AKŞEMSEDDÎN

İstanbul’un ma’nevî fâtihi ve büyük velî. İsmi, Muhammed bin Hamza olup, lakabı Akşeyh’dir. Evliyânın büyüklerinden Şihâbüddîn Sühreverdî’nin neslindendir. Nesebi, Hazreti Ebû Bekr-i Sıddîk’a ulaşır. Hacı Bayram-ı Velî’nin, ona; “Beyaz (ak) bir insan olan Zeyd’den, insan cinsinin karanlıklarını söküp atmakta güçlük çekmedin” demesi sebebiyle, “Akşemseddîn” lakabı verilmiştir. Riyâzet sebebiyle benzinin solması, saçının, sakalının ağarması ve ak elbiseler giymesi sebebiyle “Akşemseddîn” denildiği de rivâyet edilmiştir. 792 (m. 1390) senesinde Şam’da doğdu. 864 (m. 1460) senesinde Göynük’te vefât etti. Buradaki Târihî Süleymân Paşa Câmii’nin bahçesine defnedildi. Daha sonra, oğullarının kabri ile beraber, kabri bir türbe içine alındı.

Akşemseddîn, daha küçük yaşta iken Şam’da Kur’ân-ı kerîmi ezberledi. Yedi yaşında iken babası ile Anadolu’ya gelip, Amasya’nın Kavak nahiyesine yerleştiler. Bir süre sonra babası vefât etti. Akşemseddîn’in babası da büyük bir âlim ve evliyâ idi. Babası vefât edip, defn olunduğu günün gecesi bir kurt gelip kabrini açtı. Bu kurt, o beldeye musallat olmuştu. Yeni mezarları bulur ve ölüyü mezardan çıkararak parçalardı. Bu kurt, Şeyh Hamzâ’yı da parçalamak ve yemek istedi. Şeyh Hamza, mübârek elini uzattı, o kurdu boğazından tutup, öldürdü. Ertesi sabah ziyârete gelen halk, kurdu ölü vaziyette, Şeyh Hamza’nın elini de mezardan dışarda buldular. Orada hâl sahibi bir zât vardı. O zât; “Kurda değdiği için, Şeyh Hamza’nın mübârek elinin yıkanması lâzımdır” dedi. Elini yıkadılar. El, hemen içeri çekildi. O günden beri Akşemseddîn’in babası, kurtboğan lakabı ile meşhûr oldu.

Akşemseddîn hazretleri gençlik çağında, zamanının naklî ve aklî ilimlerini tahsil etti. Tasavvufda yetişmiş büyük bir velî ve rehber olduğu gibi, diğer ilimlerde de büyük bir âlim idi. Bu husûs, yazmış olduğu eserlerin tetkikinden açıkça anlaşılmaktadır. Ayrıca zamanındaki medrese tahsilini tamamlamış olup, şu eserleri de okuyup tetkik etmiştir. Arabcanın büyük lügatlarından Ebû Nasr bin Hammâd el-Cevherî’nin “Sıhâh”ını, Hanefî mezhebi fıkıh bilgilerini anlatan “El-İhtiyâr li tâlil-il-muhtâr”, “Kunyet-ül-fetâvâ”, “Tavzîh-ül-fıkıh”, “Mecmû’ât-ül-Bahreyn”, “Şerh-i Hidâye” ve Fahr-ül-İslâm Pezdevî’nin eserlerini okumuştur. Fetvâ kitaplarından: “Hülâsat-ül-Fetâvâ”, “Fetâvâ-i Kâdîhân” ve “Hazânet-ül-fetâvâ”yı okumuş, tetkik etmiştir.

Ahlâk ve mev’ıza konusunda ise: “Şir’ât-ül-İslâm”, “Tenbîh-ül-gâfilîn bostân-ül-ârifîn”, “İhyâ-i ulûmüddîn”, “Ahlâs-ül-Halisâ” ve “Beyân-ül-i’tikâd” adlı eserleri mütâlâa etmiştir.

Tefsîr ilminde, Sa’lebî’nin tefsîrini, Nesefî’nin “Et-Teysîr” adlı tefsîrini, Zemâhşerî’nin “Keşşâf adlı tefsîrini, Necmeddîn-i Kübrâ hazretlerinin “Mirsâdu Ayn-ül-hayat”ını, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmi’nin “Mesnevî”sini, Muhyiddîn-i Arabî’nin “Fütûhât-ı Mekkiyye”sini ve “Füsûs-ül-hikem” adlı eserini okuyup, tetkik etmiştir. Tasavvuf (Ahlâk) ilminde: Şihâbüddîn Sühreverdi’nin “Avârif-ül-me’ârif’ini, İmâm-ı Gazâlî’nin “İhyâ-ül-ulûm” ve “Mişkât-ül-envâr” adlı eserlerini, Cüneyd-i Bağdâdî’nin eserlerini, “Kuşeyrî risâlesi”ni, Gülâbâdî’nin (Kelâbâzî) Tearruf adlı eserini okumuş, tetkik etmiştir. Bunlardan başka, bu mevzûda büyüklerden nakledilegelen sözleri ve rivâyetleri de mütalaa etmiştir, İbn-i Fârıd’ın bütün kasidelerini ve onun kasidelerine Fergânî’nin yazdığı şerhi de mütâlâa ettiği “Risâletün-Nûriyye” adlı eserindeki nakillerinden ve atıflarından anlaşılmaktadır.

Hadîs ilminde: İbn-i Şihâb Zührî’nin, “Asâr-ür-Resûl”ünü, İmâm-ı Begavî’nin “Mesâbih-üs-sünne”sini ve şerhlerinden “Mefâtih”i, “Tervişî” şerhini, İmâm-ı Sagûnî’nin “Meşârik-ül-envâr”ını, bunun üzerine Vecihüddîn ve Şemsüddîn Hirevî tarafından yapılan şerhleri, Kudâî’nin elf kelimesini, İbn-i Münrîr’in “Câmi-ül-ezkâr”ını, Kâdı Iyâd’ın “Şifâ”sını okuyup, incelemiştir.

Bunlardan başka, İslâm âlimlerinin ve evliyânın meşhûrlarından olan diğer büyüklerin kitaplarını da okuyup, incelemiştir. Mütâlâa ettiği anlaşılan bu eserlerden bir kısmı da şöyle sıralanabilir Abdürrezzâkı Kâşânî’nin “İstılâhat-ı Sûfiyye” adlı eserini ve Füsûs şerhini, Cüneyd-i Bağdadî’nin, Şeyh Abdülmelik-üd-Deylemî’nin, Bâyezîd-i Bistâmî’nin ve Şeyh Ebû Midyen Magribî’nin sözlerini, Kuşeyrî’nin, İmâm-ı Gazâlî’nin eserlerini, Ebû Tâlib Mekkî’nin “Kut-ül-Kulûb” adlı meşhûr eserini, Ebû Midyen Magribî’nin “Levâm-ül-esrâr” adlı eserini, Ahmed Gazâlî’nin “Tecrid”ini, Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin va’z ve nasihatlerini içine alan eserleri, Şihâbüddîn Sühreverdî’nin “Avârif-ül-me’ârif adlı meşhûr eserini, Necmeddîn-i Kübrâ’nın “Fevâtih-ül-celâl” adlı eserini, Yûsuf Gürânî’nin “Bedî’-ül-enfâs fî şerhi Kavl-is-selâs” ve “Risâle-i kudsiyye” adlı eserlerini, Şeyh Zeyneddîn Hafi’nin evradını ve eserlerini, Muhammed bin Ebî Bekr Abdülkâdir-i Râzi’nin “Hadâik-ül-hakâyık” adlı eserini, Ebû Hafs bin Amr’ın Kasidelerini, Feridüddîn Attâr’ın “Mantık-ut-tayr”, “Esrârnâme” ve “Musîbetnâme” adlı eserlerini, Evhadüddîn Kirmânî’nin ve İbrâhim Hüseynî’nin eserlerini ve sözlerini, Seyyid Ni’metullah divânını, Muhammed bin Sîrîn’in eserlerini, Aşık Paşa’nın eserlerini, Şadreddîn Konevî hazretlerinin eserlerini, Irâkî’nin “Levâmî” ve “Lemeât” adlı eserlerini, Şeyh Mü’eyyed Cündî’nin Füsûs şerhini ve Sultan Veled’in eserlerini okuyup, incelemiştir.

