Endülüs’de bulunan İşbîliyye şehrinde yetişen İslâm âlimlerinin büyüklerinden. İsmi, Selâm bin Abdullah bin Selâm el-Bâhilî el-İşbîlî el-Endülüsî olup, künyesi Ebû Abdullah ve Ebü’l-Hasen’dir. Bâhilî ve Ebü’l-Hasen İşbîlî diye tanınmıştır.
Hayâtı hakkında kaynak eserlerde fazla malûmat bulunamıyan Bâhilî’nin doğum ve vefât târihleri de tesbit edilememiştir. 839 (m. 1435) senesinden sonra vefât ettiği bilinmektedir.
Bilhassa ahlâkî ve edebî ilimlerde âlim olan Bâhilî, “Ez-Zehâir vel-alâk fî edeb-in nüfûsi ve mekârim-il-ahlâk” isimli meşhûr eserin sahibidir. 839 (m. 1435) senesi Zilka’de ayında tamamladığı bu kitabından, ba’zı kısımlar özetlenerek aşağı yazılmıştır.
Gıybet: En zemmedilen (kötülenen) iş, en çirkin söz, en kötü bir huy, çetin azâba sebeb olan bir hâldir. Hasede, azgınlık ve taşkınlığa delâlet eder. Gıybet, nemîmenin (söz taşımanın) girdiği yere girer. Kin ve musibetin habercisidir. Allahü teâlâ gıybeti ölü eti yemekle beraber kıldı. Hucurât sûresi 12. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Müslümanların ayıp ve kusurlarını araştırmayın. Birbirinizi gıybet etmeyin. Sizden biriniz, hiç ölü kardeşinin etini yemeyi ister mi? Bundan tiksindiniz (değil mi?) O hâlde (Gıybet etmekte) Allahtan korkun...” buyuruldu.
Resûlullah efendimize, gıybetin ne olduğu suâl edildiğinde buyurdu ki: “Kardeşin hakkında onun hoşlanmadığı şeyi söylemendir. Onun hakkında söylediğin bu söz doğru ise, gıybet etmiş olursun. Söylediğin söz yalan ise iftira etmiş olursun.”
Başka bir hadîs-i şerîfte de; “Üç kimse vardır ki, onlar hakkında konuşmak gıybet olmaz. Zâlim idâreci, içki içen kimse ve yaptığı kötülüğü ilân eden kimse” buyuruldu.
Allahü teâlâdan haya etmeyen açıktan günah işleyen, yaptığı kötülükleri insanlardan gizlemiyen bir kimse, haya perdelerini yırtmıştır. Artık kendisine hüsn-i zan edilmek durumundan çıkmış, kötülük işlediği kesin bir hâl almıştır.
Büyüklerden birisi buyurdu ki: “Gıybetten çok sakın. O öyle kötü bir iştir ki, ona izin yoktur.”
Edîblerden birisi oğluna dedi ki: “Ey oğlum. Yalan olmasa bile gıybet etme! Doğru söylemiş olsan bile, konuşmanı kötü yapmış olursun. Eğer yalan konuşursan, birçok kötülüğü bir araya getirmiş olursun.”
Hikmet sahipleri demişlerdir ki: “Ekmeğini insanların etleriyle (Gıybet ederek) yiyen kimse, kendini ma’nevî kirlerden korumamış olur. Selef-i sâlihînden ba’zısı, abdesti bozulunca hemen abdest aldığı gibi, ağızından gıybet olan bir söz kaçırmış olsa, hemen abdestini tazelerdi. Yine onlardan ba’zıları oruçlu iken gıybet etmiş olsalar, o günkü oruçlarını kaza ederlerdi. Fıkhî bakımdan, gıybet yapılınca tekrar abdest almak veya orucu kaza etmek lâzım olmadığı hâlde, o büyükler, emirlere bağlılıktaki yükseklikleri, günahlardan son derece kaçınmaları ve gıybetin çirkinliği sebebiyle böyle yaparlardı.
Hazreti Âişe diyor ki: “Resûlullahın (s.a.v.) yanında, bir kadının uzun olduğunu söyledim. “Ağzında olanı çıkar!” buyurdu. Tükürdüm. Ağzımdan et parçası çıktı.” Allahü teâlâ, sıfatları, özellikleri, cisim şeklinde göstermeye kâdirdir.
Nemime (koğuculuk): Rûhu hasta, tabiatı düşük kimselerin yaptığı nemime de, zemmedilen, kötülenen huylardandır. Haya perdelerini yırtmak, sırları yaymak isteyen bayağı tabiatli kimselerin nefsleri bundan zevk alır. O, korkunç bir hastalıktır. Kanların dökülmesine, hürmet edilen kaidelerin çiğnenmesine, malların elden gitmesine sebep olabilir.
Bir hadîs-i şerîfte; “Nemmâm (söz taşıyan) Cennete giremez” buyuruldu.
Resûlullah efendimiz, Eshâb-ı Kirâma; “Size en kötülerinizi haber vereyim mi?” buyurdu. Onlar da; “Evet haber ver yâ Resûlallah” dediler. Bunun üzerine; “(Onlar) söz taşıyanlar, (böylece) dostlar arasını bozanlardır” buyurdu.
Başka hadîs-i şerîfte de buyuruldu ki: “Kıyâmet gününde Allahü teâlâ katında insanların en kötüsü, şuna bir söz, buna başka bir söz getiren iki yüzlü kimselerdir.”
Kâ’b-ül-Ahbâr (r.a.) buyurdu ki: “Nemîmeden sakınınız. Çünkü nemime yapan kimse, kabir azâbından kurtulamaz.”
Yahyâ bin Eksem (r.a.) buyurdu ki: “Nemmâm, sihir yapandan daha kötüdür. Çünkü sihir yapanın uzun zaman uğraşıp da yapamadığını, nemmâm bir anda yapar.”
Abdullah bin Sâlih Sa’î (r.a) buyurdu ki: “Yakınında bulunan kimseler, nemime yapan kimseyi sevmezler. Uzağında bulunan kimseler de ondan sakınır.”
Denilmiştir ki: “Nemmâm ile münâsebeti olan kimsenin gammı çok olur. Nemîmede insanları birbirlerine karşı tahrik etmek ve gıybet birlikte bulunur. Her nemmâm, aynı zamanda bir mugtâbdır (ya’nî gıybet edicidir).”
Mûsâ aleyhisselâm zamanında kıtlık olmuştu. Kaç defa yağmur duâsına çıkılmışsa da, duâları kabûl edilmedi. Allahü teâlâ, Mûsâ aleyhisselâma vahyedip buyurdu ki: “İçinizde bir koğucu vardır. O aranızda bulunduğu müddetçe duânızı kabûl etmem.” Hazreti Mûsâ; “Yâ Rabbi! Onu bildir, aramızdan çıkaralım” diye arzedince, Allahü teâlâ; “Ey Mûsâ! Ben sizi koğuculuktan men ederken, kendim koğuculuk yapar mıyım?” buyurdu. Bunun üzerine herkes tövbe etti ve yağmur yağdı.
Akıllı ve dirayetli kimseye en çok lâzım olan şeylerden ba’zıları şunlardır: Nemmâmdan korunmak, onunla konuşmaktan sakınmak, onunla beraber olmamak, onun sohbetinden, ona yaklaşmaktan yüz çevirmek, hiçbir zaman ve hiçbir husûsta ona i’timâd etmemek.
Riya: Büyük günahların en büyüklerinden ve en çirkin huylardandır. Riyakâr kimse, dâima sevimsiz, i’tibârsız, utanılacak hâlde, kendisinden hoşlanılmayan ve her hayırdan uzak olan kimsedir. Riya, hayırlı amelleri yok eder. Bütün iyi hâlleri bozar. Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: “Sizde bulunmasından en çok korktuğum şey, şirk-i asgara yakalanmanızdır. Şirk-i asgar, riya demektir.”
Hazreti Ömer bir defasında, Hazreti Mu’âz bin Cebel’i ağlıyor görünce; “Ey Mu’âz! Niçin ağlıyorsun?” diye sordu. O da; “Resûlullahın (s.a.v.); “Azıcık bir riya şirktir” buyurduğunu işitmiştim. (Ona yakalanmak korkusuyla) ağlıyorum.” buyurdu.
İmâm-ı Mücâhid hazretleri, Fâtır sûresi 10. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Kötülükleri tuzak yapanlara gelince, onlara şiddetli bir azap vardır. Bunların yaptıkları tuzak mahvolur gider” şeklinde haber verileri kimselerin, riyakâr kimseler olduğunu bildirmiştir.
Eshâb-ı Kirâmdan birisi, Peygamber efendimize; “Yâ Resûlallah! Kurtuluş hangi şeydedir?” diye suâl edince, buyurdu ki: “Kulun, insanların kendisini beğenmeleri düşüncesinden uzak olarak, Allahü teâlâya itâatta bulunmasıdır.”
Ali bin Ebî Tâlib (r.a.) buyurdu ki: “Riyâkârın dört alâmeti vardır. Yalnız iken tenbeldir. İnsanlarla beraber iken gayretlidir, övüldüğü zaman daha fazla çalışır. Zemmedildiği (kötülendiği) zaman çalışmasını azaltır.”
Hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki: “(Kendisinde) zerre miktarı riya olan ameli, Allahü teâlâ kabûl etmez.”
“Dünyâda riya ile ibâdet edene, kıyâmet günü; “Ey kötü insan! Bugün sana sevâb yoktur. Dünyâda, kimler için ibâdet ettin ise, sevâblarını onlardan iste” denir.”
Abdullah İbni Abbâs (r.anhümâ) buyurdu ki: “Riya öyle bir istihâne (küçümseme, hakîr görme) hâlidir ki, mürâî, riya ile Rabbini istihâne eder. Çünkü riya sahibi, yaptığı amel ile insanlar arasında makam ve mevki sahibi olmayı ve diğer insanlar arasında tercih edilmeyi ister. Bu arzu ile amel yapar. Böyle bir kimse, ameline Allahü teâlâdan başkasını ortak kılan kimse gibidir. Bu yüzden Allahü teâlâ, riyayı şirk ile beraber kıldı.
Fudayl bin Iyâd (r.a.) buyurdu ki: “Eğer bilinmeye, meşhûr olmaya gücün yettiği hâlde tanınmıyorsan bunu yap, buna devam et, bu çok iyidir. Şöhretin zemmedileni (kötüleneni); tanınmayı istemek, şöhrete kavuşabilmek için yollar aramak, sebeblere yapışmaktır. Fakat sen, zorlanmadan, istemeden, arzu etmediğin hâlde, Allahü teâlâ sana ihsân etmiş, seni tanıtmış ise, sen böylece meşhûr olmuş isen, bu şöhret kötülenmemiştir.”
