi, Besmele-i şerîfedir. Altısı dahî, Fâtiha-i şerîfenin içindedir. Sekiz Cennetin, evvelki, Dâr-ı celâl, ikincisi, Dâr-ı karâr. Üçüncüsü, Dâr-ı selâm. Dördüncüsü, Cennet-ül-Huld. Beşincisi, Cennet-ül-Me’vâ. Altıncısı, Cennet-i Adn. Yedincisi, Cennet-ül-Firdevs, Sekizincisi, Cennet-i Na’îm’dir.

Dâr-ı celâl, beyaz nûrdandır. Dâr-ı karâr, kırmızı yakuttandır. Dâr-ı selâm, yeşil zeberceddendir. Cennet-ül-Huld, mercandandır. Cennet-ül-Me’vâ, gümüştendir. Cennet-ül-Adn, altındandır. Cennet-ül-Firdevs, hem altından ve hem gümüştendir. Cennet-ün-Na’îm, kırmızı yakuttandır. Cennete giren mü’minler, ebedî orada kalırlar, hiç çıkmazlar. Orada olan hûrîlerin, âdetleri ve lohusalıkları ve yaramaz huyları yoktur, istedikleri her türlü yiyecek ve içecek hâzır olarak önlerine gelir. Pişirmek ve koparmak gibi şeylerden uzaktırlar. Başları üzerinde, kuşlar uçar. Mü’minler, köşklerinde oturur iken, bunları görür. Eğer sen dünyâda iken bana böyle yakın gelseydin, ben seni kebab ederdim, diye kalbine geldiği ânda, nûrdan tabak içinde henüz pişmiş olarak gelir ve onu yemeğe başlar. Kemiklerini bir yere yığar ve kalbine gelir ki, şimdi bu yine kuş olsaydı. Kalbine geldiği ânda, o evvelki gibi kuş olup, uçar gider.

Cennetin toprağı miskden ve binasının bir kerpici gümüşten bir kerpici altındandır.

Ve dahî, Cennette dört ırmak akar. Bunların menba’ı bir, akışı ayrı ayrı olup, her birinin lezzeti, birbirine uymaz. Onların birisi, safi su ve birisi hâlis süt ve birisi Cennet şerabı ve birisi de saf baldır.

Cennette Tûbâ ağacı vardır. Bu ağacın, kökleri yukarıda, dal ve budakları, aşağıya doğru sarkmaktadır. Bunun, dünyâda misâli, ay ve güneştir.

Ve dahî, Cennet ehli, yemek ve içmek tadını ve zevkini duyarlar ve lâkin ifrazat hacetini hissetmediklerinden, bu gibi beşeri ihtiyâç ve ızdırablardan beridirler.

Allahü teâlâ, Cennette mü’min kullarına hitâb edip: “Kullarım! Benden daha ne istersiniz ki, vereyim. Siz zevk ve safâda olun” söyleye. Kullar dahî, yâ Rabbî! Bizi Cehennemden âzâd eyledin ve Cennetine idhâl edip, bu kadar hûrî ve gılmân ve vildân verdin. Bunlardan ma’dâ, akla gelmedik ve gözler görmedik ve kulaklar işitmedik, bu kadar ni’metler verdin. Daha birşey istemeğe haya ederiz dedikde, Rabbül-âlemin yine hitâb edip; “Kullarım! Sizin benden, bunlardan başka istiyeceğiniz var” dedikte, kullar dahî, yâ Rabbî! Daha istemeğe yüzümüz yoktur. Ve hem de ne istiyeceğimizi bilmiyoruz dediklerinde, Rabbül-âlemin buyursa gerek: “Kullarım! Dünyâda size bir mes’ele iktizâ edince, ne yapardınız!” Onlar dahî, ulemâya baş vururduk ve o mes’eleyi öğrenip müşkilimiz hâl edilirdi dedikte, Hak sübhânehü ve teâlâ hazretleri, “Şimdi dahî, öyle yapınız ve ulemâya danışınız, haber alınız! Ve her ne haber verirlerse, size vereyim” diye buyurdukta, ulemâ da; “Sizler Cemâlullahı unuttunuz mu? Dünyâda iken, derdiniz ki, Rabbimiz Cennette, mekândan münezzeh olduğu hâlde cemâlini bize gösterse gerek, diye arzu ederdiniz, işte onu isteyiniz” deyip, onlar dahî rü’yet-i cemâlullahı istediklerinde, Allahü azîm-üş-şân, mekândan münezzeh olduğu hâlde, cemâl-i bâkemâlîni gösterse gerek. Hak teâlânın cemâl-i pâkini gördükte, nice bin yıllar hayran kalsalar gerektir.