Akşemseddîn hazretleri, zeki ve kabiliyetli bir zât idi. Akranlarından daha üstün derecelere kavuştu, ilim tahsilini tamamladıktan sonra Osmancık’da müderris oldu. Burada günün belli saatlerinde ders veriyordu. Diğer zamanlarda, nefsinin terbiyesi ile meşgûl oluyordu. Son derece takvâ üzere bulunuyordu. Vera’ sahibi olup, asla şüpheli şeylere yaklaşmazdı. Yüksek bir ahlâk sahibi idi. Bulunduğu yerde bu hâllerini bilenler, ona, zamanın büyük velîsi, Hâcı Bayram-ı Velî hazretlerine gitmesini tavsiye ettiler. Birgün Akşemseddîn, Ankara’ya giderek, Hâcı Bayram-ı Velî ile görüştü. Bu gidişinde henüz talebesi olmadı.

Akşemseddîn hazretleri, 840 (m. 1436) senesinde meşhûr Velî Şeyh Zeynüddîn hazretlerine talebe olmak için Haleb’e gitti. Haleb’e vardığında bir rü’yâ gördü. Rü’yâsında, boynuna bir zincir takılmış ve kendisi zorla Ankara’da Hacı Bayram’ın eşiğine bırakılmıştı. Zincirin ucu ise, Hâcı Bayram-ı Velî’nin elinde idi. Bu rü’yâ üzerine, Akşemseddîn yaptığı hatâyı anladı ve hemen Ankara’ya geri dönmek için yola çıktı. Ankara’ya gelip, Hâcı Bayram-ı Velî’nin dergâhına gidince, Hâcı Bayram-ı Velî’nin, talebeleriyle beraber tarlada olduğunu öğrendi. Hemen tarlaya gitti. Hâcı Bayram-ı Velî, onu görmesine rağmen, hiç iltifât etmedi. Akşemseddîn, diğer talebeler gibi tarladaki yabani otları temizledi. Yemek vakti gelince, yine Akşemseddîn’e kimse iltifât etmedi. Hacı Bayram-ı Velî, hazırlanan yemeği orada bulunan talebelerine taksim etti. Artakalan yemeği köpeklere verdi. Akşemseddîn, nefsine; “Sen buna lâyıksın” diyerek, köpeklerin önüne konan yemekten yemeğe başladı. Hâcı Bayram-ı Velî, onun bu tevâzuuna dayanamıyarak; “Köse, kalbimize girdin, gel yanıma” dedi ve ona iltifât etti, kendi sofrasına oturttu. Sonra ona; “Zincirle zorla gelen misâfiri böyle ağırlarlar” dedi. Akşemseddîn buna çok sevinerek, kendini onun irfan meclisine verdi ve tasavvuf yolunun bütün inceliklerini öğrendi. Kısa bir süre sonra Hâcı Bayram-ı Velî, ona icâzet (diploma) verdi.

Şöyle anlatılır: “Birgün Hacı Bayram-ı Velî’ye; “Ba’zı talebelere kırk yıldır hilâfet vermedin. Akşemseddîn’e ise kısa bir zaman zarfında hilâfet verdin. Bunun hikmeti nedir?” diye sordular. Hacı Bayram-ı Velî de; “Bu, bir zeyrek kösedir. Her ne görüp duydu ise, hemen inandı. Sonra, hikmetini yine kendisi anladı. Fakat yanımda kırk yıldan beri hizmet eden bu talebeler, hemen gördüklerinin ve duyduklarının aslını ve hikmetini sorarlar. Ona hilâfet verilişinin sebebi budur” dedi. Akşemseddîn, aynı zamanda tıb ilminde de kendini yetiştirdi. Çeşitli hastalıklara, hangi otlardan ne şekilde hazırlanan ilâçların iyi geleceğini çok iyi bilirdi. Bu husûstaki ilmi, dillere destan idi. Akşemseddîn, bulaşıcı hastalıklar üzerinde de çalışmıştı. Çünkü o devirde, salgınlar büyük tahribat yapıyordu. Akşemseddîn, aynı zamanda ilk kanser arastırıcılarındandır. O devirde “Seretan” denilen bu hastalıkla çok uğraşmış, hasta olan Sadrazam Çandarlı Halîl Paşa’nın oğlu Kazasker Süleymân Çelebi’yi tedâvi etmiştir.

Akşemseddîn, birçok talebe yetiştirmiştir. Bunlar arasında zâhirî ve bâtınî ilimleri çok iyi bilen yedi oğlu da vardı. Oğulları şunlardır: Muhammed Sa’dullah, Muhammed Fazlullah, Muhammed Nûrullah, Muhammed Emrullah, Muhammed Nasrullah, Muhammed Nûr-ül-Hudâ ve Muhammed Hamîdullah. Akşemseddîn’in (r.a.) halîfeleri ise şunlardır: Muhammed Fazlullah, Harizât-üş-Şâmî Mısırlıoğlu, Abdürrahîm Karahisârî, Muslihuddîn İskilibî ve İbrâhim Tennûri.

Osmanlı Sultânı İkinci Murad Hân, Hâcı Bayram-ı Velî’yi son derece severdi. Devlet işlerinden fırsat buldukça, sık sık ziyâretine giderdi. Yine bir defasında, dört yaşındaki oğlu Şehzâde Mehmed ile beraber Hacı Bayram-ı Velî’ye gelip, elini öptüler. Sultan Murâd Hân, sohbet sırasında Hâcı Bayram-ı Velî’ye; “Efendim, İstanbul’u alıp, kâfir diyârını İslâmın nûru ile nûrlandırarak, çan sesleri yerine ezan seslerinin yükselmesini arzu ederim. Bu husûsta duâlarınızı beklerim” dedi. Hâcı Bayram-ı Velî; “Allahü teâlâ, ömrünüzü ve devletinizi ziyâde etsin. Yalnız, İstanbul’un alındığını ne sen, ne de ben görebileceğiz” dedi. Sonra, bir köşede oynayan Şehzâde Mehmed ile (Fâtih’i) hizmet için kapı eşiğinde bekleyen Akşemseddîn’i göstererek buyurdu ki: “Ama şu çocukla bizim köse görürler.”

