Hadîs, târih ve Şafiî mezhebi fıkıh âlimi. İsmi, Yahyâ bin Ebû Bekr bin Muhammed bin Yahyâ olup, lakabı Ebû Zekeriyyâ’dır. El-Âmiri el-Haradî nisbetleri ile meşhûr oldu. 816 (m. 1413) senesinde doğdu. 893 (m. 1488) senesinde, Yemen’de Hard denen yerde vefât etti.
Zamanında Yemen’in en büyük âlimi ve muhaddîsi olan Âmirî el-Haradî, Yemen’de İbrâhim Nahvî’den ilim öğrendi. Hac farizasını yerine getirmek için gittiği Mekke-i mükerremede, Ebü’l-Feth Merâgî’nin derslerine devam etti. Fakîh Muhammed bin Ebü’l-Gays Hüseynî’den, Begavî’nin tefsîrini okudu. Fıkıh ilmini babasından öğrendi ve bu ilimde söz sahibi oldu. Ayrıca Takıyyüddîn Fihd’den de ders aldı. Bununla iftihar ederdi. Fıkıh ve hadîs ilminde ders okutarak, çok kimselere ilim öğretti.
Âmiri el-Haradî, çok ibâdet ederdi. Keşf ve kerâmet sahibi idi. Birçok eser yazdı. Yazdığı eserlerden ba’zıları şunlardır: 1- Garâib-üz-zemân: Resûlullahın (s.a.v.) hicretlerinden, yedinci asra kadar olan târihi içerisine alır. Yazmadır. 2- Behcet-ül-mehafil fis-sîreti vel-mu’cizât-ı veş-Şemâil (matbûdur), 3-Et-tuhfet-ül-Câmia li müfredât-it-tıbb-in-nâfiati (matbûdur), 4- Er-Riyâd-ül-müstetâbe fî ma’rifeti men reva fis-Sahîhayni min-es-Sahâbe (matbûdur), 5- El-Aded fimâ lâ yestegnî anhu Ehad: Gece ve gündüz yapılacak sâlih âmellere dâirdir. 6- Muhtasar-ı akâid, 7- Kitâb-ül-udde, 8- Beyân-ül-i’tikâd, 9-Nazm-ül-mesâil.
Âmirî’nin yazmış olduğu “Muhtasar-ı Akâid” adlı eserden ba’zı bölümler:
Amirî, Allahü teâlâya hamd ve Resûlullahın, Allahü teâlânın kulu ve Peygamberi olduğuna şehâdet ettikten sonra şöyle demektedir: “Allahü teâlânın rahmetine muhtaç olan bu fakir, Allahü teâlâdan, beni haktan başkasını yazmaktan muhafaza buyurmasını, doğru yola kavuşturmasını dilerim. Ba’zı talebe kardeşlerim, benden Arabca olarak yazılmış, ezberlenmesi kolay olan, akâid ile ilgili bir eser yazmamı istediler. Ben de onların bu isteğini, Allahü teâlâdan yardım diliyerek kabûl ettim. Bu eser üç kısımdır. Birinci bölüm; i’tikâd mes’elelerine dâirdir. İkinci bölüm; küfrü ve irtidâdı gerektiren sözler hakkındadır. Üçüncü bölüm; insanlara en çok lâzım olan ba’zı bilgiler hakkındadır.
Kulun, kulluk vazîfesini yerine getirebilmesi için ba’zı zarurî bilgileri bilmesi lâzımdır. Bunları bilmek her müslüman erkek ve kadına farzdır. Allahü teâlâ, Nahl sûresinin kırktüçüncü âyet-i kerîmesinde meâlen; “Bilmediklerinizi, bilenlerden sorunuz! Cehlin ilâcı, sorup öğrenmektir” buyuruyor. Resûl-i ekrem (s.a.v.) de bir hadîs-i şerîfte; “İlim Çin’de bile olsa, onu arayınız” buyurmuştur.
Bilinmesi lâzım gelen bilgiler iki kısımdır. Birincisi farz-ı ayn, ikincisi farz-ı kifâyedir. İ’tikâd bilgilerini öğrenmesi, namaz, hac, zekât gibi ibâdetleri yapmakta mes’uliyetten kurtulacak kadar ilim öğrenmesi her müslüman erkek ve kadına farz-ı ayndır. Bunlardan fazlasını öğrenip, derin âlim olmak, fetvâ verebilecek seviyeye gelmek farz-ı kifâyedir.
