Tefsîr, fıkıh, hadîs ve lügat âlimi. İsmi, Muhammed bin Ya’kûb bin Muhammed bin İbrâhim’dir. Künyesi Ebû Tâhir olup, lakabı Mecdüddîn’dir. Fîrûz Âbâdî nisbetiyle meşhûr olmuştur. Soyu Hazreti Ebû Bekr Sıddîk’a kadar ulaşmaktadır. 729 (m. 1329) senesinde İran’ın Şîrâz civarında bulunan Fîrûz Âbâd’daki Kazarûn kasabasında doğdu. 816 (m. 1414) senesinde Yemen’de, Zebîd kadısı iken vefât etti. Oradaki Şeyh İsmâil Cibriti’nin türbesine defnedildi.
Çocukluğu, memleketi olan Fîrûz Âbâd’da geçen Fîrûz Âbâdî, yedi yaşındayken Kur’ân-ı kerîmi ezberledi ve güzel yazı yazmayı öğrendi. Sekiz yaşına geldiği zaman Şîrâz’a gidip, orada babasından ve Abdullah bin Mahmûd bin Necm’den lügat ilmini ve edebî ilimleri tahsil etti. Daha sonra Vâsıt’a giden Fîrûz Âbâdî, orada da Ebû Abdullah Muhammed bin Yûsuf el-Ensârî’den Sahîh-i Buhârî’yi ve Şihâb Ahmed bin Ali ed-Dîvânî’den Kırâat-i aşereyi okudu. Bağdad’da Tâcüddîn es-Sübkî ve Serrâc Ömer bin Ali el-Kazvînî’den çeşitli ilimleri okuyup öğrendi. Sagânî’nin “Meşârih”ini; Muhammed bin Akûlî, Nasrullah bin Muhammed bin es-Seketî ve Bağdad kadısı ve Nizamiye Medresesi müderrisi Şerefüddîn Abdullah el-Bektaş’dan okudu.
Daha sonra Dımeşk’a giderek, Takıyyüddîn Sübkî, İbn-ül-Habbâz, Muhammed bin İsmâil bin el-Hamevî, Ahmed bin Abdürrahmân el-Merdâvî, Ahmed bin Muzaffer en-Nablûsî gibi birçok zâtların derslerini dinleyip, istifâde etti. Ba’lebek, Hama, Humus, Haleb ve Kudüs gibi yerleri gezip, oralarda ilim meclislerinde bulundu. Kudüs’de; Alaî, Beyânî, Takıyyüddîn Kalkaşandî, Şems-üs-Süûdî gibi âlimlerden ilim tahsil etti. Kudüs’de on sene kadar kalıp, çeşitli medreselerde müderrislik yaptı. Onun şöhreti ve fazileti her tarafta duyuldu. Ondan ilim tahsil etmek üzere gelenler çoğaldı. Kâhire’ye gidip, Behâ bin Akîl, Cemâlüddîn Esnevî ve İbn-i Hişam’la karşılaşıp ilmî mütâlâalarda bulundu. İzzüddîn bin Cemâ’a, Kalanisî, Muzafferüddîn Attâr, Nâsırüddîn Tûsî, Nâsırüddîn el-Fârikî, İbn-i Nübâte, Ahmed bin Muhammed el-Cezâiri gibi zâtlardan hadîs dinledi. Hadîs dinlemeye, öğrenmeye karşı çok arzu ve istek duyardı. Sahîh-i Buhârî’yi; Ezher Medresesi’nde Nâsırüddîn Muhammed İbni Ebü’l-Kâsım’dan, Sahîh-i Müslim’i; Mescid-i Aksâ’da, Beyânî’den ve Şam’da, Nâsırüddîn Ebû Abdullah Muhammed bin Cehbel’den okudu. Sahîh-i Müslim’in bir kısmını, Mescid-i Haram’da Ka’be-i muazzamanın yanında, Cemâlüddîn Ebû Abdullah Muhammed bin Ahmed Abdülmu’tî’den okudu. Sünen-i Ebû Davud’u; Ebû Hafs Ömer bin Osman’dan, Ebû İshâk İbrâhim bin Muhammed bin Yûnus bin Kavas’dan, Sünen-i Tirmizî’yi; Necmüddîn Ebû Muhammed el-Bârizî’den, dinledi. Fîrûz Âbâdî, Sahîh-i Müslim’i çok aramasına rağmen elde edememişti. Şam’a uğradığında, Sahîh-i Müslim kitabını medresede gördü. Bir müddet emânet olarak vermesi için müderrisden kitabı istedi. Tek nüsha olması sebebiyle dışarıya verilemiyeceğini belirten müderris, kitabı medresede mütâlâa edebileceğini söyledi. Tam sekiz gün, sabahtan akşama kadar sekiz cild olan Sahîh-i müslimi mütâlâa ederek hatmeden Fîrûz Âbâdî’ye, müderris; “Bir defa okumakla sâdece bâb ve konularının öğrenilebileceğini belirtti ve bunu ezberlemek gerekir” dedi. Bunun üzerine Şeyh Mecdüddîn Fîrûz Âbâdî, müderrise; “Benimle meşgûl olabilir misin?” dedi. Müderris memnuniyetle meşgûl olacağını belirtti. “O zaman kitabı açıp beni dinleyin, ezberleyebildiğimi okuyayım” dedi. Müderris dinledi ve sekiz cildinin de ezberlenmiş olduğunu görünce şaşırıp; “Böyle bir zekâ ve hafızanın karşısında durulmaz” dedi.