İstanbul’un fethi ve Akşemseddîn: Fâtih Sultan Mehmed Hân, muhteşem ordusu ile İstanbul’u fethe çıktığında, Akşemseddîn, Akbıyık Sultan, Molla Fenârî, Molla Gürânî, Şeyh Sinân gibi meşhûr âlimler ve velîler, talebeleriyle birlikte orduya katılmışlardı. Orduya katılan Aydınoğlu, Karamanoğlu Kuvvetleri gibi gönüllü birlikler, İstanbul’un fethedilmesinin, bütün Türk-İslâm alemince mukaddes bir gaye kabûl edildiğini dile getiriyordu. Bilhassa talebeleriyle birlikte orduya katılan Akşemseddîn hazretleri ve diğer âlim ve evliyâ zâtlar, ayrı bir şevk ve azîm veriyorlardı. Fâtih Sultan Mehmed Hân, İstanbul önlerinde ordugâhını kurduktan sonra, düşmana önce İslâmı tebliğ etti. İslâmiyetin emri olan husûsları bildirdi. Fakat, Bizanslılardan red cevâbı aldı. Bunun üzerine İstanbul’u kuşatmaya başladı. Bu arada Akşemseddîn’den, devamlı ve ısrarla bilgi ve işâret istiyordu. Kuşatma sırasında Fâtih Sultan Mehmed Hân, Veliyüddîn Ahmed Paşa’yı Akşemseddîn’e göndererek; “Şeyhe sor, kal’a fetholunacak ve düşmana karşı muzaffer olacak mıyız?” dedi. Buna Akşemseddîn hazretleri şöyle cevap verdi: “Ümmet-i Muhammed’den bu kadar müslüman ve gaziler bir kâfir kal’asına müteveccih oldu (Hücum etti). İnşâallahü teâlâ fetholur.” Fâtih Sultan Mehmed Hân, umûmî cevapla yetinmeyip, Veliyyüddîn Ahmed Paşa’yı tekrar Akşemseddîn’e gönderip; “Vaktini ta’yin etsin” dedi. Akşemseddîn murâkabeye daldı. (Başını eğip, Allahü teâlâya yalvardı.) Mübârek yüzü terledi. Sonra başını kaldırarak; “İşbu senenin Rabî’ul-Âhır ayının yirminci günü, seher vaktinde, sıdk-u himmetle filân cânibden (taraftan) yürüyüş (hücum) etsinler! Olgün feth ola!... Kostantiniyye, sedâ-i ezan ile dola...” dedi. Bunun üzerine Fâtih Sultan Mehmed Hân, gerekli hazırlığı yaptırmaya başladı. Bu sırada Baltaoğlu Süleymân Paşa, Cenevizliler ile yaptığı deniz savaşında mağlup olmuştu. İstanbul üzerine yapılan ba’zı hücumlardan da henüz netice alınamamıştı. Bu hâdiselerin fetih işini engelleyebileceğini gözönüne alan Akşemseddîn hazretleri, Fâtih Sultan Mehmed Hân’a bir mektûp yazdı. Bu mektûbunda, Cenevizliler ile yapılan deniz savaşında mağlub olma sebeplerine dikkati çekip, bir tahlil yaptıktan ve cihâda teşvik ettikden sonra, mektûbuna şöyle devam etmiştir, “İmdi; Kul tedbir alır, Allahü teâlâ takdîr eder kaziyesi (delîli) sabittir. Hüküm Allahü teâlânındır. Velâkin Kul, elinden geldiği kadar gayret göstermekte kusur etmemeli. Resûlullahın ve Eshâbının sünneti budur. Ve dahî melâletle (gamlanarak) biraz Kur’ân okuyup yatmak vâki oldu. Şükür Allahü teâlâya, envai vecihle lütüflar idüb beşaretler (müjdeler) oldu ki; çok zamandır anın misli olmadıydı. Tesellî-i tam hâsıl oldu. Ve bu sözleri söylediğimiz, hazretinize fudul kelâm addolunmaya!.. Sevdiğimizdendir hazretinizi.” Akşemseddîn hazretleri böylece İstanbul’un fethi için açılan cihâdın idâresi hakkında gerekli tavsiyelerde bulunarak, yeni müjdeler veriyordu. Fâtih Sultan Mehmed Hân da, ordusunun başında gece-gündüz devamlı bulunarak, İstanbul önlerinde hücum için gereken hazırlıklarla meşgûl oluyor, önceden hazırladığı harp plânlarını birer birer tatbik ediyordu. Mücâhid ordusunun arasında bulunan büyük âlimler ve evliyâ zâtlar, nusret-i ilâhînin (Allahü teâlânın yardımının) gelmesi için devamlı duâ ve niyaz ediyorlardı. Artık İstanbul üzerine hücum etmeye her yönden elverişli olan bahar mevsimi de girmiş bulunuyordu. Edirne’den yola çıkarılan büyük ve ağır silâhların (topların), İstanbul civarına taşınması tamamlanmıştı. Muhteşem taarruz için gerekli keşifler yapılmıştı. Haliç’in, savunma yönünden Bizanslılar için mühim bir yer olduğu biliniyordu. Zincirlerin gerilerek Haliç’in kapatılması sebebiyle, Osmanlı donanması için mühim bir mania ortaya çıkıyordu. Bunu yerinde gören Fâtih Sultan Mehmed Hân, gemilerini, karadan kızaklar üzerinde kaydırarak yürütüp Haliç’e indirmişti. Bu harikulade işi başardıktan sonra, sür’atle fethe yaklaşan Fâtih Sultan Mehmed Hân, ordusunun son durumunu tekrar gözden geçirmişti. Birbuçuk aydan fazla bir zaman devam eden kuşatmayı neticeye ulaştırmak istiyordu. Bunun için yirmialtı Mayıs’ı yirmiyedi Mayıs’a bağlayan günün gecesi, büyük bir harp meclisi kurdu. Bütün komutanları ve orduya ma’neviyat verme bakımından fevkalâde te’sîrli olan âlimleri ve evliyâ zâtları da’vet edip, bu mecliste toplamıştı. Bu mecliste iki fikir ortaya çıkmıştı. Biri; kuşatmaya devam ederek, İstanbul’u fethetmek. Diğer görüş; Bizanslılar tarafından yapılan sulh teklifini kabûl etmek.

Akşemseddîn, Molla Gürânî, Zağanos ve Şehâbeddîn paşalar, kuşatmaya devam edip, fethi gerçekleştirmeyi istiyorlardı. Çandarlı Halîl Paşa ve arkadaşları ise, ikinci görüşü tercih etmişlerdi. Akşemseddîn hazretleri, hocası Hâcı Bayram-ı Velî’nin kendisine İstanbul’u fethedecek olan ve hadîs-i şerîfte “Ne güzel emirdir...” buyurularak vasfedilen sultan ile beraber bulunacağına dâir verdiği müjdeyi biliyor ve buna göre hareket ediyordu. Toplanan büyük harp meclisinden, cihâda devam etme kararı çıkmıştı. Bunun üzerine Fâtih Sultân Mehmed Hân, ordusunda son hücum hazırlığını başlattı. Son emirlerini verip, askerlerinin fethi gerçekleştirmek için gösterecekleri gayret ve hizmetlerin nasıl değerlendirileceğini de sözlerine ilâve ettikten sonra şöyle dedi: “Şimdi size emirlerim şudur Herkes kendi alayına ve çadırına gidip yemek yesin ve istirahat etsin. Emriniz altında bulunanlara tenbîhatımızı bildiriniz. Yarın sabah kalkarak, herkes kendi mevkiinde muntazam bir şekilde safları tertîb etsin ve şu tertîbimiz, ağyara (başkalarına) asla teşerruh etmesin (bildirilmesin).”

