YAFİÎ

Şafiî mezhebi fıkıh âlimi. İsmi, Abdullah bin Es’ad bin Ali bin Süleymân bin Felah el-Yâfiî’dir. Künyesi Ebû Muhammed olup, lakabı Afifüddîn’dir. 698 (m. 1298) senesinde Yemen’de doğdu. 768 (m. 1367) senesinde Mekke’de vefât etti.

Yâfiî, Yemen’de Allâme Ebî Abdürrahmân Muhammed bin Ahmed ez-Züheynî ve Aden kadısı Şerefüddîn Ahmed bin Ali el-Harrâzî’den ilim öğrendi. Küçüklüğünde, Kur’ân-ı kerîm okumak ve ilim öğrenmekten başka birşeyle meşgûl olmadı. Âlim ve kâmil bir zât olarak yetişti. 712 (m. 1312) senesinde hac farizasını yerine getirmek için Mekke-i mükerremeye gitti. Orada Şeyh Ali et-Tivâşî ile görüştü ve ondan ilim öğrendi. Sonra Mekke’ye yerleşti ve orada evlendi. Mekke-i mükerremede birçok âlimin dersini dinledi. Fakîh Necmüddîn et-Taberî hocalarından olup, “Hâvî” kitabını ondan okudu. Hadîs ilmini Ridâ et-Taberî’den öğrendi. Sonra Mekke’den ayrılarak, on sene insanlardan uzak yaşadı.

Yâfiî, 734 (m. 1333) senesinde Kudüs’e gitti. Oradan Şam’a, sonra Mısır’a giderek İmâm-ı Şafiî hazretlerinin kabrini ziyâret etti. Karâfe denilen yerde, Hüseyn el-Câkî ve Şeyh Abdullah el-Menûfî’nin sohbetlerinde bulundu. Daha sonra Hicaz’a dönüp, bir süre Medîne-i münevverede ikâmet etti. 738 (m. 1337) senesinde Mekke’ye uğrayıp, oradan Yemen’e gitti. Hocası Şeyh Ali et-Tavâşî’yi ziyâret etti. Sonra tekrar Mekke’ye dönerek, vefât edinceye kadar orada ikâmet etti.

Esnevî, onun hakkında; “Yâfiî çok eserler yazdı. Kasidesi meşhûrdur. Fakirlere çok yardım ederdi. Alçak gönüllü idi. Vefâtına kadar, talebelerine maddî ve ma’nevî her türlü yardımdan geri durmadı” demektedir.

İbn-i Râfi’de onun hakkında şöyle demektedir: “Tasavvuf ve kelâm ilmine dâir çok eser yazdı. Ayrıca bozuk i’tikâd sahibi İbn-i Teymiyye’ye bir reddiye yazdı.”

Kendisi şöyle anlatır: “Bir zamanlar ilmi bırakmak ve hep ibâdetle meşgûl olmak istedim. Bu düşüncem, üzüntü hâlini aldı. Bu sırada, o zamana kadar okumadığım bir kitaptan bir yer açtım. Şu beyitler ile karşılaştım:

Üzüntülerini at, işini kazaya bırak,
Ba’zan darlık açılır, ba’zan dar olur feza

Sıkıntının ardından bakarsın gelir rızâ,
Bir hâlle sevinirsin, maziyi unutturur,

Allah dilediğini yapar, sen
O’ndan yüz döndürme.

Bunu okuyunca rahatladım. Allahü teâlâ kalbimi ilme karşı genişletti. Bu sebeple Mekke-i mükerremeye gittim. Orada bir müddet ilim öğrendim.”

Yine kendisi şöyle anlatır: “Resûl-i ekremin (s.a.v.) kabr-i şerîflerini ziyâret için Medîne-i münevvereye gidiyordum. Yolda kendi kendime; “Resûl-i ekrem (s.a.v.) izin vermeyince bu şehre girmem” dedim. Ondört gün Bâb-ül-medîne’de durdum, bir gece rü’yâmda Resûlullah efendimizi (s.a.v.) gördüm. Bana; “Ey Abdullah, ben dünyâda senin peygamberin, âhırette şefaatçin, Cennette ise arkadaşınım. Yemen’de on kişi vardır. Onları ziyâret eden, beni ziyâret etmiş olur. Onları üzen, beni üzer” buyurdu. Ben; “Yâ Resûlallah! Onlar kimlerdir?” diye sorunca; “Beşi hayattadır, beşi ölmüştür” buyurdu. “Yaşayanlar kimlerdir?” diye sordum. “Hullî sahibi Şeyh Ali Tivâşî, Hırz sahibi Şeyh Mensûr bin Ca’da, Mensûret-ül-mühcem sahibi Muhammed bin Abdullah, Selâmet sahibi fakîh Ömer bin Ali Zeyla’î ve Ber sahibi Şeyh Muhammed bin Ömer Nehâri’dir. Vefât etmiş olanlar Ebü’l-Gays bin Cemîl, fakîh İsmâil Hadramî, fakîh Ahmet bin Mûsâ bin Acîl, Şeyh Muhammed İbni Ebû Bekr Hakemi ve fakîh Muhammed bin Hüseyn Iclî’dir” buyurdu. Bunun üzerine ben bunları görmeye gittim. Hayatta olanlarını buldum. Benimle konuştular, ölmüş olanlara gelince, onların kabirlerini ziyâret ettim ve Şeyh Muhammed Nehâri’ye gittiğimde bana; “Merhaba ey Resûlullah’ın (s.a.v.) elçisi!” buyurdu. “Bu hâle ne ile kavuştun?” diye ona sorduğumda, bana; “Bekâra sûresi ikiyüzseksenikinci âyet-i kerîmesinin meâlen; “... Allahdan korkun, Allah size ilim öğretiyor” olan son kısmını okudu. Yanında üç gün kaldıktan sonra Medine’ye döndüm. Yine ondört gün Bâb-ül-medîne’de bekledim. Bir gece yine Resûl-i ekremi (s.a.v.) rü’yâmda gördüm.