Daha sonra Mekke-i mükerremeye gidip; Ziya Halîl-ül-Mâlikî, Yâfiî, Takıyyüddîn Harazî, Nûreddîn el-Kastalânî gibi zâtların derslerinde ve sohbet meclislerinde bulundu. Doğu ve batı memleketlerini, Rum ve Hind diyarlarını gezdi. Genç yaşında ismi ve şöhreti bütün dünyâya yayıldı. Gezdiği yerlerde birçok âlim ve faziletli kimselerle karşılaştı ve onlardan çok istifâde etti.
Anadolu’ya gelip, Yıldırım Bâyezîd ve Timur Hân ile tanışıp, onların iltifâtlarına ve ikrâmlarına kavuştu. Tebrîz Sultânı Şah Mensûr bin Şüca’, Mısır Sultânı Eşref, Bağdad Sultânı İbn-i Uveys, Fîrûz Âbâdî’yi da’vet etmişler, onunla sohbetlerde bulunmuş ve birçok iltifâtlarda bulunmuşlardır. Hac için defalarca Mekke-i mükerremeye gitti. Bir defasında 796 (m. 1394) senesinde Yemen’e gitti. Sultan Şeyh Melik Eşref İsmâil, bu büyük âlimi sarayına da’vet etti. Ona çok ikram ve iltifâtta bulundu. Ona hediyeler ihsân etti. Kızıyla evlendirdi. Böylece Fîrûz Âbâdî yirmi sene Yemen’de kaldı. Melik Eşref İsmâil’in himâyesinde ilim yaymaya devam etti. Ondan çok kimseler istifâde etti. Birçok eserler yazıp, Melik Eşref İsmâil’e bir tabak üzerinde takdim ederdi. Sultan, o tabağı altınlarla doldurarak iltifâtta bulunurdu. Yemen kadısı Cemâlüddîn er-Rûmî vefât ettikten sonra onu Zebîd kadılığına ta’yin etti.
Yemen’de bulunduğu sırada da, hac ibâdeti için defalarca Mekke-i mükerremeye gitti. Medîne-i münevverede mücavir olarak kaldı. Tâif ve başka beldeleri gezip, oradaki âlimlerle ve faziletli kimselerle sohbetlerde bulundu.
Yemen Emîri Eşref İsmâil, her sene Ravda-i mutahheraya, Resûlullah efendimize (s.a.v.) selâm ve ta’zimin tebliği için bir kişi gönderir idi. Bu kişiye Berid ismi verilirdi. Şeyh Mecdüddîn Fîrûz Âbâdî hacca niyet edince, Beridlik vazîfesinin kendisine verilmesini istiyen şu mektûbu Emîr Eşref İsmâil’e yazdı. “Gelmiş geçmiş halîfelerin âdetlerinden biri de, selâmlarının, Peygamberlerin efendisi Hazreti Muhammed efendimize (s.a.v.) tebliğ etmek üzere hac mevsiminde bir Berid göndermektir. Bu yıl o Berid ben olmak istiyorum. Allahü teâlâ beni size feda kılsın, bu isteğimi kabûl buyurun. Çünkü ben, bu şerefli hizmetten başka ne bir şey istiyor, ne de arzu ediyorum.”
