ABDULLAH-İ İLÂHÎ

Evliyânın meşhûrlarından. Molla ilâhî, Şeyh-i İlâhî lakablarıyla da tanınmış olup, o zamanki adıyla Germiyan vilâyetinin (Kütahya) Simâv nahiyesine bağlı bir köyde doğdu. Doğum târihi kaynaklarda kaydedilmemiştir. 893 (m. 1487) senesinde Vardar Yenicesi’nde vefât etti. Kabri orada olup, ziyâret edilmektedir. Abdullah-ı ilâhi, ilim tahsiline başlayıp, bir müddet İstanbul’da Zeyrek Medresesi’nde kaldı, ilim öğrendikten sonra, zamanın en meşhûr âlimlerinden olan Alâeddîn Tûsî ile birlikte İran’a gitti. Kirman’da bir müddet daha ilim öğrendi. Sonra zâhirî ilimleri bırakıp, tasavvuf ilmini öğrenerek bâtınî ilimlerde yükselmeyi arzu etti. Kitaplarını yakmak istedi. Yakmakda tereddüt edip, suya atmayı düşündü. Bu kararını, görüştüğü tasavvuf ehli bir zâta söyledi; O zât, kitapları arasından evliyânın büyüklerinin risalelerini içinde toplayan bir kitabı ayırdı. “Bu kitap sana fâideli olur, bu yanında kalsın. Diğer kitaplarını satıp parasını fakirlere sadaka olarak dağıt” dedi.

Bundan sonra Semerkand’a ve Buhârâ’ya gitti. Orada zamanın mürşidi kâmili olan, büyük evliyâ Ubeydüllah-i Ahrâr hazretlerine talebe olup, sohbetinde bulundu. Ondan feyz alıp, tasavvufda yetişti. Sonra bu hocasının işâreti ile Behâeddîn Buhârî Şah-ı Nakşibend hazretlerinin kabrini ziyârete gitti. Bir müddet orada kalıp, ziyârette bulundu. Böylece Behâeddîn Buhârî hazretlerinin rûhâniyetinden de feyz alıp, yetişti. Öyle ki, Behâeddîn Buhârî hazretleri, kabrinden çıkıp ona gözükürdü. Abdullah-i İlâhi de hâlini ve rü’yâlarını anlatır, ta’birini dinlerdi. Bir müddet Behâeddîn Buhârî hazretlerinin kabri yanında kaldıktan sonra, tekrar Semerkand’a döndü. Hocası Ubeydüllah-i Ahrâr’ın sohbetlerine bir müddet daha devam etti. Böylece tasavvufda yetişip, yüksek derecelere ulaştı. Sonra hocası Ubeydüllah-i Ahrâr’ın işâreti ve icâzet (diploma) verip görevlendirmesi üzerine Anadolu’ya döndü. Memleketi Simâv’a yerleşti.

