ZEHEBÎ

Fıkıh, hadîs ve târih âlimi. İsmi, Muhammed bin Ahmed bin Osman bin Kaymaz bin Abdullah et-Türkmânî el-Mısrî olup, künyesi Ebû Abdullah’tır. Lakabı ise Şemsüddîn’dir. 673 (m. 1274) senesi Rebî’ul-âhır ayında Şam’da doğdu. 748 (m. 1348) senesi Zilka’de ayının üçünde, Pazartesi gecesi, gece yarısından önce Mısır’da vefât etti. Bâb-üs-sagîr denilen yere defnedildi.

Ailesi: Zehebî, aslen Türkmâniyye ailesinden olup, dedesi Diyârbekr’e bağlı Meyâfârikin şehrinden idi ve orada 661 (m. 1262) senesinde vefât etti. Dedem Fahrüddîn Ebû Ahmed Osman, ticâret ve san’atla meşgûl oldu. Fakat ma’rifet ve hüsn-ül-yakîn sahibi idi. Babası Şihâbüddîn Ahmed, kuyumculuk san’atını seçti ve bu san’atta çok mahir ve Zehebî (kuyumcu) diye meşhûr oldu. Aynı zamanda ilimle de meşgûl olan Şihâbüddîn Ahmed, 666 (m. 1267) senesinde Mikdâd el-Kavsî’den “Sahîh-ül-Buhârî”yi dinledi. Ömrünün sonlarına doğru hacca gitti. Dînine bağlı olup, geceleri ibâdetle meşgûl olurdu. Kuyumculuk san’atı sebebiyle çok zengin oldu. Malıyla birçok kimseyi esâretten kurtararak, hürriyetlerine kavuşturdu. Aslen Mûsullu olan, Akmüddîn Ebû Bekr Sencer bin Abdullah ismindeki zengin, aynı zamanda akıllı ve sâlih bir zatın kızıyla evli idi.

Zehebî’nin çocukluğu ve ilim öğrenmeğe başlaması: Zehebî, babasının san’atı ile anıldı. Kendisi de ismini “İbn-üz-Zehebî diye yazdı. İlk zamanlarında babasının san’atıyla meşgûl olması sebebiyle, Salâh es-Safdî, Tâcüddîn Sübkî, el-Hüseynî, İmâdüddîn İbni Kesir ve birçok âlim tarafından Zehebî ismiyle çağrıldı. Çocukluğu, dînine bağlı olan ailesinin himâyesinde geçti. Çocuk terbiyesini çok iyi bilen, el-Basbas diye meşhûr Alâeddîn Ali bin Muhammed el-Halebî isimli bir mürebbinin elinde yetişti. Onun mektebinde dört sene okudu ve terbiye gördü. Daha sonra Şâgûr Mescidi’nin İmâm ve hatîbi olan Mes’ûd bin Abdullah es-Sâlihî’den, Kur’ân-ı kerîmi öğrendi ve huzûrunda tam kırk hatim indirdi. Ondan sonra oradaki ba’zı âlimlerin ders meclislerine gidip, derslerini dinledi. Meşhûr Iraklı âlim İzzüddîn el-Fârûsî, 690 (m. 1291) senesinde Dımeşk’a geldiği zaman, Zehebî onun meclisine gidip, ondan hadîs-i şerîf dinledi.

Zehebî onsekiz yaşında iken, kırâat ve hadîs-i şerîf ilmine yöneldi. 691 (m. 1292) senesinde Şeyh-ül-Kurrâ (Kırâat âlimlerinin reîsi) Cemâlüddîn Ebû İshâk İbrâhim bin Dâvûd el-Askalânî’den kırâat ilmini okudu. Bundan başka, Mecdüddîn Ebî Bekr bin Muhammed el-Mürsi, Şemsüddîn Ebî Abdullah Muhammed bin Mensûr el-Halebî ve Ebû Hafa Ömer bin Kavvâs’dan da kırâat ilmini öğrendi ve genç yaşta bu ilimde yüksek derecelere kavuştu. Daha sonra da Şemsüddîn Ebû Abdullah Muhammed bin Abdülazîz ed-Dimyâtî’den okudu.

Zehebî, kırâat ilmi yanında, hadîs ilmine de çok önem verdi. Birçok hadîs âlimiyle görüştü. Bizzat kendisi, Şihâbüddîn Gazi bin Abdürrahmân ed-Dımeşkî, Ebû Abdullah Muhammed bin Ahmed el-Makdisî, Mahmûd bin Yahyâ et-Teminî ed-Dımeşkî, Muhammed bin Nasîruddîn el-Müezzin, Mahmûd bin Muhammed el-Harâitî’den hadîs-i şerîf dinlediğini haber verdi.

İlmî yolculukları: Zehebî’de ilim öğrenmek, âlimlerle görüşüp onlardan istifâde etmek arzusu çoktu. Fakat babasından ilim öğrenmek için seyahate çıkma teşviki görmedi. Babası, önceleri onu yanından ayırmak istemedi Zehebî, bu konu hakkında şöyle der: “İlim öğrenmek için seyahate çıkmayı çok istedim. Fakat, babamın râzı olmaması sebebiyle çıkamadım.” ilim öğrenmenin edeblerinden birisi de, ana-babanın rızâsını almak olduğundan, Zehebî ilimden ayrı kalmaya üzülmekle birlikte, anası ve babasına karşı gelmedi. Zehebî, zâten ailesinin tek evladı idi. Yirmi yaşına basınca, babası, yakın yerlere gidip gelmesine izin verdi.

693 (m. 1294) senesi, Zehebî’nin ilmî yolculuklara başlama senesi olarak kabûl edilir.

Zehebî’nin ilk seyahati, 693 (m. 1294) senesinde Ba’lebek’e oldu. Orada el-Muvaffak en-Nasîbî’den kırâat ilmi öğrendi ve Kur’ân-ı kerîmin tamâmını okudu. Hadîs âlimi İmâm Tâcüddîn Ebû Muhammed el-Magribî’den hadîs-i şerîf dinledi. Bu seyahatinde, birçok âlimle görüştü. Daha sonra Haleb’e gitti. Orada Alâüddîn Ebî Saîd el-Ermevî ile görüşüp, derslerini dinledi. Onun hakkında Zehebî; “Alâüddîn Ebî Saîd el-Ermevî’ye gittim ve ondan çok şey öğrendim. O, dînine bağlı, akıl ve iffet sahibi, ne üstün ve ne güzel hocadır” diyerek, hocasını övdü. Ayrıca Haleb ve civarında birçok âlimden ilim ve ahlâk öğrendi. Hama, Humus, Trablus, Kerk, Maaria, Basra, Nablûs, Remle, Kudüs, Tebük ve o civarda birçok şehirlere ilmî yolcukluklarda bulundu.

Zehebî, 695 (m. 1296) senesi Receb ayında Filistin’e, oradan da Mısır’a gitti. Orada ilk önce İbn-üz-Zâhirî diye bilinen Cemâlüddîn Ebü’l-Abbâs Ahmed bin Muhammed el-Halebî ile görüştü. Ondan hadîs-i şerîf dinledi. Bunu, kendi yazmış olduğu Târîh-ül-İslâm’ındâ; Mısır diyarında ilk önce Halebî’den hadîs dinledim” diye bildirdi.

Zehebî, Mısır’da birçok zâtlarla görüştü. Orada Ebü’l-Meâlî Ahmed bin İshâk el-Ebrekûhî, Şeyh-ül-İslâm Kâdı’l-kudât Takıyyüddîn Ebü’l Feth. Muhammed; bin Ali, Allâme Şerefüddîn Abdülmü’min bin Halef ed-Dimyâtî’den ilim öğrendi. Daha sonra İskenderiyye’ye gitti. Orada Ebi’l-Haccâc Yûsuf bin Hasen et-Teymî el-Kâbisî el-İskenderânî ile görüştü ve ondan “Tecrid” adlı eserini dinledi. Ayrıca orada kırâat âlimlerinden İmâm Şerâfüddîn Ebi’l-Hüseyn Yahyâ bin Ahmed el-Cüzâmî el-İskenderânî’den kırâat ilmini okudu. Sahnûn diye meşhûr İmâm-ül-Mukrî Sadrüddîn Ebil-Kâsım Abdürrahmân bin Abdülhalîm ile görüştü. Sonra Belbîs’e gitti ve burada hadîs-i şerîf dinledi. Zehebî, İbn-i Hişâm’ın “Sîret”inin tamâmını hocası Ebü’l-Meâlî el-Ebrakûhî’den altı günde okudu.

698 (m. 1298) senesinde, babasının vefâtının akabinde, Zehebî, hac farizasını yerine getirmek için yolculuğa aktı. Kendisi bu yolculuğu “Târîh-ül-İslâm”da şöyle anlatır: “Emîr Şemsüddîn el-Ayntâbî de bizimle birlikte hac yolculuğuna çıktı. Beraberinde âlimler de vardı, Müstensıriyye Medresesi hadîs kürsüsü âlimi İbn-ül-Hırât diye meşhûr Ebû Abdullah Muhammed bin Abdülmuhsin de bu yolculukta bulundu. Bu yolculukta, bu âlimden “El-Ferec ba’d-eş-şidde” kitabını dinledim.” Ayrıca; Mekke, Arafe, Minâ ve Medine’de birçok âlimden hadîs-i şerîf dinledim” der.

