Evliyânın büyüklerinden. İsmi, Hasen bin Alâüddîn Muhammed bin Muhammed Buhârî olup, Hâce Hasen Attâr diye tanınır. Silsile-i âliyye büyüklerinden Alâüddîn-i Attâr’ın (r.a.) oğludur. Anne tarafından dedesi, Şâh-ı Nakşibend Behâüddîn-i Buhârî hazretleridir. Buhâra’da yetişen Hâce Hasen’in doğum târihi tesbit edilememiştir. 826 (m. 1423) senesi Zilhicce ayının onunda kurban bayramı gecesi Şîrâz’da vefât etti. Daha sonra Buhâra’nın Cağanyân nahiyesine nakledilerek, babası Hâce Alâüddîn’in yanına defn olundu.
Hasen Attâr daha çocuk iken, birgün bir mezarlık yanında diğer çocuklarla birlikte oyun oynarken, dedesi Behâüddîn-i Buhârî de oradan geçmekte idi. Hasen Attâr bir buzağıya binmiş, diğer çocuklar da onun etrâfında koşup, böylece eğlenmekte idiler. Behâüddîn-i Buhârî hazretleri durup Hâce Hasen’e teveccüh etti ve; “Yakın bir zamanda, bu çocuk bir bineğe biner, şevketli hükümdârlar da onun atının üzengisini tutarak yanında yaya olarak yürür” buyurdu.
Aradan zaman geçti. Hâce Hasen Attâr, zâhirî ve bâtınî ilimlerde yükselerek, âlimlerin ve evliyânın büyüklerinden oldu. Herkes tarafından sevilir, hürmet edilirdi.
Bir zaman Bağ-ı zâgân taraflarına gitmişti. Orada Mirzâ Şâhruh’u ziyâret etti. Mirzâ, Hâce hazretlerine olan muhabbet ve bağlılığının çok olması sebebiyle ona çok ikramlarda bulundu. Ona bir at hediye etti. Koluna bizzat kendisi girip, ata bineceği yere kadar getirdi. Ata bindirdi. Mirzâ, onun bindiği atın üzengisinden tutarak biraz yürüdü ve uğurladı.
Hâce Hasen Attâr biraz sonra durup, Buhârâ taraflarına dönerek baktı ve Allahü teâlâya şükretti. Sonra da dedesi Hâce Muhammed Behâüddîn-i Buhârî hazretlerinin senelerce önce söylediği sözü anlattı. Bu hâli görüp işitenlerin; Muhammed Behâüddîn-i Buhârî, Hâce Hasen Attâr ve diğer evliyâya olan muhabbet ve bağlılıkları daha da arttı.
Hâce Hasen Attâr hazretleri, zamanındaki evliyânın en büyüklerinden idi. Her kim ihlâs ile ona talebe olmak niyetiyle gelse, onunla müsâfeha ettiği ânda fâidesini hemen görürdü. Talebe o ânda kendinden geçer, aşka ve dünyâdan soğuma hâline kavuşurdu.
Talebelerinden birisi, hacca gitmek üzere yola çıkmıştı. Herât’a geldiğinde, sokaktan geçerken, bu talebenin cezbe (kendinden geçme) hâlinde olduğu herkes tarafından anlaşıldı. Her ân Allahü teâlâyı hatırlamaktan dolayı, çarşıda bağırıp çağıranlardan, dünyâdan, dünyâdakilerden zerre kadar haberi olmazdı. O talebenin bu hâlini görüp anlıyanlar, birbirlerine; “Bir zâtın talebesi böyle olunca, kendisi acaba nasıldır” diyerek, onlara gıbta ettiklerini bildirirlerdi.
Güzel ahlâkın bütün kemâlâtını kendisinde toplamış olan Hâce Hasen Attâr (r.a.), herkese hüsn-i muâmelede bulunur, hiç kimseyi gücendirmezdi. Talebelerinin ma’nevî terbiye ve yetişmeleri yükünü aldığı gibi, onların maddî ihtiyâçlarını da kendisi karşılardı. Başkalarının, hele talebe ve sevdiklerinin sıkıntıda olmaları, ona daha çok sıkıntı verirdi. Bu sebeple talebelerinden birisi rahatsızlanıp hasta olduğunda, onun sıhhate kavuşması, ondaki hastalığın kendisine geçmesi için duâ eder ve sıkıntıyı çekmeye râzı olurdu.
