ABDULLAH-İ TERCÜMÂN

İspanyol papazı iken, Tunus’a gelerek müslüman olan bir zât. Akdeniz’de bulunan Balear adalarının büyüğü olan Mayorka adasında, bir ailenin tek çocuğu idi. Asıl ismi, Anselmo Turmedo idi. Nebuniye şehrinde, en meşhûr papaz olan Nikola Nertil’in yanında yetişti. İncîl’i ezberledi. Bu papazın yol göstermesi ile Tunus’a gitti ve orada müslüman oldu. Arabcayı ve İslâm ilimlerini iyice öğrendi. Hıristiyanlığın iç yüzünü, nasıl bozulduğunu gösteren “Tuhfet-ül-erîb” adında bir kitap yazdı. Bu kitabını, 823 (m. 1420) senesinde tamamladı. 1290 (m. 1873) senesinde Londra’da, el-Münkız kitabı ile birlikte 1402 (m. 1981) senesinde İhlâs Vakfı tarafından İstanbul’da bastırıldı. Bu kitabı Hacı Zihni Efendi Türkçeye çevirdi. Oğlu Abdülhalîm, bu kitabı Arabca olarak kısalttı. Türkçesi, Osmanlılar zamanında İstanbul’da basıldığı gibi, latin harfleri ile 1385 (m. 1965) senesinde tekrar bastırılmıştır. Yazması, Berlin Kütüphânesi’ndedir.

Abdullah-i Tercümân’ın doğum târihi ve vefât târihi kaynaklarda yoktur. Fakat dokuzuncu asırda yaşadığı bilinmektedir. Hıristiyanlığa Reddiye olarak yazdığı “Tuhfet-ül-erîb” kitabında, hayatını şöyle anlatır: “Babam beni, altı yaşına girdiğimde, bir papaz öğretmene teslim etti. Bu papazdan İncîl-i okudum. İki senede, yarısından fazlasını ezberledim, iki sene, İncîl’in lügatları ve mantık ilmi üzerine çalıştım. Sonra Hıristiyanlarca ilim merkezi sayılan “Larde” şehrine gittim. Papazlardan ilim öğrenmek isteyenler burada toplanırdı. Burada altı sene kadar tıb ve astronomi ilmi öğrendim. Dört sene kadar da İncîl’i ve lügatlarını okudum. Daha sonra “Nebûniye” şehrine gittim. Orada zamanın en seçkin papazı olan Nikola Mertil’den ders okudum. Bu papaza hükümdârlar bile müracaat eder ve hediyeler gönderirlerdi. Bu papazdan hıristiyanlık dininin usûl ve hükümlerini okudum. Dâima hizmetinde bulunup, ona yakın olmaya çok i’tinâ ve ihtimâm gösterdim. Papaz da, beni en yüksek talebesi olarak herkese takdim ederdi. Hattâ o kadar yakın oldu ki, evinin ve anbarlarının anahtarlarını bana teslim ederdi. Böylece on sene, Nikola’ya tam teslimiyetle hizmet ettim.

Birgün papaz hastalanıp derse gelmedi. Derse gelenler arasında, cenâb-ı Hakkın Îsâ aleyhisselâma; “Senden sonra bir peygamber gelir, ism-i şerîfi Paraklit’tir” meâlindeki ilâhi hüküm üzerinde çok münâkaşa oldu. Fakat sonuca varılamadan meclis dağıldı.