Zehebî’nin ilime olan sevgisi: Zehebî, hayâtı boyunca, ilim öğrenmeden bir an bile geri durmadı. Hiçbir engel onu dersten ve hadîs dinlemekten alıkoyamadı. Zehebî, sâdece kırâat ve hadîs ilmi ile değil, birçok ilimden nasîbini aldı. Nahiv ilmini Muvaffakuddîn Ebî Abdullah Muhammed bin Ebi’l-Alâ en-Nasîbî el-Ba’lebeki’den öğrendi ve nahiv ilmine dâir “El-Hâcibiyye” kitabını dinledi. Arab dili ve edebiyatının inceliklerini İbn-ün-Nühaş diye meşhûr, Şeyh Behâüddîn Muhammed bin İbrâhim’den öğrendi. Zehebî, târih hakkında yazılmış eserlerle de meşgûl oldu. Megârî, siyer, umûmî’ târih, mu’cemât hakkında hocalarından çok şey dinledi. Zehebî, asrındaki âlimlerden; Cemâlüddîn Ebü’l-Haccâc Yûsuf, Takıyyüddîn Ebü’l-Abbâs Ahmed, Alemüddîn Ebû Muhammed Kâsım ile de görüştü ve uzun zaman onların derslerini dinledi.

Zehebî, ders aldığı İbn-i Teymiyye’ye ba’zı i’tikâd ve fıkıh mes’elelerinde uymayıp, muhalefet etti ve ona ba’zı nasihatlerde bulundu. Ba’zı görüşlerinin yanlış olduğunu söyledi.

Zehebî, 729 (m. 1328) senesi Cemâzil-âhır ayının onyedisinde, Zâhiriyye hadîs külliyesine müderris oldu. 739 (m. 1338) senesinde, Medrese-i Nefisiyye’de ders okuttu. Ayrıca Meşhed-i Urve, Dâr-ül-hadîs-it-Tenkiziyye, Dâr-ül-hadîs-il-Fâdılıyye ve Ümmü Sâlih Mescidi gibi yerlerde hadîs bölümü başkanlığı yaptı.

Âlimlerin hakkındaki sözleri: Zehebî, çeşitli ilimlerde meşhûr olması yanında, zühd, verâ’ ve sağlam İ’tikâd sahibi idi. Zaman zaman tasavvuf erbâbı ile görüştü. Onların sohbetlerinde bulundu. Talebesi Takıyyüddîn İbni Râfi’ es-Selâmî; “Zehebî, sâlih, hayırlı, mütevâzi, güzel ahlâk sahibi, sohbeti tatlı bir zât idi. Zamanlarını, eser yazmak ve ibâdetle geçirdi. Çok cömert idi” diye bildirdi.

Zerkeşî; “Zehebî, zühd ve Îsâr sahibi ve hayırlı işlere koşan bir zât olup, ömrünü, Resûl-i ekremin (s.a.v.) hadîs-i şerîflerini öğrenmekle geçirdi” dedi.

İbn-i Kâdı “Şühbet-ül-esedî” isimli eserinde; “Zehebî’den; Sübkî, el-Berzâlî, el-Alâî, İbn-i Kesir, İbn-i Râfî’. İbn-i Receb ve birçok âlim hadîs-i şerîf dinledi ve rivâyette bulundular” diye yazmaktadır.

Refîki ve hocası Alemüddîn el-Berzâlî onun hakkında; “Zehebî, faziletli, hafızası kuvvetli bir zât idi. İlimle meşgûl oldu. İlim öğrenmek ve hadîs-i şerîf dinlemek için çok yerler dolaştı. Çeşitli ilim dallarında birçok eser yazdı. Kırâat âlimleri hakkında bilgisi çoktu” dediler.

Talebesi Selâhaddîn Safdî; “Hocam Zehebî, allâme ve Hâfız idi. Hadîs-i şerîfler ve hadîs ricali hakkında bilgisi çoktu. Üstün bir zekâsı vardı. Çok kitap yazdı. Çok kimseler ondan ilim öğrendi. Muhaddisül-asr (asrının büyük hadîs âlimi) idi. Çok kimseler ondan hadîs-i şerîf dinledi. Gece-gündüz hadîs-i şerîf ilmine hizmet etti. Dil ve kalemini bu uğurda kullandı” demektedir.

Talebesi el-Hüseynî ise; “Hocam Zehebî, allâme, Şeyh-ül-Muhaddisîn, Muhaddis-üş-Şâm olup, büyük târih âlimi idi” dedi.

Diğer bir talebesi olan İbn-i Kesir de; “Hocam Zehebî, Şeyh-ül-Muhaddisîn, İslâm tarihçisi ve hadîs hafızı idi. Büyük âlim Ebû Abdullah Muhammed bin Muhammed el-Mûsulî, Dımeşk’a geldiğinde, Zehebî’den ilim öğrendi” demektedir.

Hâfız İbn-i Nâsıruddîn; “Zehebî, Hâfız, büyük âlim ve İslâm tarihçisi idi.” İbn-i Hacer el-Askalânî; “Zehebî, zamanının büyüğü, anlayışı ve zihni kuvvetli idi. Cerh ve ta’dîl husûslarında büyük bir bilgiye sahip idi. Tâcüddîn Sübkî’nin dediği gibi; sanki bütün ümmet bir saha üzerinde toplanmış, Zehebî de onları gözden geçirmiş, teker teker incelemiş, sonra onlara dâir birer birer ma’lûmat vermeye başlamıştır” dediler.

Vefâtı: Zehebî’nin, son zamanlarında gözleri görmez oldu. Buna rağmen ders vemeye devam etti. 748 (m. 1348) senesi Zilka’de ayının üçünde, Pazartesi gecesi, gece yarısından önce Mısır’da vefât etti. Bâb-üs-sagîr denilen kabristana defnedildi. Zamanın büyük âlimleri cenâze namazında bulundu. Tâcüddîn Sübkî bunlardan idi. Talebeleri, sevenleri, hakkında mersiyeler söylediler.

Zehebî vefât ettiğinde, geriye; biri laz, ikisi erkek, üç evlâdı kaldı. Herbiri ilim sahibi idi. Oğulları Ebüdderdâ Abdullah ile Şıhâbüddîn Ebû Hüreyre Abdürrahmân idi.