Emîr Eşref İsmâil de, kendi el yazısıyla şu cevâbı yazdı: “Sizin bu teklifiniz öylesine memnun edicidir ki, bunu dil ile ifâde etmek veya kalem ile yazmak mümkün değildir. Sen, şüphesiz ki bununla bize Allah için sanki bir ömür bağışladın yâ Mecdüddîn! Hiçbir şüphe kabûl etmiyen kesin bir yemînle diyorum ki: Dünyâdan ve bütün ni’metlerden ayrılmayı isterim, ama senden ayrılmayı asla istemem.”
Takıyyüddîn el-Fâsî onun hakkında; “Onun çok güzel şiiri ve nesri vardı. Onun güzel şiirlerini dinlemek için çok kimse toplanırdı. Çok sür’atli yazı yazardı. Hâfızası çok kuvvetliydi. Hattâ o; “Hergün ikiyüz satır ezberlemeden yattığım vâki değildir” derdi. Mekke-i mükerremede Safa tepesinde bulunan evini medrese yapmıştı” dedi.
Hayâtını ilim öğrenmek ve öğretmek yolunda sarf eden Mecdüddîn Fîrûz Âbâdî, lügat, tefsîr, hadîs ve edebî ilimlere âit kırktan fazla eser yazdı. Bunların en önemlisi, eserin adı anılınca, Fîrûz Âbâdî’nin akla geldiği “Kâmûs-ül-Muhît vel-Kâbûs-ül-Vesît” adlı, benzeri yazılmamış olan lügat kitabıdır. “El-Lâmi-ül-muallim-ül-îcâb el-Câmi’u beyn-el-muhkem-i vel-abâd” adında altmış cildlik eseri Fîrûz Âbâdî kısaltıp, iki cild hâline getirmiştir. Bu eseri Âsım Efendi Türkçeye tercüme etmiş, el-Okyanus el-Basît fî tercümet-ül-Kâmûs el-Muhît adıyla İstanbul’da basılmıştır. Bu kıymetli eserinden başka, ba’zı eserleri ise şunlardır: 1- Tenvîr-ül-Mikbas fî tefsîr-i İbn-i Abbâs, 2-Ed-Dürr-ün-Nâzım-ül-mürşid ilâ makâsıd-il-Kur’ân-il-a’zîm, 3- Şerhu Kutbet-ül-haşşâf fî şerh-i Hutbet-il-Keşşâf, 4- Şevârik-ül-esrâr-il-âliyyeti şerh-i Meşârik-ül-envâriyye, 5-Minah-ül-Bârî fî şerh-i Sahîh-il-Buhârî (Yirmi cilddir.), 6- El-Îsâd bil Esâd ilâ Rutbet-il-ictihâd, 7- Uddet-ül-ahkâm fî şerh-i Umdet-ül-Hukkâm, 8- Tehyid-ül-Gâram ilel-beled-il-haram, 9-Ravdât-ün-Nâzır fî derecet-i Şeyh Abdülkâdir, 10-El-Vefiyye fî Tabakât-il-Hânefiyye, 11- Kitâb-üs-salât.
Kitâb-üs-salât adlı eserinden ba’zı bölümler:
Peygamber efendimize (s.a.v.) salât okumanın fazileti: Allahü teâlâ, Ahzâb sûresinin ellialtıncı âyet-i kerîmesinde meâlen; “Gerçekten Allah ve melekleri, peygambere salât ederler (Şeref ve şânını yüceltirler). Ey îmân edenler! Siz de ona salât edin ve gönülden teslim olun” buyuruyor.
Evs bin Evs’in rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte, Resûl-i ekrem (s.a.v.) buyurdu ki: “En faziletli gün, Cum’a günüdür. Allahü teâlâ, Âdem aleyhisselâmı Cum’a günü yarattı. Kıyâmet, Cum’a günü kopar. Cum’a günleri bana çok selâvat okuyunuz! Bunlar bana bildirilir.” Bunun üzerine Eshâb-ı Kirâm; “Öldükten sonra da bildirilir mi?” diye sorduklarında; “Toprak, Peygamberlerin vücûdunu çürütmez. Bir mü’min bana salevât okuyunca, bir melek bana haber vererek, ümmetinden falan oğlu filân sana selâm söyledi ve duâ etti, der” buyurdu.
Hazreti Ali’nin rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte; “Bahil (cimri), yanında anıldığım hâlde bana salât okumayandır” buyurdu.
