MOLLA FENÂRÎ (Mevlânâ Şemseddîn Fenârî)

Osmanlı Devleti’nin ilk şeyhülislâmı ve zamanının müceddidi olan büyük İslâm âlimi. İsmi, Muhammed bin Hamza bin Muhammed bin Muhammed er-Rûmî el-Fenârî’dir. Lakabı Şemsüddîn’dir. 751 (m. 1315) senesi Safer ayında, Fenâr köyünde dünyâya geldi. Bu köyde doğduğu veya babasının fenercilik san’atıyle meşgûliyetinden dolayı “Fenârî” nisbetiyle meşhûr oldu.

Aklî ve naklî ilimlerde zamanının bir tanesi oldu. Alâüddîn-i Esved’den, Cemâlüddîn-i Aksarâyî’den ve Mısır’da Ekmelüddîn-i Bâbertî’den ilim almış, babası Muhammed Hamza’dan ve Şeyh Hamîdüddîn-i Kayserî’den de tasavvuf ma’rifetlerini elde etmiştir. Kendisinden de; İbn-i Hacer ve Kâfiyecî Muhyiddîn gibi meşhûr zâtlar icâzet alarak istifâde ettiler. İbn-i Hacer diyor ki: “Kâhire’ye geldiğinde, onunla görüşmek şerefine nail oldum. Kendisi bana tam bir yetki ile icâzet verdi.”

İmâm-ı Süyûtî şöyle demektedir: Üstadım Şeyh Muhyiddîn-i Kâfıyecî, Molla Fenârî’nin derslerine katılıp, onun yardımcısı olduğundan, Molla Fenârî’yi övmekte pek ileri gitmişti. Niye “Fenârî” diye anıldığını sordum. Buna, onun fenercilik san’atıyle uğraştığını söyleyerek cevap verdi.”

Bursa’da müderrislik ve kadılık yaptı. Sultan İkinci Murâd Hân’ın iltifât ve teveccühlerine kavuştu. Onu müftîlik ve kadılık mevkiinin en yüksek makamı olan şeyhülislâmlık vazîfesine ta’yin etti. Pâdişâhın her husûsta en hâs müşaviri oldu. Bu yüksek âlime karşı halkın gösterdiği hürmet ve saygı, fevkalâde idi. Câmi-i şerîfe giderken, halk onu görmek için toplanır, o fazîlet timsâlini görmekten büyük bir haz duyardı. Tefsîr, fıkıh, usûl-i fıkıh ve daha başka ilimlere dâir yazdığı çok kıymetli eserleri vardır. Mantık ilmine dâir olan “Îsâgûcî şerhi”ni bir günde yazıp tamamlamıştır.

834 (m. 1431) senesi Receb ayında Bursa’da vefât etti. Kabri, Bursa’da Keşîş dağı eteğinde, Maksem adı verilen semtte yaptırdığı mescidin yanındadır ve ziyâret edilmektedir. Kabri, Bursa’nın en yüksek semtinde bulunmaktadır. Câmiinin yanında bir de medresesi vardır. Ayrıca birçok hayır işleri de gerçekleştirmişti.

Fenârî, din ve fen bilgilerinde zamanının en meşhûr âlimi idi. “Mugnî” ve “Vikâye” kitaplarını şerh eden Mevlânâ Alâüddîn Esved ve Şeyh Cemâleddîn-i Aksarâyî ile zamanında bulunan diğer birçok büyük âlimden ders okudu. İlim tahsili için Mısır’a gidip, orada bulunan meşhûr Hanefî fıkıh âlimi Kemâleddîn-i Bâbertî’den de okudu. Mevlânâ Ahmedî ve Hacı Paşa da ona talebe arkadaşlığı yapmışlardı. Din ilimlerinin yanında; fizik, matematik ve astronomi de öğrendi. Tasavvufta yüksek dereceye kavuşmuştu, ilim tahsilini tamamladıktan sonra Anadolu’ya dönerek Bursa’ya yerleşti. Sultan Yıldırım Bâyezîd ve Çelebi Sultan Mehmed Hân zamanlarında, Bursa’da çok talebeye ders okutup, binlerce âlim yetiştirdi. Adı ve şöhreti her tarafta duyulup, sultanlar, kumandanlar ve büyük âlimler, kendisine hürmet ve i’tibâr gösterdiler. İlim ve irfan taleb edenler, her taraftan koşarak gelip, onun derslerine devam etmişlerdi.