Ve dahi, Cennette kişi, köşkünde otururken, etrâfında pencere önlerinde meyveler vardır. Kullar, o meyveleri gördükte, uzanayım, o dalı çekeyim de, meyveyi koparıp, yiyeyim diye hatırına geldikte, oturduğu yerden kalkmağa ve dalı çekmeğe hacet kalmaz. Hemen oturduğu yere istediği dal önüne gelir, meyveyi koparır, ağzına koyar ve çiğneyip, henüz lezzet boğazına ulaşmadan, kopardığı yerden, bir daha biter. Ağzına koyduğunda, olgun ve lezizdir. Böylece (Rabbülizze), taze bitirse gerektir.

Fakirliğin sebebleri: Ve dahî, hadîs-i şerîfte şöyle gelmiştir. Peygamberimiz “aleyhisselâtü vesselâm” buyurmuştur ki: “İnsana yoksulluk, yirmidört şeyden gelir: 1-Zarûret olmadan ayakta bevl etmek. 2-Cünüb olarak taam yemek. 3-Ekmek ufağını, hor görüp basmak. 4-Soğan ve sarmısak kabuklarını ateşe atmak. 5-Büyüklerin önünce yürümek. 6-Babasını ve anasını adıyle  çağırmak. 7-Eline geçirdiği ağaç ve süpürge çöpü ile, dişini karıştırmak. 8-Elini balçıkla yıkamak. 9-Bevl ettiği yerde, abdest almak. 10-Eşik üzerine oturmak. 11-Çanağı ve çömleği, yıkamadan taam koymak. 12-Esvâbını üstünde dikmek. 13-Aç iken soğan yemek. 14-Yüzünü eteği ile silmek. 15-Evinde örümcek bırakmak. 16-Sabah namazını kılınca mescidden ivedilikle (acele) çıkmak. 17-Pazara, erken gidip geç dönmek. 18-Yoksul kimseden ekmek satın almak. 19-Babaya ve anaya, kötü duâda bulunmak. 20-Çıplak yatmak. 21-Kap kacağı, örtüsüz bırakmak. 22-Çırağı, mumu üflemek. 23-Her şeyi, Bismillah demeden işlemek. 24-Şalvarını (pantalonunu) ayakta giymek. Bunların cümlesi yoksulluk getirir, mü’minlerin hazer etmesi lâzımdır.

Ve dahî, bir kimse sabah namazına erken uyanayım derse, yatacağı vakit, “İnnâ a’taynâ” sûresini okusa ve sonra (Yâ Rabbî! Beni sabah namazına vaktiyle uyandır) dese, Biiznillâhi teâlâ, o kimse, sabah namazına vaktiyle uyanır.