Bir defasında, hacca giderken Şîrâz’a uğramıştı. Şîrâz’ın ileri gelenlerinden bir zât da Hâce Hasen’in talebelerinden idi ve o günlerde çok ağır hasta idi. Hazret-i Hâce bu talebesini ziyâret etti. Onun, hastalığın te’sîri ve elem ile çok halsiz olduğunu görerek çok üzüldü. Allahü teâlâya duâ edip, bu hastalığın talebesinden alınıp kendisine verilmesini istedi. O ânda, o hasta zâtta iyileşme, sıhhat alâmetleri görülmeye başladı. Biraz geçince de tamamen iyileşti. Diğer taraftan Hâce Hasen hazretleri hastalanıp yataklara düştü. Yola devam edemeyip, Sîrâz’da kaldı. Bu hastalıktan orada vefât etti. Daha sonra Buhâra’nın Cağanyân nahiyesine nakledildi. Mübârek babası Alâüddîn-i Attâr’ın yanına defn olundu.
Hâce Hasen Attâr’ın, Hâce Yûsuf isminde bir talebesi olup, o da âlim ve evliyâ bir zât idi.
Hâce Hasen Attâr (r.a.), babası ve aynı zamanda hocası olan Alâüddîn-i Attâr hazretlerinin tasavvufdaki yolunu anlatan bir eser yazmıştır. Bu kitapda buyuruyor ki: “Biliniz ki, Alâüddîn-i Attâr’ın ve onların silsilesi olan mübârek büyüklerimizin yolu Hakka ulaştıran yollar arasında murada en yakın olanıdır. Bunların yolunda, dünyâya âit bütün hicâblar (perdeler) kaldırılmıştır. Allahü teâlâ onlar için, mâsivâ denilen, Allahü teâlâdan başka olan şeylerin muhabbet ve sevgisini celâl sıfatıyla yakıp kül eder. Bunlar öyle büyüktür ve Allahü teâlânın öyle yüksek evliyâsıdırlar ki, başka yollarda, uzun zamanlarda ve çok zahmetler ile yolun sonunda ele geçen şeyler, bu yolda başlangıca yerleştirilmiştir.
Bu yolda bulunmak arzusunda olanlar, kendisinden bu yolun edeblerini öğrendikleri zâtı çok sevip, ona ve diğer büyüklere karşı her zaman edebli olmalıdır. Bu yolda ilerlemek için çok gayret etmelidir, ilerleme devam ettikçe, Allahü teâlâdan başka olan şeylere alâka ve bağlılık azalır. Bu hâlin meydana gelmesine, yokluk ve kendinden geçme denir. Bu alâka ve bağlılığın azala azala yok olması hâlinde de, Allahü teâlâdan başka hiçbir şeyin sevgisi kalmaz, işte bu hâle de fenâ denir.
Kalbe gelen vesveselerden kurtulmaya çalışarak tövbe ve istiğfar edip zikre devam etmelidir. Hiç gaflette bulunmamalıdır. Bir ân için gaflet gelecek olsa bile, hemen kendini toparlayıp, gafleti gidermelidir. Yolda yürümekte, alış-veriş etmekte, yemekte, içmekte, yatmakta, uyumakta, hep gafleti terkedip, kalbi uyanık tutmalıdır. Bu hâller kendiliğinden hâsıl oluncaya kadar böyle uğraşmalı, her işi Allahü teâlâ için yapmaya gayret etmelidir. Böylece yapılan her iş, her hareket, zikr olur ve insan gafletten kurtulur.”
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Reşehât ayn-ül-hayât (Arabî) sh. 75
2) Reşehât ayn-ül-hayât (Osmanlıca) sh. 138