Namaz, abdest, oruç gibi ibâdetlerin sahih olması ve kabûl olması îmâna bağlıdır. Çünkü îmân asıl, amel fer’îdir. (şu’bedir). Eğer bir kimsenin i’tikâdı düzgün olmazsa, bin sene namaz kılsa ve oruç tutsa, bu namaz ve oruçları, ona kıyâmet gününde fâide vermez. Cehenneme gider. Allahü teâlâ, Gâşiye sûresinin ikinci âyet-i kerîmesinde meâlen şöyle bildiriyor “Bir takım yüzler vardır ki, o gün (kıyâmet günü) zelîldir.”
Bir kimse müslüman olduğunu söyler, fakat farz-ı ayn bilgileri öğrenmekten geri kalırsa, müslümanlıkla alâkası, müslüman olduğunu söylemekten ibâret olur. Sâdece müslüman olduğunu söylemekle âhıret saadetine kavuşulmaz. Bu bakımdan her müslümanın, öğrenilmesi farz-ı ayn olan din bilgilerini iyice öğrenip ezberlemesi lâzımdır. Hattâ bu bilgileri, yakınlarına, çoluk-çocuğuna da öğretmelidir.
Mükellef olana önce farz olan, Resûlullahın (s.a.v.) Allahü teâlâdan getirdiklerine îmân etmektir. Îmân, Allahü teâlânın bir olduğunu, Resûl-i ekremin O’nun kulu ve Resûlü olduğunu kalb ile tasdik edip, dil ile söylemektir. İnanılacak şeylere, kalb ile inanmadan sâdece dil ile inandığını söylemek, îmân olmaz. Eğer bu îmân olsa idi, kalben inanmayıp, dil ile müslümanım diyen münâfıkların mü’min olması lâzım gelirdi.
Îmânın ta’rîfi geniş olarak şöyledir: Allahü teâlâya, O’nun ortağı ve benzeri olmadığına, O’nun Hayy ve Kayyûm olduğuna, kemâl sıfatları ile muttasıf olup, noksan sıfatlardan münezzeh olduğuna, Allahü teâlânın meleklerine, Peygamberlerine, Peygamberlerine verdiği kitaplara, kıyâmet gününe, kıyâmet gününün mutlaka vukû’ bulacağına, hayrın ve şerrin de Allahü teâlâdan olduğuna, öldükten sonra dirilmeye îmân etmektir.
Allahü teâlânın hükümleri üç çeşittir. Birincisi; Allahü teâlânın dilediği, beğendiği ve yapılmasını emrettiği hükümlerdir ki, bunlar farzlardır. Namaz, oruç, zekât gibi farz ibâdetler bu gruptandır. İkincisi; Allahü teâlânın dilediği, beğendiği, fakat yapılmasını emretmediği hükümlerdir ki, bunlar nafilelerdir. Nafile oruç ve namazlar v.s. Üçüncüsü; Allahü teâlânın beğenmediği ve yapılmamasını emr ettiği hükümlerdir ki, bunlar da haramlardır.
Kulun îmân ni’metine kavuşması ve hidâyet üzere (doğru yolda) bulunması, Allahü teâlânın lütuf ve ihsânıdır. Yine ba’zı kimselerin de küfr ve dalâlet üzere bulunması ise, Allahü teâlânın adâletidir. Kulun; bütün hâllerinde Allahü teâlânın hükmüne teslim olması gerekir. Kul, Allahü teâlânın işlerinde asla O’na i’tirâz etmemelidir. “Bunu niçin böyle yaptı. Bunu niçin haram kıldı” diye konuşmamalıdır. Çünkü Allahü teâlâ, Enbiyâ sûresinin yirmiüçüncü âyet-i kerîmesinde meâlen; “Allah yaptığından sorumlu olmaz, kullar ise sorumlu olurlar” buyuruyor.
Kulu ve kul; hayır, şer, tâat ve günahlardan ne yapmış ise, hepsini Allahü teâlâ yaratmıştır. Allahü teâlâ, Saffât sûresinin 96. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Allahü teâlâ, sizi yarattı ve işlerinizi yarattı” buyuruyor. Ancak Allahü teâlâ, kulların yaptığı hayır ve tâatlardan râzı, günah ve şerlerden râzı değildir.