Fâtih Sultan Mehmed Hân, bu emirlerini verdikten sonra gerekli olan bütün maddî ve ma’nevî hizmetleri yerine getirmeye çalıştı. Hocası Akşemseddîn’e; “Bana bir duâ ta’lim et (öğret) okuyacağım” dedi. Bunun üzerine Akşemseddîn; “Duân, söyleyeceğin söz; “Yâ Fakîh Ahmed” olsun. Fakih Ahmed’den himmet taleb eyle!... Tazarru ve niyaz eyle” dedi. Fâtih Sultan Mehmed Hân, hocası Akşemseddîn’in bu tavsiyesini yerine getirerek, İstanbul surlarına doğru yoğun bir hücuma geçti. Bu hücum sırasında hocası Akşemseddîn’i yanına da’vet edip, gelmesini istedi. Akşemseddîn ise, bu sırada talebelerine: “Benim üzerime hiç kimse getirmeyesiz!... (Yanıma hiç kimseyi sokmayınız)” diyerek, tek başına çadırına girip, kapıları iyice kapattırmıştı. Fâtih Sultan Mehmed Hân, haber gönderdiği hâlde Akşemseddînin gelmemesi üzerine, derhâl Akşemseddîn’in bulunduğu çadıra gitti. Çadırın her tarafı iyice kapatılmıştı. Fâtih Sultan Mehmed Hân çadıra yaklaşıp, hançerini çıkardı. Hançerle çadırdan biraz keserek, içerisinin görülebileceği kadar bir delik açtı. İçeri baktı ki, hocası Akşemseddîn hazretleri kuru toprak üzerinde secdeye kapanmış, başından sarığı düşmüş, ak saçı ve ak sakalı nûr gibi parlamaktaydı. Ak saçını ve ak sakalını toprağa sürüp, saçını sakalını toprak içinde bırakmıştı. Bu hâli ile İstanbul’un fethinin gerçekleşmesi için Allahü teâlâya yalvarıp duâ ediyor, ağlayıp gözyaşı döküyordu. Gözyaşları, secdeye kapandığı toprak üzerine dökülüp, bir sofra kadar yer ıslatmıştı. Fâtih Sultan Mehmed Hân, hocası Akşemseddîn’in Allahü teâlâya yalvarıp, duâ etmekte olduğu bu yüksek hâlini görünce, doğruca tekrar yerine döndü. Kal’aya baktı gördü ki, İslâm askeri hisara hücum etmiş, önlerinde ak abalar giyinmiş bir grup insan hisara girdiler, arkalarından askeri İslâm girdi ve böylece İstanbul’un fethi gerçekleşti.

Akşemseddîn, fetih ordusu İstanbul’a girdikten sonra, İslâmiyetin harp ile ilgili hukukunun gözetilmesi husûsunu genç pâdişâha tekrar hatırlattı. Buna uygun hareket edilmesini bildirdi.

Fetih ordusu İstanbul’a giriyordu. Pâdişâh beyaz bir ata binmişti. Çok sevdiği hocası Akşemseddîn de yanındaydı. Yerli halk yolları doldurmuştu. Fâtih Sultan Mehmed Hân çok genç olduğu için, herkes Akşemseddîn’i pâdişâh sanıyordu. Ona, demet demet çiçek veriyorlardı. Akşemseddîn genç pâdişâhı göstererek; “Sultan Mehmed ben değilim, odur” dedi. Sultan Mehmed de; “Gidiniz, yine ona gidiniz. Sultan Mehmed benim, ama o benim hocamdır. Şehrin ma’nevî fâtihidir” dedi.

Fâtih Sultan Mehmed Hân İstanbul’u fethedip, İstanbul’a girdikten sonra, hocası Akşemseddîn üç gün gözden kayboldu. Fâtih Sultan Mehmet Hân, aradı bulamadı. Üç gün sonra, Edirnekapı yakınlarında virane bir yerde ibâdetle meşgûl bir hâlde buldular. O zamandan beri bu yere, onun ismine izafeten “Akşemseddîn” mahallesi denildi. Fâtih Sultan Mehmed Hân, fethin üçüncü günü Ayasofya’ya gidip, orayı câmiye çevirdi. Ayasofyayı câmiye çevirmesi, Bizanslılar ile yapılan bir anlaşmaya bağlanmıştı. Burada ilk hutbeyi, hocası Akşemseddîn’e okutturdu. Zaferden sonra gazilere, ganîmetten hisseleri dağıtıldı. Okmeydanında bir zafer alayı tertiplenmişti. Orada Akşemseddîn de vardı. Ganîmet dağıtımı işi bitince, Akşemseddîn gazilere bir konuşma yaptı. Bu Konuşmasında şöyle dedi: “Ey gaziler, bilin, agâh olun ki; cümleniz hakkında, âhır zaman Peygamberi ol Server-i kâinat; “Ne güzel askerdir onlar” buyurmuştur. İnşâallah cümlemiz affedilmişiz. Fakat gazâ malını isrâf etmeyip, İstanbul içinde hayr-ü hasenâta sarf ve pâdişâhımıza itaat ve muhabbet ediniz.” Bu konuşmasından sonra, Fâtih Sultan Mehmed Hân’ın başına iki çatal ablak sorguç takıp; “Pâdişâhım, bütün Âl-i Osman’ın âb-ı rûyu oldun. Hemen mücâhid-i fî sebilillah ol!..” diyerek, Gülbank-i Muhammedi çekmiştir.

Akşemseddîn hazretlerine; “İstanbul’un fethedileceği zamanı nasıl bildin?” diye sorulunca, şöyle cevap verdi; “Kardeşim Hızır ile, ilm-i ledünniyye üzere İstanbul’un fetih vaktini çıkarmıştık. Kale fethedildiği gün Hızır’ı gördüm, yanında evliyâdan bir cemâatle hisara girdiler. Kale fetholunduktan sonra da, Hızır kardeşimi kalenin üzerine çıkmış oturur hâlde gördüm.”

İstanbul’un fethi sırasında, hocası Akşemseddîn’in duâsını alıp emirlerine uyan Fâtih Sultan Mehmed Hân, fetihden sonra hocası Akşemseddîn’e, fethe başladığı sırada, “Yâ Fakîh Ahmed” diyerek Fakîh Ahmed’den himmet taleb etmesini söylediğini hatırlatarak; “Fakîh Ahmed kimdir ki; tazarru ve niyaz eyledim? (himmetini istedim?) Allahü teâlâyı tazarru etmiş olsa idim evlâ değil mi idi? diyerek, sebebini sordu. Hocası Akşemseddîn bu suâle; “Ol hıynde (o sırada) Fakîh Ahmed kutb, sâhib-i tasarruf idi” cevâbını vererek, Allahü teâlânın yardımını, onun vasıtasıyla ve onun bereketi ile gönderdiğini ve onun da himmet ettiğini söylemiştir. Akşemseddîn hazretlerinin “Fakîh Ahmed” dediği kendisi idi. Fakat tevâzuunun çokluğundan şöhretten kaçıp, kendisini gizleyerek böyle işâretli konuşmuş, gayet ârifane tavır takınmış olduğu rivâyet edilmiştir.