Ben de oradan ayrılarak, papazın evine gittim. Bana; “Bugün aranızda ne gibi hâdiseler cereyan etti?” diye sordu. Ben de; “Paraklit isminde ihtilâf oldu” deyip, olanları anlattım. Papaz; “Sen ne cevap verdin?” diye sorunca, ben, bir İncîl’de olan cevâbı verdiğimi söyledim. Papaz; “Sen kusur etmemiş, sorunun cevâbına yaklaşmışsın. Filan hatâ etmiş, falan yaklaşmış. Lâkin doğrusu bunlardan hiçbirisi değildir. Bu yüce ismi, ancak ilimde çok ileri gitmiş olanlar bilir. Sizin ise, ilimden nasîbiniz çok az birşeydir” dedi. Bunun üzerine ben ona; “Efendim! Siz bilirsiniz ki, ben vatanımı bırakıp uzak bir ülkeden buraya geldim. On senedir, hizmetinize devam ve rızânızı kazanmağa gayret ettim. Sizden sayılamıyacak derecede bilgi öğrendim. Şimdi siz muhterem üstadımdan, bu mübârek ismi dahî bana açıklamak sûretiyle ihsânınızı tamamlamanızı istirhâm ederim” dedim. Papaz, bu sözlerden sonra ağlamaya başladı ve; “Oğlum! Vallahilazîm, bana olan iyi hizmetin, sevgi ve sadâkatinden dolayı seni çok severim. Evet bu mübârek ismi bilmekte sayısız faydalar vardır. Fakat, korkarım ki saklayamayıp söylersin. Sonra hıristiyanlar, seni o dakikada öldürürler” dedi. Papazın bu sözlerinden sonra, merak ve heyecanım bir kat daha artarak; “Üstadım, Allah, İncîl ve Mesih hakkı için, bana söyleyeceğiniz sırların hiçbirisini ifşa etmem” deyince, Papaz bana; “Oğlum! Sen benim yanıma geldiğin vakit, memleketinin, müslüman memleketlerine yakın olup, olmadığını, müslümanlarla kavga edip etmediğini sormuştum, işte bu suali, İslâmiyet ile aranızdaki ayrılığın derecesini ölçmek için sormuştum. Bil ki; “Paraklit” ismi, müslümanların Peygamberi Hazreti Muhammed’in (s.a.v.) mübârek ismidir. O’na, Danyâl aleyhisselâmın lisânı üzere dördüncü kitap olan Kur’ân-ı kerîm nâzil olmuş ve bu kitabın, O Peygamber-i celîle nâzil olacağı ve dininin hak din, milletinin de İncîl’de adı geçen beyaz bir millet olduğunu, Danyâl aleyhisselâm haber vermiştir” dedi. Bunun üzerine ben; “Hıristiyanlık hakkında ne dersiniz?” diye sorunca, papaz çok ciddi bir tavır alarak; “Oğlum, eğer hıristiyanlar Îsâ aleyhisselâmın dîni üzere olsalar, ilâhî din üzere kâim olmuş olurlardı” dedi. Ben, “Öyle ise bu işten kurtuluş nasıl olur?” dedim. Papaz; “Müslüman olmakla” deyince, ben; “Müslüman olan kurtulur mu?” diye sordum. O da; “Evet, müslüman olan kimse, dünyâ ve âhırette saadet bulur” deyince, ben; “Efendim, akıllı olan kimse, en faziletli ve en hayırlı olan şey ne ise, kendi için onu seçer. Siz, İslâm dininin fazilet ve yüksek kıymetini kavradığınız hâlde, niçin müslüman olmadınız? Ne mâni vardı?” dedim. Papaz; “Oğlum, Allahü teâlâ İslâmiyetin faziletini ve İslâm Peygamberi’nin şerefini, bana küçük yaşta değil, ihtiyârladıktan sonra nasîb etti. Bu husûsta bizim için öne sürülecek bir özür yoktur. Belki ilâhî huccet üzerimizde durmaktadır. Eğer sen yaşta iken Hak teâlâ bana hidâyet buyurmuş olsaydı, herşeyi terk eder, Hak dînine alenen girerdim. Dünyâya muhabbet, her günâhın temeli ve başıdır. Hıristiyanlar, benim İslâmiyete az bir meylimin olduğunu bilseler, derhâl öldürürler. Farzedelim ki, ellerinden kurtulup İslâm memleketine gittim. Beni anlamazlar, doksan yaşında bir ihtiyâr olarak, açlıktan ölebilirim” dedi ve zâhiren hıristiyanlık dîni üzerine kalacağını bildirdi. Bunun üzerine ben; “Efendim, ben İslâm diyarına gidecek ve İslâm dînine girecek olursam, bana yardım ve delâlet eder misiniz?” deyince, o da; “Eğer aklın varsa ve kurtuluşa ermek istersen hiç durma, git. Dünyâ ve âhıret saadeti senindir. Fakat aramızda geçen bu sözlere şimdi hiç kimse vâkıf değildir. Konuştuklarımızı çok gizli tutmalısın. Eğer bunlardan birşey sezdirecek olursan, hıristiyanlar seni o ânda öldürürler ve ben seni kurtaramam. Bunları benden işittiğini söylemen de sana fâide vermez. Çünkü ben, canımı kurtarmak için inkâr ederim. Sözlerim, senin aleyhinde dinlenir” dedi. Ben de; “Böyle bir hâlden Allahü teâlâya sığınırım” dedim.