822 (m. 1419) yılında, ilk defa Hicaz’a gidip hac yaptı. Hacdan dönerken. Mısır Sultânı Melik Müeyyid, Mısır’da kalarak ders vermesini rica etti. Bir müddet kalıp, ders okuttu. Birçok ulemâ ve evliyâ ile sohbet etmiş ve çeşitli mes’eleleri muhâsebe ve müzâkere etmişlerdir. Bu yolculuğu esnasında Kudüs-i şerîfi de ziyâret etmişti. Çelebi Sultan Mehmed Hân da’vet edince, Bursa’ya geldi. Bu haccında Medîne-i münevverede iken, orada vefât eden büyük velî Şâh-ı Nakşibend’in halîfesi Muhammed Pârisâ’nın cenâze namazında bulundu.

828 (m. 1424) yılında Sultan İkinci Murâd Hân, onu ilk şeyhülislâm olarak ta’yin etti. Bu vazîfeyi, adâlet ve hak üzere altı sene yaptı. Devletin mühim işlerinde, sultanlar ve devlet adamları kendisiyle istişâre ederek, ilminden ve isâbetli görüşlerinden istifâde etmişlerdi. Ders okutması yanında, fetvâ işlerini ve Bursa kadılığını da yürüten Molla Fenârî, bir mahkeme esnasında, Sultan Yıldırım Bâyezîd Hân’ın şâhidliğini dahî kabûl etmemiştir. Şöyle ki: Mahkemede da’vâ konusu olan bir hâdisenin şahidi olarak pâdişâh’ın da dinlenmesi îcâbetmişti. Kâdı Molla Fenârî, huzûrunda duruşmaya çıkan Pâdişâh’ın şehâdetini, İslâmiyetin aradığı şâhidlik şartlarından biri kendisinde bulunmadığı için red etmişti. O da, namazlarda Pâdişâh’ın cemâatte görülmemesiydi. Çünkü dînimizde, cemâat ile namaz kılmayı terk edenin mahkemedeki şâhidliği makbûl değildir. Bunun üzerine Yıldırım Bâyezîd Hân hemen oturduğu sarayın yanına bir câmi inşâ ettirerek, beş vakit namazı, cemâati hiç terk etmeden kılmağa başladı. Bursa’da müderrislik ve kadılık yapan Molla Fenârî, kazzazlık (ipekçilik) yaparak da nafakasını te’min etmeye çalıştı ve kazandığı paralar ile çok hayrat ve hasenatta bulundu. Kale’de, Manastır mahallesinde ve Debbâglar semtinde olan mescidler ile, Pınarbaşı’ndaki Dâr-ül-hadîs, onun yaptırdığı eserlerdendir. Kudüs’te de bir medreseyi satın alıp, masraflarını, Anadolu’da yaptığı vakıfların gelirinden karşılamıştır. Vefâtında, çok para ve onbinden çok kitap bıraktı.

Molla Fenârî, bir ara Bursa’daki hizmetlerini bırakıp Konya’ya gitmişti. Karaman Beyi de ona çok iltifâtlarda ve ihsânlarda bulundu. Ders okutması için ricada bulundu. Orada da ders verip talebe yetiştirdi. Burada, Ya’kûb-i Asfâr ve Ya’kûb-i Esved gibi zâtlar ondan istifâde edip, ilimde yüksek dereceye ulaşmışlardı. Molla Fenârî, bu iki talebesiyle dâima iftihar ederdi. Karaman Beyi’nin kızı Gül Hâtun ile evlenerek, iki oğlu, iki kızı oldu. Sonra Osmanlı Sultânı’nın da’veti üzerine tekrar Bursa’ya geldi. Eski hizmetlerine devam etti. İki oğlu da, kendisi gibi âlim olarak yetişti. Onlar da Bursa’da kadılık yapmışlardır. Onun soyundan gelen Ali bin Yûsuf, İstanbul-Aksaray’da, Vatan caddesindeki kiliseyi câmi yapmıştır. İmâm-ı Îsâ Efendi, câmi’ye çok vakıf yaptığından, “Fenârî Îsâ” mescidi denilmiştir. Bu zât Bursa’da kadı iken, 903 (m. 1497) yılında vefât etmiştir. Ahfadından (torunlarından) Muhyiddîn bin Muhammed Fenârî, onüçüncü şeyhülislâm olup, Beykoz’a bağlı Dereseki köyünde ve Rumelihisârında birer mescid yaptırmış, 954 (m. 1547) senesinde vefât etmiştir. Kabri, Eyyûb Sultan’dadır.