Eserleri: Zehebî, çeşitli ilimlere âit birçok eser yazdı. Onun yazdığı eserler, zamanında ve daha sonraki asırlarda okundu. Eserlerinden ba’zıları şunlardır: 1-Et-Telvîhât fî ilm-il-kırâat: Bu eser, Zehebî’nin kırâat ilmine dâir yazmış olduğu tek eseridir. Kaynaklarda belirtilen bu eserin bir nüshasına, kütüphânelerde rastlanmamıştır. 2-El-Erbaûn-el-Büldâniyye: Taberânî’nin “Mu’cem-üs-sagîr”inden derlenmiştir. Birçok kütüphânede nüshaları vardır. 3-Es-Selâsûn-el-Buldâniyye. 4-Tarîk-ul-hadîs “Men küntü Mevlâhü fe Aliyyün Mevlâhü” 5-El-Kelâmü alâ hadîs-it-tayr, 6-El-Müstedrek alâ Müstedrek-il-Hâkim, 7-Kitâb-üz-ziyâdet-il-mudtaribeti, 8-Tarîku ehâdîs-in-Nüzûl, 9-El-Azb-ül-silsel fil-hadîs-il-müselsel, 10-Meniyyet-üt-tâlib li eazz-il-metâlib, 11-El-Mûkızatü fî ilmi müstelah-il-hadîs: Hadîs istılâhlarından bahseden bir eserdir. Brockelmann’ın; “Bu kitab, hadîs âlimlerinin vefâtına dâirdir” iddiası yanlıştır. Bu kitabın Paris’te ve Kâhire’de birer nüshası vardır. Kâhire nüshası iki varak eksiktir. 12-Ehâdîs-üs-sıfat, 13-El-Erba’în fî sıfâtı Rabbilâlemin, 14-Cüz’ün fiş-Şefâati, 15-Cüzânı fî sıfatin-nârî, 16-Er-Risâlet-iz-zehebiyyeti ilâ İbn-i Teymiyye: Zehebî, hocası ve arkadaşı olan İbn-i Teymiyye’ye nasihat etmekte ve ba’zı hareketlerini ayıplamaktadır. 17-Er-Rav’u vel-evcâl fî nebe-il-mesîh-id-Deccâl, 18-Kitâbü Rü’yet-il-Bârî, 19-Kitâb-ül-Arş, 20-El-Uluvvü lil-alîyy-il-Gaffâr, 21-Kitâb-ül-kebâir: Büyük günahlara dâirdir. Matbûdur. 22-Kitâbü mâ ba’del mevt, 23-Kitâbü mes’eleti devamin Nâr, 24- Kitâbü mes’elet-il-gaybeti, 25-Kitâbü mes’elet-il-va’îd, 26-Kitâbü mes’elet-il-ictihâd, 27-Kitâbü mes’eleti haber-il-vâhid, 28-Tahrimü edbâr-in-nisâ, 29-Teşbih-ül-hasîs bi ehl-il-hamîs, 30-Cüz’ün fil-hidâb, 31-Cüz’ün fî salât-it-tesbîh, 32-Cüz’ün fil-kahkahatî, 33-Hukûk-ül-câr: Komşu haklarını toplamıştır. Bir nüshası Köprülü Kütüphânesi 1584/3 numarada kayıtlıdır. 34-Kitâbü fedâil-il-hac ve ef’âlihi, 35-Kitâb-ül-libâs, 36-Kitâbü mes’elet-is-sima’, 37-Kitâb-ül-vitr, 38- Cüz fî mehabbet-is-sâlihin, 39-Kitâbü duâ-il-mekrûb, 40-Kitâbü Zikr-il-vildan, 41-Et-Ta’ziyet-ül-hasenetü bil-eizzeti, 42-Keşf-ül-kürbeti inde fakd-il-ehibbeti, 43-Ahbâr-us-Seddî, 44-Ahbâru kudâti Dımeşk, 45-Esmâü men âşe Semânine sene ba’de Şeyh evi ba’de târihi Sina’, 46-El-İşâretü ilâ vefeyât-il-a’yânî vel-müntekâ min târih-il-İslâm: Bu eserde hicrî 700 senesine kadar vefât eden meşhûr zâtların hâl tercümeleri anlatılmaktadır. 47-El-İ’lâm bi vefeyât-il-a’lâm. 48-El-Emsâr zevcit-il-âsâr, 49-Ehl-ül-mieti fesâiden, 50-Kitâb-ül-beyân an ismi İbn-i Fülân, 51-Târih-ül-İslâm ve vefeyât-ül-meşâhiri vel-a’lâm: İslâmın başlangıcından, sekizinci asrın başlarına kadar, sene sene vak’aları anlatılmıştır. Kitabını yetmiş tabakaya bölmüş, her tabakanın sonunda meşhûr kimselerin hâl tercümelerini de vermiştir. Zehebî’nin en meşhûr eserlerindendir. Eserine birçok nâdir rivâyetleri de kaydetmiştir. Bu eser matbûdur. 52-Et-Târih-ül-mümetti’. 53-Tezkirât-ül-huffâz: Zehebî’nin en meşhûr eserlerindendir. Birçok kere baskıları yapılmıştır. Zehebî bu eserinde, meşhûr hadîs hafızlarını tabakalara göre zikretmiştir. Kitabını yirmibir tabakaya ayırmış ve ilk olarak Hazreti Ebû Bekr’den başlamış, son olarak da Hocası Ebü’l-Haccâc el-Müzzî ile bitirmiştir. Bu kitapta, hâl tercümesi verilen zâtların sayısı 1176’ya ulaşmıştır. Ba’zı zâtları anlatırken, anlatılan zâtın vefât ettiği târihte, vefât eden âlimleri de zikretmiştir. Zehebî’nin bu kitabına çok çeşitli zeyller yapılmıştır, İmâm-ı Süyûtî, Tezkiret-ül-huffâz’ı zeylleri ile beraber kısaltmıştır. Zehebî bu eserini, Siyer-i a’lâm’ın “Nübelâ”sından derlemiştir. 54-Terâcimü ricali rava anhüm Muhammed bin İshâk, 55-Tesmiyetü rical sahîhu Müslim, 56-Kitâbü Takyîd-il-mühmil, 57-Kitâb-üt-telvîh bimen sebekâ ve lehika, 58-Cüz’ Teâsaru, 59-Düvel-ül-İslâm: Zehebî bu eserini, Târih’inden derlemiştir. “Târih-us-sagîr” diye de tanınır. Matbûdur. 60-Dîvân-üd-duâfâi vel-metrûkîn, 61-Zikru men isfehera bi künyetihî minel a’yân, 62-Zikru men yü’temen kavlühü fil-cerh vet-ta’dîl, 63-Zeyl-ül-işâreti ilâ vefeyât-il-a’yân, 64-Zeylü düvel-il-İslâm 65-Zeylü siyeru a’lâm-in-Nübelâ, 66-Zeylü Dîvân-üd-duâfâi libn-il-Levzî, 67-Ez-Zeylü alâ zeyl-id-duâfâi İbn-il-Levzî, 68- Zeyl-ül-iber fî haber men aber, 69-Er-Reddü alâ İbn-il-Kattân, 70-Kitâb-üz-zilâzil, 71-Siyeru a’lâm-ün-Nübelâ: Zehebî’nin en meşhûr eserlerindendir. Zehebî, bu eserini de tabakalara göre tertîb etmiştir. İslâmiyyetin başlangıcından, hicri 700 senesine kadar yazmıştır. Peygamber efendimizi ve Hulefâ-i Râşidîn’i ayrı iki cild hâlinde yazmıştır. Bu eseri son zamanlarda neşredilmiştir. İslâm târihi araştırmaları için mühim bir kaynaktır. 72-Tabakât-üş-şüyûh, 73-El-Abâbü fit-târih, 74-El-İberu fî haberi men abera: Bu eserini de Târih-ül-kebîr’inden derlemiştir. Târih-ül-evsat diye de bilinir. Bu esere ba’zı ilâvelerde bulunmuştur. Daha sonra bu târihine bir de zeyl yazmıştır. 75-Ünvân-üs-siyer fî zikr-is Sahabeti, 76-El-Mürtecil fil-künâ. 77-El-Müstebih fir-rıcâl, 78-Mu’cem-üş-şüyûh-il-kebîr, 79-Mu’cem-üş-şüyûh-il-evsât, 80-Mu’cem-üş-şüyûh-is-sagîr, 81-El-Mu’cem-ül-muhtas bi muhâdil asr, 82-Kitâbü ma’rifeti Âl-i Mende, 83-Ma’rifet-ül-kurrâ-il-kibâr alet-Tabakâti vel-a’sâr: Kırâat âlimlerinin hâl tercümelerini ihtivâ eder. Yine tabakalara göre anlatılmıştır. Matbûdur. 84-El-Muînû fî tabakât-il-muhaddisîn, 85-El-Mugnî fid-duâfâi, 86-El-Mukaddimeti zât-ün-nikât fil-elkâb, 87-Men tekelleme fîhi ve hüve mûsik, 88-Mîzân-ül-i’tidâl fî nakdir-ricâl: Zehebî bu eserinde, hadîs-i şerîf râvîlerini, cerh ve ta’dile tâbi tutmuştur. En faydalı ve en çok basılan kitabıdır. Bir kitabında, birçok eserleri tarıyarak hadîs-i şerîf râvîlerini incelemiştir. Bu eser matbûdur. Harf sırasına göre tertîb edilmiştir. 89-Hâlel-ül-bedri fî adedi. Ehl-i Bedr, 90-Ahbarû Ebî Müslim Horasânî, 91-Ahbarû Ümm-il-mü’minîn Âişe (r.anhâ), 92-Et-Tıbyân fî menâkıbi Osman (r.a.), 93-Tercümetü İbn-i Ukde el-Kûfi, 94-Tercümetü Ebî Hanîfe. 95-Tercümetü Ebî Yûsuf el-Kâdî, 96-Tercümetü Ahmed bin Hanbel. 97-Tercümet-ül-Hıdr, 98-Tercümet-üs-Silefî, 99-Tercümet-üş-Şâfiî, 100-Tercümet-üş-Şeyh el-Muvaffak, 101-Tercümetü Mâlik bin Enes, 102-Tercümetü Muhammed bin Hasen eş-Şeybânî, 103-Tevkifü ehl-it-Tevfîk alâ menâkıb-ıs-Sıddîk, 104-Sîret-ül-Hallâc, 105-Sîretü Ebi’l-Kâsım et-Taberânî, 106-Sîretü Saîd bin Müseyyib, 107-Sîretü Ömer bin Abdülazîz, 108-Es-Sîret-ün-Nebevî, 109-Feth-ül-metâlib fî menâkıbi Ali bin Ebî Tâlib (r.a.), 110-Menâkıb-ül-Buhârî, 111-Sîretü li nefsihî, 112-Beyânüzaglil ilmi vet-talebi, 113-Et-Temessülü bis-süneni, 114-Cüz’ü-fi fadli Âyet-el-Kürsî, 115-Et-Tıbb-ün-Nebevî: Çok faydalı bir eserdir, İbrâhim Ezrak’ın yazmış olduğu Teshîl-ül-menâfi kenarında Mısır’da basılmış ve ayrıca 1396 (m. 1976) yılında ofset yolu ile Hakîkat Kitabevi tarafından basılmıştır. 116-Ehâdîsü Muhtâra minel mevdû’âti minel ebâd-il-lil-cevrakâni, 117-Bülbül-ür-ravd, 118-Tecridü esmâ-is-Sahâbeti, 119-Tehzîb-üt-tehzîb, 120-Tertîb-ül-mevdû’ât İbn-il-Cevzî, 121-Muhtasaru Kitâb-il-ba’si ven-nüşûr lil-Beyhekî, 122-Muhtasaru Târih-i Bağdad lil-Hatîb-il-Bağdâdî, 123-Muhtasaru Târih-i Dımeşk İbn-il-Asâkir, 124-Muhtasar-ut-Tekmile li kitâb-is-sıla, 125-Muhtasar-ut-tekmile li vefeyât-in-nakile, 126-Muhtasaru kitâb-ı Zühd lil-Beyhekî: Matbû’ olup, Kütüb-i sitte râvîlerinin hâl tercümelerini anlatır.