Abdullah-i İlâhi hazretleri, bir müslümanın İslâm ahlâkı ile ahlâklanması için lâzım olan bilgileri ve yolları öğreten bir ilim olan tasavvuf ilminde yetişmiş bir büyük âlim olarak Anadolu’ya döndü. İnsanın olgunlaşmasını, imânın vicdânîleşmesini sağlayan tasavvufda bir yol olan Nakşibendî tarikatını Anadolu’da yayan âlimlerin en başta gelenlerindendir. Önce memleketi Simâv’da tanınıp çok sevildi. Etrâfında pekçok talebe ve âlim toplandı. Sohbetinde bulunup ondan feyz aldılar. Kısa zamanda şöhreti etrâfa yayılıp, İstanbul’a kadar ulaştı. İstanbul’da bulunan âlimler ve ileri gelen zâtlar, onun İstanbul’a gelmesini çok arzu edip, defalarca da’vet ettiler. Osmanlı veziri ve kadıasker Manisalı Çelebi, hediyeler ve haberciler göndererek, İstanbul’a teşrîf etmesi için çok iltifât gösterdi Bu da’vetleri aldıktan epey bir müddet sonra, memleketinde bir karışıklığın çıkmış olması sebebiyle İstanbul’a gitti. O İstanbul’a geldiğinde, Fâtih Sultan Mehmed Hân vefât etmiş bulunuyordu, İstanbul’a gelince, vezir Manisavîzâde Muhyiddîn Mehmed Efendi, kendisi ve talebeleri için yer tahsis etti. Fakat bunu kabûl etmeyip, Zeyrek Câmii’nin boş ve viran hâle gelmiş medresesine yerleşti. Âlimler ve diğer insanlar sohbetine koştular. Ondan feyz aldılar. Kısa zamanda herkesin müracaat kaynağı oldu. Devlet erkânından ve halkdan pekçok kimse sohbetine geliyor ve müşkillerinin halli için ona müracaat ediyordu. Bu öyle bir hâl almıştı ki, kalabalıktan, artık yakın dostları ve talebeleri ile ilgilenmeye fırsat bulamıyordu. Bir müddet Zeyrek Câmii Medresesi’nde kalıp ilim ve feyz saçtıktan sonra, Avanos Bey’in oğlu Ahmed Bey, sevgi ve hürmet ile bağlılık gösterip, onu Rumeli’de Vardar Yenicesi’ne götürmek istediğini arzetti. Abdullah-i İlâhi bu da’veti kabûl edip, Vardar Yenicesi’ne gitti, İstanbul’da yerine, Seyyid Ahmed Buhârî’yi vekîl bıraktı. Kendisi Vardar Yenicesi’nde ikâmet edip, insanlara doğru yolu göstermekle meşgûl oldu. Kıymetli eserlerini de orada yazdı ve orada vefât etti. Kabri oradadır. Onun bereketiyle o şehir îmâr edildi. Câmiler, hanlar, ziyâretgâhlar yapıldı. Kabrini ziyârete gidenler, ondan feyz alıp istifâde ederek dönerler. Eserleri: 1-Vâridât-ı Kübrâ şerhi, 2- Miftâh-ül-gayb şerhi, 3- Zâd-ül-müştâkîn, 4- Necât-ül-ervah min denîs-il-eşbân, 5-Esrârnâme, 6- Meslek-ut-tâlibîn, 7- Manzûme-i mi’râciyye, 8- Füsûl-ül-vüsûl gibi eserleri vardır.

Sohbet ve meclislerinde tam huzûr üzere olurdu. Sohbetinde bulunan birisinin bir derdi, sıkıntısı yahut kalbinde zararlı düşünceleri olsa, gidermek için yüzünü ona döner, o düşünceleri engelliyecek sözler söylerdi. Böylece bu hâlden kurtarırdı. Sohbetine devam edenler, uzun zaman çalışarak elde edilebilen derecelere kısa zamanda ulaşırlardı. Alçak gönüllü idi. Hulk-ı azîm, ya’nî güzel ahlâk sahibi olup; küçük, büyük, fakir, zengin, yanına kim gelse ayağa kalkardı.

Sohbetine gelenler, daha arzularını söylemeden cevaplarını alırlar, isteklerine kavuşurlardı. Gelenler ondan feyz alıp, değişmiş olarak, bambaşka bir hâlde dönerlerdi. Zamanında İstanbul’da bulunan ve evliyânın büyüklerinden olan Şeyh Ebü’l-Vefâ hazretleri ile beraber bulunup sohbet ederlerdi.

Sevenlerinden Uzun Muslihuddîn anlatır: “Diğer talebelerle birlikte Abdullah-i İlâhî’nin huzûrunda idik. Zeyrek Câmii’nde bulunuyorduk. Huzûrunda, Celâlüddîn Rûmî hazretlerinin oğullarından Şeyh Âbid Çelebi de vardı. Kâdı idi. Kâdılığı bırakıp, Şeyhin hizmetine devama koyuldu. Şeyh bir sözle onu sevindirdi. Yan tarafa bakıp güldü. Ben bu hâle hayret ettim. Âbid Çelebi’ye sordum. Şöyle cevap verdi: “Şeyh bana; “Câminin İmâmı Bedrüddîn Halîfe’ye bak” buyurdu. İmâm, Halvetî tarîkatinden sâlih bir kimse idi. Baktım. Râhib kıyâfetinde gördüm. Bunun için tebessüm ettim.” Bu söz, benim ızdırâbımı arttırdı. Kendi kendime; “Bu İmâm, tarikat ehli sâlih bir kimse olduğu hâlde, hocam bunun hâlini nasıl böyle keşfetti ve bu sözü nasıl Âbid Çelebi’ye tahsis etti. Hâlbuki bu, onun âdetlerinden değil idi” dedim. Bu düşünce içimi rahatsız etti. Nihâyet hocamın huzûrunda konuştum. O da şöyle buyurdu: “Bu, onun bizi inkâr etmesinin görünüşüdür. Âbid Çelebi’ye söylememe gelince: insanların meşrebleri ayrı ayrıdır. Meselâ avvâmın çocukları dayaktan, büyüklerin çocukları lütüftan anlarlar. Ona iltifât etmesem, beni ve bu büyüklerin yolunu bırakır.”