Molla Fenârî, uzun zaman Bursa’da kalan ve Somuncu Baba diye tanınan Hâmid-i Aksarâyî’den de ilim ve feyz almıştır. Büyük bir velî ve yüksek âlimlerden birisi olan Somuncu Baba, önceleri Bursa’da yaptırdığı fırında pişirdiği ekmekleri satarak geçinirdi. O sırada Molla Fenârî de Bursa’da kadılık yapıyordu. Somuncu Baba’nın ilimdeki ve evliyâlıktaki üstünlüğünü bilenlerden idi. Sultan Yıldırım Bâyezîd. Niğbolu zaferinden sonra Bursa’da Ulu Câmi’yi inşâ ettirmeye başlamıştı. İnşâat sırasında, câmide çalışan işçilerin ekmek ihtiyâcını Somuncu Baba karşılamıştı. Câmi’nin inşâsı bittiğinde, açılış günü Cum’a hutbesini okumak üzere Pâdişâh’ın dâmâdı büyük âlim ve velî Seyyid Emîr Sultan hazretlerine vazîfe verilmişti. O gün orada, Molla Fenârî ile beraber büyük bir âlim topluluğu da vardı. Tam Cum’a vakti gelince, Emîr Sultan hazretleri; “Sultânım, zamanımızın büyüğü burada bulunurken, bizim hutbe okumamız edebe uygun değildir. Bu câmi-i şerîfin açılış hutbesini okumaya lâyık olan zât, şu kimsedir!” diyerek Somuncu Baba’yı işâret etti. Şöhretten son derece sakınan bu büyük velî, Pâdişâh’ın emri üzerine minbere doğru yürüdü. Emîr Sultân’ın yanına gelince; “Ey Emîr’im! Niçin böyle yapıp, benim hâlimi ele verdiniz?” dedi. Emîr Sultan da: “Sizden daha üstün bir kimse göremediğim için böyle yaptım” diye cevap verdi. Cemâat hayret içinde kalmıştı. Somuncu Baba’nın okuyacağı hutbeyi merakla baklemeye başladılar. Minbere çıkan Somuncu Baba, öyle güzel bir hutbe îrâd buyurdu ki, o zamana kadar cemâat böyle bir hutbeyi hiç kimseden dinlememişlerdi. Hutbede; “Ulemâdan ba’zısının, Fâtiha-i şerîfenin tefsîrinde müşkilâtı bulunmaktadır. Onun için, bugünkü hutbemizde bu sûrenin tefsîrini yapalım” buyurdu. Fâtiha sûresinin yedi türlü tefsîrini yaptı. Bu konuda nice hikmetli sözler beyân eyledi ki, herkesin hayreti daha da çok arttı. Bursa’da herkes, artık onun büyüklüğünü anlamıştı. Başta kadı Molla Fenârî; “Somuncu Baba, önce bizim bu sûrenin tefsîrindeki müşkilimizi halletti. O, bunun büyük bir kerâmetiydi. Çünkü, Fâtiha’nın birinci tefsîrini bütün cemâat anlamıştı, ikinci tefsîrini, cemâatin bir kısmı anladı. Üçüncüsünü anlayanlar çok azdı. Dördüncü ve sonraki tefsîrlerini, içimizde anlıyan yok gibiydi” demekten kendini alamamıştı.

