MİDYEN BİN AHMED EL-EŞMÛNÎ

Evliyânın büyüklerinden. İsmi, Midyen bin Ahmed el-Eşmûnî olup, Mısır’da Nil nehrinin garb sahilinde bulunan Eşmûn beldesinde yetişti. Nesebi, Ebû Midyen Magribî hazretlerine dayanmaktadır. Doğum târihi tesbit edilemiyen Midyen bin Ahmed, 862 (m. 1457) senesinde vefât etti. Vefât târihinin 850 (m. 1446) olduğu da rivâyet edilmiştir.

Zamanında bulunan evliyânın önde gelenlerinden olan Eşmûnî, Ahmed Zâhid hazretlerinin yüksek talebelerinden idi. Onun vefâtından sonra Muhammed Hanefî’nin talebeleri arasına girip tasavvuf yolunda ilerlemeye çalıştı. Evliyânın yükseklerinden oldu. Onun ilminden ise birçok kimse istifâde etti. Üstünlüğü, yüksekliği başka memleketlere kadar yayıldı. Birçok faziletleri kendisinde toplamış idi. Çok kerâmetleri görüldü.

Bir defasında dergâhında bulunan mescide bir minare yapılmıştı. Ustalar minareyi yapıp bitirdikten sonra, minare bir tarafa doğru eğrildi. Herkes minarenin yıkılacağını, yakında bulunan evlere zarar vereceğini zannedip telâşlandılar. Bu işten anlayan mühendisler oraya toplanıp incelediler ve nihâyet minarenin yıkılmasına karar verdiler. Bu sırada oraya gelen Eşmûnî (r.a.), sırtını minareye dayadı. Biraz yüklenince, minare yavaş yavaş doğruldu. Sonunda da tam düzgün hâle geldi. Orada toplanan insanların hepsi, bu hâli görüp hayretle seyrettiler. O minarede, daha sonra bir eğrilme hâli görülmedi. Hattâ bu minarenin, günümüze kadar durduğu bildirilmektedir.

Midyen bin Ahmed el-Eşmûnî’nin uzak bir yerden gelmiş bir talebesi vardı. Bu talebe birgün hocasına gelerek dedi ki: “Efendim, siz de münâsip görürseniz, ben memleketime gidip oradaki mallarımı satmayı, orası ile alâkayı kesip, burada tamamen sizin yanınıza yerleşmeyi istiyorum.” Onun bu fikrini münâsip gören hocası, ona izin verdi. O da memleketine gitmek üzere yola çıktı. Memleketine vardığında, ineğini ve satılabilecek mallarını sattı. Bunların ücreti olan altınları bir keseye koyup, onu da sarığının arasına bağladı. Bundan sonra, hocasının yanına gitmek üzere yola çıktı. Bir gemiye bindi. Bir gün kadar gittikten sonra, üzerinde yol aldıkları Nil nehrinde bir fırtına çıktı. Çok şiddetli esiyordu. Bu esnada, o talebenin sarığı, şiddetli rüzgâr sebebiyle başından uçup nehre düştü. Böylece altınlar da gitmiş oldu. O talebe, bunda da bir hikmet bulunduğunu düşünerek yola devam etti.

Hocasının yanına geldiğinde, başından geçenleri ona anlattı. Bunları dikkatle dinleyen hocası, tebessüm edip, üzerinde oturmakta olduğu seccadenin bir köşesini kaldırdı. Oradan talebenin nehre düşürdüğü kesesini çıkarıp, talebeye verdi. Bunun gemiden nehre düşürdüğü kesesi olduğunu ve hâlâ ondan sular damlamakta olduğunu gören talebe hayretler içinde kalıp, bu hâlin, hocasının bir kerâmeti olduğunu anladı.

Rivâyet edilir ki, yaşlı bir kadıncağız, Midyen Eşmûnî’ye gelerek dedi ki: “Efendim. Benim sâdece otuz dînâr altınım var. Bunları size veriyorum. Siz de benim Cennete girmeme kefil olunuz.” O da; “Böyle şey olur mu? Hem ben buna selâhiyetli değilim” buyurdu. Buna rağmen o kadın, otuz dînârı bırakıp gitti. O günlerde de vefât etti.

Kadının vârisleri Midyen Eşmûnî’ye gelip; “Onun size verdiği vekâlet sahîh değildi. O hâlde o altınları bize vermeniz lâzımdır” diyerek, altınları istediler. O da birkaç gün sonra vereceğini bildirdi.

Vefât etmiş olan kadın, rü’yâda vârislerine görünüp, herbirine dedi ki: “Bana olan lütuf ve fadlından dolayı, benim nâmıma Eşmûni hazretlerine teşekkür ediniz. Ben o altınları, kendisinin ve talebelerinin ihtiyâçlarını karşılamak üzere ona hediye etmiştim.