Ellidört farz:

Bir çocuk baliğ olduğu zaman ve bir kâfir “Kelime-i tevhîd” söyleyince, ya’nî “La ilahe illallah Muhammedün resûlullah” deyince ve bunun ma’nısını bilip inanınca “Müslüman” olur. Kâfirin günahlarının hepsi hemen affolur. Fakat, bunların her müslüman gibi, imkân bulunca, îmânın altı şartını, ya’nî Amentüyü ezberlemeleri ve ma’nâsını öğrenerek bunlara inanmaları ve “İslâmiyetin hepsini, ya’nî “Muhammed aleyhisselâmın söylediği emirlerin ve yasakların hepsini Allahü teâlânın bildirmiş olduğuna inandım” demeleri lâzımdır. Daha sonra imkân buldukça, bütün huylarda ve karşılaştığı işlerden farz olanları, ya’nî emir olunanları ve haram olanları, ya’nî yasak edilmiş olanları öğrenmesi de farzdır. Bunları öğrenmenin ve herhangi bir farzı yapmanın ve herhangi bir haramdan sakınmanın farz olduğunu inkâr ederse, ya’nî inanmazsa, ehemmiyet vermezse, îmânı gider. “Mürted” olur. Ya’nî bu öğrendiklerinden birini, meselâ emir ve yasaklarından birini beğenmezse, kabûl etmezse mürted olur. Mürted, “La ilahe illallah” demekle ve İslâmiyetin ba’zı emirlerini yapmakla, meselâ namaz kılmakla, oruç tutmakla, hacca gitmekle, hayrat ve hasenat yapmakla müslüman olmaz. Bu iyiliklerinin âhırette hiç faydasını göremez, inkârından ya’nî inanmadığı şeyden tövbe etmesi, pişman olması lâzımdır.

İslâm âlimleri, her müslümanın öğrenmesi, inanması ve tâbi olması lâzım olan farzlardan ellidört adedini seçmişlerdir. Ellidört farz şunlardır:

1-Allahü teâlâyı, bir bilip, O’nu hiç unutmamak. 2-Helâlinden yemek ve içmek. 3-Abdest almak. 4-Her gün beş vakit namaz kılmak. 5-Namaz kılacağı zaman hayzdan ve cünüblükten gusl etmek. 6-Kişinin rızkına, Allahü teâlânın kefil olduğunu, hak bilmek. 7-Helâlinden pak libâs (elbise) giymek. 8-Hakka tevekkül etmek. 9-Kanâat etmek. 10-Ni’metlerin mukabilinde, Rabb-i teâlâya şükr etmek. Ya’nî onları emir olunan yerlerde kullanmak. 11-Cenâb-ı Bârî’den gelen kazaya râzı olmak. 12-Belâlara sabr etmek. Ya’nî isyan etmemek. 13-Günahlardan tövbe etmek. 14-İhlâs üzere ibâdet etmek. 15-İnsan ve cin şeytanlarını düşman bilmek. 16-Kur’ân-ı azîm-üş-şânı huccet, sened tutmak, Onun hükmüne râzı olmak. 17-Ölümü hak bilmek ve ölüme hazırlanmak. 18-Allahü azîm-üş-şânın sevdiğini sevip, sevmediğinden kaçmak. (Buna Hubb-i fillah denir.) 19-Babaya ve anaya iyilik etmek. 20-Mâ’rûfu (iyiliği) emir ve nünkeri (yasak olanı) nehy etmek. 21-Akrabâyı ziyâret etmek. 22-Emânete hiyânet etmemek. 23-Dâimâ, Allahü teâlâdan havf edip, azâbından emîn olmamak. 24-Allahü azîm-üş-şâna ve Resûlüne itaat etmek. Ya’nî farzları yapıp haramlardan sakınmak. 25-Günahtan kaçıp, ibâdetle meşgûl olmak. 26-Müslümanlardan olan ulül-emre mutî’ olmak. 27-Aleme ibret nazarıyla bakmak. 28-Allahın varlığını tefekkür etmek. 29-Dilini haram, fuhuş olan sözlerden korumak. 30-Kalbini Mâsivâdan pak etmek. 31-Hiçbir kimseyi, maskaralığa almamak. 32-Harama bakmamak. 33-Her hâlde sözüne sâdık olmak. 34-Kulağını fuhuş ve çalgı gibi münkerât dinlemekten korumak. 35-Farzları ve haramları öğrenmek. 36-Tartı, ölçü âletlerini, hak üzere kullanmak. 37-Allahü azîm-üş-şânın azâbından emîn olmayıp, dâima korkmak. 38-Müslüman fakirlerine zekât vermek ve yardım etmek. 39-Allahü azîm-üş-şânın rahmetinden, ümidini kesmemek. 40-Nefsinin hevâsına, ya’nî haram olan isteklerine tâbi olmamak. 41-Aç olanı Allah rızâsı için doyurmak. 42-Kifâyet mikdârı rızk (ya’nî yiyecek, giyecek ve mesken) kazanmak için çalışmak. 43-Malının zekâtını, mahsûlün uşrunu vermek. 44-Âdetli ve lohusa hâlinde bulunan ehline yakın olmamak. 45-Kalbini günahlardan pak etmek. 46-Kibirli olmaktan sakınmak. 47-Bâliğ olmamış yetimin malını hıfz etmek. 48-Genç oğlanlara yakın olmamak. 49-Beş vakit namazı vaktinde kılıp, kazaya bırakmamak. 50-Zulümle, kimsenin malını almamak. 51-Allahü azîm-üş-şâna şirk koşmamak. 52-Zinâdan kaçınmak. 53-Şarabı ve alkollü içkileri içmemek. 54-Yok yere yemîn etmemek.