Fâtih Sultan Mehmed Hân İstanbul’u feth edince, öylesine sevinip şad olmuştu ki, hiçbir zaman böyle sevinmemişti. Bu sevincini şöyle dile getirmiştir “Bu ferah ki bende görürsiz, bu kal’anün fethine sevinür sanman, Akşemseddîn benim zamanımda oldığına sevinürin.”

İstanbul’un fethinde, daha önce vefât etmiş olan evliyâ zâtlar ve o zaman yaşamakta olan evliyâ zâtlar himmet edip yardımda bulunmuşlardır. Meselâ; o zaman Buhârâ, Taşkend’de bulunan ve zamanın en büyük evliyâsı, insanların rehberi olan Ubeydüllah-i Ahrâr hazretleri, İstanbul’un fethi sırasında sokakta giderken, ansızın atını istedi. Talebeleri ile Semerkand’ın dışına çıktı. Onlardan ayrılıp, çok zaman sonra talebelerinin yanına döndü. “Türk Sultânı Muhammed Hân (Fâtih), kâfirlerle harp ediyordu. Onun yardımına gittim. Allahü teâlânın izni ile gâlib geldi” dedi. Fâtih, İstanbul’u bu sûretle fethetti.

İstanbul’un fethinden sonra, Fâtih Sultan Mehmed Hân, hocasını ziyârete gitmişti. Sohbet esnasında; “Muhterem hocam! Elhamdülillah büyük yardımlarınızla İstanbul’u fethettik. Artık beni talebeliğe (dervişliğe) kabûl buyurmanızı istirhâm ediyorum” dedi. Akşemseddîn hazretleri buyurdu ki: “Sultânım, sen bizim tattığımız lezzeti tadacak olursan, saltanata bırakırsın. Devlet işlerini tam yapamazsın. Dîn-i İslâmı yayma işi yarım kalır. Müslümanların rahat ve huzûr içinde yaşıyabilmeleri için, devletin ayakta kalması şarttır. Talebelikle padişahlığın bir arada yürütülmesi çok güçtür. Seni talebeliğe kabûl edersem, düzen bozulabilir, halkımız perişan olabilir. Bunun vebali büyüktür. Allahü teâlânın gazâbına ma’rûz kalabiliriz.” Böylece, teklifini reddetti. Bunun üzerine Fâtih Sultan Mehmed Hân, hocasına ikibin altın hediye etmek istemiş ise de, bunu da kabûl etmedi.

Fetih’den sonra bir gece, Fâtih Sultan Mehmed Hân, Akşemseddîn hazretlerinin ziyâretine gitti. Fâtih Sultan Mehmed Hân, Sohbet sırasında bir ara Akşemseddîn’e; “Hocam! Eshâb-ı Kirâmın büyüklerinden, Mihmandâr-ı Resûlullah olan Ebû Eyyûb-i Ensâri’nin mübârek kabrinin İstanbul surlarına yakın bir yerde olduğunu târih kitaplarından okudum. Yerinin bulunması ve bilinmesini bilhassa rica ederim” dedi. O zaman Akşemseddîn hemen; “Şu karşı yakadaki tepenin eteğinde bir nûr görüyorum. Orada olmalıdır” cevâbını verdi. Derhâl pâdişâhla oraya gittiler. Akşemseddîn hazretleri, orada bulunan çınar dallarından iki dal aldı. Birini bir tarafa, diğerini az öteye dikti ve buyurdu ki: “Bu iki dal arası, Mihmandâr-ı Resûlullah’ın kabridir.” Bundan sonra, tekrar kaldıkları yere döndüler. Fâtih Sultan Mehmed Hân, Akşemseddîn’in söylediğine inandıysa da, hiç şüphesi kalmasın istiyordu. O gece silâhdârına; “Gidin, Akşemseddîn’in diktiği çınar dallarının ortasına şu yüzüğümü (mührü) gömün ve o dalları yirmişer adım güney tarafına çekin” dedi. Sabah olunca Sultan Fâtih, Akşemseddîn’den, hazret-i Hâlid’in kabrinin yerini tekrar ta’yin etmesini rica etti. Oraya gittiler Akşemseddîn, silahdârın diktiği dalların olduğu yere hiç bakmayarak, doğruca gidip kabrin olduğu yerde durdu ve; “Dalların yeri değiştirilmiş, hazret-i Hâlid’in kabri burasıdır” dedi ve sonra silâhdâr ağasına hitaben; “Sultân hazretlerinin mührünü çıkarın ve kendisine teslim edin” dedi. Akşemseddîn hazretleri, silâhdâr ağanın gizlice gömdüğü pâdişâhın yüzüğünün de orada olduğunu kerâmetiyle anlamıştı.

Bunun üzerine Fâtih Sultan Mehmed Hân, Akşemseddîn’e; “Kalbimde şu ânda hiç şüphe kalmadı. Ama tam inanmam için bir alâmet daha gösterir misiniz?” dediğinde, Akşemseddîn: “Kabrin baş tarafından bir metre kazılınca, üzerinde “Bu Hâlid bin Zeyd’in kabridir” yazılı bir taş vardır” dedi. Kazdılar, Akşemseddîn’in dediği gibi çıktı. Bu hâli gören Sultan Fâtih’in vücûdunu bir titreme aldı. Neredeyse yerlere kapanacaktı. Sonra o hâl üzerinden kalkınca, Fâtih; “İstanbul’un fethine sevindiğimden ziyâde, böyle ehl-i keşf ve kerâmet sahibi olan Akşemseddîn’in maiyetinde bulunmak iftihar vesilemdir” dedi. Silâhtar ağa Akşemseddîn’e, “Emrederseniz çınar dallarını kabrin baş ve ayak ucuna dikeyim” deyince: “O dallar da orada senin hâtıran olsun” buyurup, gönlünü aldı. Böylece orası da gezilmekten, basılmaktan korunmuş oldu. Şimdi orada büyük çınarlar ve su vardır.

Fâtih Sultan Mehmed Hân, Ebû Eyyûb Ensârî’nin kabri şerîfinin üzerine bir türbe ve Akşemseddîn ile talebelerine mahsûs odalar, bir de câmi-i şerîf bina ettirdi. Akşemseddîn’den orada oturmalarını rica etti ise de. Akşemseddîn, pâdişâhın bu teklifini kabûl etmeyerek, memleketi olan Göynük’e döndü ve vefâtına kadar orada kaldı.

Menkıbeleri: Birgün Şeyh Akşemseddîn’e yemesi için bir tabak pilav getirdiler. Akşemseddîn elini pilava uzatmadı. Orada bulunanlar; “Buyurun yiyelim” dediler. Akşemseddîn hazretleri; “Bu pilav, burada oturanların nasîbi değildir. Nasıl yiyebiliriz?” dedi. Oradakilerden birisi; “Niçin nasîb olmasın?” dedi ve Besmele çekip elini pilava azattı. O esnada, kapı çalındı ve bir fakir, “Allah rızâsı için bir sadaka” diye seslendi. Şeyh Akşemseddîn hemen; “Pilavı sahibine verin” dedi. Pilavı o fakire verdiler.