Ucb (ibâdetini beğenmek): Allahü teâlâ, kendisinde ucb bulunan kimseyi sevmez. O kimse, Allahü teâlâ indinde hor ve hakîrdir. Kendisinde ucb bulunan kimse ne zaman yükselse, Allahü teâlâ onu alçaltır. Ucb, kalb hastalıklarının en kötülerinden olup, cehâlet alâmetidir. Taşkınlık ve azgınlığın kaynağıdır. İnsanda kibir meydana getirir. Kendisinde ucb bulunan kimse, sâdece kendisini faziletli görür. Öyle kötü bir huydur ki, birçok kimsenin felâketine sebep olmuştur. Allahü teâlâ ucbu yasakladı. Âlimler; “... Kendinizi temize çıkarmayın. O (Allahü teâlâ), kendinden korkanın kim olduğunu çok iyi bilendir” (Necm-32) meâlindeki âyet-i kerîmede ucbun yasaklandığını bildirmişlerdir.
Resûlullah (s.a.v.), ucbu büyük günahlardan sayarak; “Günah işlemezseniz, daha büyük günâha yakalanmanızdan korkarım. O da ucbdur” buyurdu.
Hazreti Âişe’ye; “İnsan ne zaman isyankâr olur?” diye suâl edildiğinde; “Kendisini muhsin (iyilik edici, sevâb işleyici) zannettiği zaman” buyurdu.
Hakim zâtlardan biri buyurdu ki: “Sahibine hased ettirmeyen ni’met tevâzu, sahibine merhamet ettirmeyen belâ ve musibet de ucbudur.”
Hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki: “Ateş odunu yiyip bitirdiği gibi, ucb da iyilikleri yer.”
“Tevâzu, kulun yüksekliğini arttırır. Öyleyse mütevâzi olunuz ki, Allahü teâlâ da sizi yükseltsin. Af, kulun izzetini arttırır, öyleyse affedici olunuz ki, Allahü teâlâ sizi azîz kılsın. Sadaka, malı çoğaltır, öyleyse sadaka veriniz ki, Allahü teâlâ sizi ganî (zengin) eylesin.”
Ba’zıları Hazreti Ebû Bekr’i medhettikleri zaman, O, Allahü teâlâya şöyle yalvarırdı: “Ey Allahım! Sen, beni benden daha iyi biliyorsun. Ben de kendimi, onlardan (beni medhedenlerden) daha iyi biliyorum. Allahım, beni, onların zannettiklerinden daha iyi eyle. Onların bilmediği hatâ ve kusurlarımı affeyle. Beni, onların söyledikleri ile muaheze eyleme. Ya’nî bana; “İnsanlar senin hakkında böyle güzel şeyler düşünüp seni medhettikleri hâlde, sen şu kabahatleri işledin” diyerek beni cezalandırma.”
Hikmet sahibi zâtlar buyurdular ki: “Üç şeyden uzak olan, üç şeye nail olur. Aç gözlülükten uzak olan, zenginliğe kavuşur. Cimrilikten uzak olan, şerefe kavuşur. Kibirden uzak olan, kerâmete kavuşur.”
Kendisini ve ibâdetlerini beğenen kimse, kendi kusur ve kabahatlerini göremez. Kendisini medhedenlerin yaltaklanma ve yalanlarından lezzet alır. Çünkü medh, ucb sebeplerinin kuvvetlilerinden ve kibir sebeblerinin şiddetlilerindendir.
Ucb sahibi, çirkin olan işlerini güzel, hatâlarını doğru görür. Bu da, kendisi için lâyık olmayan şeyleri lâyık görmesine sebep olur. Hiç lâyık olmadığı fazilet ve meziyetlere kendisini lâyık ve münâsip görmeye başlar ki, bu da onun kendi aklına göre hareket etmesine, meşvereti, istişâreyi terk etmesine sebep olur. Neticede, her zaman aldanır ve yanılır. Kendisinden daha iyi bilen ve basiret sahibi olana sormaktan sakınır. Kendisinden daha kuvvetli olandan yardım istemekten çekinir. Kendisini çok büyük ve yüksek, başkalarını ise çok küçük ve aşağı görür. İblîs’in ebedi mel’ûn olmasına sebep, böyle düşünmesi olmuştur. Nitekim İblîs, kendisini üstün görerek, Allahü teâlâya i’tirâz edip; “Ben Âdem’den daha üstünüm. Beni ateşten, onu ise topraktan yarattın” dedi. Bu ise, sonsuz felâketine sebep oldu. İblîs’in işlediği günâhı (ucbu) işlemekten ve Allahü teâlâya isyan husûsunda İblîs ile yarış edenlerden Allahü teâlâya sığınırız.
Dinin emirlerine çok bağlı olup, akıl, takvâ ve yakîn sahipleri kemâl mertebesinde oldukları hâlde, kendilerini dâima hatalı ve kusurlu bilmişler, bozuk düşüncelerden uzak oldukları hâlde, dâima kendi düşüncelerini değersiz görmüşlerdir. Dâima meşverete müracaat etmişler, tevâzuyu yükseklik ve büyüklenmeyi aşağılık saymışlardır.
Hased: Hased; kıskanmak, çekememek, Allahü teâlânın ihsân ettiği ni’metin ondan ayrılmasını istemektir. Fâideli olmayan, zararlı olan birşeyin ondan ayrılmasını istemek hased olmaz, gayret olur. Hased, kötü huylardan, kalb hastalıklarındandır. İnsanda, kötülenmiş olan ba’zı hâllerin ortaya çıkmasına sebep olur ki, ba’zıları şöyledir: Hased eden kimse, sebepsiz yere hased ettiği kimseye kızar. Kabahati olmadığı hâlde ona kin besler. Doğru olan ortada ve apaçık bir şekilde bulunsa bile, onu inkâr eder. Nasihatten kaçar. Her türlü çirkin yola başvurur. Kendisi muhtaç olsa bile, hased ettiği kimsenin yanındaki şeylerden fâidelenmekten uzak kalır. Hasedinden dolayı, hased ettiği kimsenin ilminden ve faziletlerinden istifâde edemez. Hased ettiği kimse, kendisinden; mal, mülk, makam, ilim v.s. bakımlardan üstün bile olsa, ona tevâzu göstermez. Ona karşı dâima kibirlilik gösterir. Ona kötülükle muâmele eder. Ancak o ni’metin, hased ettiği kimseden gitmesi ile râzı ve rahat olur. Bundan zevk alır. Ne kadar şaşılır ki, başkasında bulunan ni’metin ondan gitmesini ni’met bilmektedir. Hasedci kimse, dâima gamlı ve kederlidir. Kimse tarafından sevilmez.
Fazilet sahipleri hiç kimseyi hased etmezler. Sâdece başkalarında bulunan ilim, edeb, hayır ve tâatlar husûsunda gıbta ederler. Yâ’nî o ni’metin bulunduğu kimseden gitmesini istemezler. Bununla beraber, o ni’metin, kendisinde de bulunmasını arzu eder, isterler. Gıbta, hased değildir. Gıbta eden kimse, hased gözüyle bakmaz. Kendisi için istediğini, diğer mü’min kardeşi için de ister. Hasedci ise böyle değildir. O, kendisinde bulunan bir ni’metin, başka birinde daha bulunmasına tahammül edemez.
Resûlullah (s.a.v.); “Mü’min gıpta eder. Münâfık ise hased eder” buyurdu.
Mûsâ aleyhisselâm, Arş-ı a’lâ altında bulunan bir kimse gördü. Bu kimsenin bu ni’mete nasıl kavuştuğunu merak edip, münâcaatında Allahü teâlâya suâl etti. Allahü teâlâ, o kimsenin, kavuştuğu ni’metlerden dolayı hiç kimseyi hased etmediğini, ana-babasına karşı gelmediğini, nemime (söz taşımak) için yürümediğini, bu hasletleri sebebiyle bu dereceye yükseldiğini bildirdi.
Hased öyle bir hastalıktır ki, hased eden kimsenin dînî yönden ve yakîn bakımından zayıflığını gösterir. Hasedci kimse, kederden kurtulamaz. Kanâat sahibi değildir. Kin, hile ve düşmanlık sahibidir.
Kendisi yüzünden Allahü teâlâya ilk isyan edilen günâh, haseddir. (Hazreti Âdem’in İblîs tarafından hased edilmesi.) İblîs, hasedi sebebi ile Allahü teâlânın emrine muhalefet etti. Sonra Hazreti Âdem’in oğlu Kabil, kardeşi Hâbil’i hased edip öldürdü. Kureyş’in ileri gelenlerinden birçoğunun, Resûlullah efendimizi inkâr etmelerinin sebebi, hased ve kibirleridir. Hased, hased edenin noksan olduğunu, hased edilenin ise kâmil olduğunu gösterir.
Hased, her düşmanlığın temeli, her belânın başı, her hatânın evveli, kınanacak olan her işin sebebi, her pişmanlığın getiricisidir. Neticesi taşkınlıktır. Kimde hased bulunursa, helak olur.
Sıla-i rahm: Sıla-i rahm, akrabayı, yakınlarını gözetmek, ziyâret etmek ve yardım etmektir. İyi bir haslettir. Câhiller arasında pek i’tibâr edilmese de, fazilet ehli arasında bu husûsa pek riâyet edilir.
Hazreti Mu’âviye, Hazreti Ömer bin Hattâb’a mürüvvetten suâl edince; “Allahü teâlâdan korkmak ve sıla-i rahm’dir” cevâbını verdi.
Akrabayı ziyâret etmek, kerem mertebelerinin en yükseklerindendir. Muhabbeti çoğaltır, iyi neticelerin meydana gelmesine vesile olur.
Sırrı gizlemek: Sırrı gizlemek, iyi kimselerin ahlâkındandır. Sırrı gizlemek, hür olarak yapılan işlerin zarardan en uzak olanıdır.
Muhalleb bin Ebî Sufre diyor ki: “Şerefli huyların en aşağısı, sırları gizlemek; en yükseği de, kendisine sır olarak söyleneni unutmaktır.”
Sırrı gizlemek, insanın kötülüklerden uzak kalmasını te’min eder. Sırrını herkese söylemek ise, pişmanlık meydana getirir.
Hikmet sahipleri; “Sırrını dirayetli bir kimseye veren zelîl olur. Sırrını câhil bir kimseye bırakan kaybeder. Kim de sırrı ile başbaşa kalırsa, ganîmete konar” demişlerdir.
Hazreti Ali buyurdu ki: “Sırrın senin esîrindir. Onu açıklarsan, sen onun esîri olmuş olursun.”
Güzel ahlâk: Bir hadîs-i şerîfte; “Kıyâmet gününde mîzâna konacak şeylerin ilki, güzel ahlâktır” buyuruldu. Diğer bir hadîs-i şerîfte de buyuruldu ki:
“Kul, güzel ahlâkı sebebi ile, gündüzleri oruç tutan, geceleri ibâdet edenlerin derecesine ulaşır.”
Büyüklerden birisi oğluna nasihatinde buyurdu ki: “Ey oğul! Güzel ahlâka sarıl. İnsanlarla münâsebetlerin iyi olsun. İnsanlara yumuşak ve nâzik muâmele eyle. Arkadaşından gelen sıkıntılara katlan. Ona eziyet vermekten sakın.”
Güzel ahlâk, sevgi meydana getirir. Kişinin rahata kavuşmasına, insanların da ondan emîn olmalarına sebep olur. Kötü ahlâk ise, sahibinin yorulmasına, insanların da kendisinden eziyet ve sıkıntı görmesine sebep olur.