Er-Risâlet-iz-zehebiyyeti ilâ İbn-i Teymiyye adlı risalenin tercümesi şöyledir:

“Hamd, Allahü teâlâya mahsûstur. Yâ Rabbî! Hatâ edersem bana merhamet eyle! Sürçersem beni kaldır! Benim îmânımı koru! Ah, gamsızlığıma ne kadar üzülürüm! Sünnete ve sünnet ehlinin kalmamasına ne kadar yanarım vah!... Ağlamak için bana yardımcı olacak mü’min kardeşlere ne kadar müştakım!... İlmin kandilleri, ehli takvâ ve hayratın defineleri olan insanları kaybetmemize üzülüyorum! Âh!.. Helâl bir dirhem, munis bir kardeş bulabilsem!

Ne mutlu kendi kusuru, âlemin kusurlarını görmekten alıkoyana! Ne yazık âlemin kusurları, kendi kusurlarını görmeye mâni olana!

Ey adam, kendi gözündeki çöp parçasını unutarak, din kardeşinin gözündeki çapağı ne zamana kadar görecek, ne zamana kadar fesahatini ve sözlerini övecek, ulemâyı zemmedecek ve başkalarının kusurlarını araştıracaksın? Hâlbuki Resûl-i ekremin (s.a.v.) bunu yasak ettiğini bilirsin. Server-i âlem (s.a.v.); “Ölülerinizi hayırdan başka bir şeyle anmayın” buyurdu.

Hayır! Bilirim bana; “Sen kendini kurtar, benim zemmim, ancak şu İslâmın kokusunu duymayanlara, Muhammed aleyhisselâmın (s.a.v.) getirdiğini bilmeyenlere mahsûstur” diyeceksin. Hayır! Vallahi onlar, bir kulun amel ettiği zaman, muhakkak kurtulacağı şeylerden pek çok hayrı bildiler. Kendilerini alâkadar etmeyen şeylerden de birçoğunu bilmediler. Zâten kişinin kendisini ilgilendirmiyen şeyi terk etmesi, müslümanlığının güzelliğindendir.

Ey insan! Sana Allah aşkına yalvarıyorum, İslâm âlimlerine dil uzatmaktan vazgeç. Zîrâ sen, çok bilmiş iddiasında olan bir adamsın. Yerinde durmaz ve uyumazsın. Dinde mugalata sayılan şeylerden sakın! Peygamberimiz (s.a.v.), çok soru sormayı uygun görmemiş ve çok suâl sormayı yasak ederek: “Gerçekten ümmetim için en ziyâde korktuğum şey, bilgili münâfıktır” buyurmuştur. Delîlsiz birçok söz, helâl ve harama dâir olursa, kalbi katılaştırır. Acaba filozofların yazıları ve inkârları hakkında olursa ne buyurulur? Vallahi şu âlemde gülünç olduk. Acaba biz red cevâbı verelim diye, felsefi inkârların inceliklerini ne zamana kadar ortaya atıp duracaksın?..

Ey insan! Filozofların zehirlerini ve acı eserlerini yuttun! Zehirleri çok kullanmakla, vücûd ona alışır ve Allahü teâlâya yemîn ederim ki, o zehir vücûdda gizlenir. Âh! içerisinde Allahü teâlânın anıldığı ve tefekkürle sükût bulunan bir meclise ne kadar hasretim! Âhî, öyle bir meclis ki, içinde iyiler anılır. Rahmet de iyiler anıldığı zaman iner. İftira ve tahkirle zikredilen iyiler anıldığı zaman, rahmet inmez. Haccâc’ın kılıcı ile İbn-i Hazm’in dili kardeş idiler. Sen berikisi ile de kardeş oldun!

Billahi, Perşembe bid’atini ve hububat yemeği anmaktan vazgeçiniz, (ölümü ta’kib eden ilk Perşembe akşamı ba’zı yerlerde ölen için çadır kurmak, yemekler vermek âdet olmuştur. Perşembe bid’atı budur. Hububat bid’ati de; ölünün arkasından keşkek yapmak, helva dağıtmak gibi şeylerdir.) Bizim vaktiyle doğrudan doğruya sapıklık saydığımız bid’atleri, hâlis sünnet ve tevhîdin esâsı saydın. Bunları bilmeyen, ya inançsız veya hayvandır. Kim bid’atleri güzel görürse, o Fir’avn’dan da aşağıdır. Vallahi, kalblerde şüpheler var. Eğer Kelime-i şehâdet ile îmânın sağlam kaldıysa, mes’ûdsun! Vay sana tâbi olanın hüsranına! Zîrâ o zındıklığa ve bozulmağa ma’rûzdur. Hele de ilmi ve dini az, şehvetperest ve bâtıla ise!.. Ekseriyetle sana bağlananlar, hareketsiz, hafif; akıllı veya yalancı câhiller, aklı ermezler, hilesi kuvvetli veya yavan, iyi fakat anlayışsız kimselerdir. Şayet beni tasdik etmezsen, onları bir teftiş et, adâletle tart!

Ey nefsine aldanmış adam! Kendini medh için edindiğin şehvet merkebini bana doğru çevir! Onu daha ne kadar tasdik edecek ve iyilere düşmanlıkta bulunacaksın? Ona ne zamana kadar esîr olacak ve iyilere tahkirde bulunacaksın? Onu ne zamana kadar ta’zim edecek, Allahın kullarını küçülteceksin? Ne zamana kadar onunla dost olacak, zâhidlere buğz edeceksin? Kendi sözünü ne zamana kadar medh edeceksin? Öyle ki, Buhârî ve Müslim’deki hadîs-i şerîfleri bile vallahi o kadar medhetmiyorsun. Keşke Buhârî ve Müslim’deki hadîs-i şerîfler senden kurtulsaydılar. Özellikle sen, her zaman zayıf çıkarmak, heder saymak veya te’vil ve inkârla onlara hücum ediyorsun. Senin için daha tövbe etme zamanı gelmedi mi? Bak, artık yetmişli yaşlardasın. Âhıret yolculuğu yaklaşmıştır. Vallahi sanmıyorum ki, sen ölümü hatırlayasın. Belki ölümü hatırlayanı tahrik edersin. Zannetmem ki, benim sözümü kabûl edesin, va’zıma kulak asasın. Biliyorum ki, sen, kat’î olarak sustum diyene kadar hep benim üstüme gelmeye çalışacaksın. Bana karşı hâlin bu olunca, düşmanların nazarında hâlin nice olur? Hâlbuki düşmanların içinde vallahi sâlihler, akıllılar ve fazilet sahibi büyük zâtlar var. Dostlarının içinde de fâcirler, yalancılar, câhiller, bozuklar, işe yaramazlar ve şaşkınlar vardır.

Senin bana aşikâre olarak söğmene, gizliden gizliye de sözümden istifâde etmene ben râzıyım. Bana kusurlarımı söyleyen kimseye, Allahü teâlâ rahmet eylesin. Zîrâ ben kusurları çok, günahları fazla bir kimseyim, eğer tövbe etmezsem vay hâlime!

Benim ilâcım; Allahü teâlânın affı, müsamahası, tevfîk ve hidâyetidir. Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allahü teâlâya mahsûstur. Allahü teâlâ, peygamberlerin sonu olan Muhammed aleyhisselâma ve Eshâbının cümlesine salât eylesin.”

Kitâb-ül-kebâir adlı eserinden ba’zı bölümler:

Büyük günahlar: Allahü teâlânın Kur’ân-ı kerîmde, Resûl-i ekremin hadîs-i şerîflerinde ve Selef-i sâlihînin bildirdiği haberlerde yapılması yasaklanan şeylerdir. Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde, büyük günahlardan ve haramlardan sakınan kimselerin küçük günahlarını affedeceğini va’d etmekte ve Nisa sûresi otuzbirinci âyet-i kerîmesinde meâlen; “Eğer siz, yasak edildiğiniz günahların büyüklerinden sakınırsanız, sizden diğer kabahatlerinizi örteriz ve sizi iyi bir gidişata sokarız” buyurmaktadır. Yine Allahü teâlâ, büyük günahlardan sakınan kimseleri Cennete sokacağına kefil olmakta ve Şûra sûresi otuzyedinci âyet-i kerîmesinde meâlen; “O kimselerdir ki, büyük günahlardan ve açık rezaletlerden kaçınırlar, öfkelendikleri zaman da, onlar kusur bağışlarlar” buyurmaktadır.

Müslümanların kaçınması lâzım olan büyük günahları araştırdığımızda, âlimlerin bu konuda ihtilâf ettiklerini görüyoruz. Ba’zı âlimler dediler ki: “Büyük günâhlar yedidir.” Bu konuda, Resûlullah efendimizin (s.a.v.) şu hadîs-i şerîfini delîl gösterdiler “Helak edici şu yedi şeyden kaçınınız: Allahü teâlâya ortak koşmaktan, sihirden, haklı durum hâriç, Allahü teâlânın haram kıldığı cana kıymaktan, faiz yemekten, yetim malı yemekten, savaş günü harpten kaçmaktan, namuslu mü’min hanımlara iftira etmekten.” Bu hadîs-i şerîfi, hadîs imamları ittifâkla bildirdiler. İbn-i Abbâs (r.a.); “Büyük günahların sayısı yetmişe ulaştı” buyurdu.