Namazdan sonra hemen evine giden Somuncu Baba’yı ilk ziyâret eden Molla Fenârî oldu. Bu ziyâret sırasında ona; “Efendim, bu günlerde Fâtiha sûresinin tefsîrini yapmak istiyordum. Fakat anlıyamadığım ba’zı yerleri vardı. Bu hutbeniz ile, anlıyamadığım yerleri açıklamış oldunuz. Medresede, hizmetlerimizin karşılığında kazandığımız beşbin akçe paramız vardır. Helâl olmasında hiç şüpheniz olmasın. Kabûl buyurursanız, bunu size hediye etmek ve ayrıca sizin talebeniz olmakla şereflenmek istiyorum” deyince, Somuncu Baba ona teveccüh edip duâ eyledi. Molla Fenârî, çok feyz ve ma’rifetlere kavuştu. Yazdığı tefsîrlerinde bu ince ma’rifetleri beyân eyledi. Bir cild büyüklüğündeki “Fâtiha Tefsîri”, bu ince bilgilerle doludur. Bu hâdiseden sonra büyüklüğü herkes tarafından anlaşılan Somuncu Baba; “Sırrımız ifşa oldu. Herkes bizi tanıdı” diyerek, Bursa’dan ayrılmak istedi. Bir sabah erkenden, Gaves Paşa Medresesi’nden birkaç talebeyi yanına alarak yola çıktı. Somuncu Baba’nın Bursa’yı terk etmekte olduğunu haber alan Molla Fenârî, koşarak bir çınarın yanında arkasından yetişti. Gitmeyip, Bursa’da kalması için çok yalvardı, ricalarda bulundu ise de, kabûl ettiremedi. Sonunda Bursalılara duâ etmesini taleb etti. Bu çınarın yanında Bursa’ya dönerek, feyizli ve bereketli bir şehir olması ve yeşil olarak kalması için duâ etti. Birbirine veda ederek ayrıldılar. “Duâ Çınarı” denilen bu ağaç, Bursa’nın Ankara yolu çıkışındadır.

Molla Fenârî, Tasavvufta Zeyniyye tarikatına mensûb idi. İpekçilikten çok iyi anladığından, kendisine yetecek kadar parayı sağlamak için bu işle uğraşır ve yiyeceği, giyeceği için lâzım olan parayı kendi emeği ile kazanırdı. Süslü elbiselerle dolaşmaktan hiç hoşlanmazdı. Gayet mütevâzi olarak giyinir, başında bir dolama ile dolaşırdı. Böyle giyinmesinin sebebini soranlara; “Elimin kazancı, daha fazlasına yetmiyor” diye cevap verirdi.

Şeyh Zeynüddîn-i Hâfî hazretlerinin en büyük halîfesi Şeyh Abdüllatîf-i Kudsî, Anadolu’yu şereflendirdiğinde, Molla Fenârî onun gelişini parlak bir manzûme ve güzel bir şiirle kutlamıştı. Zeynüddîn-i Hâfî de, aynı bahr ve vezinde bir karşılık söyleyerek, pekçok övücü sözler yazmış ve Molla Fenârî’ye göndermişti ki, bu şiirin sonu şöyledir:

“Dilerim ilâhî, sürüp gitsin onun ikbâli.
Cin, insan, herkes alsın ondan feyzini.

Ömrüne kurban olam, güçsüz şi’rim bu cevapta,
Hassân’ın şi’riyle. Hâtem cömertliği yanında.

Medhimse bir üstünlük kazandırmaz benden sana.
Hafif sayılırız elbet bütün şâirlerden daha.

Eğer bu sözlere derseler utanırım öyle,
Fenârîzâde övgüsüne İbn-i Gânim cevâbı diye”

Büyük İslâm âlimi Mevlânâ Şemseddîn Fenârî’nin ömrünün sonlarına doğru gözlerine perde geldi. Göremez oldu. Bir gece Resûlullah (s.a.v.) efendimiz; “Tâhâ sûresini tefsîr eyle!” diye buyurdukta; “Yüksek huzûrunuzda, Kur’ân-ı kerîmi tefsîr etmeye gücüm olmadığı gibi, gözlerim de görmüyor” demişti. Peygamberlerin tabibi olan Resûlullah efendimiz (s.a.v.) mübârek hırkasından bir parça pamuk çıkarıp, mübârek tükrüğü ile ıslattıktan sonra gözleri üzerine koymuştur. Molla Fenârî uyanıp, pamuğu gözlerinin üstünde bularak kaldırmış, görmeğe başlamıştır. Allahü teâlâya hamd ve şükr etmiştir. Pamuk ipliklerini saklayıp, öldüğü zaman gözleri üzerine konmasını vasıyyet etmiştir. Gözlerinin açılmasının bir şükrânesi olarak, 833 (m. 1429) senesinde Şam yolu ile ikinci defa hacca gitmiştir. Bu esnada Mısır’a ve Kudüs’i şerîfe de uğramış, birçok âlim ile sohbet edip, birbirlerinden istifâde etmişlerdir.