Sonra yol hazırlıklarımı yaptım ve Nikola ile vedâlaşıp yola çıktım. Nikola bana, yol harçlığı yapmam için elli altın verdi. Oradan deniz yoluyla memleketim olan Mayorka’ya gittim. Altı ay orada kaldıktan sonra, Sicilya’ya gittim. Orada da altı ay müslüman ülkelerine gidecek bir geminin gelmesini bekledim. Nihâyet Tunus’a gidecek bir gemi geldi. Ona binerek Tunus’a gittim. Tunus’a geleceğimi duyan Tunuslu papazlar ve Hıristiyanlar, beni karşıladılar ve dört ay kadar yanlarında misâfir olarak tuttular. Sonra, “Tunus Beyliğinin merkezinde hıristiyan lisânını bilen birisi var mı?” diye sordum. O zaman Tunus Beyi, Ebü’l-Abbâs Ahmed idi. Onun özel doktoru bu lisânı biliyordu. Bunu duyunca sevinip, hemen evini araştırdım. Beni doktorun yanına götürdüler. Durumu doktora arz edip; “Müslüman olmak için geldim” dedim. Doktor, bu hayırlı işin kendi vâsıtası ile olacağına çok sevindi. Çünkü, müslüman değil iken müslüman olan bir kimsenin bütün günahlarını Allahü teâlâ affedip bağışlar. Böyle bir kimsenin duâsı makbûldür. Böyle birinin duâsını almak, müslümanlar için büyük bir saadettir, işte, doktor da bu saadete kavuştuğu için sevindi Atına bindirip, beni hükümet konağına götürdü. Doktor, Ebü’l-Abbâs Ahmed’in huzûruna girip, durumu arz etti. Huzûra kabûl edilmem için izin aldı. Huzûra kabûl edildim. Ebü’l-Abbâs Ahmed, önce yaşımı sordu. Sonra; “Hoş geldiniz, çok güzel, müslüman olunuz. Allahü teâlâ mübârek eylesin” dedi. Bunun üzerine doktora; “Efendimize söyleyiniz. Bir kimse dînini değiştirecek olursa, onun hakkında çok dedikodu olur. Rica edeyim, burada bulunan hıristiyanların ileri gelenleri çağırılsın. Benim hâlim onlardan sorulsun. Hakkımda ne çeşit şehâdet edecekleri dinlensin. Ondan sonra müslüman olayım” dedim. Bu ricam Tunus Beyi tarafından kabûl edildi. Ebü’l-Abbâs Ahmed; “Sen, Abdullah İbni Selâm’ın îmân ile şereflendiği zaman, Peygamber efendimizden (s.a.v.) taleb ettikleri gibi bir ricada bulundun” dedi. Sonra hemen Tunus’ta bulunan ba’zı hıristiyanları ve ileri gelen papazları çağırttılar. Beni de bitişik odaya koydular. Ebü’l-Abbâs Ahmed onlara; “Gemi ile gelen şu yeni papaz hakkında ne dersiniz?” diye sordu. Onlar; “Dînimizin büyük âlimlerindendir. Büyüklerimiz, ondan daha yüksek ilim derecesinde birini görmediklerini söylediler” dediler. Ebü’l-Abbâs Ahmed; “Eğer o adam müslüman olursa ne dersiniz?” diye sorunca, hepsi birden; “Allah göstermesin. Bu kişi, hiçbir zaman bunu yapmaz” dediler. Ebü’l-Abbâs Ahmed onlardan bu sözü işitince, bitişik odadan beni çağırttı. Ben huzûra girince, onların yanında Kelime-i şehâdet getirdim. Hıristiyanların hepsi şaşkınlık ve dehşet içinde kaldılar ve; “Bu adama bu işi yaptıran, ancak evlenme arzusudur” dediler. Zîrâ Hıristiyanlıkta papazlar evlenemezler. Sonra hepsi çıkıp gittiler. Müslüman olduktan sonra, benim ismim “Abdullah” oldu. Ebü’l-Abbâs Ahmed, bana günde bir çeyrek altın maaş bağladı. Hacı Muhammed es-Saffâr’ın kızı ile evlendim. Sultan, düğünde yüz altın ile, bir kat elbise hediye verdi. Düğünü bu para ile yaptım. Bu evlilikten bir oğlum oldu. Adını Muhammed koydum.”