Ebû Hüreyre (r.a.) buyurdu ki: “Unutmaktan korkan kimse, Resûlullaha (s.a.v.) çok salât okusun.”
Şöyle anlatılır: Bir zât, Kâğıdı diye tanınan Ebû Câ’fer’i vefâtından sonra rü’yâsında gördü. Kâğıdî’ye; “Allahü teâlâ sana nasıl muâmele etti?” diye sorunca; “Allahü teâlâ, bana merhamet ve beni mağfiret eyledi” dedi. Sebebi sorulunca, şöyle cevap verdi: “Ben. Allahü teâlânın huzûrunda durduruldum. Allahü teâlânın emri üzerine melekler, günahlarımı ve Resûlullaha (s.a.v.) okuduğum salâtları hesapladılar. Okuduğum salâtları, günahlarımdan daha çok buldular. Bunun üzerine Allahü teâlâ, meleklere; “Ey meleklerim! Onu hesaba çekmeyin, onu Cennetime götürün” buyurdu.
Muhammed bin Sa’îd bin Mutarrif (r.a.) anlattı: Her gece yatağıma girdiğim zaman, muayyen miktarda Resûlullah efendimize (s.a.v.) salât okurdum. Yine bir gece Resûlullah efendimize (s.a.v.) salât okudum, o sırada uykum geldi ve uyudum. Rü’yâmda, Resûlullah efendimizi (s.a.v.) gördüm. Oda kapısından teşrîf buyurunca, odanın içerisi aydınlanıverdi. Sonra bana; “Gel, bana çok salât okuyan o ağzını öpeyim” buyurdu. Bir müddet sonra uyandığımda, odada misk kokusunun yayıldığını gördüm.”
Huzeyfe (r.a.) buyurdu ki: “Bir kimse Resûlullah efendimize salât okuyunca, o salâtın bereketi, salâtı okuyan o şahsa, oğluna ve torununa ulaşır.”
İklîşî (r.a.) anlattı: “İmâm-ı Şiblî, Ebû Bekr bin Mücâhid’in yanına gelmişti. Ebû Bekr bin Mücâhid yerinden kalkıp, İmâm-ı Şiblî’ye sarıldı ve onu iki gözü arasından öptü. Ben, Ebû Bekr bin Mücâhid’e; “Efendim! Sen Şiblî’ye niçin böyle yapıyorsun? Hâlbuki Bağdad’da ona mecnun diyorlar. Siz de böyle söylerdiniz” dedim. Bunun üzerine Ebû Bekr bin Mücâhid (r.a.) şöyle buyurdu: Ben, Resûlullah efendimiz ona öyle yaptığı için böyle yaptım. Çünkü Resûlullah efendimizi rü’yâda gördüm. Şiblî’nin yanına varıp, onu iki gözünün arasından öptü. O sırada ben; “Yâ Resûlallah, Şiblî’ye niçin böyle yapıyorsunuz, ona böyle muâmelede bulunuyorsunuz?” diye suâl edince, Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: “Evet, ona böyle yaptım. Çünkü o, namazdan sonra Tevbe sûresi yüzyirmisekizinci âyet-i kerîmesini, ondan sonra da bana salevât okuyor” buyurdu.
İmâm-ı Şiblî (r.a.) anlattı: Komşularımdan birisi vefât etmişti. Rü’yâmda onu gördüm. Allahü teâlânın ona nasıl muâmele ettiğini sordum. Bana şöyle dedi: “Ey Şiblî! Başıma çok korkulu işler geldi. Hesaba çekilip suâl sorulurken çok sıkıntı çektim. Kendi kendime; bu sıkıntı ve musibet bana nereden geldi? Hâlbuki ben, müslüman olarak rûhumu teslim ettim diye düşünürken, bana şöyle dendi: “Bu sıkıntı ve musibet, dünyâda iken dilini ihmâl etmen sebebiyledir.” Bu sırada Münker ve Nekîr ismindeki melekler bana doğru gelirken, onlarla benim arama, hoş kokulu, yakışıklı bir şahıs girdi. Ona kim olduğunu sorunca, bana şöyle dedi: Senin dünyâda iken, Resûlullaha (s.a.v.) okumuş olduğun çok salâttan yaratıldım. Her sıkıntıda sana yardım etmekle emrolundum.”