Yukarıdaki hadîs-i şerîf, büyük günahların sayısını sınırlamamaktadır. Bu hadîs-i şerîf, zinâ etmek, adam öldürmek, hırsızlık yapmak gibi büyük günahlardan birini işleyen kimsenin, âhırette azâba, gadab-ı ilâhiyyeye uğrayacağı husûsuna delîl olmaktadır. Yine bu hadîs-i şerîf, bu yedi büyük günâhı işliyenlerin, Resûl-i ekremin (s.a.v.) diliyle la’nete uğrayacaklarına delîl olmaktadır.

Ba’zı büyük günahlar, diğerlerinden daha büyük günahtır. Görmüyor musunuz Resûlullah efendimiz (s.a.v.), Allahü teâlâya ortak koşmayı büyük günahlardan saymıştır. Allahü teâlâya ortak koşan, ebedî olarak Cehennemde kalacak, ebedî olarak bağışlanmıyacaktır. Nisa sûresi yüzonaltıncı âyet-i kerîmesinde, Allahü teâlâ meâlen; “Şirki, ya’nî küfrü, ya’nî îmânı bozuk olanı, asla affetmeyeceğim. Diğer bütün günahları istediğim kimselerden affederim” buyuruyor.

Büyük günahların ilki, Allahü teâlâya şirk koşmak olup, günahların en büyüğüdür, iki kısma ayrılır. Birincisi; Allahü teâlâya ortak koşmak ve taşa, ağaca, güneşe, aya, peygambere, yıldıza veya Allahü teâlâdan başka herhangi birşeye tapmak ve ibâdet etmektir. Bu, Allahü teâlânın Nisa sûresi yüzonaltıncı âyet-i kerîmesinde zikrettiği en büyük şirktir. Allahü teâlâ, yine Mâide sûresinin yetmişikinci âyet-i kerîmesinde meâlen; “Meryem’in oğlu Mesih (Îsâ) muhakkak Allahın kendisidir diyenler, and olsun kâfir olmuşlardır. Hâlbuki Mesih şöyle demişti: “Ey İsrâiloğulları, benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allaha kulluk edin. Zira kim Allaha şirk koşarsa, ona Allah Cennetini haram etmiştir ve barınacağı yer de Cehennemdir. Zâlimlerin hiçbir yardımcısı yoktur” buyuruyor.

Bu mevzûda âyet-i kerîmeler çoktur. Kim Allahü teâlâya şirk koşar, sonra müşrik olarak ölürse, ebedî olarak Cehennemde kalır. Allahü teâlâya îmân eden ve mü’min olarak vefât eden kimse, Cehennemde azap görse bile, Cennet ehlidir. Resûlullah efendimiz (s.a.v.), birgün üç defa; “Büyük günahların en büyüğünü size bildireyim mi?” buyurdu. Eshâb-ı Kirâm; “Evet bildir yâ Resûlallah!” dediler. Resûl-i ekrem (s.a.v.); “Allahü teâlâya şirktir, ana ve babaya ezadır” buyurdu. Yine bir hadîs-i şerîfte, Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “Helak edici şu yedi şeyden sakınınız.” Resûl-i ekrem (s.a.v.), Allahü teâlâya şirk koşmayı bu yedi şeyin başında saydı. Resûl-i ekrem (s.a.v.), diğer bir hadîs-i şerîfte; “Kim dînini değiştirirse, onu hemen öldürünüz” buyurdu.

Şirkin ikincisi, amellerde olan riyadır. Allahü teâlâ, Kehf sûresinin yüzonuncu âyet-i kerîmesinde meâlen; “Onlara de ki; ben de ancak sizin gibi bir insanım. Ama, bana Rabbimin tek bir ilâh olduğu vahy olunmuştur. Rabbine kavuşmak isteyen bir kimse, ancak sâlih amel işlesin ve Rabbine kullukta hiç ortak koşmasın” buyurdu. Ya’nî, ameli ile kimseye gösteriş yapmasın demektir. Server-i âlem (s.a.v.); “Küçük şirkten korununuz!” buyurunca, Eshâb-ı Kirâm; “Küçük şirk nedir?” diye sordular. “Riyadır” buyurdu.

Yine hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: “Kulların amellerinin karşılığını görecekleri günde Allahü teâlâ buyurur ki: Dünyâda amellerinizi kime göstermek için yaptınızsa, onların yanına gidiniz. Bakın bakalım onların indinde amellerinize karşılık var mı?” Diğer bir hadîs-i şerîfte, Resûl-i ekrem (s.a.v.) buyurdu ki: “Allahü teâlâ buyurur ki: Kim bir amel işler de, onda bana başkasını ortak koşarsa, ben ondan ve şirk koştuğu şeyden uzağım.” Yine bir hadîs-i şerîfte; “Kim işlediği bir hayrı, ikbâl için halka duyurursa, Allah onun gizli işlerini duyurur. Her kim de işlediği hayrı gösterirse, Allahü teâlâ da onun riyakârlığını teşhir eder” buyuruldu. Başka bir hadîs-i şerîfte, Server-i âlem (s.a.v.); “Çok oruç tutan vardır ki, orucundan kendisine faydası; yalnız açlık ve susuzluk çekmesidir. Nice gece namazı kılanlar vardır ki, gece namazının kendisine faydası; yalnız uykusuz kalmasıdır” buyurdu. Ya’nî namaz ve oruç, Allah rızâsı için olmazsa sevâb verilmez.

Yine Fahr-i âlem efendimiz (s.a.v.) buyurdu ki: “Gösteriş ve şöhret için amel işleyen kimse, kesesini çakıl taşları ile dolduran bir kimse gibidir. Bu kimse, bunlarla bir şeyler satın almak için çarşıya gider. Satıcının önünde kese açıldığında bir de ne görsünler, çakıl taşları! Satıcı, bu çakıl taşlarını onun yüzüne çarpar. Bu kimsenin kesesinde, insanların kendisi hakkında söyledikleri sözlerden başka birşey yoktur. Bu kese, birşey kazandırmaz ve ona birşey getirmez. İşte, riya ve şöhret için amel edenlerin durumu da böyledir. Onların böyle olan amellerinden kazançları, sâdece insanların sözüdür. Âhırette böyle amellere sevâb verilmez.” Allahü teâlâ, Furkan sûresinin yirmiüçüncü âyet-i kerîmesinde meâlen; “Kıyâmet günü onların iyi işlerini, bizim için yapmadıklarından kimler için yapdılar ise, onlara doğru saçılan ince toz hâline getiririz” buyuruyor.

Adi bin Hâtem’in rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte, Resûl-i ekrem (s.a.v.); “Kıyâmet günü bir cemâate, Cennete gitmeleri emredilir. Cemâat, Cennete yaklaşır. Nihâyet Cennetin kokusunu duyarlar. Cennetin köşklerini ve Cennet ehli için hazırlanmış olan ni’metleri görürler. Bu esnada; “Onları oradan geri döndürünüz. Zira onların Cennette nasîbleri yoktur” nidası gelir. Pişmanlıkla ve üzgün bir şekilde geri dönerler. Bunlar gibi hiç kimse geri çevrilmezler. Bunlar derler ki: “Yâ Rabbî! Bizi, dostlarına verdiğin sevâbları göstermeden önce Cehenneme atsaydın, bize daha kolay getirdi. “Allahü teâlâ buyurur ki: “Bu size murâd ettiğim şeydir. Siz dünyâda, yalnız kaldığınız zaman günah işliyerek bana karşı geldiniz. İnsanların yanında ise, amellerinizle onlara gösteriş yapıyordunuz. İnsanlardan korkuyor, beni unutuyordunuz. İnsanlara hürmet ediyor, bana hürmeti unutuyordunuz. İnsanlar için terk ettiğinizi, benim için terk etmiyordunuz. Bugün size azâbımı tattıracağım ve sizi, sevâblara vereceğim bol ni’metlerden mahrûm edeceğim” buyurdu. Orada bulunanlardan birisi, Resûl-i ekreme (s.a.v.); “Kurtuluş nedir?” diye sordu. Resûl-i ekrem (s.a.v.); “Allahü teâlâyı aldatmamandır” buyurdu. Bunun üzerine o zât; “Allahü teâlâ nasıl aldatılır yâ Resûlallah?” diye sorunca, Resûl-i ekrem (s.a.v.); “Allahü teâlânın ve Resûlünün emrettiği amelleri, Allah rızâsı için yapmayıp, başkaları için yapmaktır. Riyadan korkunuz. Zira riya, şirk-i asgardır (küçük şirkdir). Gösteriş için amel edenlere, kıyâmet günü insanların önünde, şu şekilde ve şu dört ismi ile nidâ olunur: Ey mürâî (amelini gösteriş için yapan), ey gâdir (va’dini bozan), ey fâcir (günahkâr), ey hâsir (zararda olan), amelini heba, sevâbını yok ettin. Sana bizim katımızda bir karşılık yok. Ey hilebaz! Amelini kimin için yaptınsa, karşılığını git ondan iste” buyurdu.

