ZİYÂÜDDÎN BERNÎ

Hindistan’da yetişen meşhûr evliyâdan. Hâce Nizâmüddîn-i Evliyânın talebesidir. Hocasına yakın olmak ni’metine kavuşan seçilmişlerden idi. Gıyâspûr şehrinde otururdu. Doğum ve vefât târihleri kat’î olarak tesbit edilememiş ise de, 684 (m. 1285) senesi civarında doğup, 8. asrın sonlarında vefât ettiği bilinmektedir. Vefât târihi, Keşf-üz-zünûn’da 889 (m. 1493) olarak bildirilmiştir ki, bu mümkün değildir.

Çok ilim tahsil eden Ziyâüddîn Bernî’nin hafızası pek kuvvetli idi. Âlim ve sâlih zâtların sohbetlerinde bulunmaktan büyük zevk alırdı. Hâce Nizâmüddîn-i Evliyâ hazretlerinin bereketli sohbetlerine devam ederdi. Bilhassa Emîr Hüsrev Dehlevî ve Emîr Hasen Senceri ile yakınlıkları vardı. Devamlı onlarla beraber bulunurdu.

Güzel huylu, kültürlü, hoşsohbet, güzel latifeler yapan neş’eli bir zât idi. Sultan Muhammed Tuğluk ve Fîrûz Şah zamanlarında, sarayda vazîfe aldı. Bu iki sultan devirlerinde, sultânın yakın adamlarından, güvendiği kimselerden idi. Târih ilminde de söz sahibi olan Ziyâüddîn Bernî, meşhûr Târih-i Fîrûz Şah isimli târih kitabının da sahibidir. Bundan başka eserleri de vardır.

Tasavvuf yolunda ilerlemek arzusunda bulunan ve bu yolda çok gayretli olan Mevlânâ Ziyâüddîn Bernî (r.a.), hiçbir zaman dünyalık toplamak gayretinde, telâşında olmamıştır. Kendisine yetecek kadar şeylerle yetinir, daha fazlasını elinde bulundurmazdı. Hâce Ziyâüddîn Bernî, “Hasretnâme” isimli eserinde şöyle anlatır: “Bir zaman, hocam Hâce Nizâmüddîn-i Evliyâ’nın sohbetinde bulunuyordum. O gün rûhlara hayat veren bereketli sohbetlerinde, sabahtan kuşluk vaktine kadar bulundum. Bu sırada birçok kişi, ona talebe olmak üzere geldi. O da gelenlerin hepsini kabûl etti. O esnada kalbimden geçti ki: “Eskiden büyük zâtlar, kendilerine talebe olmak üzere gelenleri kabûl etmekte ihtiyâtlı davranırlar, her geleni hemen kabûl etmezlerdi. Bizim hocamız ise, gelenlerden hiçbirini ayırmıyor, hepisini kabûl ediyor.” Ben bu düşünceler içinde iken, bir ara bunu kendisine suâl etmek bile istedim. Allahü teâlânın izni ile benim bu düşüncelerimi anladı. Bana dönerek tebessüm etti ve; “Bana istediğini sor ama, gelen herkesi niçin kabûl ettiğimi sorma” buyurdu. Sonra da şöyle devam etti; “Talebe olmak üzere gelenlerin hepsini kabûl ettiğimizi, ihtiyâtlı davranmadığımızı düşünüyorsunuz. Bizim böyle davranmamızın üç sebebi vardır. Birincisi; tecrübe ile anlıyorum ki, bize talebe olmak üzere gelenlerin hemen hepsi, günah işlemekten sakınan, namazlarını devamlı olarak ve cemâatle kılan, emirleri yapmakta gevşek davranmayan, istîdâd sahibi kimselerdir. Bunun için onları kabûl ediyorum, ikincisi; ma’nevî olarak acizlik ve ihtiyâç içinde kapımıza gelip; “Bütün günahlarıma tövbe ettim” diyen bir kimseyi geri göndermek gönlümüze hiç hoş gelmiyor. Bize talebe olanlardan hepsinin, günahlardan uzak durduğu, tövbesini bozmadığı da meydandadır. Üçüncü ve en mühim sebep de; hocam Ferîdüddîn Genc-i Şeker, bana icâzet ve hilâfet verirken böyle işâret buyurmuştur.” Bu açıklamadan sonra, ona olan muhabbetim daha çok arttı.

¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾

1) Kâmûs-ul-a’lâm cild-4, sh. 2981

2) Ahbâr-ül-ahyâr sh. 195

3) Keşf-üz-zünûn sh. 299