Muhammed bin Saffâr anlattı: “Ebû Abbâs Ahmed bin Mensûr vefât edince, birisi babama geldi ve; “Dün gece rü’yâmda Ebû Abbâs Ahmed bin Mensûr’u gördüm. Şîrâz Câmii’nde mihrâbda duruyordu. Üzerinde güzel bir elbise vardı. Ona; “Allahü teâlâ sana nasıl muâmele etti?” diye sorunca; “Allahü teâlâ beni af ve mağfiret etti. Beni Cennetine koydu” dedi. Buna nasıl kavuştuğunu sorunca; “Dünyâda iken Resûl-i ekreme (s.a.v.) çok salevât okumam sebebiyle” dedi.” Hâfız Reşidüddîn anlattı: “Mısır’da Ebû Sa’îd Hayyat diye anılan sâlih bir zât vardı, insanların meclislerine karışmaz, buralara gelmezdi. Fakat İbn-i Reşîk ismindeki zâtın meclisine devam ederdi. İnsanlar, ona bunun sebebini sorduklarında şöyle cevap verdi: “Rü’yâmda Resûlullah efendimizi (s.a.v.) gördüm. Bana; “İbn-i Reşîk’in meclisine git. Çünkü o, meclisinde bana çok salevât okuyor” buyurdu.
Resûlullahı (s.a.v.) sevmek: Resûlullahın (s.a.v.) sevgisi, Allah yolunda kılıç ile muharebe etmekten daha üstündür. Resûlullahı (s.a.v.) sevmek, bu sevginin hakkını yerine getirmek, Resûlullaha (s.a.v.) ta’zimde bulunmak, îmânın şu’belerinin en büyüklerindendir.
Ebû Hafs Ömer bin Hüseyn Semerkândî’nin “Revnek-ül-mecâlis” adlı kitabında şöyle anlatılır: “Belh şehrinde, malı çok, zengin bir tüccâr ve iki tane de oğlu vardı. Bu tüccâr, bir müddet sonra vefât etti. Oğulları, malları aralarında taksim ettiler. Kalan mîrâs arasında, Resûlullah efendimizin (s.a.v.) üç tane mübârek kılları vardı, iki oğul, bunlardan birer tane alınca, geriye bir tane kaldı. Bunun üzerine büyük oğul; “O kalan bir kılı ikiye bölelim” dedi. Küçüğü; “Hayır, o, Resûlullah efendimize (s.a.v.) âit mübâret bir kıldır. Onu asla kesip ikiye bölemeyiz” dedi. Büyük kardeş; “Öyleyse Resûlullahın (s.a.v.) bu üç mübârek kılını sen al. Onlara karşılık malların hepsini de ben alayım” dedi. Küçük kardeş bunu kabûl etti. Resûlullah efendimize (s.a.v.) âit mübârek kılları alıp, kendisine düşen malların hepsini kardeşine verdi. Ne zaman Resûlullah efendimizin (s.a.v.) o mübârek kıllarını görse, Resûlullaha (s.a.v.) salât okurdu. Günler sonra, büyük kardeşin malı bitti. Küçük kardeşin malı ise çoğaldı. Bir müddet sonra küçük kardeş de vefât etti. Sâlih zâtlardan birisi, Resûlullahı (s.a.v.) rü’yâsında gördü. Resûlullah efendimiz (s.a.v), o zâta şöyle buyurdu: “İnsanlara söyle, Allahü teâlâdan bir dileği olan falancanın kabrine gitsin.” O günden sonra insanlar, o küçük kardeşin kabrini ziyâret etmeğe başladılar. Hattâ büyük zâtlar, onun kabrinin yanından geçerken; “İşte bu kişi, Resûlullaha (s.a.v.) salevât okumanın ve O’nu sevmenin bereketi ile yükseldi” derlerdi.
Cum’a gecesi Resûlullaha (s.a.v.) salât okumanın fazileti:
Zeyd bin Vehb anlattı: İbn-i Mes’ûd (r.a.) buyurdu ki: “Ey Zeyd bin Vehb! Cum’a gecesi olunca, Resûlullaha (s.a.v.) bin kere salât okumayı terketme.”
Ebû Abdürrahmân Magribî anlattı: Bana şöyle bir haber ulaştı: Hallâd bin Kesîr, son nefeslerinde bulunuyordu. Başının altında, “Bu, Hallâd bin Kesîr için Cehennemden berâttır” diye yazılı bir kâğıt bulundu. Bunun üzerine çoluk-çocuğuna, o ne amel işledi diye sorulunca, onlar; “O, Resûlullah efendimize her Cum’a gecesi bin defa “Allahümme salli alâ Muhammedinin-nebiyyil ümmiyyi” diye salât okurdu” dediler.
