Mâlikî mezhebi fıkıh âlimi ve evliyânın büyüklerinden. İsmi, Muhammed bin Ömer el-Hevârî olup, künyesi Ebû Abdullah’tır. 751 (m. 1350) senesinde Magrâve’de doğdu. 843 (m. 1439) senesinde Cezayir’in Vehrân şehrinde vefât etti.
Muhammed el-Hevârî, Bâce’de ilim öğrenmeye başladı. Daha sonra Fas’a giderek, orada ikâmet etti. Fas’ta Mûsâ Abdûsî’den, Kubâb ve Bicâye’de Ahmed bin Haris ve Abdurrahmân Vaglisî’den ilim öğrendi. Mısır’da el-Irâkî ile görüştü. Ondan ilim öğrendi. Garbta ve şarkta birçok memleketleri dolaştı.
Hevârî, Mekke ve Medine’yi ziyâret etti. Buralarda bir süre ikâmet etti. Sonra namaz kılmak arzusu ile Beyt-i Makdîs’e gitti. Oradan da Şam’a geçti. Şam’da Benî Ümeyye Câmii’nde ders okuttu. Seyahatleri sırasında birçok vahşî hayvanlar yanına gelir ve ona hiç zarar vermezlerdi. Daha sonra Vehrân’a gidip yerleşti. Kendisine ilim öğrenmek için gelenlere ilim ve ahlâk öğretti.
Muhammed Hevârî; velî, sâlih, ârif ve zâhid bir zât idi. Devlet adamlarıyla görüşmezdi. İlim meclislerinde Allahü teâlânın rahmetinin çok olduğunu söyler, îmân sahiblerini saadetle müjdelerdi.
Şöyle anlatılır: “Hevârad beldesinin yakınında Heza isimli bir yer vardı. Orada Seyyid Süleymân isimli bir âlim yaşıyordu. Bu âlim, durumunu anlatan ve ba’zı suâlleri bulunan yetmiş satırlık bir mektûp yazdı ve Muhammed Hevârî hazretlerine biri ile gönderdi. Gönderdiği kişiye; “Sakın mektûbun cevâbını almadan gelme” dedi. O kişi gidip mektûbu Muhammed Hevârî’ye verdi. Muhammed Hevârî, mektûbu getirene; “Bu mektûbun sahibi sen misin, yoksa getirici misin?” diye sordu. O kişi birşey anlamadı. Hevârî tekrar sorunca; “Ben mektûbu getirenim. Mektûp Seyyid Süleymân’ındır” diye cevap verdi. Muhammed Hevârî, mektûbu hiç açmadan, sorulan suallere satırı satırına cevap verdi.”
Abdülhamîd el-Asnûnî şöyle anlatır: “Muhammed Hevârî, Vehrân beldesinde idi. Ben de onu ziyârete gittim. Selâm verip huzûruna girdim Selâmımı aldı. Ben de edeble yanına oturdum. Benden başka yanlarında birkaç kişi daha vardı. Oradakilerden bir zat, Muhammed Hevârî’ye bir suâl sordu. O da; “Senin bu suâlinin cevâbını, çocuğu olmayan İbn-i Merzûk versin” buyurdu. Ben bu duruma çok şaşırdım. Zîrâ ben İbn-i Merzûk’u tanırdım ve iki tane çocuğu vardı. Durumu İbn-i Merzûk’a haber vermek istedim. Tilmsân’daki Şeyh Hasen hazretlerinin yanına gittim. Durumu ona arz ettim. O da bana; “Kimseye hiçbir şey söyleme. Sendeki bir sırdır. Onu sakla ve sahibine söyle” buyurdu Ben İbn-i Merzûk’un yanına gitmek istedim. Hava çok sıcaktı, öğle namazını kılmak ve biraz serinlemek için Munşar Medresesi’ne girdim. O sırada arkadan İbn-i Merzûk girdi ve bana; şeyh Muhammed hazretleri ne dedi?” diye sordu ben de durumu ona anlattım. O da; “Beni evlâdlardan kurtaran Allahü teâlâya hamd ederim” dedi. Daha sonra onun iki evlâdı vefât etti.