Evlenmeğe dâir:

Ve dahî evlenmekde çok fâide vardır.

Evvelkisi, dînini hıfz etmiş olur. Ve huyu güzel olur. Ve kazancında bereket olur. Ve hem de, sünnet ile amel etmiş olur. Nitekim, Peygamberimiz (s.a.v.) buyurdu ki: Nikahlanınız, çok evlâdınız olsun. Zîrâ ben, kıyâmette ümmetimin çokluğu ile sâir ümmetlere iftihar ederim.”

Ve dahî zevc ve zevcenin, birbirlerine karşı olan haklarına riâyet etmeleri lâzımdır.

Ve dahî, bir kimse evleneceği zaman araştırarak, sâliha ya’nî dînine bağlı bir hanım bulup almalıdır.

Ve dahî bir kızı malından ve hüsnünden dolayı almaya Zîrâ, sonra zelîl olur. Peygamberimiz (s.a.v.) buyurur ki “Bir kimse, malından veya güzelliğinden ötürü bir hâtun alsa, onun malından ve güzelliğinden mahrûm olur.”

Ve bir kimse, dîninden, ahlâkından ötürü bir hâtun alsa, Hak teâlâ, onun malını ve hüsnünü ziyâde eyler.

Avret (kadın), erinden (kocasından) dört mertebe aşağı olmak gereklidir. Biri; yaşı ve boyu, biri; hısımı ve akrabası. Dört şeyde, avret erinden ziyâde olmak gerek. Biri, güzel ola ve biri, edebli ola ve biri, huyu iyi ola ve biri, haramdan ve şüpheli şeylerden sakınıcı ola. Genç kızları, koca kimselere vermeyeler. Fesada sebep olur.

Ve dahî, nikâh için söz kesilmeden evvel, dünür olacak aileler hakkında ve evlenecek olan gençler hakkında iyice tahkîkat yapılmak, hem sünnettir ve hem de aralarındaki geçimin devamına sebep olur. Bunda üç fâide olduğu beyân olunmaktadır. Biri, ikisinin arasında, tâ ölünceye dek, muhabbet kesilmez, ikincisi, rızklarında bereket olur. Üçüncüsü, sünnet ile amel etmiş olur.

Nikâhdan sonra, erkek tarafı, kadın tarafına güzel ve kıymetli şeyler göndere, muhabbete sebeptir.

Gerdek gecesi, ziyâfet vermek, sünnettir.

İki rek’at nafile namaz kılıp duâ eyleye. O gece, her ne duâ ederse, makbûl olur. Güveyi görenler, kendisine bunu hatırlatırlar.