Resûlullah efendimize birisi gelerek nasihat istedi. “Nerede olursan ol, Allahü teâlâdan kork!” buyurdu. Gelen o şahıs; “Biraz daha nasihat eyle” deyince; “Bir kötülük yaptığın zaman, peşinden iyilik yap” buyurdular.
Enes bin Mâlik (r.a.) buyurdu ki: “Kul, çok ibâdet edenlerden olmasa bile, güzel ahlâkı sebebiyle Cennette en yüksek dereceye ulaşır. Yine kul, çok ibâdet edenlerden bile olsa, kötü ahlâkı sebebiyle Cehennemde en aşağı dereceye düşer.”
Zâhidlerden birisi buyurdu ki: “Güzel ahlâk, insanı iyi amellere ve Cennete götürür. Kötü ahlâk ise, kötü işlere ve Cehenneme götürür.”
Güzel ahlâk, sahibini tehlikelerden ve helak olmaktan korur. Kötü ahlâk ise, sahibini tehlikelerin içine atar.
Mürüvvet: Mürüvvet, başkalarına iyilik etmesini sevmek demektir. Büyüklerden birine, mürüvvetin ne olduğu suâl edildiğinde buyurdu ki: “Allahü teâlânın haram kıldıklarından sakınmak ve helâl olan bir işte meslek, san’at sahibi olmaktır.”
Şu hasletleri kendisinde toplayan kimse mürüvvet sahibidir 1) İnsanlardan değil, sâdece Allahü teâlâdan korkmak. Âl-i İmrân sûresi 173. âyet-i kerîmesinde meâlen buyuruldu ki: “Onlar öyle kimselerdir ki, insanlar kendilerine; “Düşmanlarınız size karşı ordu hazırladı. O hâlde onlardan korkun” (dediler) de, bu söz, onların îmânlarını arttırdı ve üstelik; “Allah bize kâfidir ve O ne güzel vekîldir” dediler.” 2) Belâ ve musibetlere sabretmek. Kasas sûresi 54. âyet-i kerîmesinde meâlen buyuruldu ki: “İşte bunlara, sabırlarından dolayı mükâfatları iki kat verilecektir. Bunlar, kötülüğü iyilikle savarlar ve kendilerine verdiğimiz rızıktan hayra harcarlar.” 3) Ni’metlere şükretmek. 4) Allahü teâlânın emrini, kendi nefsinin arzusuna tercih etmek. 5) insanlara yardım etmek ve fâideli olmak.
Ahnef bin Kays’a (r.a.), mürüvvetin ne olduğu suâl edildiğinde cevaben buyurdu ki: “Güzel dostluk, doğru konuşmak, her yerde ve her ân Allahü teâlâyı hatırlamak.”
Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: “İnsanlarla muâmelesi olan kimse, onlara zulmetmesin. Onlara birşey anlatan kimse, onlara yalan söylemesin. Onlara va’dde bulunan kimse, va’dinden dönmesin. Böyle olan kimse, mürüvveti kemâle eren, adâleti apaçık ortaya çıkan, (müslüman) kardeşleri tarafından sevilen kimselerden olur.”
Haya: Haya, ya’nî kötü iş yapınca utanmak üç kısımdır. Birincisi; haya mertebelerinin en yükseğidir ki, takvâ sahiplerinin ve Allahü teâlânın velî kullarının hayâsıdır. Bunlar, Allahü teâlâdan haya ederler. Bu haya, Allahü teâlânın yasak ettiği şeylere taşmamak, O’nun emirlerine itaat edip, yasaklarından sakınmaktır. Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “Allahü teâlâdan hakkıyla haya ediniz.” “Bu nasıl olur Yâ Resûlallah?” dedikleri zaman; “Kim başını ve başında bulunanları, karnını ve karnında bulunanları korur, dünyâ hayâtının süsünü terkederse, ölümü ve ölümden sonra cesedinin çürüyeceğini çok hatırlarsa, Allahü teâlâdan hakkıyla haya etmiş olur.” buyurdu.
Hayanın ikinci kısmı; insanlardan haya etmek olup, bu da güzel ahlâktandır. Hattâ, dolaylı olarak bu da Allahü teâlâdan haya etmeye dâhildir denilebilir. Mürüvvet, bu kısım ile kemâl bulur. İnsanın iyiliği, başkalarına eziyetten sakınması, doğru söylemesi, emâneti yerine teslim etmesi, iyi ve güzel yaşayışı, kalb güzelliği ve temizliği, insanlardan haya etmekle olur. Hadîs-i şerîfte; “Allahü teâlâdan korkan ve çekinen, insanlardan korkmuş ve çekinmiş olur” buyuruldu.
Huzeyfe (r.a.) buyurdu ki: “İnsanlardan utanmıyan kimsede hayır yoktur, insanlardan utanmak, neticede Allahü teâlâdan utanmaya bağlıdır.”
Alkame bin Alâse (r.a.), Resûlullaha (s.a.v.); “Ey Allahın Resûlü! Bana nasihatte bulun” deyince; “Kavminde bulunan heybet sahiplerinden haya ettiğin gibi, Allahü teâlâdan haya et!” buyurdu.
Kâ’b-ül-Ahbâr (r.a.) buyurdu ki: “Görünen hâllerinizde, insanlardan haya ettiğiniz gibi, sırrınızda da (gizli hâlinizden de) Allahü teâlâdan haya ediniz.”
Hayanın üçüncü kısmı; kişinin kendi kendisinden haya etmesidir. Bu haya da, neticede Allahü teâlâdan haya etmeye dâhildir. İnsanın kendinden haya etmesi, yalnız iken avret mahallini açmaması, bakmaması, başkalarının yanında yapmaktan sakındığı bir hareketi, yalnız başına olduğu zaman da terketmesidir.
Demek ki, insanlar ile beraber iken yapamıyacağı hareketleri, yalnız başına olduğu zaman da yapmamalıdır. Âlimlerden ba’zısı bunu murâkabeden saymışlardır.
Ba’zı hâller vardır ki, insanların yanında yapılamaz. Fakat yapılması da zarurîdir. Büyük ve küçük abdest bozmak böyledir. Bu ve bunun gibi ihtiyâçları tenhâda, bildirilen âdabına uygun olarak yapmak hayâsızlık olmaz.
Bildirilen bu üç hayadan birinde noksanlığı bulunan kimsenin dînî hayâtına zarar gelir. Sâlih zâtlardan birisi buyurdu ki: “Allahü teâlâ kalblere ba’zı cezalar verir. Allahü teâlâ hiçbir kalbi, ondan hayayı çekip almaktan daha şiddetli bir ceza ile cezalandırmamıştır. Kalbinden haya duygusu gitmiş olan bir kimse, çirkin bir iş yapacağı zaman, onu bu işten alıkoyacak bir mâni kalmamıştır.”
Sâlih bin Abdülkuddûs diyor ki: “Hayası az olan bir kimsede, hiç hayır yoktur. Sen hayanı muhafaza eyle. Çünkü haya, insanın asâletine delâlet eder.”
Haya, kıymetli bir güzellik elbisesidir. Bu elbiseyi giyen kimse, çok yüksek mertebelere kavuşur.
Vefâ: İyi geçinmek, yardımlaşmaktır. Sözünde durmak, hakkını gözetmek olduğu da bildirilmiştir. Öyle güzel bir haslettir ki, çok kimse onu kaçırır, az kimse onu bulur, iyi hasletlerin en büyüklerindendir.
Birisi, büyüklerden bir zâta gelerek nasihat isteyince buyurdu ki: “Açıkta ve gizlide, Allahü teâlâdan kork. Mümkün olduğu kadar hayırlı işler yap. Sana birşey emânet eden kimsenin emânetini zayi etme. Karşındaki kimse seni sevindirse de üzse de, dâima doğru konuş. Eğer böyle yaparsan, kalbini ve bedenini istenmiyen şeylerden rahata kavuşturmuş olursun.”
Büyüklerden birisi buyurdu ki: “Eğer etrâfını başkalarının zararından korumak, hayâtın boyunca kederden uzak, rahat olmak, rızkında ve iyiliklerinde gelişme görmek istiyorsan, senin ahdini, mîsâkını muhafaza eden kimsenin ahdini zayi etme. Birisine birşeyi hibe edeceğini söyledikten sonra, bu sözünden dönme!”
Dostluk ve kardeşlik vefa ile devam eder. Safa (gönül hoşluğu), cefâ (eziyet ve incitmek) ile yok olur. Eğer övgünün, medhin meyvelerini toplamak istiyorsan, ahde vefayı kendine huy edin. Vefâsı olmayanın hayası yoktur.”
Edîblerden birisi, oğluna nasihat ederek buyurdu ki: “Oğlum! Eğer şerefin zirvesine çıkmak istiyorsan, ahde vefa göster. Vefâ ile doğruluk, ikiz kardeş gibidir. İkisinin de neticesi iyilik ve din güzelliğidir. Bir kimsede bu iki haslet birlikte bulunursa, bu iki haslet, o kimse için kötü hâllere karşı kal’a olurlar.”
Cimrilik: Allahü teâlâ cimriliği zemmedip kötülemiştir. Bu husûsta âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîfler çoktur.
Resûlullah (s.a.v.); “Allahım! Cimrilikten sana sığınırım,” buyurmuştur.
Başka bir hadîs-i şerîfte de buyuruldu ki: “Cimrilik, dünyâya rağbetin, cömertlik de zühdün meyvesidir.”
Yahyâ bin Zekeriyyâ (a.s.) bir defasında İblîs’e rastladı. “Ey İblîs! Bana söyle, insanlardan en çok kimi seviyorsun ve onlardan en çok kime kızıyorsun?” deyince, İblîs şöyle cevap verdi: “Bana göre insanların en sevimlisi, cimri mü’mindir. En çok kızdığım da, günahkâr fakat cömert olan kimsedir.”
Yahyâ aleyhisselâm, İblîs’e bunun sebebini sorunca, İblîs; “Mü’minin cimriliği benim için kâfidir. Günahkâr fakat cömert olana gelince, Allahü teâlânın, onu cömert olduğundan dolayı affedeceğinden korkuyorum. Eğer bu suâli sen değil de bir başkası sorsaydı, cevap vermezdim” dedi.
Cimrilik; verilmesi îcâb edeni vermemektir. Verilmesi îcâb eden şeyi veren, cimrilikten kurtulur. Vermesi vâcib olan ve vâcib olmayan yerlerde vermeyi zor görmek de cimriliktir.
Cimri, vermesi îcâb eden yerde vermemeyi, mala düşkün olmayı tercih eder. Gönül rızâsı ve hoşluğuyla vermekten çekinir. Verdiği zaman malının tükeneceğinden, vefâtından sonra çoluk-çocuğunun aç kalacağından, hattâ ileride kendisinin bu duruma düşeceğinden endişe eder. Cimriliğin altında; mal sevgisi, uzun emel ve çoluk-çocuk sevgisi yatmaktadır.