Âlimlerden birine muhlisden sorulduğunda, cevâb olarak; “Muhlis, günâhını gizlediği gibi iyiliklerini de gizleyendir” buyurdu. Yine âlimlerden birine; “İhlasın gayesi nedir?” diye sorulduğunda, şöyle cevap verdi: “İnsanların seni övmesine sevinmemendir.” Fudayl bin Iyâd buyurdu ki: “İnsanlar için ameli terk etmek riyadır, insanlar için amel etmek şirktir. İhlâs, Allahü teâlânın, seni her ikisinden de muhafaza etmesidir. Yâ Rabbî! Bizi affet, riyadan muhafaza eyle! Âmin.

Büyük günahların üçüncüsü, sihir yapmaktır. Sihir yapan, kâfir olur. Şeytanın insanlara sihir öğretmekten maksadı, Allahü teâlâya şirk koşturmaktır. Ba’zı sapıtmış olan kimseleri sihir yaparken görürsün. Bunlar, sihiri sâdece haram zannederler, küfür olduğunu bilmezler. Sihir yapanın cezası öldürülmektir. Zîrâ sihir yapan kimse, Allahü teâlâya ortak koşmuştur. Resûl-i ekrem (s.a.v.); “Felâkete götüren yedi büyük günahtan sakınınız” buyurduktan sonra, sihir yapmayı da bu yedi şey arasında saymıştır. Kul Rabbinden korkmak, kendisini dünyâda ve âhırette felâkete düşürecek şeyi yapmamalıdır. Cündeb buyurdu ki: “Sihir yapanın cezası boynunun kılıçla vurulmasıdır.” Bicâle İbni Abde diyor ki: “Vefâtından bir sene önce, bize Hazreti Ömer’in bir mektûbu geldi. Mektûbunda; “Kadın veya erkek, sihir yapanların öldürülmesini emrediyordu. Hazreti Ali’nin rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte, Server-i âlem (s.a.v.); “Üç kimse Cennete girmeyecektir. Bunlar; devamlı içki içen, sıla-i rahmi terk eden ve sihir yapanı tasdik edendir.” buyurdu.

Büyük günahlardan biri de; Ana-baba hakkına riâyet etmemektir. Allahü teâlâ, İsrâ sûresinin yirmiüçüncü âyet-i kerîmesinde meâlen; “Rabbin kesin olarak şunları emretti: Ancak kendisine ibâdet edin, ana-babaya güzellikle muâmele edin, eğer onlardan biri veya ikisi senin yanında ihtiyârlık hâline ulaşırsa, sakın onlara “Öf” bile deme ve onları azarlama. İkisine de, iyi ve yumuşak söz söyle” buyuruyor. Ya’nî, anne ve babanıza iyilik ederek ve onlara acıyarak muâmele ediniz. Onlar yaşlandıkları zaman, onlara sert söz söylemeyiniz. Onların hizmetini seve seve yapınız. Zîrâ daha önce onlar, sizin hayâtınız üzerine titremişlerdi. Yine onlara latif ve kibar söz söyleyiniz. Allahü teâlâ, İsrâ sûresinin yirmidördüncü âyet-i kerîmesinde meâlen; “İkisine de acıyarak tevâzu kanadını indir ve şöyle de: Ey Rabbim! Onlar, beni küçükken terbiye edip yetiştirdikleri gibi, sen de kendilerine merhamet et” buyuruyor. Yine Lokman sûresi ondördüncü âyet-i kerîmesinde meâlen; “Allahü teâlâya ve ananıza, babanıza şükredin” buyuruluyor. Bakınız, Allahü teâlâ, ana ve babaya şükrü, kendi şükrü ile birleştirdi.

İbn-i Abbâs buyurdu ki: “Üç âyet-i kerîme, üç şeyle beraber inmiştir. Bunlardan herbiri, yanındaki olmadıkça kabûl edilmez. Biri, meâlen; “Allahü teâlâya ve Resûlüne itaat ediniz”dir. Allahü teâlânın emrine itaat, Resûlünün emrine de itaat etmedikçe kabûl olmaz demektir, ikincisi, meâlen; “Allahü teâlâya ve ananıza, babanıza şükr ediniz”dir. Allahü teâlâya şükür, ana-babaya şükürsüz olmaz. Üçüncüsü, meâlen; “Namazı kılın ve zekâtı verin”dir. Malı nisâb miktarını geçip de zekâtını vermiyenin, namazı kabûl olmaz.”

Kim Allahü teâlâya şükür eder, anne ve babasına şükür etmezse, o şükrü de kabûl edilmez. Bu sebeble, Peygamber efendimiz (s.a.v.); “Allahü teâlânın rızâsı, anne ve babanın rızasındadır. Allahü teâlânın gazâbı, anne ve babanın gazâbındadır.” buyurmuştur.

İbn-i Amr şöyle rivâyet etti: Birgün Resûlullahın (s.a.v.) huzûruna birisi geldi ve; “Yâ Resûlallah! Sizinle beraber gazâya, cihâda gelmek isterim” dedi. Resûl-i ekrem (s.a.v.) ona; “Annen ve baban var mı?” buyurdu. O da; “Var” dedi. Resûlullah; “Onun yanında bulun, senin cihâdın budur, ona hizmet et” buyurdu.

Yine Buhârî ve Müslim’de bildirilen hadîs-i şerîfte, Resûl-i ekrem buyurdu ki: “Size büyük günahların en büyüğünü bildireyim mi?” Eshâb-ı Kirâm; “Evet bildir yâ Resûlallah” dediler. Server-i âlem; “Allahü teâlâya şirk koşmak, ana ve babaya âsî olmaktır” buyurdu ve bir yere dayanmakta iken doğruldu. Sonra; “İyi dinleyin! Bir de, yalan yere şehâdettir” buyurdu. Bakınız Fahr-i âlem (s.a.v.) ana-babaya isyanı, onlara fenâ muâmele etmeyi, onların hukukuna riâyet etmemeyi, Allahü teâlâya şirk koşmakla beraber zikretti. Yine Resûlullah efendimiz (s.a.v.) bir hadîs-i şerîfte; “Başakakıcı olan, ana-babaya âsi olan, içki içmeye devam eden Cennete giremez” buyurdu. Başka hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki: “Allahü teâlâ, anne ve babasına âsî olana la’net etsin.”

“Allahü teâlâ, babasına söğene la’net etsin. Allahü teâlâ, annesine söğene la’net etsin.”

“Ana-babaya âsî olmak hariç, Allahü teâlâ, kıyâmet günü bütün günahları te’hir eder. Ancak, anne ve babasına âsî olanlara ceza vermekte acele eder.” Ya’nî böyle kimselere, âhıretten önce dünyâda ceza verir.

Ka’b-ül-Ahbâr buyurdu ki: “Allahü teâlâ, kul, ana ve babasına âsî olduğu zaman, onu helak etmekte acele eder Kul, anne ve babasına iyilik ve ihsânda bulunduğu müddetçe, ömrü uzun olur. Onlara iyilik etmek, bir şeye ihtiyâç duyduklarında onlara infakta bulunmaktır. Birisi Resûl-i ekremin (s.a.v.) yanına geldi ve; “Yâ Resûlallah! Babam malımı elimden almak istiyor” dedi. Bunun üzerine Resûl-i ekrem (s.a.v.) ona; “Sen de, malın da onundur” buyurdu.

İbn-i Abbâs’a, A’râf’ın ne olduğundan ve Eshâb-ı A’râfın kimler olduğundan sorulduğunda buyurdu ki: “A’râf, Cennetle Cehennem arasında bir dağdır. Cennet ve Cehenneme yakın olup, her ikisini de görmesinden dolayı “A’râf denilmiştir. “A’râf’ın üzerinde, ağaçlar, meyveler, nehirler ve pınarlar vardır. Eshâb-ı A’râf’a gelince, bunlar, anne ve babalarından izinsiz cihâda gitmişler ve Allah yolunda savaşmışlardır. Allah yolunda savaşmaları, onların Cehenneme girmelerine mâni olmuş, anne ve babalarına isyan etmeleri de. Cennete girmelerine mâni olmuştur. Onlar, A’râf’ta Allahü teâlânın takdîr edeceği vakte kadar kalır.”

Ebû Hüreyre (r.a.) şöyle rivâyet etmiştir: “Birgün Resûl-i ekremin (s.a.v.) yanına bir kişi geldi ve; “Yâ Resûlallah! Benim güzel hizmet ve ülfet etmeme nâs içinde en çok lâyık ve müstehak olan kimdir?” diye sordu. Resûl-i ekrem (s.a.v.); “Anandır” buyurdu. O; “Sonra kimdir?” diye sorunca; “Sonra, anandır” buyurdu.