Bir cinni, Akşemseddîn hazretlerine çok büyük bir muhabbet besledi Şeyhden habersiz, kedi sûretine girerek onun evine gitti. Orada günlerce kaldı. Bir gece Akşemseddîn yattığında, kedi sûretine giren cin ocağın kıyısında oturuyordu. O sıra kapının arkasından, garip bir eda ile birisi kediyi çağırdı. Kedi, ona kapıyı açmadan cevap verdi. O, kediye; “Kapıyı aç içeri gireyim, çok acıktım, yemek yiyeyim” dedi. Kedi ona; “Şeyh kapıyı, Besmele çekerek kapattı. Kapı açılmaz. Senin yiyeceğin yemek de burada yoktur” dedi. Akşemseddîn’in evinde hazır köfte vardı. Dışardakinin ısrârı üzerine, kedi köfteyi kapının aralığından dışarıya uzattı ve; “Bununla karnını doyur” dedi. Akşemseddîn hazretleri bu durumu gördü. Fakat kediye birşey demedi Ertesi gün sabah namazından sonra, Akşemseddîn, gece işittiği garip eda ile kediye seslendi Kedi şaşırarak, hemen Şeyh’in yanına geldi Akşemseddîn, kediye; “İnsan ile cinninin devamlı olarak bir yerde bulunması güçtür. Evimden git. Sık sık gelme” dedi. Cin çıkıp gitti. Ara sıra gelir, Şeyh’i ziyâret ederdi.

Akşemseddîn Göynük’te iken, bir kız çocuğu gece vakti sokağa çıkmıştı. O esnada cinnllerin toplantısı vardı. Kızı alıp bir keçiye bindirdiler. Göynük’ün üst kısmındaki Hisar dağında oynayıp gezmeye başladılar. Derken sabah ezanı okundu, horozlar öttü. Bunun üzerine cinnîler dağıldı. O kızcağız da sarp bir yerde kaldı. Sabahleyin, babası kızı aramaya başladı ve o sarp yerde buldu. O kız başına gelenleri anlattı. Fakat kızın iki gözü kör olmuştu. Her ne yaptılarsa, derdine deva olmadı. Birgün o kızcağız pencerede otururken, yanında talebeleri olduğu halde Akşemseddîn hazretleri oradan geçiyordu. Allahü teâlâ, onun bereketine kızcağızın gözlerine bir nûr ihsân etti. Kız annesine ve babasına; “Anneciğim, babacığım! Gözlerim açıldı; Şeyhi gördüm. Onun alemini gördüm” diye çağırdı. Herkes merakla üstüne üşüştüler ve gözlerinin gördüğünü anladılar.

Talebesi Şeyh Mısırlıoğlu Abdürrahîm şöyle anlatır: “İstanbul fetholunmadan önce, hocam Akşemseddîn ile Edirne’ye gitmiştik. Sultan Murad Hân’ın kadıaskeri Süleymân Çelebi hasta idi. Bizi saraya da’vet ettiler. Sultanın tabibleri, Süleymân Çelebi’nin etrâfında, ona ilâç vermekle meşgûl idiler. Hocam tabiblere; “Bunun hastalığı nedir?” diye sordu. Onlar; “Şu hastalıktır” diye cevap verdiler. Hocam; “Buna “Sersem” ilacı yapmak lâzımdır” buyurdu. Tabibler, bunun hastalığı o değildir. Sen yine de ilâcını ver” dediler. Ben tabiblerin öyle demelerine hayret ettim. Çünkü, ben hocamın, hastanın hâline tam vâkıf olmadığını zannetmiştim. Hocam, divitle kalem istedi. Onları getirince, reçete yazdı, istediklerini getirdiler. Onlardan bir ilâç yaptı ve Süleymân Çelebi’ye verdi. Aradan kısa bir zaman geçmişti ki, Süleymân Çelebi’de sıhhat alâmetleri belirdi, iyi oldu.”

Akşemseddîn hazretleri bir beldeye giderken, yolda birisiyle arkadaş oldu. Yol arkadaşı çok güzel bir ata binmişti. Şeyh Akşemseddîn’in kalbinden; “Şu ata ben de binsem” diye geçti. Sonra bu düşünce hemen kalbinden silindi. Bu sefer yol arkadaşının kalbinden, atı Akşemseddîn hazretlerine hediye etmek geçti. Derhâl o atı Akşemseddîn hazretlerine hediye etti. Oğlu Sa’dullah Çelebi; “Bunun hikmeti nedir?” diye sordu. O da; “Ben ibâdetlerimi sâdece Allahü teâlânın rızâsı için yaparım. Bundan dolayı, dünyâ bana hizmet eder” buyurdu.

Şeyh Akşemseddîn, İstanbul’un fethinden önce, Ebegümeci ismi verilen bir bitkinin tohumunu, talebelerine ve kendisini sevenlere çok miktarda toplattırdı, İstanbul feth edilince, o tohumları etrâfa serpti. Bunun hikmetini soranlara; “Kıyâmete yakın kanlı büyük bir savaş olsa gerek. O savaş zamanında, kıtlık ve kuraklık olur. O senelerde ot, buğday, arpa gibi şeyler yetişmez. Ebegümeci otu ise, kuraklıkta yetişir. O kıtlığa karşı hazırlıklı olmak için, Ebegümeci tohumunu çok miktarda saklamıştım, İstanbul’un fethinde, kardeşim Hızır aleyhisselâma kıtlığın ne zaman olacağını sorduğumda; “O kıtlığa siz erişemezsiniz” dedi. Ondan dolayı o tohumları serptim” dedi.

Akşemseddîn’in hocası Hacı Bayram-ı Velî’nin vefâtı yaklaştığı sırada, talebelerine; “Benim namazımı Akşemseddîn kıldırsın ve cenâzemi yıkasın. Benim bu vasıyyetimi ona iletirsiniz” dedi. Hâcı Bayram-ı Velî vefât ettiği zaman, Akşemseddîn orada değildi. Nerede olduğunu da kimse bilmiyordu. Talebeler ve Hâcı Bayram-ı Velî’nin yakınları, merak ve hayret içinde kaldılar. Ba’zı kimseler; “Hacı Bayram-ı Velî’nin bu sözü, ölüm hâlinde söylenen sözlerdendir. Buna pek i’tibâr edilmez” dediler. Kararsız bir halde idiler. O esnada; “Akşemseddîn geliyor” diye bir ses işittiler. Halk Akşemseddîn’i karşılamaya çıktı. Durumu anlattılar. O da vasıyyet üzerine namazı kıldırdıktan sonra, Hacı Bayram-ı Velî’nin cenâzesini defn etti. İşler bittikten sonra Hâcı Bayram-ı Velî’nin borcunu sordu. Doksanbin akçe olduğu ortaya çıktı. Akşemseddîn hazretleri bu borcun otuzbin akçesini kendi üzerine aldı. Kalan borcu da Hâcı Bayram-ı Velî’nin diğer yakınları ve dostları üzerlerine aldılar. Akşemseddîn, üzerine aldığı otuzbin akçenin yirmidokuz binini ödedi. Geriye bin akçe kaldı. Alacaklı, Akşemseddîn’e gelerek borcunu vermesini istedi. Şeyh Akşemseddîn ona; “Birkaç gün müsâade et” dediyse de, bir faydası olmadı. O kimse sert bir lisanla alacağını istedi. Akşemseddîn, o kimseyi içeri da’vet etti. Evin önünde bir bahçe vardı. O kimseye; “Bahçeye gir, alacağın bin akçeyi al. Fazlasını alma” dedi.