Cimrilik, insanın parayı sevmesinden de hâsıl olabilir. Ba’zı kimseler vardır ki, çok malı, parası vardır. Çoluk-çocuğu da yoktur ki onlar için biriktiriyor denilsin. Hâl böyle iken, malının zekâtını vermez. Başka ihtiyâç sahiplerine yardımda bulunmaz. Hattâ kendi ihtiyâçları için bile harcamaz. Onun bütün rağbeti, en büyük arzusu ve en çok lezzet aldığı şey, paralarını yanında ve elinde görmektir. Kalbi bundan zevk alır. Öleceğini bilen ve bütün mallarının, mirasçılarına kalacağını bilen bir kimsenin bu derece gaflet içinde bulunmasına, mala, mülke bu kadar gönül vermesine ne kadar şaşılır.
Îsâr: Kendi muhtaç olduğu malı, muhtaç olan başkasına verip, o malın yokluğuna sabretmesidir. İyi huyların çok kıymetlisidir. Âyet-i kerîmeler ile medh olunmuştur. Cömertlik derecelerinin en yükseğidir, Îsâr hasletine sahip olan kimse, muhtaç olmakla beraber, başkasını kendisine tercih eder.
Bir defasında Resûlullah efendimize biri gelmişti. Hâne-i saadetlerinde, gelen kimseye yedirecek birşeyleri yoktu. Bunun üzerine Ensârdan bir zât, gelen kimseyi evine götürdü. Onun da evinde az bir yemek vardı. O yemeği getirdi. Yemeğe başlıyacakları sırada kandili söndürdü. Misâfir yemek yiyor, ev sahibi de elini götürüp getirerek yer gibi yapıyordu. Yemeğin hepsini misâfire yedirdi.
Diğer taraftan, Cebrâil aleyhisselâm, o Sahâbinin misâfirine yaptığı Îsârı, Resûlullah efendimize haber verdi. Sabah olup Peygamber efendimizin huzûruna geldiklerinde, Peygamberimiz (s.a.v.) o zâtı, yaptığı isardan dolayı tebrik edip, duâ ettiler.
Îsâr, Resûlullah efendimizin güzel âdet-i şerîfelerinden idi. Eshâb-ı Kirâmın ileri gelenlerinden Hazreti Huzeyfe şöyle anlatır: “Yermük muharebesinde idi. Çarpışmanın şiddeti geçmiş, ok ve mızrak darbeleri ile yaralanan müslümanlar, düştükleri sıcak kumların üzerinde can vermeye başlamışlardı. Bu arada ben de, güç belâ kendimi toparlayarak, amcamın oğlunu aramaya başladım. Son anlarını yaşayan yaralıların arasında biraz dolaştıktan sonra, nihâyet aradığımı buldum. Fakat ne çâre!.. Kanlar içerisinde yatan amcamın oğlu, göz işâretleri ile bile zor konuşabiliyordu. Daha evvel hazırladığım su kırbasını göstererek dedim ki: “Su istiyor musun?” Belli ki istiyordu. Çünkü dudakları hararetten adetâ kavrulmuştu. Göz işâreti ile de; “Çabuk, hâlimi görmüyor musun?” der gibi bana bakıyordu. Ben kırbanın ağzını açtım, suyu kendisine doğru uzatırken, biraz ötede yaralıların arasında hazret-i İkrime’nin sesi duyuldu: “Su! Su! Ne olur, bir tek damla su olsun su!” Amcamın oğlu Haris, bu feryadı duyar duymaz, göz ve kaş işâretleriyle suyu hemen Hazreti İkrime’ye götürmemi istedi. Kızgın kumların üzerinde yatan şehidlerin aralarından koşa koşa Hazreti İkrime’ye yetiştim ve hemen kırbamı kendisine uzattım, İkrime hazretleri elini kırbaya uzatırken Hazreti Iyâş’ın iniltisi duyuldu. “Ne olur bir damla su verin. Allah rızâsı için bir damla su!” Bu feryadı duyan Hazreti İkrime, elini hemen geri çekerek, suyu Iyâş’a götürmemi işâret etti. Suyu o da içmedi. Ben kırbayı alarak şehidlerin arasından dolaşa dolaşa Hazreti Iyâş’a yetiştiğim zaman, son nefesinde Kelime-i şehâdeti söylediğini duydum. Benim getirdiğim suyu gördü. Fakat vakit kalmamıştı. Başladığı Kelime-i şehâdeti ancak bitirebildi. Derhâl geri döndüm, koşa koşa Hazreti İkrime’nin yanına geldim; kırbayı uzatırken bir de ne göreyim! Onun da şehîd olduğunu müşâhede ettim. Bârî dedim amcamın oğlu Hazreti Hâris’e yetiştireyim. Koşa koşa ona geldim; ne çâre ki, o da ateş gibi kumların üzerinde kavrula kavrula rûhunu teslim eyleyip şehîd olmuştu. Hayâtımda birçok hâdise ile karşılaştım. Fakat hiçbiri beni bu kadar duygulandırmadı. Aralarında akrabalık gibi bir bağ bulunmadığı hâlde, bunların birbirine karşı bu derece fedakâr ve şefkatli hâlleri, gıpta ile baktığım en büyük îmân kuvveti tezahürü olarak hafızama adetâ nakşoldu...”
Resûl aleyhisselâmın komşusu bir ihtiyâr kadın vardı. Kızını Resûl aleyhisselâma gönderdi. “Namaz kılmak için örtünecek bir elbisem yok. Bana, namazda örtünecek bir elbise gönder” diye yalvardı. Resûl aleyhisselâmın o anda başka elbisesi yoktu. Mübârek arkasındaki entariyi çıkarıp, o kadına gönderdi. Namaz vakti gelince, elbisesiz olduğu için mescide gidemedi. Eshâb-ı Kirâm, bu hâli işitince; “Resûl aleyhisselâm o kadar cömertlik yapıyor ki, gömleksiz kalıp, mescide cemâate gelemiyor. Biz de herşeyimizi fakirlere dağıtalım” dediler. Allahü teâlâ, hemen İsrâ sûresinin 29. âyetini gönderdi, önce Habîbine; “Hasislik etme, birşey vermemezlik yapma” buyurup, sonra da; “Sıkıntıya düşecek ve namazı kaçıracak, üzülecek kadar da dağıtma! Sadakada ortalama davran” buyurdu. O gün, namazdan sonra, hazret-i Ali, Resûlullahın yanına gelip; “Yâ Resûlallah! Bugün, çoluk-çocuğuma nafaka yapmak için sekiz dirhem gümüş ödünç almıştım. Bunun yarısını size vereyim. Kendinize entari alınız” dedi. Resûl aleyhisselâm çarşıya çıkıp, iki dirhem ile bir entari satın aldı. Geri kalan iki dirhem ile yiyecek almağa giderken gördü ki, bir a’mâ oturmuş; “Allah rızâsı için ve Cennet elbiselerine kavuşmak için, bana kim bir gömlek verir?” diyordu. Almış olduğu entariyi bu a’mâya verdi. A’mâ, entariyi eline alınca, misk gibi güzel koku duydu. Bunun, Resûl aleyhisselâmın mübârek elinden geldiğini anladı. Çünkü, Resûl aleyhisselâmın bir kere giydiği herşey, eskiyip dağılsa bile, parçaları da misk gibi güzel kokardı. A’mâ duâ ederek; “Yâ Rabbî! Bu gömlek hürmetine benim gözlerini aç.” dedi. İki gözü hemen açıldı. Resûl aleyhisselâmın ayaklarına kapandı.
Resûl aleyhisselâm oradan ayrıldı. Bir dirhem ile bir entari satın aldı. Bir dirhem ile de yiyecek satın almağa giderken, bir hizmetçi kızın ağladığını gördü. “Kızım, niçin böyle ağlıyorsun?” buyurdu. Bir yahudinin hizmetçisiyim. Bana bir dirhem verdi. “Yarım dirhem ile bir şişe ve yarım dirhem ile de yağ satın al” dedi. Bunları alıp gidiyordum. Elimden düştü. Hem şişe, hem de yağ gitti. Şimdi ne yapacağımı şaşırdım” dedi. Resûl aleyhisselâm, son dirhemini kıza verdi. “Bununla şişe ve yağ al, evine götür” buyurdu. Kızcağız; “Eve geç kaldığım için, yahudinin beni döveceğinden korkuyorum” dedi. Resûl aleyhisselâm; “Korkma! Seninle birlikte gelir, sana birşey yapmamasını söylerim” buyurdu.
Eve gelip, kapıyı çaldılar. Yahudiye olanı biteni anlatıp, kıza birşey yapmaması için şefaat buyurdu. Yahudi, Resûlullahın ayaklarına kapanıp; “Binlerce insanın baş tacı olan, binlerce arslanın, emrini yapmak için beklediği ey koca Peygamber! Bir hizmetçi kız için, benim gibi bir miskinin kapısını şereflendirdin. Yâ Resûlallah! Bu kızı senin şerefine azâd ettim. Bana îmânı, İslâmı öğret. Huzûrunda müslüman olayım” dedi. Resûl aleyhisselâm, ona müslümanlığı öğretti. O da müslüman oldu. Evine girdi. Çoluğuna-çocuğuna anlattı. Hepsi müslüman oldu. Bunlar, hep Resûlullahın sallallahü aleyhi ve sellem güzel huylarının bereketi ile oldu.
İmâm-ı Hasen ve Hüseyn ile Abdullah bin Ca’fer (r.anhüm), Medîne-i münevvereye giderlerken yiyecekleri kalmadı. Sahrada olduklarından, yiyecek birşey alınacak yer de olmayıp, açlık ve susuzluktan iyice bunaldılar. Sonra; “Allaha tevekkül ettik” diyerek, yola devam ettiler. Biraz ilerlemişlerdi ki, ovanın ortasında bir karaltı gördüler. Ona doğru gittiler. Siyah bir çadır vardı, içinde kimse olup olmadığını anlamak için selâm verdiler. Çadırda bir kadın vardı. Kadın selâmlarını aldı. İyi karşıladı. Bu üç zâtın, dünyâya rağbetleri olmadığını anladı. Kadına; “Hiç yiyeceğin var mı?” diye sordular. “Bir keçim var. Kendiniz sağın için” dedi. Birisi sağdı. Her biri, birer çanak içtiler. Sonra kadına; “Başka yiyeceğin var mı?” diye sordular. Kadın; “Keçiyi kesin, yiyin.” dedi. Abdullah bin Ca’fer (r.a.), keçiyi kesti, pişirdi. Üçü beraber yediler. Allahü teâlâya hamd ettiler. Atlarına bindiler. Kadına; “Medîne-i münevvereye geldiğinde muhakkak bize uğra. Biz seyyidlerdeniz. Hâşimîlerdeniz” diyerek, yola koyuldular. Bir zaman sonra kadının kocası geldi. Keçiyi görmeyince, ne oldu diye sordu. Kadın olup biteni anlattı. Kocası üzüldü. “Biliyorsun o keçiden başka birşeyimiz yok. Şimdi ne yapacağız?” diyerek, kadını azarladı. Kadın; “Allahü teâlâ rahimdir, kullarını aç bırakmaz. Böyle kıymetli zâtlar gelip de, onları misâfir etmeden göndermek insafa sığmaz” dedi. Daha sonra kadın, kocası ile Medîne-i münevvereye birşeyler alıp satmak için gittiler. Hikmet-i ilâhî, Bâb-ı selâm önünden geçerken Hazreti Hasen’e rastladılar. Hasen (r.a.) kadını ve kocasını huzûruna çağırttı. Kadına; “Beni tanıdın mı?” dedi. Kadın; “Hayır” dedi. “Bir zamanlar senin evine üç kişi gelmiştik. Bize süt ikram etmiştin. Bir de keçini kesmiştik. Onlardan biri benim” dedi. Bunlara çok ikramda bulundu. Yanında fazla birşeyi olmadığından, Beyt-ül-mâl emînine bir adam gönderip, bin dirhem gümüş ve yüz koyun borç istedi. Getirdiler. Bunların hepsini kadına bağışladı. “Bizi ma’zur görün” buyurdu. Bu karı-kocanın yanlarına adam vererek, Hazreti Hüseyn’e gönderdi. Hazreti Hüseyn de bunları iyi karşılayıp, yanında bulunandan ikram etti. Fazla birşeyi olmadığından, Beyt-ül-mâl emîninden bin dirhem gümüş ve ikiyüz koyun borç istedi. Hepsini kadına verip, özür diledi. Yanlarına adam verip, Abdullah bin Ca’fer’e (r.a) gönderdi. Abdullah (r.a.); “İki İmâma uğradınız mı?” buyurdu. “Evet” dediler. “Keşke daha önce bana uğrasaydınız. Onların yanında dünyâ malı bulunmaz. Belki sıkıntı çekmişlerdir” dedi. Bunlar imamların yaptıkları ikramları söylediler. Abdullah (r.a.) da, ikibin dirhem gümüş ve dörtyüz koyun verdi. Mezkûr karı-koca, yediyüz koyun ve dörtbin dirhemi alıp, sevinerek evlerine döndüler.