Herkesin muayyen bir ömrü vardır; eceli gelince ölür. Öldürülmek yanmak veya boğulmak gibi herhangi bir sebeple ölen, eceli ile ölmüştür. Nitekim Allahü teâlâ, Nahl sûresinin altmış birinci âyet-i kerîmesinde meâlen; “Eğer Allah, zulümleri (günahları) yüzünden insanları hesaba çekiverseydi, yeryüzünde kımıldıyan tek bir canlı bırakmazdı. Fakat Allah, onları takdîr edilen bir müddete kadar geciktirir. Müddetleri (ecelleri) de geldiği zaman, ne biran geri kalabilirler, ne de öne geçebilirler” buyuruyor.
Günahkâr kimse, tövbe etmeden vefât edip, îmânla giderse, kesin bir şekilde Allahü teâlâ ona azâb edecektir veya onu affedecektir demek caiz değildir. O, Allahü teâlânın irâdesine kalmıştır. Dilerse fadlı ve keremi ile veya îmânının bereketi ile veya sevdiği kullarından birinin şefaati ile onu affeder. Dilerse, günâhı kadar ona azâb eder, sonra onu Cennete koyar. Allahü teâlâ, Nisa sûresinin 48. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Allahü teâlâ, şirki elbette affetmez. Dilediği kimselerin şirkden ya’nî imansızlıktan başka günahlarını affeder” buyuruyor.
Kabirde Münker ve Nekîr adında iki meleğin suâl sorması haktır. Onlar iki melek olup, meyyit kabre konduğu zaman, meyyitin yanına gelirler, onu doğru olarak oturturlar. Rabbin kim? Peygamberin kim? Dînin ne? gibi sorular sorarlar.
Kabir azâbı haktır. Allahü teâlâ Mü’min sûresinin kırkaltına âyet-i kerîmesinde meâlen; “Fir’avn’a ve adamlarına, her sabah ve akşam gidecekleri Cehennem ateşi gösterilir. Kıyâmet koptuğu gün de; “Fir’avn kavmini en şiddetli azâba sokun” denilecektir” buyuruyor. Ya’nî, kıyâmet gününden Önce onlar ateşe arz olunurlar. Bu ise, kabir azâbından başkası değildir.
Kıyâmet günü haktır. Ona îmân etmek farzdır, Allahü teâlâ, Mü’min sûresinin 59. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Kıyâmet muhakkak gelecektir. Onda hiç şüphe yoktur. Fakat insanların çoğu (buna) inanmazlar” buyuruyor.
Mîzân haktır. Onun iki kefesi ve bir dili vardır. Onda, Allahü teâlânın kudreti ile, O’nun dilediği şekilde ameller tartılır. Mîzân’ın büyüklüğü, gökler ve yer tabakaları kadardır. Cehennemden kurtulanların sevâbları, Cehennemliklerin ise günahları ağır gelir. Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde meâlen şöyle buyuruyor: “Kıyâmet gününde amellerin tartılması haktır. Kimin iyilikleri kötülüklerinden ağır gelirse, işte onlar kurtulanlardır. Kimin de tartıları hafif gelirse, işte onlar kurtulamıyanlardır” (A’râf; 8-9).
Kıyâmet gününde kitapların (amel defterlerinin) okunması haktır, insanlar, bu husûsta kıyâmet günü farklıdırlar. Bir kısmına amel defteri sağ taraftan, bir kısmına sol taraftan, bir kısmına da arka taraftan verilir. Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde meâlen şöyle buyuruyor: “Biz azîm-üş-şân, insan için sahîfesi açılmış olarak kendisine vâsıl olan kitâb ihraç ederiz” (İsrâ-13), “İşte o vakit, kitabı sağ eline verilmiş olan kimse, “Gelin kitabımı okuyun” der” (Hâkka-19), “Kitabı sol eline verilmeş olan ise; “Eyvah! Keşke kitabım verilmeseydi” der” (Hâkka-25).