Ca’fer-i Sâdık (r.a.) buyurdu ki: “Perşembe günü ikindi vakti olunca, Allahü teâlâ, gökten yere meleklerini indirir. Meleklerin yanında gümüşten sahîfeler ve ellerinde altından kalemler vardır. Ertesi gün güneş batıncaya kadar, Resûlullaha (s.a.v.) okunan salevâtları yazarlar.”
Abdullah bin Meysere el-Kavârîri anlattı: “Kâtiplik yapan bir komşum vefât etmişti. Onu rü’yâmda gördüm. “Allahü teâlâ sana nasıl muâmele etti?” diye sorunca; “Allahü teâlâ beni af ve mağfiret etti” dedi. Sebebini sorunca; “Ben ne zaman Nebî kelimesini yazsam, ondan sonra da mutlaka “sallallahü aleyhi ve sellem” de yazardım” dedi.
Muhammed bin Süleymân anlattı: Vefât ettikten sonra, rü’yâmda babamı gördüm. “Babacığım! Allahü teâlâ sana ne muâmelede bulundu?” diye sorduğumda; “Allahü teâlâ beni affetti” dedi. “Ne sebeple affetti” diye sorunca; “Resûlullah efendimizin (s.a.v.) bahsi geçtikçe, “sallallahü aleyhi ve sellem” yazardım” dedi.
İbn-i Salâh (r.a.) şöyle buyurdu: Resûlullah efendimizin (s.a.v.) bahsi geçince, salât ve selâm söylemeye devam etmeli, çok tekrar etmekten bıkmamalı ve usanmamalıdır. Çünkü bunda, hadîs-i şerîf talebeleri, hadîs-i şerîf ezberleyenler ve hadîs-i şerîf yazanlar için pek büyük fâideler vardır. Bundan gâfil olan kimse, büyük bir nasîbden mahrûm kalır.”
Allahü teâlânın ism-i şerîfi geçince de, “celle celâlühü” gibi ta’zim ifâdelerini söylemek gerekir.
Hasen bin Ali Attâr şöyle anlattı: “Ebû Tâhir Muhlis’e, Mekke-i mükerremede birşeyler yazdırmıştım. Yazdıklarına baktığımda, Resûlullah efendimizin ism-i şerîfleri geçtikçe, “sallallahü aleyhi ve sellem kesîran kesîran” diye yazıyordu. Niçin böyle yaptığını ona sordum. Bana şöyle dedi: “Ben gençliğimde hadîs-i şerîf yazarken, Resûlullah efendimizin mübârek ismi geçtikçe, “sallallahü aleyhi ve sellem” yazmazdım. Bir gece rü’yâmda Resûlullah efendimizi (s.a.v.) gördüm. Resûlullahın (s.a.v.) huzûruna varıp selâm verdiğimde, mübârek yüzünü benden çevirdi. Ben ikinci defa diğer taraftan Resûlullaha doğru yöneldiğimde, yine mübârek yüzünü benden çevirdi. Üçüncü defa da Resûlullah (s.a.v.) benden mübârek yüzünü çevirince; “Yâ Resûlallah! Niçin mübârek yüzünü benden çeviriyorsun?” dedim. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu. “Sen yazarken, benim ismimi yazıyorsun da, bana salât okumuyorsun.” işte o vakitten beri, ne zaman Resûlullahın (s.a.v) ism-i şerîfi geçse, salât ve selâm okurum ve kesîran kesîran, derim.”
Hamza el-Kettânî anlattı: “Hadîs-i şerîf yazarken, “sallallahü aleyhi’yi yazdım. Fakat “ve sellem”i yazmadım. Birgün rü’yâmda Resûlullah efendimizi (s.a.v.) gördüm. Bana; “Sana ne oluyor ki, bana salâtı tamamlamıyorsun?” buyurdu. O günden sonra, “sallallahü aleyhi ve sellem” diye yazmaya başladım.”
Hadîs âlimlerinden Süleymân Harrânî şöyle anlattı: Resûlullahı (s.a.v.) rü’yâmda gördüm. Bana; “Ey Süleymân! Hadîs-i şerîfte beni zikrettiğin zaman “sallallahü aleyhi” diyorsun, fakat “ve sellem”i söylemiyorsun. Hâlbuki “ve sellem” dört harftir, her harfe kırk sevâb vardır. Sen ise kırk tane sevâbı terkediyorsun” buyurdu. O günden sonra ikisini birlikte söylemeye başladım.