Ebü’l-Hasen Antâkî (r.a.) şöyle anlatır: “Bir gece bir köyde arkadaşlarımızla birlikte oturuyorduk. Biraz ekmeğimiz vardı. Fakat hepimize yetecek nisbette değildi. Ekmekleri dilimleyip ortaya koyduk. Hepimiz ekmeklerin etrâfında oturduk. Bu sırada lâmba söndürüldü.
Biraz sonra yemek işinin tamam olduğu tahmin edilip, sofra kaldırılmak üzere lâmba yakıldığında bir de ne görelim. Herkes: “Ben yersem diğer arkadaşlar aç kalır” endişesiyle, ekmekten hiç yememişti.”
Yalan söylemek: Yalan söylemek, pek bayağı ve aşağı bir iştir. Dünyâda zilleti gerektiren şeylerin en büyüğüdür. Âhırette ise zelîl ve rüsvây olmayı îcâb ettiren pek fenâ birşeydir.
Yalan, münâfıklığın en büyük alâmetlerindendir. Ahlâkın düşüklüğünü gösteren kuvvetli bir delîldir. Yalancıya hiçbir zaman güvenilmez. Yalancı, konuştuğu zaman doğru konuşmaz. Hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki: “Münafığın alâmetleri üçtür. Konuştuğunda yalan söyler. Bir va’dde bulunduğu zaman va’dinde durmaz, kendisine birşey emânet edildiğinde hıyânet eder.”
“Sözün âfeti yalan söylemektir.”
“Hatâların en büyüğü, yalan konuşmaktır.”
Resûlullaha (s.a.v.); “Mü’min korkak olabilir mi?” dediler. “Evet olabilir” buyurdu. “Mü’min cimri olabilir mi?” dediler. Yine “Evet olabilir” buyurdu. “Mü’min yalan konuşabilir mi?” dediler. Buna; “Hayır” buyurdu.
Hikmet sahibi büyük zâtlar, “Dilsiz olmak, yalan söylemekten iyidir” demişlerdir.
Ahnef bin Kays (r.a.) buyurdu ki: “Akıllı ve şerefli bir mü’min yalan söylemez. Gıybet ve hıyânet etmez.”
Hazreti Ömer bin Hattâb buyurdu ki: “Hiçbir kimse, mizah yaparken yalan söylemeyi terketmedikçe îmânın hakîkatine kavuşamaz.”
Buhterî; “Ne ciddi ne de şaka hâlinde yalan söylemek insana yakışmaz” buyurdu.
Büyüklerden birisi buyurdu ki: “Sultan, yalancı birine bir iş verirse, bu kimsenin zararı sultânın idâresine te’sîr eder.”
Lokman Hakim oğluna nasihatinde; “Ey oğul! Kim yalan konuşursa, onun kıymeti gider” buyurdu.
Yezid bin Meysere (r.a.) buyurdu ki: “Ağacın dibine dökülen su, ağacı yeşerttiği gibi, yalan da kötülükleri sulayıp, onların yeşermesine ve büyümesine sebep olur.”
Meymûn bin Mihrân (r.a.) buyurdu ki: “Akıllı kimse, yalancı kimsenin sevgisine aldanmasın. Onun va’dine güvenmesin. Doğru konuştuğu bilinen bir kimsenin yalan söylemesi mümkündür. Fakat yalancılıkla tanınmış birisinden doğru konuşmasını beklemek pek mümkün değildir.”
Yalan, güzelliğin ayıbı, lekesi, noksanı ve iyi ahlâkın âfetidir. Hıyânetin delîlidir. Yalan, çok kötü bir huydur. Doğru sözü az olanın, arkadaşı da az olur.
Hazreti Ali, yalanın serap gibi olduğunu bildirmiştir. Yalan ile mürüvvetin bir kişide bir araya gelmiyeceğini bildirmiştir.
Süleymân bin Sa’d (r.a.) buyurdu ki: “Bir kimse benim ile arkadaşlık etse ve arkadaşlığımızın devam edebilmesi için kendisine bir şart söyleyebileceğimi başka birşey istemediğini söylese, ona yalan söylememesini şart ederdim.”
Mûsâ aleyhisselâm, Allahü teâlâya niyazında; “Yâ Rabbî! Hangi kulunun ameli daha hayırlıdır?” diye suâl edince, Allahü teâlâ buyurdu ki: “Dili yalan konuşmayan, kalbi günah ile meşgûl olmayan ve zinâ yapmayan.”
Ali bin Ebî Tâlib (r.a.) buyurdu ki: “Allahü teâlânın katında en büyük hatâ, dilin yalan söylemesidir, en kötü pişmanlık da, kıyâmet günündeki pişmanlıktır.”
Lokman Hakim buyurdu ki: “Yalancılıkla tanınan kimsenin ilk cezası, konuştuğu zaman sözünün tasdik edilmemesidir.”
İbn-i Mugterr (r.a.) buyurdu ki: “Yalancı kimse ile beraber olmaktan sakın. Eğer onunla birlikte bulunmak mecbûriyetinde kalırsan, söylediklerine inanma. Bununla beraber, kendisini yalancı kabûl ettiğini de ona bildirme. Çünkü böyle yaparsan, sana biraz muhabbeti varsa onu da bırakır.”
İnsanın yalan konuşmak hafifliğinde bulunmasının sebeplerinden ba’zıları şunlardır: Bir menfaatin bulunması ve bir zararın giderilmesinin sözkonusu olması, insanı aldatıp yalan konuşmasına sebep olabilir. Düşmanından intikam almak düşüncesi de yalan söylemeye sebep olabilir. Bu kısım, yalan çeşitlerinin en şiddetlilerindendir. Çünkü bunda taşkınlık vardır. Güzel konuşmuş olmak düşüncesi de yalan konuşmayı meydana getiren sebeplerdendir. Böyle yapmak mahlûku râzı etmiş olsa bile, mahlûkâtı yaratan Allahü teâlâyı gadablandırır. Böyle bir şeyi akıl kabûl etmez, din buna müsâade etmez ve mürüvvet de bunu hoş karşılamaz.
Üç yerde yalan konuşmaya ruhsat, izin verilmiştir. Birincisi; harbde ve her zaman din düşmanlarının zararlarından korunmak ve müslümanları korumak için. İkincisi; iki müslümanı barıştırmak için, birinden diğerine iyi lâf götürmek. Üçüncüsü; hanımları idâre etmek için. Bunlara ruhsat verilmiştir. Fakat gıybet ve nemîmeye izin yoktur.
Aşağıdaki bildirilen durumların benzeri olan hâllerde de yalan söylemek caiz görülmüştür. Resûlullah (s.a.v.) ile Hazreti Ebû Bekr hicret ederlerken, Hazreti Ebû Bekr, Resûlullah efendimizin arkalarından yürüyordu. Bir grup kimse ile karşılaştılar. O kimseler, Peygamber efendimizi tanımıyorlar, Hazreti Ebû Bekr’i tanıyorlardı. Hazreti Ebû Bekr’e; “O kim?” diye sordular. O da onun Resûlullah (s.a.v.) olduğunu söylemedi. Anlarlarsa zarar vermelerinden, O’nun mübârek kalbini incitmelerinden endişe ederek; “Bu, bana yol gösteriyor” buyurdu.
O kimseler bu sözü, normal yol göstericisi olarak anlamışlardı ve Hazreti Ebû Bekr’in sözü bu ma’nâda yalan idi. Fakat o, bu sözü söylerken; “Bize, hidâyet, kurtuluş yolunu gösteren zât” ma’nâsını kasdetmiş olduğundan, hakîkatte yalan söylememiş idi.
Yine şöyle anlatılır: Bilindiği gibi, Abbasî halîfelerinden Me’mûn, bir ara Kur’ân-ı kerîmin mahlûk olduğunu söyleyip, herkesi de böyle söylemeye teşvik etmiş, hattâ zorlamıştı.
Âlimlerden birini de bu şekilde zorlamıştı. O zât; “Tevrat bir, Zebur iki, İncîl üç ve Kur’ân-ı kerîm dört” dedi. Bunları söylerken de parmakları ile bir, iki, üç diye işâret ediyordu. Böylece, elinin dört parmağını göstererek; “Bunların hepsi mahlûktur” dedi. Böylece kurtulmuş oldu.
Aslında o zât, Kur’ân-ı kerîm için değil, göstermiş olduğu parmakları için mahlûktur demişti. Bunun için hakîkatte yalan söylemedi. Fakat onlar yanlış anladılar.
Me’mûn, daha sonra bu yanlış düşüncesinden tövbe edip, Kur’ân-ı kerîmin mahlûk değil, kadîm olduğunu söylemiştir.
Doğruluk: Yalancılık ne kadar çirkin ve sahibini zelîl eden bir huy ise, doğruluk da o nisbette güzel, sahibini i’tibâr sahibi ve azîz eden çok iyi bir huydur. Ali bin Ebî Tâlib (r.a.) buyurdu ki: “Doğruluk, sözün süsüdür”
Doğruluk insanı korkulardan, belâlardan korur. Yalan, insana bir anlık emniyet sağlıyor gibi görülse bile, sahibini tehlikelere götürür ve alçaltır. Yalan hastalık, doğruluk ise şifâdır. Doğru konuşmak, kardeşlerine, dostlarına yardım etmek ve her ân Allahü teâlâyı hatırlamak olup mürüvvettendir.”