Ve dahî, Peygamberimiz “aleyhisselâm”, bir hadîs-i şerîfinde buyurmuştur: “Cennet ehlinin çoğu, fukara ve Cehennem ehlinin çoğu kadınlardır.” Bunun üzerine, hazret-i Âişe (r.a.) suâl eyledi ki: “Kadınların çoğu Cehennemde olmağa sebep nedir?” Resûl-i ekrem (s.a.v.) buyurdu ki: “Bunlar belâya sabr eylemezler ve on iyilik gördükleri kimseden, bir kemlik gördükte, o on iyiliği (hemen) unutup, bir kemliği dâima söyler. Ve dünyâ zînetlerini çok ziyâde severler ve âhırete çalışmazlar ve gıybeti çok ederler.”

Ve dahî, hazret-i Ali’den rivâyet olunur ki, birgün, Resûl-i ekremin (s.a.v.) huzûruna bir hâtun gelip, “Yâ Resûlallah! Bir ere varmak isterim, ne buyurursunuz?” dedi. Se’âdetle buyurdu ki: “Erin hakkı, hâtunun üzerinde çoktur. Hakkından gelebilir misin?” O hâtun; “Yâ Resûlallah! Erin hakkı nedir?” dedi. Buyurdu ki: “Sen onu incitir isen, Allaha âsî olursun ve namazın kabûl olmaz.” O hâtun dedi ki: “Daha var mı?” Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “Hangi hâtun, erinden izinsiz, evinden dışarıya çıksa, her adım. başına günah yazılır”. Hâtun dedi ki: “Daha var mı?” Resûl-i ekrem buyurdu ki: “Erine kötü söz söylerse, kıyâmette dilini ensesinden çıkarırlar.” O hâtun dedi ki: “Daha var mı?” Resûl-i ekrem buyurdu: Hangi hâtun ki, malı ola da, erinin hacetini bitirmeye, âhırette o hâtunun yüzü kara ola.” Ve o hâtun dedi ki: “Daha var mı?” Resûl-i ekrem buyurdu: “Hangi hâtun, erinin malından uğrularsa ve bir başkasına verirse ve eri ile helâlleşemezse, Allahü azîm-üş-şân, o hâtunun zekât ve sadakasını kabûl eylemez.” Hâtun dedi ki: “Daha var mı?” Resûl-i ekrem buyurdu: “Hangi hâtun, erine sövse veya karşı gelse, tamu (Cehennem) içinde, dilinden asalar ve hangi hâtun çengi ve çalgı dinlemeğe varsa bir akçe verse, küçük yaşından beri kazanmış olduğu sevâb mahv ola ve üzerindeki libasları da’vâcı olup, bizi mübârek günlerde giymedi ve helâline karşı giymedi, haram yerlere gitti, dedikte, Hak teâlâ buyurur, böyle olan hâtunları bin yıl yaksam gerektir.” O hâtun, bu cevapları işitince; “Yâ Resûlallah! Bu zamana gelinceye kadar ere varmadım, yine varmam” dedi.

Bu kerre, Resûl-i ekrem (s.a.v.) saadetle buyurdu ki: “Yâ hâtun! Ere varmanın sevâbını dahî haber vereyim de dinle! Hangi hâtun ki, eri ona, Allah senden râzı olsun dese, altmış yıl ibâdet etmekten yeğdir. Ve erine, bir içim su verse, bir yıl oruç tutmaktan efdaldir. Erinin döşeğinden kalktığı zaman gusl eylese bir kurban kesmişcesine sevâb bula. Ve helâline hile etmezse, onun için göklerde melekler tesbih ederler. Ve helâli ile oynasa, altmış kul âzâd etmekten hayırlıdır. Erinin rızkını muhafaza etse ve helâlinin akrabasına merhamet eylese ve beş vakit namazını kılıp, orucunu tutsa, bin kerre Kâ’be’ye varmaktan efdaldir.” Fâtıma-i Zehrâ (r.a.); “Bir hâtun helâlini incitse, hâli nice olur?” dedikde, Resûl-i ekrem (s.a.v.); “Bir hâtun, erine âsî olsa, Allahın la’neti onun üzerinde kalır, tâ ki eri ile helâlleşemeyince kurtulamaz ve erinin döşeğinden kaçsa, cemi (bütün) sevâbı gider ve erine karşı büyüklense, senden ne gördüm dese, Allahü teâlâ, ona ni’metini haram eyler. Erinin kanını dili ile yalasa, henüz erinin hakkını yerine getirmiş olmaz. Ve erinin izni ile açık saçık sokağa çıksa, erinin defter-i a’mâline, bin günah yazılır, izin verdiği için” buyurdu. İzinsiz çıkıp giden hâtunların hâli nice olur, bundan kıyâs eyle!