Müslüman olduktan sonra, ona liman reîsliği vazîfesi verildi. Bundan maksad Arabcayı çabuk öğrenmesi idi. Bir yıl gibi kısa zaman zarfında Arabcayı öğrendi. Daha sonra Mehdî şehrine giderek, oradaki Ceneviz ve Fransız donanması tarafından gelen mektûpları tercüme etmeğe başladı. Sonra Ebü’l-Abbâs Ahmed ile “Kabis” kalesine gitti. Orada hazîneler müdürü oldu. Orada Ebü’l-Abbâs Ahmed hastalandı. 796 (m. 1393) senesinde vefât etti. Yerine oğlu Ebü’l-Fâris Abdülazîz geçti. O da Abdullah-i Tercümân’ı aynı vazîfede bıraktı ve ayrıca misâfirhânelerin idâresini de ona verdi.

Abdullah-i Tercüman, liman reîsi ve tercüman iken, müslüman mallarını taşıyan bir gemi limana gelip demirlerdi. Onu müteakip, Sicilya’ya âit iki gemi geldi. O iki geminin adamları, müslümanların mallarını getiren gemiyi zaptettiler. Müslümanlar canlarını zor kurtardı. Gemideki eşya ve yükler yağma edildi. Ebü’l-Fâris bu olayı duyunca, dîvânı toplayıp, bedel verilerek müslümanların mallarının kurtarılmasını istedi. Dîvân üyeleri bir tercüman gönderdiler. Fakat, Hıristiyanlar çok yüksek bedel istedikleri için, anlaşma olmadı. Sonradan bu gemilerle, Sicilya’dan hatırı sayılan bir papazın geldiğini öğrendiler. Bu papaz, Abdullah-i Tercümân’ın talebelik arkadaşı idi. Birbirlerini çok severlerdi. Bu papaz, Abdullah-i Tercümân’ın müslüman olduğunu işitmiş ve çok üzülmüştü. Onu tekrar Hıristiyanlık dînine döndürmek için buraya gelmişti. Gemiye gelen tercümana bir mektûp vererek; “Bu mektûbu liman reîsi olan Abdullah’a ver. Sana şimdi bir altın, cevâbını getirdiğin takdîrde de bir altın veririm” dedi. Tercüman mektûbu alıp, dîvân başkanına verdi.

Dîvân başkanı mektûbu bir Cenevizliye tercüme ettirdikten sonra, aslı ile beraber Ebü’l-Fâris’e gönderdi. Ebü’l-Fâris mektûbu okuyunca, Abdullah-i Tercümân’ı huzûruna çağırdı. O huzûruna girince, Sultan; “Abdullah, bu mektûp deniz ötesinden geldi Oku bakalım ne yazmışlar, anlıyalım” dedi. Abdullah-ı Tercüman mektûbu okuyup, gülmeye başladı. Tunus Beyi; “Ne gülüyorsun?” dedi. O da; “Efendim, Allah size zaferler versin. Bu mektûp, bana eskiden dostum olan bir papazdan gelmiş. Hemen tercüme edeyim” deyip, bir kenara oturup mektûbu tercüme ettikten sonra Ebü’l-Fâris’e verdi. O mektûbu alıp okuduktan sonra, kardeşi İsmâil’e vererek; “Vallahi hiçbir sözü terk etmemiş, olduğu gibi tercüme etmiş” dedi. Abdullah-i Tercüman merakla: “Bunu nereden anladınız?” diye sordu. Tunus Beyi de; “Cenevizli birisinin yaptığı başka bir tercümeden” dedi. Abdullah-i Tercüman; “Efendim, benim vereceğim cevap, tarafınızdan bilindiği üzere, hak dine aşinalığımdan dolayı, kendi isteğimle müslüman olduğumu bildirmektir. Bana yazı ile bildirilen diğer şeylere cevap vermem” dedi. Bunun üzerine Ebü’l-Fâris; “Ey Abdullah! Senin tam ve doğru müslüman olduğunu öğrenmiş olduk. Bu husûsta hiçbir şüphemiz yoktur. Fakat, “Harb hiledir” hadîs-i şerîfi gereğince, papaza yazacağın cevapta; Müslüman mallarının geri verilmesi husûsunda gemi rahibine; “Anlaşmaya varıldığı takdîrde, malların tartılması behânesi ile kantarcı ile çıkıp, gece gemiye kaçacağını bildir” dedi, Emîr üzerine bir mektûp yazdı. Papaz cevâba çok sevindi. Malların geri verilmesi için istedikleri bedeli çok azalttırdı. Sonra malları tartacak adam gemiye gidip, malları teslim aldıktan sonra geri döndüğü hâlde, Abdullah-i Tercüman gemiye gitmedi. Papaz ümidini kesince, gemiyi kaldırtıp gitti.