Kıyâmet gününde insanların durumları birbirinden farklıdır. Bir kısmının hesabı çetin olur. Bir kısmının hesabında müsamaha olunur. Bir kısmı hesâbsız Cennete girer. Bir kısmı hesâbsız Cehenneme girer. O gün kabahatler ve sırlar ortaya çıkar. Allahü teâlâ, Tarık sûresinin dokuzuncu âyet-i kerîmesinde meâlen; “O gün (kıyâmet günü), bütün sırlar Aşikâr olur” buyuruyor. Allahü teâlâ, kıyâmet günü hükmeder. Zâlimden mazlûmun intikamını alır. O gün bir münâdî; “Bugün (âhırette) herkes kazandığı ile cezâlanacaktır. Zulüm yok bugün... Şüphesiz ki Allah, hesabı çok çabuk görendir” der. (Mü’min-17).
Sırat haktır. Sırat, Cehennem üzerinde uzatılmış bir köprü olup, kıldan ince, kılıçtan keskindir. İnsanların onun üzerinden geçmesi haktır. İnsanların bir kısmı şimşek gibi, çok çabuk geçerler. Bir kısmı rüzgâr gibi, bir kısmı kuşlar gibi geçerler.
Cennet ve Cehennem haktır. Onlar yaratılmış olup, şimdi mevcûtturlar. Allahü teâlâ Cennet için, Kur’ân-ı kerîmde meâlen; “Rabbinizden mağfiret istemeğe ve Cennete girmeğe koşunuz. Bunun için çalışınız! Cennetin büyüklüğü, gökler ve yer küresi kadardır. Cennet, Allahü teâlâdan korkanlar için hazırlandı. Bunlar, az bulunsa da mallarını Allah yolunda verirler, öfkelerini belli etmezler herkesi affederler. Allahü teâlâ, ihsân edenleri sever” buyuruyor. (Âl-i İmrân-133). Cehennem için ise meâlen; “Kâfirler için hazırlanan ateşten korkun” buyuruyor. (Âl-i İmrân-131). Mü’minler, Cennette ebediyyen kalıcıdırlar. Kâfirler ise, Cehennemde ebediyyen kalıcıdırlar. Allahü teâlâ, Bekâra sûresinin 82. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Îmân edip sâlih ameller işliyenler ise, onlar da Cennet ehlidirler, ebedî orada kalıcıdırlar” buyuruyor. Âl-i İmrân sûresi 116. âyet-i kerîmesinde ise meâlen; “Kâfir olanlar (var ya!), onların ne malları, ne evlâdları kendilerini Allahın azâbından asla kurtaracak değildir. Onlar Cehennemliktir ve orada ebedî olarak kalıcıdırlar” buyuruyor.
Peygamber efendimiz (s.a.v.), Peygamberlerin (aleyhimüsselâm) sonuncusudur. Peygamberlerin ba’zısı ba’zısından üstündür. Resûl-i ekrem (s.a.v.), bütün Peygamberlerden (aleyhimüsselâm) üstündür. Peygamberlik kapısı, Resûlullah efendimizin (s.a.v.) Peygamber olarak gönderilmesinden sonra kapanmıştır. Ondan sonra peygamberlik iddiasında bulunanlar yalancıdırlar. Allahü teâlâ, Ahzâb sûresinin 40. âyet-i kerîmesinde meâlen; “O (Muhammed) Allahın Resûlü ve Peygamberlerin sonuncusudur. Allah herşeyi bilendir” buyuruyor. Ancak, âhır zamanda kıyâmetin alâmetlerinden olarak Îsâ aleyhisselâm, semâdan yeryüzüne iner. İnsanları Resûlullah efendimizin dinine da’vet eder.
Bu ümmetin en üstünü Ebû Bekr-i Sıddîk’dır (r.a.). Sonra Ömer bin Hattâb, sonra Osman bin Affân sonra Ali bin Ebî Tâlib’dir. (r.anhüm). Sonra Aşere-i mübeşşerenin tamâmı, sonra Eshâb-ı kiramdır. Sonra Tâbiin, sonra Tebe-i tabiîn efendilerimizdir. Sonra Selef-i sâlihin’in âlimleri, sonra da onların yolunda giden âlimlerdir.