Molla Fenârî, “İskender Târihi”ni nazm eden Mevlânâ Ahmedî ve tıbda “Şifâ” kitabının sahibi tabîb Hacı Paşa ile birlikte, Mısır’da Ekmelüddîn-i Bâbertî’nin huzûrunda ders arkadaşı idiler. Birgün bir evliyâyı ziyârete gitmişlerdi. Bu zât, onlara bakıp. Mevlânâ Ahmedî’ye; “Sen vaktini şiirde harcarsın”, Hacı Paşa’ya; “Sen ömrünü tıbda harcarsın”, Molla Fenârî’ye de; “Sen de din ve dünyâ reîsliğini, ilim ve takvâyı birlikte bulundurursun” buyurdu. Gerçekten de, bu zâtın buyurduğu gibi oldu.

Sultânın veziri olan Hacı İvaz Paşa, bir konuda Molla Fenârî’ye kızmış bulunduğundan, gözleri görmez olunca, lâf olsun diye; “Dilerim ki, o amâ ihtiyârın namazını ben kıldırayım” demişti. Bu söz Molla Fenârî’nin kulağına ulaşınca; “Ol kimse câhildir. Cenâze namazını kıldırmayı beceremez. Cenâb-ı Hakkın kapısından ümidim şudur ki, bana hemen şifâ buyurup, onu a’mâ eyleye ve ben onun namazını eda edeyim” dedi. Çok zaman geçmeden Molla Fenârî. Allahü teâlânın lütuf ve ihsânına kavuşup, görmeyen gözü aydınlandı. Rü’yâsında Resûlullah (s.a.v.) efendimizi görüp. O’nun mübârek tükrüğünün ve gözüne koyduğu pamuğun bereketiyle gözleri açıldı. Tam bu günlerdeydi ki, vezirin gözleri görmez oldu. Vezir, Molla Fenârî’den evvel vefât edip, cenâze namazını da Fenârî hazretleri kıldırdı.

Eserleri çok kıymetlidir. Başlıcaları şunlardır:

1- Ayn-ül-a’yân: Fâtiha sûresinin tefsîridir. Tefsîr ilminde de tam bir vukûfa sahip olan Molla Fenârî’nin bu üstünüğüne, “Fâtiha-i şerîfe” için yazmış olduğu bir cildlik tefsîri şahiddir. Bu tefsîr kitabının mukaddimesinde. İlm-i tefsîre, tefsîrin dayandığı ilimlere, müfessirlerin ta’kib edecekleri tertîb ve usûle dâir çok mühim bilgiler vardır. Bu kıymetli eser, tasavvuf ilminin birçok ince ma’ritelleri ile de süslenmiştir. İlim ve ma’rifet babında çok faydalı bilgileri ihtivâ etmektedir. Matbû’ bir eserdir. 2-Füsûl-ül-bidâyi’ fî usûl-iş-şerâyi’: Fıkıh usûlüne dâir yazdığı çok kıymetli bir eser olup, otuz senede tamamlamıştır. Bu eserinde; “Menâr”, “Usûl-i Pezdevî”. İmâm-ı Râzî’nin “Mahsûl”ünü, İbn-i Hâcib’in “Muhtasar”ını ve diğer usûl kitaplarını toplamış ve şerh etmiştir. 3-Îsagûcî şerhi: Mantık ilmine dâir. bir günde yazdığı çok kıymetli şerhtir. Îsâgûcî’ye yaptığı bu şerhi, mantık ilmini çok güzel açıklamaktadır. Buna, birgün sabahleyin başlamış, güneş batarken bitirmiştir. Bu mantık kitabı, medreselerde uzun zaman ders kitabı olarak okutulmuştur. 1304 (m. 1886) yılında İstanbul’da basılmıştır. 4-En-mûzec-ül-ulûm: Yüze yakın ilme âit mes’eleleri ihtivâ eden ansiklopedik bir eserdir. Bu eser, oğlu Muhammed Şah tarafından şerh olunmuştur. 5-Ferâiz-i Sirâciyye şerhi, 6-Şerh-i Mevâkıb üzerine Ta’likât, 7-Esâs-üt-tasrîf, 8-Esmâ’il-fünûn, 9-Es’ile, 10-Risâletü ricâl-il-gayb, 11-Risâletün fî menâkıb-iş-Şeyh Behâüddîn-i Nakşibendî, 12-Şerhu Usûl-il-Pezdevî, 13-Şerhu Telhîs-il-câmi’ el-kebîr: Fıkıh ilmine dâirdir. 14-Şerhu Telhîs-il-miftâh: Me’ânî ilmine dâirdir. 15-Şerh-ur-risâlet-il-esîriyye fil-mîzân, 16-Şerhu Fevâid-il-gıyâsiyye: Me’ânî ve beyân ilimlerine dâirdir. 17-Şerhu Mukatta’ât, 18-Şerh-ül-Mevâkıb: Kelâm ilmine dâir bir eserdir. 19-Hâşiyetün alâ şerh-ış-şemiyye: Seyyîd Şerîf Cürcânî’nin eserine yaptığı kıymetli bir haşiyedir. 20-Hâşiyetün alâ dav’ıl-miftâh, 21-Şerh-ül-Misbâh: Nahiv ilmine dâirdir. 22-Hâşiyetün alâ Şerhây-is-Seyyid ves-Sa’d lil-miftâh, 23-Uveysât-ül-efkâr fî ihtiyâri ülil-ebsâr: Aklî ilimlere dâir yazdığı bir eser olup, fen ilimlerinde zor problemlerin çözüm şekillerine karşı i’tirâzları inceler. 24-Misbâh-ül-üns beyn-el-ma’kûl vel-meşhûd fî şerh-i miftâh-i gayb-il-cem’i vel-vücûd: Sadruddîn-i Konevî’nin “Miftâh-ül-gayb” adındaki eserinin şerhidir. 25-Mukaddimet-üs-salât.