O kimse, bundan sonraki durumunu şöyle anlatıyor “Bahçeye girdim. Bahçenin içinde yassı yapraklı bir ot vardı. Her yaprağın üzerinde bir akçe vardı. O otta o kadar çok yaprak vardı ki, sayısını ancak Allahü teâlâ bilir. Onun yapraklarından bin akçe topladım. Fakat yaprakların üzerinden bir akçenin eksilmemiş olduğunu gördüm. O bahçenin içi akçe ile doluydu. Bu hali görünce, hayret içinde kaldım. Dışarı çıkıp, o bin akçeyi Akşemseddîn’in Önüne koydum. “Bu akçeleri size bağışladım” dedim, yalvardım ve özür diledim. Fakat Şeyh, o bin akçeyi kabûl etmedi.”

Akşemseddîn hazretleri, seyahatleri esnasında nerede akşam olursa orada yatardı. Göynük’e yerleşmeden otuz yıl önce, seyahat esnasında yolu Göynük’e uğradı. Bir akşam üstü, Göl özü adlı yere vardı. Bir su kenarında, çimenlik biryerde sabaha kadar ibâdet etti. O esnada gönlü o yere meyil etmişti. Aradan otuz yıl geçtikten sonra, yerleşmek için Göynük’e gitti. Birgün bir kişi gelip, Akşemseddîn’e bir miktar mülk bağışladı. Akşemseddîn hazretleri o yerin üzerine gelince, tebessüm etti. “Niçin tebessüm ettiniz?” diye sordular. O da; “Otuz sene kadar önce seyahat ederken, yolum buraya düşmüştü. Görünce gönlüm buraya meyil etmişti. Gönlümden geçen bu arzu, otuz yıl sonra gerçekleşti. Onu hatırladım da, onun için tebessüm ettim” diye cevap verdi.

Akşemseddîn hazretleri, İstanbul’dan Göynük’e dönüsünden bir sene sonra bir taraftan âhıret hazırlığı yaparken, bir taraftan da küçük oğlu Hamîdullah’ın ilim ve terbiyesi ile meşgûl oluyordu. “Bu küçük oğlum yetim, zelîl kalır; yoksa, bu zahmeti çok dünyâdan göçerdim” derdi. Birgün hanımı dedi ki: “Göçerdim dersin, yine göçmezsin?” Bunun üzerine; “Göçeyim” deyip, mescide girdi. Akrabasını ve evlâdını topladı. Vasıyyetini yaptı, Helâlleşti, veda eyledi. Yâsîn-i şerîfi okumaya başladı. Sünnet üzere yatıp, temiz rûhunu teslim etti.

Akşemseddîn hazretleri “Maddet-ül-hayât” adlı eserinde şöyle buyurdu: “Hastalıkların insanlarda teker teker peyda olduğunu sanmak hatâdır. Hastalık, insandan insana bulaşma sûretiyle geçer. Bu bulaşma ise, gözle görülemeyecek kadar küçük, fakat canlı tohumlar vasıtasıyla olur.” Böylece, ayrıca bir Türk hekimi olan Akşemseddîn tarafından, bundan beşyüz yıl evvel mikrop teorisi ortaya kondu. Pasteur, aynı neticeye, hem de teknik âletler elinde iken, Akşemseddîn’den dörtyüz yıl sonra varabilmiştir. Buna rağmen mikrop teorisi, yanlış olarak Pasteur’e mâledilmiştir.

Akşemseddîn hazretlerinin yazmış olduğu eserler şunlardır: 1-Risâlet-ün-nûriyye, 2-Def u metâin, 3-Risâle-i Zikrullah, 4-Risâle-i Şerh-i Ahvâl-i Hâcı Bayram-ı Velî, 5-Telhîsü Def-i Metâin, 6-Makamât-ı Evliyâ, 7-Maddet-ül-hayât, 8-Nasîhatnâme-i Akşemseddîn.

Akşemseddîn hazretlerinin, Risâlet-ün-nûriyye adlı eseri Arabcadır. Bu eseri tasavvufa ve tasavvuf ehline dil uzatanlara cevap mâhiyetinde bir eserdir. Kardeşi Hâcı Ali tarafından Türkçeye çevrilmiştir. Bu eserde, tasavvuf ehlinin, safîlerin hâllerini açık bir tahlîl ile anlatıp, onlar hakkında yanlış düşüncelere ve onları suçlayıcı sözlere ayrı ayrı cevap mâhiyetinde gayet güzel izahlarda bulunmuştur.

Bu eserde tevazunun alâmetlerini şöyle sıralamıştır: “1-Elde asa (baston) ile yürüme, 2-Hizmetcisi ile beraber yemek yemek, 3-Yol üzerinde bulunan ve insanları rahatsız eden şeyleri yoldan kaldırmak, 4-Küçük çocuklara selâm vermek, 5-Miskinler ile (garip ve fakirler ile) oturmak, 6-Merkebe binmek (binilen şeyin küçük ve kıymetinin az olmasına bakmamak), 7-Pazardan alınan şeyleri eve götürmek (taşıyıcı aramamak), 8-Kimseyi peşinden yürütmemek, 9-Cemâatle, bir toplulukla giderken, ortalarında yürümek.”

Yine bu eserinde, vecd yollarını şöyle bildirmiştir “1-Az yemek, 2-Az uyumak, 3-Halka az karışmak, 4-Allahü teâlâyı çok zikretmek.

Akşemseddîn hazretleri bu eserinde, ibâdetleri, kulluğu beş kısma ayırıp, şöyle izah etmektedir. “Ve dahî bilki, ibâdetler beş dürlüdür Birisi; Ten kulluğudur. Bu, Allahü teâlânın emirlerine uyup, yasak ettiği şeylerden sakınmaktır, ikincisi; nefs kulluğudur. Bu kulluk, nefsi terbiye etmek (ıslâh etmek), mücâhede, (nefsin istemediği şeyleri yapmak), riyâzet (nefsin istediği şeyleri yapmamak). Üçüncüsü; gönül kulluğudur. Bu ise, dünyâdan ve dünyâda bulunan şeylerden yüz çevirip, âhırete yönelmektir. (Âhırete yarar iş yapmaktır.) Dördüncüsü; sır kulluğudur. Bu ise, herşeyi bırakıp, tamamen Allahü teâlâya dönüp, O’nun rızâsını kazanmaktır. Beşincisi; can kulluğu. Bu kulluk, müşâhedeye ermek için kendini Allah yoluna vermekle olur...”