Resûl-i ekrem (s.a.v.) buyurdu ki: “Yâ Fâtıma! Allahü teâlâ, bir kimsenin, bir kimseye secde etmesini emir buyursa idi, ben de hâtunun erine secde etmesini buyurur idim.”

Hazret-i Âişe dedi ki: “Yâ Resûlallah! Bana vasıyyet eyle!” Resûl-i ekrem buyurdu ki: “Yâ Âişe! Ben sana vasıyyet ederim, sen de ümmetimin hâtunlarına vasıyyet eyle!

Yarın kıyâmet gününde: önce îmândan, ikincisi, abdestten. Üçüncüsü, eri hakkında, suâl olunur. Hangi erkek ki, hâtununun yavuzluğuna sabr eylese, Hak teâlâ, ona Eyyûb Peygamber sevâbını vere. Bir hâtun dahî erinin yavuzluğuna sabr eylese, Âişe-i sıddîka mertebesini bula.”

Ve dahî, “Bir erkek, hâtununu dövse, kıyâmette, ben onun da’vâcısı olurum” buyurdu.

Ma’sûmların ölümüne dâir: Bir ma’sûm çocuk ki, hasta ola ve ölüm döşeğine gire, Makâm-ı illiyyîn, ya’nî Cennet onun makamıdır. Oradan, üçyüzaltmış melek gele, saf saf olup, o ma’sûmun karşısında duralar ve: “Yâ ma’sûm! Müjdeler olsun sana, bugün o gündür ki, geçmiş olan, analarını ve dedelerini ve cümle komşularını, Hak teâlâdan dileyesin” deyip, yüz melek, başına bir şefaat tacı giydirip ve yüz melek dahî aşk tacı giydirip ve yüz melek dahî, gayret ve kuvvet gömleğini giydirip, altmış melek dahî gözünün perdesini ve hicabını kaldıralar. Cümle hicâblar kalkdığı gibi, tâ hazret-i Âdem’den beri, geçmiş mü’minlerin âba ve ecdâdların (babalarını ve dedelerini) göre. Onların ba’zısı için azâb hazırlanmış. Bunların, işbu hâllerini görünce ağlaya ve haykıra ve titreye. Ve bunu bilmeyenler can çekişir sanırlar.