Âbid Çelebi anlatır: “Abdullah-i İlâhî’nin huzûrunda bir müddet kalıp, sohbetlerine devam ettim. Kalbim açılmadı. Şeyh Muhyiddîn İskilibî’ye gitmeğe karar verdim. Birgün câmide namaz kılıyordum. Aklımda hep bu düşünce var idi. Hocam da yukarıda namaz kılıyordu. Namazdan sonra bana dönüp: “Seni, namaz kılarken Muhyiddîn İskilibî’nin şeklinde gördüm” buyurdu. Özür diledim. Elini öptüm ve hizmetini ni’met bilip ayrılmadım. Gün geçtikçe gönlüm aydınlandı. Ard arda gelen feyzlerine kavuştum.”

Birgün ona bağlı olanlardan ihtiyâr bir kadın huzûruna geldi. Gönlü incinmiş ve muzdarib bir hâlde idi. Hâlini arzedip: “Bu gece rü’yâmda kendimi kurbağa olmuş bir hâlde gördüm” dedi. “Hayrola, korkacak birşey yok” deyip, âdeti üzerine kendi haliyle meşgûl oldu. Ama bu ihtiyâr hanımın ızdırâbı geçmemişti, karşıda oturuyordu. Biraz sonra Abdullah-i İlâhi başını kaldırıp: “Anacığım! Sen dervişleri evine da’vet etmeyi düşünmüşsün. Sonra da vaz geçmişsin. Bu rü’yâ ona alâmettir. Git huzûrla işine bak, üzülme!” buyurdu. İhtiyâr kadın: “Gerçekten öyle oldu efendim! önce da’vet etmeyi düşündüm. Fakat evimin dar olması sebebiyle vazgeçtim” dedi. Talebelerinden Muslihuddîn Halîfe şöyle demiştir: Abdullah-i İlâhî’nin bunu nasıl bildiğine şaştım. Kurbağa görmek ile da’vet arasında hiç bir münâsebet ve alâka görünmüyor dedim. Bir ara başbaşa kalınca, izahını sordum. Buyurdu ki: “Büyükler, rü’yâ ta’biri hakkında eserler yazmışlardır. Bu husûsta kaideler ve usûller koymuşlardır. Herşeyi belirli vasıflarıyla ta’bir ederler. Doğrudur, gerçektir. Fakat dervişe yakışan şudur ki; ona bir rü’yâ sorulursa, anlatanı dinler. Allahü teâlâya yalvarır ve eğer keşif yoluyla birşey bildirilirse onu îzâh eder. Biz de bu hâlde otururken, o ihtiyâr hanım gelip rü’yâsını anlatarak ta’birini isteyince, kelimelerin ma’nası keşfolundu. Nitekim Muhyiddîn-i Arabî hazretleri, Fütûhât-ı mekkiyye adlı eserinde şöyle yazmıştır. Kurbağaya Arabcada “Dıfdag” denir. “Ehf ziyâfet ver, “dağ” da terk eyle ma’nâsınadır. Böylece îzâh ettim.”