Bu risalesinden başka bir bölüm, sadeleştirilmiş olarak şöyledir: “Kim insanların ezasına, verdikleri sıkıntıya sabrederse, Allahü teâlâ onun kalbini nûrlandırır. Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki: “İnsanlar içinde öyle kimseler vardır ki, Allaha îman ettik der; sonra da Allah uğrunda bir eziyete uğratıldı mı, tutar insanların eziyetini, Allahın azâbı gibi kabûl eder...” (Ankebût-10) Ya’nî gönlüne îmân nûru giren kimselerin, Allahü teâlânın nazarı ve ihsânı ile bu nûr bir daha çıkmaz. Gönüldeki bu nûr, insanların incitmesine sabredip, Allahü teâlâya tevekkül etmekle artar, parlar. Münâfıklar, Eshâb-ı Kirâma; “Düşmanlarınız toplanıp üstünüze geliyor” dediklerinde, Eshâb-ı Kirâm; “Allah bize kâfidir ve O ne güzel vekîldir” dediler. Bu husûs, Kur’ân-ı kerîmde meâlen şöyle bildirilmektedir. “Onlar öyle kimselerdir ki, halk kendilerine, düşmanlarınız size karşı ordu hazırladı, o hâlde onlardan korkun dedi de, bu söz onların imânını arttırdı ve üstelik; Allah bize kâfidir ve O ne güzel vekîldir dediler.” (Âl-i İmrân-173). Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki: “Nice Peygamberler vardır ki, beraberlerinde birçok âlimler savaştı da, Allah yolunda başlarına gelenlerden dolayı ümitsizliğe düşmediler, zaaf göstermediler, düşmana boyun eğmediler. Allah sabredenleri sever” (Âl-i İmrân-146). Allahü teâlâ, ihsâna kavuşanları sever. Onlar, Allahü teâlâyı görüyormuş gibi ibâdet ederler. Allahü teâlâ, Böyle kullarını mihnetlere (belâ ve sıkıntılara) mübtelâ kılar. Mihnetler ise, böyle kimselerin cevherlerini ve iyiliklerini ortaya çıkarır. Bu ise, böyle kulların Allah katındaki kıymetlerini ve sevildiklerini gösterir.

Kişinin kadrinin ve kıymetinin varlığı, mihnetlere (belâ ve musibetler, sıkıntılara) sabretmesiyle ortaya çıkar. Bu mihnet, dünyalığın olmaması veya eksilmesi, elden çıkması ile olur. Sabredenlerin, sabırdaki sebatları sebebiyle iyilikleri; ya’nî sabır, tevekkül, kanâat ve hilm (yumuşaklık) gibi güzel hasletleri artar. Böylece olgunlaşan insanın kalb aynasındaki kirler, cevherin hâlis hâle getirilmesi gibi temizlenir. Belâ günlerinde, belâ geldiğinde Eyyüb aleyhisselâmın kulluğu iyi bir kulluktur.

Allahü teâlâ, Eyyûb aleyhisselâm için, belâlara, musibetlere sabretmesinden dolayı Kur’ân-ı kerîmde meâlen; “O ne güzel kuldur! Gerçekten o, tamamen Allaha teveccüh etmişti” (Sâd-44). buyurdu.

Velî, insanlardan gelen sıkıntılara katlanıp, tahammül eden kimsedir. Sıkıntıları göğüsler, belâlardan dolayı şikâyetçi olmaz ve adavet beslemez, düşmanlık tavrı takınmaz. O, toprak gibidir. Toprağa her türlü kötü şey atılır. Fakat topraktan hep güzel şeyler biter.

Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki: “O insanlar sandılar mı ki, (sâdece) îmân ettik demeleriyle bırakılacaklar da imtihana çekilmeyecekler” (Ankebût-2). İmân, taklid ile ve babadan ve dededen görerek, sırf îmân ettim demekle olmaz. Böyle taklid ile inanan kimseler, imtihan olunması bakımından belâ ve musibetlere düçâr olmazlar. Belâ ve musibetler, Allah dostlarının muhabbet ve sevgisini artırır. Nitekim altın için ateş ne kadar kızgın olursa, altını o derece saf ve hâlis yapar. Bu sebeble kişi ma’nevî mertebesinin yüksekliğine göre büyük veya küçük belâ ve musibetlere düçâr olur. Nitekim Resûlullah (s.a.v.) bir hadîs-i şerîfte buyurdu ki: “Kişi, dinindeki sebatına göre belâya (imtihana) mübtelâ olur. Afiyet, kıymetini bilmeyen kimse için derd gibidir. Belâ, kadrini bilen için deva gibidir.” Belânın (insanın Rabbine dönmesini sağlayan sıkıntıların) kadrini bilen, Hakkı gerçekden sevenlerdendir. Taklid ile sevenler değillerdir. Çünkü taklid ile sevmek, belânın, imtihanın fâidesini iptal eder. Sevilenin hareketi, gerçek muhabbeti bozmaz. Nitekim Mûsâ aleyhisselâm, Fir’avn’ın sarayında Âsiye hâtun tarafından büyütülürken, Âsiye hâtun onu gerçekten seviyordu. Fir’avn ise, Âsiye hâtunu taklid ederek seviyordu. Âsiye hâtun gerçekten sevdiği için, onun hareketlerinden incinmiyordu. Mûsâ aleyhisselâm Fir’avn’ın sakalım tutup çekince, Fir’avn’ın sevgisi gerçek sevgi olmadığı için, hemen rahatsız oldu.

Akşemseddîn hazretlerine nisbet olunan nasîhatnâmenin ba’zı kısımlarının sadeleştirilmiş şekli şöyledir:

“Her işe Besmele ile başla. Temiz ol, dâim iyiliği âdet edin. Tembel olma, namaza önem ver. Ni’mete şükür, belâya sabr et Dünyânın mutluluğuna ma’rur olma. Kimseye kızma, etme cefâ (eziyet), ömrün olsun dersen gayet uzun. Ni’metine kimsenin etme hased. Kimseyi kötüleyip kaht etme (atıp tutma). Senden üstün olan kimsenin önünden yürüme. Dişin ile kesme asla tırnağını. Ayak üzere ki sakın don giymekten. Misvakı başkasıyla beraber kullanmak uygun olmaz. Lâmbayı (çırayı) asla üfürerek söndürme. Ev süpürme hiç gece, çekme emek. Hatâdır gece mir’ate (aynaya) bakmak. Çok uyumak kazancın azalmasına sebep olur. Akıllı isen yalnız yolculuğa çıkma Gece uyanık ol, seher vakti tilâvet kıl (Kur’ân-ı kerîm oku). Zikrin olsun dâima hamd-i Huda (Dâima Allahü teâlâya hamd et). Hem Cehennem azâbından endişeli ol, kork. Gücün yeterse hased kapısını kapat, hasedi terk et Kendini başkalarına medhetme. Nâmahreme bakma, harama bakmak gaflet verir. Kimsenin kalbini kırıp, virân eyleme, Düşen şeyi alıp (temizleyerek) yersen, fakirlikten kurtulursun. Edebli, mütevâzi ve cömert ol. Tırnağınla dişini kurcalama. Elbiseni, üzerinde dikmekten sakın. Cünüp kimse ile yemek yemek gam verir. Yalnız bir evde yatmaktan sakın. Çıplak yatmak fakirliğe sebep olur.

¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾

1) Mu’cem-ül-müellifîn cild-9, sh. 271

2) Zeyli Şakâyık-ı Nu’mâniyye sh. 240

3) Rehber Ansiklopedisi cild-1, sh. 158

4) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 983

5) Câmi’u kerâmât-il-evliyâ cild-1, sh. 164

6) Mecellet-ün-nisâb varak 111-a (Müstekîmzâde)

7) Kâmûs-ül-a’lâm cild-1, sh. 265

8) Ketâib-i a’lâm-il-ahyâr varak-524

9) Nefehât-ül-üns sh. 684

10) Semerât-ül-fuâd sh. 240

11) Menâkıb-ı Akşemseddîn (Enisî)

12) Osmanlı Müellifleri cild-1, sh. 12