Sonra, can alıcı melekler gelip, göreler ki, şefaat tacını ve gömleğini giymiş ve gözünün perdesi kalkmış, canını almağa kuvvetleri yetmeye ve; “Yâ ma’sûm! Hallâk-ı âlem sana selâm söyledi ve buyurdu ki; ben onu yarattım, yine bana gelsin. Zîrâ o can emânetini ben verdim, yine bana versin. Onun mukâbelesinde ona Cennet ve dîdâr vereyim. Eğer inanmazsan yüzünü çevirip, göklerden tarafa nazar eyle, görürsün.” dediklerinde, o ma’sûm dahî, nazar edip melekleri ve Allahü teâlânın cemâlini müşâhede eyleye. Sevinçten cûşa gelip titreye ve kükreye ve kızara. Sıçrayıp, döşeğinde can vermeye atıla. Yine o azâb içindeki ecdâdları gözüne erişe, yine canını vermeye. Ve melekler deyeler ki, “Yâ ma’sûm! Niçin canını vermessin?” O ma’sûm diye ki: “Ey melekler! Allahü teâlâya rica edin, akraba ve ecdadımı bana bağışlasın.” Feriştehler diyeler ki: “Yâ Rabbî! Bu ma’sûm ile bizim hâlimiz sana ma’lûmdur”. Hazret-i Allah “celle şânühû” hitâb ede ki: “İzzim hakkı için bağışladım.” Yine melekler: “Yâ ma’sûm! Muştuluk olsun sana! Hak teâlâ îmânı olanların günahlarını bağışladı ve cümle ricalarını kabûl eyledi.” dediklerinde, ma’sûm dahî şad olup, bu hâlde iken, Hak teâlâ Cennetten iki hûrî gönderip, onun anası ve babası sûretinde gelip, kollarını açarak diyeler ki: “Ey bizim oğlumuz, yahut kızımız! Bizimle gel, biz Cennette sensiz olamayız.” Cennet elmalarından bir elma çıkarıp, ma’sûmun eline vereler, al diyeler. O ma’sûm, elmayı koklarken, hazret-i Azrail “aleyhisselâm”, kendi gibi, bir güzel ma’sûm olup, filhâl canını ala.

Bir rivâyette, elmayı koklarken, canı elmaya yapışa ve melek-ül-mevt, ma’sûmun canını elmadan ala. Bu rivâyetlerin ikisi de caizdir.

Sonra melek-ül-mevt, o canı alıp gökleri seyr ettirip. Cennete götüreler. Orada, yeşil zebercedden bir sahra vardır. Ma’sûm oraya geldikte; “Beni buraya neden getirdiniz?” der. Melekler: “Yâ ma’sûm! Kıyâmet yeri vardır. Çok sıcaktır. İşbu sahrada, yetmişbin rahmet pınarı vardır. Hazret-i Resûl-i ekremin “aleyhisselâm” havzının başında durup nûrdan bardakları görünüz! Atânız ve ananız kıyâmet yerine geldiklerinde, bu bardakları su ile doldurup onlara verirsiniz ve onları tutup salıvermiyesiniz ki, Cehennem yoluna girmeyeler, azâb ve ikâb görmeyeler. Zîrâ, sizin duânız, Hak teâlâ katında makbûldür. Ve Cum’a geceleri, yer yüzüne inersiniz. O vakit Allahü teâlânın selâmını, ümmet-i Muhammed (s.a.v.) üzerine ululaştırasınız. Ve onların üzerine nûr veresiniz ve onların şükrleri berâtini Hak teâlâya götüresiniz” diye tenbîh ederler.

Pes, ma’sûmların canlarına, bu makamları seyr ettirip, tezce, yine getirip meyyitin başının ucuna koyarlar. Tâ namazı kılınıp, kabre girip, soru ve hesabı oluncaya kadar, o can, kabir üzere durur. Eğer, babası ve anası tövbesiz ölürlerse, kıyâmette oğlu ile onların arasında bir perde ola. O ma’sûm onları arayıp bulmaya, birbirlerine hasret kalalar. İşte mü’minlerin baliğ olmayan çocuklarının hâli böylecedir.

¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾

1) Mu’cem-ül-müellifîn cild-11, sh. 153

2) Fevâid-ül-behiyye (Lüknevî) sh. 185

3) Şakâyık-ı Nu’mâniyye tercümesi (Mecdî Efendi) sh. 124, 125

4) Şakâyık-ı Nu’mâniyye (Vefeyât kenarı) cild-1, sh. 114

5) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 106, 182, 522, 1031

6) İslâm Ahlâkı (Cennet Yolu İlmihâli) sh. 165

7) Rehber Ansiklopedisi cild-10, sh. 357

8) Keşf-üz-zünûn sh. 201, 417, 843, 862, 871, 884, 890, 892, 1655, 1699, 1728, 1952