Abdullah-i İlâhî’nin sohbetleri çok te’sîrli ve fâideli olurdu. Sohbetlerinde ve diğer zamanlarda herkesin gönlünü almaya çok dikkat gösterirdi. Sohbette bulunanlardan birinin bir sıkıntısı, bir müşkili olsa onun halini keşfederdi. Müşkili olan kimseye döner, sıkıntısını giderirdi. Sohbetiyle tereddütleri ortadan kaldırırdı. Yine birgün sohbet ederken, söz çalışmak ve gayretten açılmıştı ve; “İnsan çalışıp, gayret göstermedikçe olgunlaşamaz ve bir mertebeye ulaşamaz” buyurmuştu. Bu sırada sohbetinde bulunan bir âlim, bu sözleri işitince, kendi kendine bu sözü kabûllenmeyip, at hırsızı kıssası diye bilinen bir hâdiseyi hatırladı. Peki onun hâli nasıl oldu diye düşündü. Abdullah-i İlâhî, o âlimin kalbinden geçen düşünceleri kerâmetiyle anlayıp, o ânda ona doğru dönüp şöyle dedi: “Söylediğim söze, at hırsızlığı yapan kimsenin hâli ile karşı çıkmak hâtıra geldi değil mi? Fakat ona da cevap vardır” dedi. Sonra sohbetinde bulunanlara dönüp; “Hiç o hâdiseyi işiteniniz var mıdır?” diye sordu. Sohbette bulunanlar, “duymadık” diyerek dinlemeye başladılar. O hâdiseyi Abdullah-i İlâhî şöyle anlattı: “Parasız kalan bir hırsız, geceleri at çalıp satardı, ömrünü böyle heba ederdi. Bir defasında da, bulunduğu şehrin en büyük âlimi ve evliyâsı olan bir zâtın atını çalmak üzere ahırına girmişti. Tam atı çözüp götüreceği sırada, ahırın duvarlarından biri yarılıp, oradan içeriye bir nûr yayılmıştı. Bu nûr içinde, iki nûr yüzlü zât gözükmüş, hırsız bu hâli görünce, kendini hemen at gübrelerinin arasına atıp gizlenmiş. Korku ve telaş içinde boğazına kadar gübre içine gömülmüş. Bu sırada ahırın diğer bir duvarı daha yarılıp, daha parlak bir nûr gözükmüş. Bu nûr arasından da, o zamanın kutbu ve büyük bir evliyâsı olan ev sahibi (atların sahibi) çıkmıştır. Önce gözüken iki zât onu görünce, hürmet göstererek selâm vermişler. Atların sahibi olan zât, o iki kişiye niçin geldiklerini sorunca; “Falan evliyâ arkadaşımız vefât etti. Onun yerine kimi ta’yin edeceğiz? Size arzetmek istedik” dediler. Atların sahibi olan zât; “Onun yerine, at hırsızlığı yapan kişiyi ta’yin ettik” dedi. Soran iki zât da, evliyâ olup, ricâl-ül-gayb denilen velîlerden idiler. O at hırsızlığı yapmaya gelen kimsenin, at gübreleri arasına gömülüp saklandığını biliyorlardı. Hemen yanına varıp, onu gübreler arasından çıkardılar, gönlünü alıp, tebrik edip, kucakladılar. Atların sahibi ve zamanın kutbu evliyâ zâtın da yanına gelip, elini öptüler. Sonra hep birlikte vefât eden arkadaşları evliyâ zâtın cenâzesini kaldırmaya gidip, cenâze namazını kıldılar ve defnettiler.”

Abdullah-i İlâhî, sohbetinde bulunanlara bunu anlatnkdan sonra şöyle dedi: “Şimdi at hırsızlığı yapmaya giden kimse, nasıl bir çalışma yaptı da ricâl-ül-gayb denilen evliyâdan Üçler yoluna girip, onlardan oldu diye bir suâl hâtıra gelmesin. Çünkü o zavallının, o zâtlar yanına girdiklerinde, şaşkınlığından ve mahcubiyetinden gübreler arasına saklanıp, ne kadar zorluk ve ne kadar şiddetli pişmanlık duyduğu bellidir. Kurtuluş yolu kalmadığını kesinlikle anlayınca, at çalmak üzere harama yönelişinden dolayı bütün kalbiyle pişman olup, o zamana kadar yaptığı işlere öyle bir tövbe etti ki, işlediği kötü işlerden gönlü temizleniverdi. Allahü teâlâya yönelip riyâzet çeken kimseler, onun o ânda yaptığı tövbeyi nice seneler yapamaz.” Sohbetin başında kalbinde ba’zı i’tirâzlar bulunan o âlim kimse, Abdullah-i İlâhî hazretlerinin bu güzel izahını ve tatlı sözlerini dinleyince, içindeki şüphe ve yanlış düşünceler temizlendi. Abdullah-i İlâhî’nin elini öpüp, özür diledi ve sevenlerinden oldu.

¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾

1) Nefehâtat-ül-üns sh. 460

2) Şakâyık-ı Nu’mâniyye zeyli (Mecdî Efendi) sh. 262

3) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 1079

4) Osmanlı müellifleri cild-1, sh. 91

5) Menâkıb-i Molla ilâhi varak 218b-220a

6) Fevâid-ül-Behiyye sh. 145

7) Şezerât-üz-zeheb cild-7, sh. 358

8) Esmâ-ül-müellifîn cild-1 sh. 470

9) Mu’cem-ül-müellifîn cild-6, sh. 36

10) Bedâyi-ül-vekâyi sh. 410

11) A History of Ottoman Poetry cild-2, sh. 373

12) Güldeste-i riyâz-ı irfan sh. 143

13) Keşf-üz-zünûn sh. 379, 947, 1928, 1995