İbrâhim Nesefî anlattı: “Resûlullahı (s.a.v.) rü’yâmda gördüm. Tebessüm buyurmuyorlardı. Ben, Resûlullahın (s.a.v.) mübârek elini öptüm ve; “Yâ Resûlallah! Ben hadîs ehlinden ve Ehl-i sünnet ve cemâattenim. Ben, garip birisiyim” dedim. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.v.) bana tebessüm buyurdu ve; “Bana salât okuduğun zaman, niçin selâm da okumuyorsun?” buyurdu. Uyandıktan sonra, “Sallallahü aleyhi” dedikten sonra “ve sellem”i de yazdım.
Muhammed bin Kirmânî anlattı: Ebû Ali bin Şâzan’ın yanında bulunuyorduk. Bu sırada yanımıza tanımadığımız bir genç girdi. Bize selâm verdi. “Ebû Ali bin Şâzan hanginiz oluyorsunuz?” dedi. Beni işâret ettiler. Bunun üzerine o genç bana; “Resûlullahı (s.a.v.) rü’yâmda gördüm. Bana Ebû Ali bin Şâzan’ı bul. Onunla buluştuğunuz zaman ona selâmımı söyle buyurdu” dedi. Sonra dönüp gitti. Bunun üzerine Ebû Ali bin Şâzan ağladı. “Resûlullah efendimizin (s.a.v.) bu iltifâtına kavuşmamı, hadîs-i şerîf okurken, Resûlullahın (s.a.v.) isminin her geçmesinden sonra, Resûlullaha (s.a.v.) salât ve selâm okumamdan biliyorum” dedi.
Kâdı Iyâd’ın naklettiğine göre; bir kimse, Resûlullah efendimizden (s.a.v.) bizzat bahsettiği veya yanında Resûlullah (s.a.v.) anıldığı zaman, her mü’minin, Resûlullah efendimize (s.a.v.) hürmet göstermesi, hareket hâlinden sükûn hâline geçmesi, sanki hayatta iken Resûlullahın (s.a.v.) huzûrunda imiş gibi durması lâzımdır. Bu, Selef-i sâlihînin ve din büyüklerimizin âdetidir.
İmâm-ı Mâlik’in yanında Resûlullah (s.a.v.) anıldığı zaman, rengi değişir ve iyice ezilirdi. Bu durum, orada bulunanlara ağır gelirdi. Birgün ona bu husûs söylenince şöyle dedi: “Eğer siz benim gördüğümü görseydiniz, benim bu hâlimi hoş karşılardınız. Ben Muhammed bin Münkedir’i gördüm. O, hafızların seyyidi idi. Ona ne zaman bir hadîs-i şerîf sorulsa, ağlamağa başlardı.
Ca’fer bin Muhammed, güleryüzlü bir zât idi. Yanında Resûlullah (s.a.v.) anıldığı zaman, yüzü sararırdı. O, Resûlullahtan (s.a.v.) bahsettiği zaman abdestli olurdu.
Nehâî (r.a.) buyurdu ki: “Mescidde kimse olmadığı zaman; “Esselâmü alâ Resûlillah” de! Evde kimse olmadığı zaman; “Esselâmü aleynâ ve alâ ibâdillahissâlihîn” de.”
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Mu’cem-ül-müellifîn cild-12, sh. 118
2) Ed-Dav-ül-lâmi’ cild-10, sh. 79
3) Bugyet-ül-vuât cild-1, sh. 273
4) Şezerât-üz-zeheb cild-7, sh. 280
5) Miftâh-üs-se’âde cild-1, sh. 103
6) Şakâyık-ı Nu’mâniyye tercümesi (Mecdî Efendi) sh. 54
7) Esmâ-ül-müellifîn cild-2, sh. 180
8) Keşf-üz-zünûn cild-1, sh. 14, 90, 344, 594, 920 cild-2, sh. 1585, 1688, 1816, 1916
9) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 1007
10) Ahlward; Verzeichniss der arabischen Handschriften cild-5, sh. 254
11) Brockelmann Sup-2, sh. 234
12) Kitâb-üs-salât; Süleymâniye Kütüphânesi Es’ad Efendi No: 325