Doğru konuşmak için, çok konuşmaktan sakınmalıdır. Âlimler buyurmuşlardır ki: “Kendisini ilgilendirmeyen mevzûlarda çok konuşan kimse, doğru konuşmaktan, başkalarının; “Bu kimse her zaman doğru konuşur” şeklindeki intibalarından mahrûm kalır. Çünkü yerli yersiz, doğru yanlış çok konuşan kimse, mutlaka yalan söz söyler. Hele, birşeyler konuşmuş olmak ve boş durmamak için konuşanlar, yalandan kurtulamazlar.”
Lokman Hakim oğluna buyurdu ki: “Oğlum! Doğruluğa sımsıkı yapış. Yalandan uzak dur.”
Zâhidlerden bir zât buyurdu ki: “Her kimde şu dört haslet bulunursa, Allahü teâlâ onun hatâlarını iyiliğe çevirir. Bu hasletler; doğruluk, ni’mete şükür, haya ve güzel ahlâktır.”
Fudayl bin Iyâd (r.a.) buyurdu ki: “İnsanları, doğruluktan daha güzel birşey süsleyemez.”
Sabır bütün hayırların, doğruluk kurtuluşun, ni’metlere şükretmek bereketlerin anahtarlarıdır. Kimde bu hasletler bulunursa o en yüksek ma’nevî mertebelere kavuşur.
İbn-ül-Mugter (r.a.) buyurdu ki: “Araştırma yaptığında, doğruluğun şecaatle, yalanın da korkaklık ile beraber olduğunu görürsün.”
Hilm: Hilm, rûhun sakin olması, kızmamasıdır. Yumuşak huylu olmaktır. Yüksek bir haslettir. Allahü teâlânın, insana büyük bir ihsânıdır. Hilm kimde bulunursa, onu hem dünyâda ve hem de âhırette yüksek mertebelere kavuşturur.
Resûlullaha (s.a.v.); “Hilm nedir?” diye suâl edildiği zaman; “Sabırdır” buyurdular.
Allahü teâlânın beğendiği işleri yapmak, güzel ahlâktan olan sabır ile ele geçmektedir. Hilm ise, sabrın en yüksek derecesidir. Hilm, Allahü teâlânın sıfatlarındandır. Allahü teâlâ, kendisine karşı gelenlerin azgınlığını, kötülük yapanların kötülüğünü ve zâlimlerin zulmünü gördüğü, onlardan intikam almaya kadir olduğu hâlde, intikam almakta acele etmiyor. Pişman olup tövbe edenlerin, boyun bükenlerin hatâlarını affediyor. Kendisine sığınanları boş çevirmiyor. Çünkü O, çok ihsân ve iyilik sahibidir.
Nahl Sûresi 61. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Eğer Allahü teâlâ, zulümleri (günahları) sebebiyle insanları (hemen) hesaba çekiverseydi, yeryüzünde kımıldıyan tek bir canlı bırakmazdı” buyuruldu.
Allahü teâlâ, Peygamberlerini (aleyhimüsselâm) hilm sahibi olmakla övmüştür. Hilm.sâhibi olmak, kızmamak, yumuşak davranmak, az kimselerde bulunan çok yüksek bir haslettir. Birisi, Resûlullah efendimize gelerek; “Yâ Resûlallah! Bana nasihatte bulunun” deyince, Peygamber efendimiz; “Kızma” buyurdu. O kimse ikinci defa nasihat istedi. Yine; “Kızma” buyurdu. Üçüncü defa nasihat isteyince, bu defa da; “Kızma” buyurdu.
Bir hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: “Mü’min bir kimse, hilmi ile, gündüzleri oruç tutup, geceleri namaz kılan kimsenin derecesine ulaşır.”
Esmâî; “İnsanların en hazır cevaplısı, kızmayan kimsedir” demiştir.
Ali bin Ebî Tâlib (r.a.) buyurdu ki: “Hayr; malı, çoluğu-çocuğu çoğaltmakta değil, hilmi ve ilmi çoğaltmaktadır.”
Îsâ bin Hammâd’ın (r.a.) bildirdiğine göre, Leys bin Sa’d (r.a.) ilim öğrenmek isteyenlere, ilim ile meşgûl olanlara; “İlimden önce hilmi öğreniniz. Hiçbirşey, ilim ile hilmin beraber bulunması kadar güzel değildir” buyururdu.
Lokman Hakim buyurdu ki: “Üç şey, üç şey ile beraber bulunduğu zaman anlaşılır. Hilm, kızgınlık zamanında; kahramanlık, harb zamanında; doğruluk, ihtiyâç zamanında anlaşılır.”
Büyükler demişlerdir ki: “Kızgınlığın izzetinden sakın. Çünkü o, sonunda seni özür dileme zilletine düşürür. Kulun, Allahü teâlânın gadabına en yakın olduğu zaman, kızdığı zamandır.”
Hazreti Ali (r.a.) buyurdu ki: “Hilm sahibi kimsenin, hilminin bereketi olarak kavuştuğu ihsânların ilki; herkesin, ona sıkıntı veren kimseye karşı hilm sahibine yardımcı olmalarıdır.”
Âlimler; “Eğer hâlim (hilm sahibi) değilsen, halim olmaya gayret et. Çünkü bir kavme benzemek isteyen kimse de o kavimden sayılır.” buyurmuşlardır.
Selmân-ı Fârisî (r.a.), Hazreti Ali’ye; “Beni Allahü teâlânın gadabından uzak tutacak olan şey nedir?” diye sorduğunda, Hazreti Ali; “Hiç kızma” buyurdu.
Affetmenin lezzeti, kızmanın, intikam almanın lezzetinden daha tatlıdır. Çünkü affın lezzetininin sonu, güzel neticedir. İntikam lezzetinin sonu ise, kötü neticedir. Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: “İlim, öğrenmekle; hilm de, hilm sahibi olmaya çalışmakla elde edilir. Kim hayrı isterse, ona hayr verilir. Kim de şerden sakınırsa, şerden korunur.”
Hazreti Ömer buyurdu ki: “Dört şeyi severim. Bunlar; bulunca iktisâd etmek, gücü yeterken affetmek, kızgınlık zamanında hilm göstermek, her zaman Allahü teâlânın kullarına yardımcı olmak.”
Büyüklerden birisi buyurdu ki: “İlm ve adâlet, sabra götürür. İlim, adâlet ve sabır da, hilme götürür. Bütün işlerinde hilme yapış. Çünkü hikmet, hilm ile tamamlanır. Mürüvvetin şartı olan hasletlerin sende toplanması, hilm ile mümkündür. Haklı olsun haksız olsun, özür dileyenin özrünü kabûl etmelidir. Çünkü özür, pişmanlık alâmeti, pişmanlık da tövbe demektir.”
Özür dilemek, özür dileyenin haya sahibi olduğunu gösterir. Haya ise îmândandır. Bir kimsenin suçunu görmezlikten gelmek, şerefin zirvesidir, özür dilemesini istemek, hilmin âfetlerindendir. Özür dilemek, hilm sahipleri yanında ne iyi bir şefaatçidir.
Adâlet: Adâletin hakîkati, herşeyi lâyık olduğu yere koymak, lâyık olduğu yere ulaştırmaktır. Adâlet öyle birşeydir ki, kalbler ona ısınır, onu kabûl eder, onunla rahat olur, onunla huzûr bulurlar.
Nisa sûresi 135. âyet-i kerîmesinde meâlen buyuruldu ki: “Ey mü’minler! Hak üzere durup, adâleti yerine getirmeğe çalışan hâkimler ve Allah için doğru söyleyen şâhidler olun...”
Hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki: “Allahü teâlâ katında kadri en büyük olan, adâletli devlet başkanıdır.”
“Rabbim bana, gizlide ve açıkta ihlâsı, rızâ ve gadap halinde adâleti, zenginlik ve fakirlikte iktisâdı tavsiye buyurdu.
Din, adâletle kuvvet bulur, insanlar huzûr içinde olur. Memleketler ma’mûr olur. İnsanların hâlleri ıslâh olur. Yardımlaşma çok olur. Yollarda korku bulunmaz. Ticâret gelişir. Rızıklar bollaşır. Umûmî ve husûsî emniyet meydana gelir. Zulümden daha sür’atli bir şekilde umûmî ahvâli bozan birşey yoktur. Yakın çevresinde âdil olan idârecinin, uzak çevresinde de durumu iyi olur. Bunun için; “Zamanın en faziletlisi âdil idârecilerin zamanıdır” denilmiştir.
İdarecilerin en hayırlısı, sabırlı olan, adâleti tercih eden, hakkı kabûl eden, insanların fâidesine olan şeyler için canla başla çalışandır. Âdil bir idâreci, ilme hürmet, âlime ikram eder. Nasihati kabûl eder. Tekebbürden uzak, tevâzu üzeredir. Cimrilik göstermez. İdârecilik emânetini yerinde ve doğru olarak kullanır. İnsanlara karşı merhametlidir. Kötü kimseleri insanlara musallat etmez.
Hikmet sahipleri, insanların en üstününün; hükümlerinde adâletli, ihsânı çok ve sözünde hikmet bulunan kimse olduğunu söylemişlerdir.
Adâlet, sâdece idârecilere, devlet başkanlarına mahsûs birşey değildir. Bilakis adâlet, herkese, her zaman lâzım olan bir sıfattır. Çünkü insan, çoluk-çocuğu, malı, akrabaları, komşuları, arkadaşları ve görüştüğü kimseler hakkında, yaptığı işlerde, alışverişinde, hâsılı bütün işlerinde adâleti gözetmesi lâzımdır.
Zulüm ve haksızlık: Fitneleri çeken, mihnetlere sebep olan, memleketleri, malı, mülkü perişan eden çok kötü bir âfettir.
Resûlullah efendimiz (s.a.v.), Hazreti Ali’ye; “Yâ Ali! Mazlûmun duâsından sakın. Çünkü mazlûm, Allahü teâlâdan hakkını ister. Allahü teâlâ ise, hiç kimseyi hakkından alıkoymaz” buyurdu.
Hasen-i Basrî hazretleri buyurdu ki: “Üç kimse vardır ki, Allahü teâlâ kıyâmet günü onlara nazar etmez ve onları tezkiye de etmez. Onlar için acı bir azap vardır. Bunlar; zâlim devlet başkanı, cimri olan zengin, kibirli olan fakirdir.”
Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: “Sizden biriniz, mazlûm bir kişinin dövüldüğü yerde durmasın. Çünkü Allahü teâlânın la’neti, o mazlûmu müdâfaa etmedikleri için, orada hazır bulunanların üzerine iner.”
Hazreti Ömer, vâlilerinden birine buyurdu ki: “Mazlûmun âhını almaktan kork. Çünkü mazlûmun duâsı kabûl olunur.”
Zühd: Zühd, şüpheli olmak korkusuyla mübahların fazlasından sakınmak, ihtiyâtlı davranmak, dünyâya düşkün olmamak demektir. Dünyâda kalb ve beden rahatının, âhırette ise saadet ve ni’metlere kavuşmanın sebebidir.