Bunlardan başka birçok metinlere, şerh ve haşiyeleri ve ta’likâtı var ise de, tedris, kadılık ve müftîlik işleriyle meşgûliyeti, eserlerinin çoğunu temize çekmeye müsâade etmeyip, müsvedde hâlinde kalmıştır.

“Ayn-ül-a’yân” adındaki tefsîrinden seçmeler:

Hazreti Ali buyurdu ki: “Her ilim, Kur’ân-ı kerîmde vardır. Fakat insanlar ondan âcizdirler.”

Hazreti Hasen buyurdu ki: “Allahü teâlâ semâdan yüzdört kitap indirdi. Bunların içindeki bilgileri dört kitapta topladı. Bunlar; Tevrat, İncil, Zebur ve Kur’ân-ı kerîmdir. Sonra bu dört kitabın içindeki bilgileri Kur’ân-ı kerîme koydu.”

Enes bin Mâlik’in (r.a.) rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte; “İlim öğrenmek her müslümana farzdır” buyuruldu. Hadîs-i şerîfte ilimden murâd, ilmihâl bilgisidir. Yâ’nî, dînin emirlerini yerine getirmekte her müslümana lâzım olan bilgilerdir. Allahü teâlânın varlığına, birliğine ve Resûlullah efendimizin (s.a.v.) Peygamberliğine inanmak bunlardandır.

Şa’bî (r.a.) şöyle buyurdu: “(Bilmiyorum) demek, ilmin yarısıdır. Şüpheli olduğu vakit bilmiyorum diyen kimse, ilmi ile amel etmiş olur. Ona bilen kimse gibi sevâb vardır.”

¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾

1) Mu’cem-ül-müellifîn cild-9, sh. 272

2) Bugyet-ül-vuât cild-1, sh. 97

3) Şakâyık-ı Nu’mâniyye tercümesi (Mecdî Efendi) sh. 47, 50

4) Miftâh-üs-seâde cild-2, sh. 124

5) Devhat-ül-meşâyıh sh. 3-5

6) Esmâ-ül-müellifîn cild-2, sh. 188, 189

7) El-A’lâm cild-6, sh. 110

8) Fevâid-ül-behiyye (Lüknevî) sh. 166, 167

9) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 1006, 1060

10) Kıyâmet ve Âhıret sh. 123

11) Eshâb-ı Kirâm sh. 339

12) Kâmûs-ül-a’lâm cild-5, sh. 3436

13) Rehber Ansiklopedisi cild-5, sh. 328

14) Osmanlı Müellifleri cild-1, sh. 390