Bütün malım o altınlar idi. Hepsini, seve seve o zâta hediye ettim. Allahü teâlâ, o büyük zâta olan hürmet ve muhabbetim sebebiyle bana rahmet etti ve Cennetini ihsân etti. Sakın altınları geri almak için uğraşmayınız.” Hepsi aynı rü’yâyı gören vârisler, Eşmûnî’den otuz altını istemekten vazgeçtiler. Durumu kendisine bildirdiler. Rivâyet edilir ki, Midyen Eşmûnî hazretleri, birgün dergâhının yakınında bulunan bir dereden abdest alıyordu. Bir ara takunyasının birini çıkarıp, doğu tarafına doğru fırlattı. Takunyayı öyle şiddetli bir şekilde fırlattı ki, orada bulunanlar nereye düştüğünü anlıyamadılar ve hocalarının niçin böyle yaptığına bir ma’nâ veremeyip, bir hikmeti olduğunu düşündüler. Bu hâdisenin üzerinden bir sene geçmişti ki, Midyen Eşmûnî’nin çok uzak doğu beldelerinden birinde bulunan bir talebesi, birgün Eşmûnî’nin dergâhına geldi. Elinde, Eşmûnî’nin bir sene önce o tarafa doğru attığı takunyası vardı. O talebenin anlattığına göre, Eşmûnî hazretlerinin bulunduğu beldeden çok uzakta oturuyordu ve bir de kızı vardı. Ahlâkı bozuk bir kimse, ıssız bir yerde bu kıza musallat olmak istedi. Çok zor durumda kalan o kız da; “Ey babamın üstadı, hocası olan zât! Bu kimsenin bana bir kötülük yapmasından beni koru. Bana yardım et!” diye imdâd istedi. Tam bu sırada, Eşmûnî hazretlerinin bulunduğu beldenin tarafından bir takunya gelip, şiddetle o ahlâkı bozuk kimseye çarptı. Neye uğradığını anlıyamayan o kimse, kaçıp gitti. O kız da böylece kurtulmuş oldu. İşte, bir sene önce atılan takunya bu idi.

İmâm-ı Şa’rânî’nin bildirdiğine göre, Muhammed Harîfiş ed-Dünûşerî, Muhammed Gamrî’nin talebelerinin ileri gelenlerinden idi. Bu zât diyor ki: “Hocamız Muhammed Gamri vefât edince, kime talebe olacağımızı birbirimize sorduk. Onun gibi bir zât bulabilmek çok zor idi. Evliyâlık yolunda bulunanlardan ba’zılarına suâl edip, kendileriyle istişâre ettim. Bana dediler ki: “Senin aradığın vasıfların kendisinde bulunduğu bir zât olarak Midyen Eşmûnî’yi tanıyoruz. Sen ona git.” Bundan sonra Eşmûnî’nin yanına gittim. Avluda abdest almakta olduğunu söylediler. Oraya gittim. Orada, sarığı ve cübbesi büyük olan heybetli bir zât vardı.

Ortada; bir ibrik, leğen ve elinde havlu ile bekleyen başka bir kimse duruyordu. O bekleyen kimseye; “Eşmûnî nerededir?” diye sordum. O heybetli zâtı işâret ederek; “İşte budur” dedi. Ben o zâtı, vefât etmiş olan hocam Gamri’ye benzettim. O da büyük bir sarık ve cübbe giyerdi. O da abdest aldıktan sonra bir havlu ile kurulanırdı. Bu zât, görünüş i’tibâri ile hocama benziyor ama, evliyâlık yolundaki derecesi acaba nedir? Kerâmet sahibi bir velî midir? diye düşünerek, kalbimden bir beyti okudum. O beytin bir yerini bilerek yanlış okudum. Bundan sonra Midyen Eşmûnî (r.a.) bana dönerek; “O beyti öyle değil, şu şekilde oku!” diyerek, o beyti düzgün olarak okudu. Sonra da; “Sen kalkıp uzak memleketten buraya kadar gelirsin. Sonra da, şu âna kadar tam teslim olmamış bir kalb ile bizi imtihan etmeye mi kalkarsın?” dedi. Ben de; “Tövbe ettim” deyip, ellerine sarıldım. Ona talebe oldum. Allahü teâlânın izni ile, onun yanında çok fâidelere kavuştum.” Buna benzer menkıbeler daha başka zâtlar için de anlatılmış, rivâyet edilmiştir.