“Sonra kimdir?” diye tekrar sorunca; “Sonra anandır” buyurdu. “Sonra kimdir?” diye dördüncü defa sorunca; “Sonra babandır” diye cevap buyurdular. Görüldüğü üzere, Resûlullah efendimiz (s.a.v.) anneye iyiliği üç defa tekrar etmiş, babaya iyiliği bir defa zikr etmiştir. Bunun sebebi, annenin şefkati, evlâdı üzerine titremesi daha fazla olduğu gibi, karnında taşıması, doğurması, emzirmesi ve geceleri onun için uykusunu terk etmesi, babaya üstün olan taraflarıdır.

İbn-i Ömer (r.a.), annesini sırtına almış tavaf yaptıran bir kişi gördü. O kimse İbn-i Ömer’e; “Ey İbn-i Ömer! Böyle yapmakla annemin hakkını ödemiş oluyor muyum?” diye sordu, İbn-i Ömer; “Onun hakkının yüzde birini ödeyemezsin. Ancak iyi bakarsan, ona yapacağın küçük hizmete çok sevâb verilir” buyurdu.

Ebû Hüreyre’nin (r.a.) bildirdiği hadîs-i şerîfte, Resûl-i ekrem (s.a.v.) buyurdu ki: “Dört kimseyi, tövbe etmedikçe Allahü teâlâ Cennete sokmayacak, Cennet ni’metlerini tattırmayacaktır. Bunlar; devamlı içki içen, faiz yiyen, yetim malını haksız yiyen ve anne ve babasına isyan edendir.”

Diğer hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki:

“Cennet, anaların ayakları altındadır.”

“Üç duâ vardır ki, muhakkak kabûl olunur. Bunlar; mazlûmun duâsı, misâfirin duâsı, babanın evlâdına duâsıdır.”

Teyze; iyilik, ikram, ziyâret ve ihsânda anne mertebesindedir. Vehb bin Mürebbih buyurdu ki: “Allahü teâlâ, Mûsâ aleyhisselâma şöyle vahyetti: “Yâ Mûsâ, anne ve babana hürmet et! Kim anne ve babasına hürmet ederse, ömrü uzun olur ve Allahü teâlâ, ona kendisine hürmet edecek bir evlât ihsân eder. Kim anne ve babasına isyan ederse, ömrü kısa olur ve Allahü teâlâ, ona âsi olacak bir evlât verir.”

Ebû Bekr bin Ebî Meryem diyor ki: Tevrat’ta şöyle okudum: “Babasına vuran öldürülür.”

Amr bin Mürre el-Cühenî şöyle rivâyet etti: Bir kişi, Resûlullah efendimizin (s.a.v.) yanına geldi ve; “Ey Allahü teâlânın Resûlü, ben beş vakit namazı kılıyorum, Ramazân-ı şerîf orucunu tutuyorum. Zekâtımı veriyor ve haccımı yapıyorum. Benim için başka birşey var mı?” diye sordu. Peygamber efendimiz (s.a.v.); “Kim anne ve baba hukukuna riâyet ederek bunları yaparsa, Peygamberlerle ve sıddîklarla beraber olur” buyurdu. Diğer hadîs-i şerîfde buyuruldu ki:

“İsrâ gecesi bana bir kavim gösterildi ki, ateşten bir dala asılmışlardı. Dedim ki: “Ey Cebrâil, bunlar kimlerdir?” Dedi ki: Bunlar, babalarına ve annelerine dünyâda âsî olanlardır.”

Yine Rivâyet edildi ki: Anne ve babasına âsî olan kimse kabre konduğu zaman, kabri onu öyle bir sıkar ki, kemikleri birbirine geçer, insanların kıyâmet günü en şiddetli azâba düçâr olanları, Allahü teâlâya şirk koşan, zinâ eden ve ana-babasına âsî olanlardır.”

Nasihat: Ey en kuvvetli hukuku zayi eden, ana-baba hakkından gâfil olan, bu husûsta yapması gerekeni unutan kimse! Anne ve babaya iyilik etmek, boynuna borçtur. Sen ise, kusurlara tâbi olarak, onu yerine getirmiyorsun. Zannımca Cenneti istiyorsun. Hâlbuki Cennet, annenin ayakları altındadır. Annen, seni dokuz ay karnında taşıdı. Seni doğururken çok şiddetli sıkıntılara göğüs gerdi. Seni kendi sütü ile besledi. Senin için uykularını terk etti. Senin sıkıntılarına göğüs gerdi. Yemedi yedirdi. Kucağını sana beşik etti. Sana ihsânlarda bulundu. Sana bir hastalık vâki olduğu zaman çok üzüldü. Senin tedâvin için varını yoğunu harcadı. Senin yaşamanla kendi ölümü arasında serbest bırakılsa idi, muhakkak kendi ölümünü, senin yaşamana tercih ederdi. Onun böyle fedâkârlığına karşılık, sen ise ona hep kötü davrandın. İhtiyârladıklarında, birşeye ihtiyâç duyduklarında, sen onu en önemsiz bir iş olarak gördün. O açken, sen tok idin. O susuz iken, sen suya kandın. Çoluğunu, çocuğunu, ona tercih ettin. Çoluk-çocuğun senin elini öperken, sen onları unuttun. Kolay olan işleri zor, kısa olan ömürleri uzun geldi. Allahü teâlâ, seni ona öf demekten nehy etti. Seni, onların hakkında ikâz ederek, dünyâda senin evlâtlarınla seni de cezalandıracağını bildirdi. Âhırette de kendisinden uzak kalacağını bildirdi. Arabî şiir tercümesi:

“Çok gelse de sana, annenin senin üzerinde çok hakkı vardır,
Ey adam, senin çok dediğin, annenin yaptığı yanında azdır.

Kaç gece senin için uykusuz kaldı,
Bıkmadan usanmadan sana göğüs gerdi.

Seni doğururken çektiği sıkıntıyı bilseydin,
Onun sıkıntısından, nice sıkıntılar giderdi senden.

Kucağı senin için bir yatak idi,
Arzu ettiğin şey için canını feda etti.

Onun göğsünde içtiğin bal şerbetidir,
Gözyaşlarını senin için akıtırdı.

Nice günler kendi aç kalıp sana verdi,
Sen küçük olduğun için sana merhamet ederdi.

Hevâsına tâbi olan akıl sahibine yazıklar olsun,
Gözü gördüğü hâlde kalbi a’mâ olana yazıklar olsun.

Ananın duâsını al, devamlı onun duâsına rağbet et,
Zîrâ sen, her zaman onun duâ ettiği şeye muhtaçsın.”

Enes bin Mâlik (r.a.) anlatır: “Peygamber efendimizin (s.a.v.) zamanında, Alkame adında bir genç vardı. Hep tâat üzere olup, kış ve yaz oruç tutar, geceleri sabaha kadar ibâdet ederdi. Birgün fenâlık geçirdi, dili tutuldu. Durumu, Resûlullaha (s.a.v.) haber verdiler. Resûl-i ekrem (s.a.v.) onun yanına, Hazreti Ali ile Ammâr bin Yâsir’i (r.anhüm) gönderdi. Onlar, Alkame’ye Kelime-i şehâdeti söyletmek için çalıştılarsa da, dili dönmedi. Hazreti Ali, Bilâl-i Habeşî’yi (r.a.) Resûlullaha gönderdi ve durumu bildirdi. Resûlullah (s.a.v.); “Alkame’nin anası babası var mı?” buyurdu. Orada bulunan Eshâb-ı Kirâm, yaşlı bir annesi var, dediler. Server-i âlem (s.a.v.); “Annesini buraya getirin” buyurdu. Hemen annesini çağırdılar. Resûl-i ekrem (s.a.v.) ona; “Alkame’ye ne oldu, anlat! Seninle geçinmesi nasıldır?” buyurdu. Annesi şöyle anlattı: “Yâ Resûlallah! Alkame çok iyidir. Zâhiddir (dünyâya düşkün değildir), hep ibâdet ve tâat üzeredir. Ama ben ondan râzı değilim. Çünkü o, hanımının rızâsını benim rızâmdan önde tutmaktadır.” Resûlullah efendimiz (s.a.v.); “Dilinin tutulması bu yüzdendir. Ona hakkını helâl et dili açılsın” buyurdu. Annesi; “Ey Allahü teâlânın Resûlü! O benim hakkıma çok riayetsizlik etti. Hakkımı helâl etmem” dedi. Resûlullah efendimiz; “Ey Bilâl! Eshâbı topla. Etrâftan odun toplasınlar. Alkame’yi yakacağız. Çünkü annesi ondan râzı değildir” buyurdu. Annesi; “Yâ Resûlallah! Benim oğlumu, benim gözümün önünde mi yakacaksınız? Kalbim buna nasıl dayanabilir?” deyince, Resûl-i ekrem (s.a.v.); “Cehennem ateşi, dünyâ ateşinden çok daha kızgın ve yakıcıdır. Sen ondan râzı olmadıkça, onun hiçbir itaati makbûl değildir” buyurdu. Annesi feryâd ederek; “Yâ Resûlallah! Ben ondan râzı oldum. Hakkımı, helâl ettim” dedi ve eve gitti. Eve gittiğinde Alkame’nin sesini duydu. Kelime-i şehâdet söylüyordu. Dili açılmıştı. Aynı gün vefât etti. Resûlullah efendimiz (s.a.v.), cenâze namazını kıldırdı ve defnettiler. Sonra; “Ey Eshâbım, ey Muhacir ve Ensâr! Hanımını annesinden üstün tutana, Allahü teâlâ ve melekler la’net ederler. Onun farz ve nafile ibâdetleri kabûl edilmez” buyurdu.