Seyyid Ali Tâlûtî şöyle anlatır: Sultan Ahmed halîfe olduğu zaman Sultan Ebû Fâris askerleriyle ona karşi savaşmak için yola çıkmıştı. Sultan Ahmed, hemen Hasen bin Mahlûf hazretlerinin yanına gitti ve; “Efendim! Sizin de bildiğiniz gibi, Sultan Ebû Fâris ordusuyla buraya geliyor. Ben üç şey üzerinde sizinle istişâre etmeğe geldim. Ben onu karşılamaya çıkayım mı? Yoksa burada, o gelene kadar bekliyeyim mi? Veya Hüney’ne giderek bir gemiye binip Endülüs’e mi gideyim? Bu durum hakkında siz ne buyurursunuz?” diye suâl etti. Hasen bin Mahlûf da; “Sultânım, ben sana ne söyliyeceğimi bilmiyorum. Fakat sen, bu müşkilâtını kendi yazın ile yaz, mühürle. Biz onu Muhammed Hevârî hazretlerine gönderelim. O size gereken cevâbı verir ve yol gösterir” dedi. Bunun üzerine Sultan, hemen denileni yaptı. Hasen bin Mahlûf da mektûbu bir talebesiyle, Muhammed Hevârî’ye gönderdi. O talebe, sonra olanları şöyle anlattı:
“Muhammed Hevârî hazretlerinin yanına vardığım zaman, daha ben birşey söylemeden ve mektûbu görmeden buyurdu ki: “Sultânın bizim nasihatlerimize ihtiyâcı yoktur. Sultân’ın yanından gelenlerin de nasihatlerimize ihtiyâcı yoktur. Bunun üzerine ben; Sultânın yanından gelmiyorum. Bu mektûbu size getirmemi Hasen bin Mahlûf hazretleri emretti” dedim. Muhammed Hevarî, hocamın ismini işitince çok sevindi ve; “Git söyle, sevinsin ve hiçbir yere gitmesin. Zîrâ ne o hayâtında Sultan Ebû Fâris’i görecek, ne de Sultan Ebû Fâris onu görecek” dedi. Ben hemen oradan ayrıldım. Hocamın yanına geldim. Durumu arz etmek isteyince; “Sendeki bir sırdır. Onu sahibi gelene kadar sakla. O sırrı ancak sahibine verirsin” buyurdu. Hocam ikindi namazından sonra beni Sultân’ın yanına gönderdi. Ben Sultân’a Muhammed Hevârî hazretlerinin söylediklerini söyledim. Sultan çok sevindi. Sultan, müjdeyi verdiğim için bana yirmi dînâr para verdi ve; “Eğer Allahü teâlâ bu belâyı benden def ederse, Hasen bin Mahlûf’a yüz dînâr vereceğim” diye adakta bulundu. Sultan Ebû Fâris yola çıkıp Neşvis dağının eteklerine geldiği zaman, adamları onu kötülediler ve yanından ayrıldılar Bunun üzerine Sultan Ebû Fâris, Tunus’a gitti. Bayram günü vefât etti. Halk bayram namazı kılmak için evinden çıktığı zaman, Sultan Ebû Fâris’in ölmüş olduğu haberini aldılar.
Yine Ali Tâlûtî şöyle anlatır: “Birgün ben Hasen bin Mahlûfun yanında oturuyordum. O sırada bir zât geldi. İçeri girmek için izin istedi. Hasen bin Mahlûf da içeri girmesine izin verdi. O zât Hasen bin Mahlûf’a yazılı bir kâğıdı okudu. O kâğıtta şöyle yazıyordu: “Muhammed Hevârî büyük bir evliyâ olup, kutubluk makamına yükselmiştir. Onun zamanın kutbu olduğunu, falan falan kimseler tasdik etmiştir.” Ben bu kimsenin okuduklarına çok hayret ettim. Zîrâ bütün söyledikleri, Muhammed Hevârî’de mevcûddu.”
Muhammed Hevârî’nin yazmış olduğu eserlerden ba’zıları şunlardır: 1- Es-Sehv vet-Tenbîh, 2-Et-Teshîl, 3-Et-Tibyân, 4-Tabsırat-üs-Sâil
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Mu’cem-ül-müellifîn cild-11, sh. 95
2) El-A’lâm cild-6, sh. 314
3) Ta’rîf-ül-halef cild-1, sh. 174
4) El-Bustân sh. 228
5) Neyl-ül-ibtihâc sh. 303