Rivâyet edilir ki, Sultan Çakmak bir ara mâlî bakımdan çok zayıflamış, askerin yiyeceğini te’min etmekte bile zorluk çekmeye başlamıştı.

Midyen Eşmûnî’nin yanına bir adamını gönderen Sultan Çakmak, onun duâsını ve bu zor durumda ondan yardım istediklerini bildirdi. O gelen kimseye büyük bir taş direk veren Eşmûnî, taşıyıcılar ile o taş sütunu sultâna gönderdi. Sultan o sütunu gördüğünde, Allahü teâlânın izni ile ve Eşmûnî hazretlerinin duâsı bereketi ile onun altın hâline döndüğünü hayretle müşâhede etti. O ma’deni satıp, parasını Beyt-ül-mâl’e koydu. Bu sebeple mâlî durumları düzeldi. Eşmûnî’nin bereketi ile rahatladılar ve ona çok duâ ettiler. Hürmet ve bağlılıkları da daha çok arttı. Büyük bir darlıktan böylece kurtulmuş olan Sultan Çakmak; “İşte hakîkî sultan bu büyüklerdir” dedi.

Rivâyet edilir ki, yaşı ilerlemiş bir kimse, Midyen el-Eşmûnî’ye gelerek dedi ki: “Ey efendim! Ben az bir zamanda Kur’ân-ı kerîmi ezberlemek istiyorum. Fakat muvaffak olamıyorum. Bana yardımcı olur musunuz?” Eşmûnî bu kimseye bir odayı gösterip; “Burada ezberlemeye çalış” buyurdu. O da, odaya girip çalışmaya başladı. Sabah olduğunda, Kur’ân-ı kerîmin hepsini ezberlemişti. Bir gece gibi çok kısa bir zamanda, Kur’ân-ı kerîmin tamâmını ezberlemesinin, Midyen Eşmûnî hazretlerinin bir kerâmeti olduğunu anladı.

Eşmûnî’ye bir fıkhî mes’ele suâl edilse, cevap vermez, suâl edene; Îsâ ed-Darîr’in yanına gidip ona sormasını söylerdi, Îsâ ed-Darîr Eşmûnînin dergâhında bulunan ümmî bir zât idi. Yine birgün birkaç kişi gelerek, Eşmûnî’ye ba’zı fıkhî mes’eleleri suâl ettiler. Fakat bunların maksadları, suâlin cevâbını öğrenmek değil, Eşmûnî’yi imtihan etmek idi. Eşmûnî bunlara da aynı şekilde; Îsâ ed-Darîr’e gitmelerini, suâllerini ona sormalarını söyledi. Onlar ise; “Biz bu suâlimizin cevâbını senden başka kimseden istemeyiz” dediler. Eşmûnî (r.a.), bunların suâli kendisini imtihan etmek maksadıyla sorduklarını kalb gözüyle anlayıp, o kimselere buyurdu ki: “Bu suâlin cevâbı falan kitaptadır. O kitap sizde mevcûttur. O kitap, kütüphânenizde raf üzerindedir. O kitabın onuncu sayfasının yedinci satırında, suâlinizin cevâbı vardır.” Bu sözleri hayretle dinleyen o kimseler, geri gidip baktılar; aynen Eşmûnî’nin ta’rîf ettiği yerde suâllerinin cevâbını buldular. Bundan, o zâtın kerâmet sahibi, büyük bir velî olduğunu anlayıp çok pişman oldular. Yaptıklarına tövbe ettiler.

Eşmûnî hazretlerinin dergâhına yakın bir yerde, yahudi bir doktor vardı. Bu doktor, zaman zaman dergâha gelip, orada bulunanları ücretsiz olarak muayene ederdi. Etrâftan ba’zı kimseler de; “Bu yahudi doktoru dergâhına niye sokuyor?” diye Eşmûnî’yi ayıplarlardı. Hattâ birgün, bu düşüncelerini ona söylediler. O da bunlara; “Siz o doktoru yahudi zannedersiniz. Fakat birkaç gün daha sabredin, bakalım ne göreceksiniz?” dedi. Bu hâdiseden az bir zaman geçmişti ki, o yahudi doktor müslüman oldu. Böylece Eşmûnî’nin, bu doktora niçin iltifât ettiği anlaşılmış oldu.

Midyen Eşmûnî hazretlerinin dergâhında, yazı işlerine bakan kâtip; “Hocamız bize her neyi haber verdi ise, o şey, Allahü teâlânın izniyle, aynen söylediği şekilde mutlaka meydana gelmiştir” dedi.

¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾

1) Tabakât-ül-kübrâ cild-2, sh. 101

2) Câmi’u kerâmât-il-evliyâ cild-2, sh. 249