Büyük günahlardan biri de, hangi yolla olursa olsun haram yemektir. Allahü teâlâ, Bekâra sûresinin yüzseksensekizinci âyet-i kerîmesinde meâlen; “Aranızda birbirinizin mallarını, hırsızlık, kumar ve gasp gibi haksız (bâtıl) sebeblerle yemeyin ve insanların mallarından bir kısmını, bile bile yalan şahitliği gibi günahla yemek için o malları rüşvet olarak hâkimlere aktarmayın” buyuruluyor. Bâtıl yolla yemek iki türlüdür. Birincisi; başkasının malını zulüm yoluyla, ya’nî gasp, hiyânet ve çalmakla ele geçirip yemek ve kullanmaktır, ikincisi; başkasının malını, şaka, kumar ve eğlence gibi yollarla ele geçirmektir.

Sahîh-i Buhârî’de rivâyet edilen hadîs-i şerîfte, Resûl-i ekrem (s.a.v.); “Bir takım kimseler, Allahü teâlânın müslümanlara tahsis buyurduğu malında, haksız olarak tasarruf ederler. Onlar için kıyâmet gününde Cehennem muhakkaktır.” buyurdu.

Sahîh-i Müslim’de rivâyet edilen hâdîs-i şerîfte, Resûlullah efendimiz (s.a.v.); “Çok kimse vardır ki, yedikleri, içtikleri ve giydikleri haramdır. Sonra ellerini kaldırıp duâ ederler. Böyle duâ nasıl kabûl olunur?” buyurdu.

Enes bin Mâlik (r.a.), birgün Peygamber efendimize (s.a.v.); “Yâ Resûlallah! Duâ buyur da, Allahü teâlâ benim her duâmı kabûl etsin” dedi. Resûl-i ekrem ona; “Yâ Enes! Duânın kabûl olması için, helâl lokma ye!” buyurdu. Bir kimse haram yerse, kırk gün onun duâsı kabûl olunmaz. Beyhekî’nin Resûlullah efendimize isnâdıyla rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: “Allahü teâlâ, rızıklarınızı aranızda taksim ettiği gibi ahlâkınızı da taksim etti. Dünyâyı, sevdiğine de, sevmediğine de verdi. Dindarlığı, sâdece sevdiğine verdi. Allahü teâlâ kime dindarlığı vermiş ise, muhakkak onu sevmiştir. Kul haram kazanır, bunu harcarsa, buna bir bereket verilmez ve onunla sadaka vermiş ise sadakası kabûl olmaz. Saklarsa, Cehenneme gidinceye kadar ona yolluk olur. Allahü teâlâ, kötülükle kötülüğü yok etmez, iyilikle kötülüğü yok eder.”

İbn-i Ömer’in (r.a.) bildirdiği hadîs-i şerîfte, Resûl-i ekrem (s.a.v.); “Dünyâ, halvet ve yeşilliktir. Kim dünyâda helâlden kazanır ve yerinde harcarsa, Allahü teâlâ ona sevâblar verir ve onu Cennetine vâris kılar. Kim de helâl olmayan yerden kazanır da, harcarsa, Allahü teâlâ onu Cehennemine atar. Nice nefsinin haram isteklerine dalmış kimseler vardır ki, muhakkak bunlar kıyâmette Cehenneme atılacaklardır” buyurdu.

Diğer bir hadîs-i şerîfte; “Malın helâlden mi, haramdan mı geldiğini düşünmeyenler, Cehenneme neresinden atılırsa atılsınlar, Allahü teâlâ onlara acımıyacaktır” buyuruldu.

Ebû Hüreyre (r.a.) buyuruyor ki: “Ağzı toprakla doldurmak, haramla doldurmaktan evlâdır.”

Yûsuf bin Esbât da; “Genç bir kimse Allahü teâlâya ibâdet ettiğinde, şeytan avânesine der ki; “Bakınız bakayım yediği içtiği helâlden mi?” Eğer yediği içtiği haramdan ise; “Bırakın boş yere yorulsun. Haram yemesi bize yeter” der. Zîrâ, haram yiyen kimsenin ibâdeti kendine fayda vermez.” Bunu, şu hadîs-i şerîf te’yîd etmektedir. “Çok kimseler vardır ki, yedikleri, içtikleri ve giydikleri haramdır. Sonra ellerini kaldırıp duâ ederler. Böyle duâ nasıl kabûl olunur?”

Diğer bir hadîs-i şerîfte de; “Beyt-ül-makdis’de bir melek, her gece ve gündüz şöyle nidâ eder: Haram yiyenlerin ne farzları, ne de sünnetleri kabûl olmaz” buyuruldu.

Abdullah bin Mübârek buyurdu ki: “Şüpheli olan bir kuruşu sahibine geri vermek, bin lira sadaka vermekten daha hayırlıdır.”

Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: “Bir kimse haram maldan hac yapsa ve lebbeyk (Yâ Rabbî) dese, bin melek ona der ki; lâ lebbeyk ve sa’deyk (sana karşılık yok), haccın reddedilmiştir.” Yine bir hadîs-i şerîfte; “On liralık elbisenin, bir lirası haram olsa, o elbise ile kılınan namazlar kabûl olmaz” buyuruldu. Vehib bin Verd, nereden geldiğini anlamadan birşey yemezdi.

İbn-i Abbâs buyurdu ki: “Karnına haram giren kimsenin ibâdetini, tövbe etmedikçe Allahü teâlâ kabûl etmez.”

Süfyân-ı Sevrî buyurdu ki; “Haram para ile sadaka veren, câmi yaptıran, hayrat yapan, kirlenmiş elbiseyi idrar ile yıkayana benzer ki, daha çok pislenir. Elbise, ancak su ile temizlenir. Günahlar da, ancak helâl yemekle örtülür.”

Hazreti Ömer buyurdu ki: “Bizler, harama düşmek korkusu ile helâllerin ondadokuzundan kaçındık!”

Ka’b bin Acere’nin rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah efendimiz (s.a.v.) buyurdu ki: “Haram ile gıdâlanan beden, Cennete giremez.”

Şöyle anlatılır: Hazreti Ebû Bekr, hizmetçisinin getirdiği sütü içti. Sonra bu sütün helâlden olmadığını anlayınca, parmağını boğazına sokarak kay etti. O kadar zahmetle çıkardı ki, ölüyor sandılar. Sonra; “Yâ Rabbî! Elimden geleni yaptım. Mi’demde ve damarlarımda kalan zerrelerinden sana sığınırım” dedi ve; “Resûl-i ekremden işittim; “Haram ile beslenen vücûdun ateşte yanması daha iyidir.” buyurdu. Bunun için vücûdumun bu haram lokma ile beslenmesinden korktum” diye Allahü teâlâya niyazda bulundu.

“Haram ile gıdâlanan beden, Cennete giremez” hadîs-i şerîfinin isnadı sahihtir. Ulemâ dediler ki: “Bu hadîs-i şerîfe; Mekkâs (haksız vergi alan), hâin, hırsız, hilebaz, faiz yiyen ve yediren, yalancı şâhidlik yapan, yetim malını haksız yiyen, birşeyi âriyet alıp sonra inkâr eden, rüşvet yiyen, ölçüyü ve tartıyı eksik yapan, birşey satıp da malın ayıbını gizliyen, kumar oynıyan, sihir yapan, falcılık yapan, zinâ eden v.b. dâhildir.”

¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾

1) Mu’cem-ül-müellifîn cild-8, sh. 289

2) El-Bidâye ven-nihâye cild-14, sh. 225

3) Ed-Dürer-ül-kâmine cild-3, sh. 336

4) Şezerât-üz-zeheb cild-6, sh. 153

5) Miftâh-üs-se’âde cild-1 sh. 212 cild-2, sh. 216

6) Esmâ-ül-müellifîn cild-2 sh. 154

7) Tabakât-üş-Şâfiiyye (Sübkî) cild-9 sh. 100

8) Tabakât-üş-Şâfiiyye (Esnevî) cild-1 sh. 558

9) Keşf-üz-zünûn cild-1 sh. 29, 117, 167, 294, cild-2 sh. 1123, 1175, 1682

10) Ez-Zehebî ve menhecühu fî kitâbihî Târîh-ul-İslâm

11) En Nücûm-üz-zâhire cild-10 sh. 182

12) Gâyet-ün-nihâye cild-2 sh. 71

13) El-Vâfî bil-vefeyât cild-2 sh. 163

14) Mir’ât-ül-cinân cild-3 sh. 331

15) Et-ta’rîf bil-müerrihîn cild-1 sh. 183

16) Kitâb-ül-kebâir

17) Er-Risâlet-iz-Zehebiyyeti ilâ İbn-i Teymiyye

18) Ahlwardt. Verzeichnissder arabischen Handschriften cild-9 sh. 57

19) Les manuserits arabes de- I’Escurial cild-3 sh. 280

20) Brockelmann Gal-2 sh. 46 Sup-2 sh. 45

21) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 396, 597, 1086

22) Eshâb-ı Kirâm sh. 413