Kıyâmet günü, Resûlullah efendimizin ümmetinin günâhkârlarına şefaat etmesi haktır. Allahü teâlâ, İsrâ sûresinin yetmişdokuzuncu âyet-i kerîmesinde meâlen; “(Ey Resûlüm!) sana mahsûs fazla bir namaz olarak, gece uykudan kalk da, Kur’ân ile teheccüd (gece namazı) kıl. Rabbinin, seni bir Makâm-ı Mahmûd’a göndermesi yakındır” buyuruyor. Tefsîr âlimleri, Makâm-ı Mahmûd’u şefaat makamı diye tefsîr etmişlerdir.
Yine, diğer Peygamberlerin (aleyhimüsselâm), âlimlerin, Sıddîkların, sehîdlerin de şefaati haktır. Resûlullah efendimiz (s.a.v.) bir hadîs-i şerîfte; “Ümmetimin âlimlerinin şefaati, İsrâiloğullarının peygamberleri’nin şefaati gibidir” buyuruyor.
Allahü teâlânın velî kulu, Peygamberden (a.s.) üstün olamaz. Hattâ bir Nebi, bütün evliyâdan daha üstündür. Bir velînin derecesi ne kadar yüksek olursa olsun, ondan ibâdet mükellefiyeti asla düşmez. Hakîkat mertebesine ulaşan velîden, ibâdet ve dinin emirlerini yerine getirme mükellefiyetinin düşdüğünü iddia eden kimse ehli dalâlettir, sapıktır ve doğru yoldan çıkmıştır.
Cünüblükten temizlenmek, abdest almak, teyemmüm etmek, mest üzerine mesh etmek, namaz kılmak, zekât vermek, oruç tutmak, hacca gitmek, cemâatle namaz kılmak, Cum’a namazı kılmak, ezan ve ikâmet okumak, cihâd etmek ve cenâze, bayram namazlarını kılmak, emr-i ma’rûf ve nehy-i münker yapmak, akrabaya iyilik etmek, ana-babaya itaat etmek ve daha başka dinin bütün emirleri haktır ve gerçektir. Komşuya ve bütün insanlara eziyetten sakınmak vâcibdir. Gıybet, nemime (koğuculuk), iftira, yalancı şâhidlik, fitne çıkarmak ve müslümanlar arasında düşmanlık meydana getirmek haramdır. Resûl-i ekrem bir hadîs-i şerîfte; “Fitne uykudadır. Onu uyandırana Allahü teâlâ la’net etsin” buyurdu.
Zalim olsa bile, müslümana la’net etmek, bedduâ etmek haramdır. Evlâ olanı, zâlim olan müslüman hakkında şöyle duâ etmektir: “Yâ Rabbi! Eğer o, tövbe ehlinden ise, onun tövbesini kabûl eyle. Eğer tövbe ehlinden değil ise, bizi ve bütün müslümanları onun kötülüklerinden muhafaza eyle.”
Allahü teâlânın dini, İslâmiyettir. Bu anlattıklarımız, zâhiren ve bâtınen i’tikâdımızdır. Yâ Rabbî! Bizi İslâmiyet üzere yaşat, İslâmiyet üzere rûhumuzu al, kalblerimizin senin dinin üzere olmasını nasîb eyle!
Îmânı gideren sözler: Bir kimse, bilerek küfrü gerektiren bir söz söylese, onun îmânı gider ve imansız olur. Eğer bir kimse küfrü gerektiren sözü başkalarını güldürmek için söylerse, hem o, hem de gülenler imansız olur.
Îmânı gideren sözler üç kısımdır. Bir kısmı; hatâ ile söylenip, küfrü gerektirmeyen, fakat böyle söyliyenin tövbe ve istiğfar etmesi gerekenlerdir. Bir kısmı; ihtilaflı olup, âlimlerden ba’zısına göre küfrü gerektirip ba’zısına göre küfrü gerektirmeyenlerdir. Böyle bir sözü söyliyenin ihtiyâten nikâhını ve îmânını tazelemesi, tövbe etmesi ve bu sözünden dönmesi gerekir. Bir kısmı da; sözbirliği ile küfür olan sözlerdir. Böyle bir sözü söyliyen kimse, haccetmiş ise haccını iade etmesi gerekir. Ailesi ile de nikâhsız olur. Bu durumda olan bir kimse, Kelime-i şehâdeti söylese, fakat söylediği o küfrü gerektiren sözden dönmezse, küfür üzere olması ondan kalkmaz.