Papazın, Abdullah-i Tercümân’a gönderdiği mektûp şu idi; “Kardeşin Fransis Papaz, selâmdan sonra sana şunları bildirir: Ben bu beldeye, seni bulup, beraberce geri dönmek için geldim. Bugün Sicilya’ya hâkim olan kimsenin yanında yüksek bir me’muriyet sahibiyim. Azletmek, ta’yin yapmak, memleketin bütün işleri benim elimdedir. Şimdi sözüme kulak ver de, Allahın bereketinin bulunduğu bu tarafa gel. Mallarım ve diğer eşyalarım elimden, çıkar diye sakın korkma. Ben, hayâl ettiğinden daha çok ve seni tatmin edecek mal ve makam sahibiyim, istediğini vermeye hazırım. Selâmlar.”

Kitabından ba’zı bölümler:

“Bugün Îsâ aleyhisselâma inen İncîl, hiçbir memlekette yoktur. Hıristiyanların ellerinde dört türlü İncîl vardır. Bunları yazanlar, Metta, Luka, Markus ve Yuhanna’dır. İncîl’i ilk değiştiren bunlardır. Bunlar, açıktan açığa yalan söylemekten çekinmemişlerdir. Bu dört İndi arasında çok ihtilâf vardır. Hazreti Îsâ’ya indirilen İncîl’de ise, tenakuz, ihtilâf ve yalan yoktur. Dört kişinin yazdığı bu dört İncîl’de, gerek Allah ve gerekse O’nun Resûlü Hazreti Îsâ hakkında yalan ve iftiralar, tamâmiyle birbirinin zıddı o kadar sözler vardır ki, bu husûs malûm ve meşhûr olup, hıristiyanlar dahi inkâr edecek kudrette değillerdir.

Metta, kendi İncîl’inin onikinci faslında hikâye ettiği üzere sözde Hazreti Îsâ; “Benim cesedim vefâtımdan sonra üç gün üç gece arzın içinde kalacak, Hazreti Yûnus’un cesedi balığın karnında kaldığı gibi” demiş. Bu hikâye Metta’nın İncîl’inde yazmış olduğu iftira ve yalanların en alçakça olanıdır. Çünkü Metta, diğer İncîl sahipleriyle şu husûsta müttefiktir ki: Hazreti Îsâ, Cum’a günü saat altıda vefât etmiş, Cumartesi gecesinin ilk saatında defn olunmuş ve Pazar günü sabahleyin ölüler arasından kalkmıştır. Bu uydurma zan ve hesaba göre, Hazreti Îsâ arzın içinde yalnız bir gün ile iki gece kalmıştır. Demek oluyor ki, Metta’nın naklinde yalan ve tenakuz olduğu apaçıktır.

Dört İncîl sahibinin de, bu mes’ele hakkında yalan söylemiş oldukları şüphesizdir. Çünkü Îsâ aleyhisselâm, kendisinin öldürülüp, bir gün iki gece veya üç gün üç gece medfûn kalacağına dâir, ne kendisi kimseye birşey söylemiş, ne de cenâb-ı Hak İncîl-i şerîfde böyle birşey haber vermiştir. Hakîkat, cenâb-ı Hakkın yüce Peygamberi Hazreti Muhammed’e indirdiği kitabında meâlen şöyledir: “Biz, Allahın peygamberi olan Meryem’in oğlu Îsâ’yı öldürdük demeleri sebebiyle kendilerini la’netledik, rahmetimizden kovduk. Hâlbuki onlar, Îsâ’yı öldürmediler ve asmadılar. Fakat kendilerine bir benzetme yapıldı. (Onlardan biri Îsâ şeklinde kendilerine gösterildi ve bu adam öldürüldü.) Esasen Îsâ’nın katli hakkında kendileri de ihtilâfa düşüp, kesin bir şüphe içindedirler. Onların bu öldürme hâdisesine âit bir bilgileri yoktur. Ancak kuru bir zan peşindedirler. Onu gerçekten öldürmemişlerdir. Doğrusu Allah, onu yükseltip himâyesine almıştır. Allah azîzdir, hükmünde hikmet sahibidir” (Nisâ:157-158).”)

¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾

1) Tuhfet-ül-erîb sh. 3

2) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 977