İbrâhim bin Edhem (r.a.), zühdün; farz, selâmet ve fazilet olmak üzere üç derecesinin bulunduğunu bildirip, şöyle izah etti: “Farz olan zühd, haramlardan sakınmak. Selâmet olan zühd, şüphelileri terketmek. Fazilet olan zühd ise, helâl olanlardan yetecek miktarı alıp, birçoğunu terketmektir.”
Hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki: “Dünyâya rağbet etme ki, Allahü teâlâ seni sevsin. İnsanların ellerinde bulunana rağbet etme ki insanlar seni sevsin.”
“Bir kimseye susmak ve dünyâya karşı zühd (dünyâya rağbet etmemek) verildiğini görürseniz, o kimseye yaklaşınız.”
“Allahü teâlâ bir kulu hakkında hayr murâd edince, onu dünyâda zâhid kılıp, âhırete rağbet ettirir ve ona nefsinin ayblarını gösterir.”
Ebû Süleymân-ı Daranî (r.a.) buyurdu ki: “Zühd, birçok şekillerde olur. Bize göre zühd, insanı Allahü teâlâdan alıkoyan herşeyi terketmektir.”
Büyüklerden birine; “Bize ne oluyor ki, ölümü istemiyor ve ondan hoşlanmıyoruz. Hâlbuki o, bize mutlaka gelecektir” deyince, o zât buyurdu ki: “Siz ölüme hazırlanmadınız. Dünyânızı ma’mûr, âhıretiniza harâb ettiniz. Elbette ki, ma’mûr olan yerden harâb olan yere gitmek istemezsiniz. Ama isteseniz de, istemeseniz de, ölüm birgün mutlaka gelecek, sonsuz olan âhıret yolculuğuna başlayacaksınız. Hakîkat bu kadar açık bir şekilde meydanda iken, hâlâ dünyâya düşkün olanlara ne kadar şaşılır.”
Ver’â: İslâmiyetin yasak ettiği haramlardan ve helâl olduğu şüpheli olan şeylerden sakınıp, İslâmiyetin emri olan şeyleri, herkese fâideli işleri yapmak, kusurlu ve gevşek olmaktan sakınmaktır.
Hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki: “Ver’a sahibi ol ki, insanların en âbidi olursun.”
Dininizin direği, temeli, vera’dır.”
“Hiçbir şey vera’ gibi olamaz.”
Hâris-i Muhasibî (r.a.) buyurdu ki: “Tâatin aslı vera’, vera’nın aslı takvâ, takvânın da temeli nefs muhâsebesidir.”
Sabır: Sabır, takvâ sahiplerinin mertebelerinin en üstünü, mü’minlerin derecelerinin en yükseğidir. Kendisine yapışanları hayırlı işlere götürür. Zararlı işlerden çevirir.
Nefsin arzu ve isteklerine uymanın neticesi kötü işler olduğu gibi, sabra sarılmanın neticesi de hayırlı işlerdir. Sabır, Allahü teâlânın sıfatlarındandır.
Allahü teâlâ, sabrı yarattı. Sabrı, Peygamberlerine (aleyhimüsselâm) ve velîlerine mahsûs kıldı. Sonra, Cennete girmelerine vesile olması için, kullarından dilediğine sabır ni’metinden ihsânda bulundu. Sabırlı kullarını övdü. Onlara kat kat ecir verileceğini bildirdi.
Zümer sûresi 10. âyet-i kerîmesi sonunda meâlen; “.. Sabredenlere mükâfatları hesapsız verilecektir” buyuruldu.
Ra’d sûresinin 22, 23 ve 24. âyet-i kerîmelerinde meâlen buyuruldu ki: “Rablerinin rızâsını kazanmak için sabredenler, namazı (bildirilen vakitlerinde ve âdabına riâyet ederek) kılanlar, kendilerine verdiğimiz rızıktan gizli ve aşikâre infâk edenler (Allah yolunda harcayanlar), kötülüğü iyilikle savanlar (var ya), işte âhıret saadeti onlar içindir. O saadet, Adn Cennetleridir. Onlar atalarından, zevcelerinden ve zürriyetlerinden (soylarından) sâlih olanlarla beraber o Cennetlere girecekler. Melekler de her kapıdan yanlarına vararak; “Sabrettiğiniz için, size selâm olsun. Âhıret saadeti ne güzeldir” diyeceklerdir.”
Bekâra sûresi 155 ve 156. âyet-i kerîmelerinde meâlen buyuruldu ki: “... (Ey Habîbim) Sabredenlere (lütf ve ihsânlarımı) müjdele. Onlar (sabredenler) öyle kimselerdir ki, kendilerine bir musibet geldiği zaman (teslimiyet göstererek); “Biz Allahın kuluyuz ve (öldükten sonra da) yine O’na döneceğiz” derler.”
Sabır öyle bir temeldir ki, iyilikler ondan dallanır. Tâat ve îmân onun üzerine kurulur.
Ali bin Ebî Tâlib (r.a.) buyurdu ki: “Sabır îmândandır. Başın bedendeki durumu ne ise, sabrın da îmândaki yeri odur.”
Lokman Hakîm oğluna buyurdu ki: “Ey oğul! Altın, ateşle tecrübe edildiği gibi, kul da belâ ve musibetlerle tecrübe edilir. Kulun derecesi, bunlara olan sabrı nisbetinde anlaşılır.”
Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “Dünyâ husûsunda kendisinden aşağıdakilere, âhıret husûsunda ise kendisinden üstün olanlara bakanlar şâkir (şükredici) ve sâbir (sabredici) diye yazılır.”
Takvâ sahibi zâtlar bildirdiler ki: Sabır, ikiye ayrılır. Biri günâh işlememek için sabretmektir. İkincisi, dertlerin, belâların acılarına sabretmek, bağırıp çağırmamaktir. İslâm bilgilerini öğrenirken zahmet çekmeye ve ibâdetleri şartlarına uygun olarak yapmaya sabretmek de çok kıymetli olup, böyle sabredenlere Cennette altıyüz derece verileceğini âlimler bildirmişlerdir.
Akıllı kimse, Allahü teâlânın haram kıldığı şeyleri yapmama husûsunda sabır göstermeyi zor görmez. Çünkü haramlarda bulunan lezzet, helâl edilmiş olan mübahlarda fazlasıyla mevcûttur. Buna rağmen ba’zı kimseler haramların görünüşlerine aldanarak, onlarda lezzet var sanmakta, haramlara ve şüphelilere dalarak hakîkî lezzetten uzaklaşmaktadır.
İnsanın başına gelen sıkıntılara sabretmesi, îmânının kemâlini gösterir.
Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “Allahü teâlâ buyurdu ki: “Ben bir kulumun bedenine veya malına veya çocuğuna bir musibet veririm ve o kul da buna sabrederse, kıyâmet gününde onu hesaba çekmekten haya ederim.”
Sabır izzet kapısı, sabırsızlık illet kapısıdır.
Büyüklerden birisi buyurdu ki: “Sana bir musibet geldiği zaman sabretsen de, sabretmesen de Allahü teâlânın takdîri yerine gelir. Eğer sabredersen, Allahü teâlânın takdîri yerine gelir ve sen sevâb kazanırsın. Şayet sabretmezsen, Allahü teâlânın takdîri yine yerine gelir. Fakat sen hem kendini üzmüş, hem de sevâbtan mahrûm kalmış olursun. O hâlde sen her zaman sabret ki, her durumda kârlı çıkasın.”
Hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki: “İstemediğiniz durumlara sabretmedikçe, istediklerinize ulaşamazsınız. Arzu ettiğiniz şeyleri terketmedikçe, umduklarınıza erişemezsiniz.”
“Amellerin en üstünü, nefsin istemediği şeylerdir. Bu da Allahü teâlânın haram kıldığı, yasak ettiği şeyleri yapmamak için sabır göstermektir.”
“Sabrederek ferahlığı beklemek ibâdettir.”
Büyüklerden birisi buyurdu ki: “Sana gelen bir musibete sabırsızlık göstermen, gelen o musibetten daha ağırdır. Sabırsız kimse, dünyâda kendisini helak eder. Âhırette ise ecrini kaybeder.”
İbn-i Semmâk (r.a.) buyurdu ki: “İnsana bir musibet gelir, o da sızlanmaya, sabırsızlanmaya başlarsa, musibeti iki tane olur.”
Allahü teâlâya itaat: Hazreti Ebû Bekr buyurdu ki: “Allahü teâlânın hoşnut olduğu işleri yapmak sûretiyle Allahü teâlâdan kork. Takvâya sarılmak sûretiyle de O’na itaat eyle.”
Büyüklerden birisi buyurdu ki: “Allahü teâlânın beğendiği işleri yapmak, dünyâ ve âhıret kazançlarının toplamıdır.”
Kulun, Allahü teâlâya olan tâatini mükemmel bir şekilde yapabilmesi için, dünyâ sevgisinden ve dünyâ ile alâkalı bağlardan kurtulması lâzımdır, insan dünyâdan uzaklaştıkça, Allahü teâlâya yaklaşır. Ma’nevî kirlerden uzaklaşıp, melekût âlemine yükselir.
Abdullah bin Mübârek (r.a.) buyurdu ki: “Îmânın aslı, Resûlullah efendimizin getirmiş olduğu şeylerin hepsini tasdik etmektir. Bunları tasdik eden kimse, bunlarla amel eder. Ya’nî Allahü teâlâya itaat eder. Ebediyyen Cehennemde yanmaktan kurtulur.”
Büyük âlimler, Allahü teâlânın ni’metlerine üç şeyle kavuşulacağını, bunların; çok şükretmek, tâata yapışmak ve günahlardan sakınmak olduğunu bildirmişlerdir.
Allahü teâlâ, üç şeyi, üç şey içinde gizlemiştir. Rızâsını tâatte, gadabını günahlarda, velîleri de kulları arasında gizlemiştir. Bunun için hiçbir tâati basit görme. Olur ki o tâat, Allahü teâlânın rızâsına vesile olan tâattır. Hiçbir günâhı küçük görme. Olur ki, küçük gördüğün o günah, Allahü teâlânın gadabına sebeb olabilir. Hiçbir kimseyi de hor görme ki, o kimse de Allahü teâlânın velî kullarından biri olabilir.”
Allahü teâlâ dünyâyı, âhıret saadetini kazanma yeri yapmıştır. Âhıret yolculuğunda, dünyâ binek gibi kullanılmalıdır. Bir hadîs-i şerîfte; “Dünyâ ne güzel binektir. Ona binin, o sizi âhırete ulaştırır” buyuruldu.
Akıllı ve zekî olan herkes, gayet açık olarak anlar ve bilir ki, dünyâ, âhıret saadetini kazanmaya, âhıreti ma’mûr etmeye vesiledir. Burada ömrünü, asıl olan bu maksada uygun olarak değil de, gelip geçeceği bir yolcunun konak yeri gibi olan dünyâyı ma’mûr etmek için harcayan kimse, elbette ki âhıretteki sonsuz saadetten mahrûm olur.