Küfür tehlikesinden korunmak istiyen, şu duâyı sabah ve akşam okusun: “Allahümme innî e’ûzü bike min en üşrike bike şey’en ve ene a’lemü ve estegfiruke limâ lâ a’lemü.”
Allahü teâlânın zâtı, sıfatları ve fiilleri ile alâkalı küfrü gerektiren husûslar: Allahü teâlâyı şânına lâyık olmayan bir şeyle vasfetmek, Allahü teâlânın isimleri veya emirleri ile alay etmek, Allahü teâlânın va’dini veya va’îdini inkâr etmek küfürdür.
Kur’ân-ı kerîmin âyet-i kerîmelerinden birisini inkâr etmek veya onunla alay etmek küfürdür. Def ve eğlence âletlerinin vuruşuna göre Kur’ân-ı kerîm okumak küfürdür.
Ölçüp tartarken, “Fakat insanlara, (verilmek üzere) ölçtükleri, yahut tarttıkları zaman eksiltirler” meâlindeki Mutaffifîn sûresinin 1. âyet-i kerîmesini alay eder gibi okumak küfürdür.
Haram bir yiyeceği yerken, Besmele çekmek küfürdür, içki içerken ve ondan başka dinen haram olan şeyi yerken, içerken Besmele çekmek küfürdür. Alay ederek ezan okumak küfürdür.
Bir kimse, küçük veya büyük günah işler de, birisi ona; “Allahü teâlâdan, işlediğin bu günahtan dolayı af ve mağfiret dile” derse, o da onun bu sözünü hafife alarak; “Ne yaptım ki istiğfar edeyim” derse imansız olur.
Kim bir peygamberi inkâr eder veya onu herhangi birşeyle ayıplarsa veya onun sünnetlerinden birisini beğenmezse küfre girer.
Birisi; “Resûl-i ekremin (s.a.v.) kabr-i şerîfi ile minberi arası Cennet bahçelerindendir” deyince, başka birisi bu sözü hafife alarak; “Ben orada minber ve hasırdan başka birşey görmüyorum” derse bu küfür olur.
Din imamlarını aşağı görerek, onları küçültücü ifadelerle anmak küfürdür.
Farzlardan birisini veya icmâ’ ile sabit bir hükmü inkâr etmek küfürdür.
Birisine; “Farz namazını vaktinde kıl” dense, o da; “Kılmam” dese, ba’zı âlimler küfür olacağını, ba’zısı da; “Senin emrin ile kılmam” demeyi kasd ederse küfür olmaz dediler.
Keşke; faiz, adam öldürmek, zinâ ve zulüm helâl olsa idi, demek küfürdür.
Fakire, sevâb umarak haram birşey vermek küfürdür.
Kıyâmeti, Cenneti, Cehennemi, mizanı, sırata, hesabı ve amel defterlerini inkâr küfürdür.
Sensiz Allahü teâlâ bana Cenneti verse oraya girmem veya Allahü teâlâ falanca ile Cennete girmemi emretse oraya girmem veya Allahü teâlâ bu amel için veya sizin için bana Cenneti verse, Cenneti istemem demek küfürdür.
Bir kimse, olmuş ve olmamış şeyleri bilirim derse küfür olur.
Bir kimse günah bir işe başlasa, başkasını da; “Gel, güzel bir hayat yaşıyalım” diyerek onu da günâha soksa ve; “Bizim rahat ve sevincimiz gibi kimsede yok” dese küfür olur.
Kazanç: Yetecek kadar helâl kazanmak farzdır. Allahü teâlânın ni’metlerini izhâr için kazanmak mübahtır. Öğünmek için kazanmak mekrûhtur. En üstün kazanç cihâd, sonra ticâret, sonra tarım, sonra san’attır. Din ilimleri kazanç vesilesi edilmez. Kendisine, çoluk-çocuğuna yetecek ve borçlarını ödeyecek kadar kazanç farzdır.”
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Mu’cem-ül-müellifîn cild-13, sh. 187
2) Ed-Dav-ül-lâmi’ cild-10, sh. 224
3) El-A’lâm cild-3, sh. 139
4) Keşf-üz-zünûn cild-1, sh. 258
5) Esmâ-ül-müellifîn cild-1, sh. 529
6) Ahwardt: Verzeichiniss der arabischen Handschriften cild-9, sh. 158
7) Brockelmann Sup-2, sh. 225