Tâat işlemekte esas olan şartlardan birisi odur ki, tâat hemen yapılmalı, özürsüz olarak geciktirilmemelidir.
Resûlullah efendimiz, Hazreti Ali’ye buyurdu ki: “Dünyâdan nail olduğun (eline geçen) şeylerle sevinme, kaçırdığın şeyler için üzülme. Amel etmediği hâlde âhırette saadete ve mükâfata kavuşmak istiyenlerden, uzun emel sebebiyle tövbeyi geciktirenlerden olma.”
Kul, uzun emel sahibi olduğu müddetçe kötü ameller yapar.
Tâatın şartlarından birisi, riyayı terketmektir. Hazreti Ali; “Hiçbir hayırlı ameli riya ile yapma” buyurdu. Hazreti Ali yine buyurdu ki: “Allahü teâlâyı tanıyan, O’na itaat eder. Şeytânı tanıyan ona âsî olur. Hakkı, doğru yolu tanıyan, O’na tâbi olur. Dünyâyı tanıyan, onu terkeder. Ya’nî haramları, mekrûhları ve şüpheli şeyleri terkeder. Dünyâya kıymet vermez ve ona düşkün olmaz. Âhıreti tanıyan da, onu kazanmanın yollarını arar.” Bu hasletler pek kıymetli ise de, bunları kendinde toplayan pek azdır.
Lokman Hakim oğluna nasihatinde buyurdu ki: “Ey oğul! Allahü teâlânın râzı olduğu şeylerden bahsedenlerle birlikte bulun. Eğer sen onlardan daha bilgili isen, ilmin ile onlara fâideli olursun. Onlar senden daha bilgili ise, sen onların bilgilerinden istifâde edersin. Böyle olunca, eğer Allahü teâlânın rahmetinden ve ihsânından onlara birşey gelirse, onlarla birlikte o rahmet ve ihsâna sen de kavuşmuş olursun.
Allahü teâlânın hoşnut ve râzı olduğu şeylerden bahsetmiyen kimselerle beraber olma. Böyle kimselerle beraber olma hâlinde, eğer sen âlîm isen, onlar bu ilminden istifâde edemiyecekleri için, ilimle onlara fâideli olamazsın. Şayet ilim sahibi değilsen, seni büsbütün câhil yaparlar. Bu hâllerinden dolayı, onlara Allahü teâlânın la’neti ve gadabı gelecek olursa, sen de onlarla birlikte helak olursun.”
İtaat sahibi kimsenin vasıflarından birisi de odur ki, Allahü teâlânın kazasına boyun eğer. Böyle bir kimse, kendisine gelen ve kendisinden ayrılan birşeyde nefsine pay ayırmaz. Meydana gelen herşeyin, Allahü teâlânın dilemesi ve takdîri ile olduğunu bildiği için gönlü rahattır.
Günahlardan sakınmak: Günahlar, Allahü teâlânın ni’metlerinin gidip, azâbının gelmesine sebep olur. Zarar ve pişmanlık getirir, dünyâda insanı utandırır. Âhırette azâba düşmeye sebep olur.
Günah işleyenler dâima korku ve gönül rahatsızlığı içindedirler. Emniyet ve rahat içinde olamazlar. Kötülük işleyen kimse, dâima zelîldir, azîz olamaz. Dâima kötülenir, sevilmez. Her zaman kötü bir kimse olarak tanınmaktan kurtulamaz.
Fudayl bin Iyâd (r.a.); “Allahü teâlâyı tanıdıktan sonra O’na isyanda bulunan kimseye çok hayret ediyorum” buyurmuştur.
İlim ve fazileti: ilim, pek yüksek bir kazançtır. Âlim, Allahü teâlânın isimlerinden bir isim; ilim ise sıfatlarından bir sıfattır. Fakat Allahü teâlânın ilmi, insanların ilmi gibi değildir. Aralarında sâdece isim benzerliği vardır. Çünkü insanların ilmi çalışmakla, başkasından öğrenmekle, düşünce ve tecrübe ile olmaktadır. Allahü teâlâ ise böyle şeylerden münezzehtir. O’nun ilmi ezelîdir. Yedi kat yerde ve yedi kat gökte ne varsa hepsini bilir. Hiçbir şey O’nun ilminin dışında değildir.
Peygamberlerin ilmi de, çalışmakla, başkasından öğrenmekle elde edilmiş değildir. Onların bilgileri, Allahü teâlâ tarafından kendilerine bildirilmiş olup, diğer bütün insanların ilimlerinden farklıdır.
İlim öğrenmek, her müslümana farzdır. Bunda gevşek davrananların hiçbir mazereti kabûl edilmeyecektir. Bir müslümanın, kendisine lâzım olan din ve dünyâ bilgilerini en doğru bir şekilde öğrenip, bunları tatbik etmesi elbette lâzımdır, ilim öğrenmek nasıl ki mutlaka mühim ise, o ilmin doğrusunu öğrenmek de o derece mühimdir. Bir müslümanın müslümanlığı, bunları bilip yapmakla tamâm olur.
Peygamber efendimiz (s.a.v.); “İlim taleb etmek, her müslümana farzdır” buyurdu. Başka bir hadîs-i şerîfte de buyurdu ki: “Din bilgisi öğrenmek, her müslümana farzdır, öyleyse onu öğreniniz ve öğretiniz. Câhiller olarak ölmeyiniz.”
Her müslümanın, kendisine lâzım olan ilimleri öğrenmesi lâzım olduğu gibi, âlime de, ilmiyle herkese fâideli olmak için gayret etmesi lâzımdır. Kendisinden ilim taleb edeni men etmesi uygun değildir.
İlim, amelden öncedir. Birşey bilinir, bundan sonra bu bilgiye uygun amel yapılır. Bunun için, ilim amelden önce gelmektedir. Fakat îmân böyle değildir, îmân, ilimden de öncedir. Peygamberler, insanları önce îmân etmeye, bunu kabûl edenleri de, ilim öğrenip amel etmeye da’vet etmişlerdir.
İlmin kâmil olması için ba’zı şartlar vardır. Niyeti, başka niyetlerin karışmasından kurtarıp ihlâsa kavuşturmalı, bâtını ma’nevî kirlerden temizlemeli, ilme, Allahü teâlânın rızâsı için yönelmeli, ilim öğrenmek sevâbını Allahü teâlâdan beklemeli, gösterişten, övünmekten uzak durmalıdır.
Allahü teâlâ için olan, ebedi saadete kavuşturan ilimleri öğrenirken; takvâ sahibi, ilmiyle âmil olan hakîkî İslâm âlimlerini seçmeli, bunlar bulunamazsa, bunların kitaplarını okuyarak aynı şekilde istifâde etmeye çalışmalıdır. İlim için bütün gücü ve gayreti ile çalışmalı, tevâzu sahibi olmalıdır. İlim sebebiyle öne geçmek, herkesten alâka görmek ve gösteriş yapmak niyetinden vazgeçmelidir.
İlim öğrendiği âlimin huzûrunda sükût edip, edeb ile dinlemeli, suâl sorarken güzel sormalı, hocasına i’tirâzı ve onunla mücâdeleyi terk etmelidir, öğrendiği ilim ile amel etmeli, gevşeklik göstermemelidir. Bir hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: “Allahü teâlâ, bildiği ile amel edene, bilmediklerini öğrenmeyi ihsân eder.”
Hazreti Ali buyurdu ki: “Din âlimleri sayı bakımından en az, fakat kadr ve kıymet bakımından en üstün kimselerdir.”
Resûlullah efendimizin hadîs-i şerîflerinden ba’zıları:
“Allahü teâlâ bir kulunu sevdiği zaman, yalvarışını işitmek için ona belâ ve musibet verir.”
“Nefsler, kendilerine iyilik edene sevgi ve kötülük edene de buğz etme tabi’ati üzere yaratılmıştır.”
“Mü’minin niyeti amelinden hayırlıdır.”
“Mü’minin firâsetinden korkun. Çünkü o, Allahü teâlânın nûru ile bakar.”
“İstişare eden pişman olmaz.”
“İstediğin gibi yaşa. Ama mutlaka öleceksin. İstediğini yap. Ama mutlaka karşılığını göreceksin.”
“Allahü teâlâ, tevâzu eden kimseyi yükseltir, kibirli kimseyi de alçaltır.”
“Âlimler ve hikmet sahipleri ile oturup kalk. Kötülük ve günah işleyen kimselerden uzak kal.”
“Yalnız olmak, kötü kimse ile oturmaktan daha iyidir.”
“Kul kardeşine yardım ettiği müddetçe, Allahü teâlâ o kuluna yardım eder.”
“Mücâhid, Allahü teâlâya itaat husûsunda nefsi ile mücâdele edendir.”
“Ey insanlar! En doğru söz, Allahü teâlânın kelâmıdır. En güvenilir tutunulacak şey, takvâdır. En hayırlı yol, Muhammed’in (aleyhisselâm) yoludur. En şerefli söz, Allahü teâlâyı anmaktır, işlerin en hayırlısı azîmetlerdir. İşlerin en kötüsü, dinde sonradan meydana çıkarılan ve dinden olmayan bid’atlerdir. En güzel yol, Peygamberlerin yoludur. En güzel ölüm, şehidlerin ölümüdür. En kötü dalâlet, hidâyete kavuştuktan sonraki dalâlettir. En hayırlı amel, faydalı olandır. En kötü körlük, kalb körlüğüdür. Veren el, alan elden hayırlıdır. Az ve yeterli olan şey, çok fakat, Allahü teâlâyı unutturan şeyden hayırlıdır. En kötü pişmanlık, kıyâmet günündeki pişmanlıktır. Hikmetin başı, Allahü teâlâdan korkmaktır. En hayırlı zenginlik, gönül zenginliğidir. Kalbe ilkâ olunan (konulan) şeylerin en hayırlısı yakîn’dir. İçki büyük günahtır. En kötü kazanç ribâdır (faizdir). En kötü yiyecek, yetimin malını yemektir, işlerin özü, neticeleridir. En kötü rivâyet, yalanı rivâyet etmektir. Gelecek olan (olacağı muhakkak olan) herşey yakın sayılır. Mü’minin sövmesi fısktır. Mü’min kardeşinin etini yemek (onu gıybet etmek), Allahü teâlâya karşı gelmektir. Kim birisini bağışlarsa, Allahü teâlâ da onu bağışlar. Kim kızgınlığını yenerse, Allahü teâlâ onu mükâfatlandırır. Allahü teâlâ, kendisine âsî olana azâb eder. Ben Arabın en fasihiyim (sözü açık ve düzgün olup hatâdan uzak olan kimsesiyim). Bana cevâmi’ul-kelim (az bir söz ile çok şeyler anlatmak husûsiyeti) verildi.”
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) El-A’lâm cild-3, sh. 106
2) Esmâ-ül-müellifîn cild-1, sh. 393
3) Mu’cemü matbûât-il-Arabiyye sh. 522
4) Keşf-üz-zünûn sh. 822
5) Ez-Zehâir vel-a’lâk fî edeb-in-nüfûs ve mekârim-il-ahlâk. (Süleymâniye Kütüphânesi) Hacı Mahmûd kısmında 1725 numaralı kitap.)