Bana; “Onunu da ziyâret ettin mi?” buyurdular. Ben! “Evet” cevâbını verdim ve; “Yâ Resûlallah! Medine’ye girmeme izin var mı?” diye sordum. “Gir, sen emîn olanlardansın” buyurdu.

Şöyle anlatılır: “Sâlihlerden biri, Resûlullah efendimizi (s.a.v.) rü’yâsında gördü. Resûl-i ekrem (s.a.v.) Abdullah Yâfiî’nin ağzına taze hurma koyuyordu. Resûl-i ekremin yanında Hazreti Ebû Bekr ve Hazreti Ömer vardı. Onlara ise olgunlaşmış hurma ikram ediyordu. Bu rü’yâ görüldüğü zaman Yâfiî hayatta idi. Sabahleyin, rü’yâyı gören zât, İmâm-ı Yâfiî’nin meclisine gidip rü’yâsını anlatmak istedi. Huzûrunda büyük kalabalık vardı. Oradakilerden biri; “Yaş hurma ile Şeyh temyiz edildi” dedi. Orada bulunanlardan fakir birisi de; “Ey Abdullah, korku ve ümid arasında olduğundan, Resûl-i ekrem (s.a.v.) sana taze hurma verdi. Hazreti Ebû Bekr ve Hazreti Ömer’in îmânları kuvvetli olduğundan, Server-i âlem (s.a.v.) onlara tam olgunlaşmış hurma ikram etti” dedi.”

Mekke’de yaşıyan sâliha hanımlardan birisi, Resûl-i ekremi (s.a.v.) rü’yâsında gördü. Rü’yâsını şöyle anlattı: Fahr-i âlem (s.a.v.), Abdullah Yâfiî’nin kapısının önünde duruyor idi. Sonra; “Ey Yâfiî! Allahü teâlâya karşı sana ben kefilim” buyurdu ve bunu üç sefer tekrarladı. Sonra Resûl-i ekrem, eli ile İmâm-ı Yâfiî’nin evinin önünü işâret ediyordu. Evin önünde fakirlerden bir cemâat bulunuyor ve ondan yiyecek birşey istiyorlardı.”

Şeyh Kudât Mecdüddîn-i Şîrâzî şöyle anlatır: “Bir gece rü’yâmda Mekke-i mükerremede olduğumu gördüm. Elimde birkaç cüzlük bir hadîs kitabı vardı. Kendi kendime; “Mekke’de birkaç büyük âlim var, onların yanına gidip bu kitabı okuyayım” dedim. O sırada bir ses; “O kimselerin Allahü teâlâ katındaki kıymetleri, İmâm-ı Yâfiî’den büyük değildir” dedi. İçimde bir şüphe uyandı.

Sonra ses; “Şam ve Mısır’da kadri ve kıymeti ondan daha büyük kimse yoktur” dedi. O anda dışarı çıktım. Yolda geçen birine rü’yâmı anlattım. O da; “Sen onu göreceksin, güneş gibi olacak ve sonra da vefât edecek” dedi. Heyecanla uyandım. Rü’yâmın hepsini bir kâğıda yazdım ve târihi kaydettim. Sonra rü’yâmı Kâ’be’de ba’zı sâlih kimselere anlattım. Onlar bana! “İmâm-ı Yâfiî zamanın kutbudur” dediler. Kutub olduğu günden yedi gün sonra vefât etti.”

İmâm-ı Yâfiî buyuruyor ki: “Mevtaları iyi veya kötü hâlde görmek, cenâb-ı Hakkın ba’zı kullarına ihsân ettiği bir keşfdir, kerâmettir. Dirilere müjde vermek, onlara doğru yolu göstermek veya ölüler için hayırlı bir iş yapılmasına, borçlarının ödenmesine yaraması içindir, ölüleri görmek, daha çok rü’yâda olmaktadır. Uyanık iken görenler de vardır. Evliyâ için, hâl sahibleri için kerâmettir.”

“Ehl-i sünnet âlimleri buyuruyor ki: ölülerin illiyyîndeki veya siccîndeki rûhları, arasıra, ya’nî Allahü teâlâ dileyince, mezarlarındaki cesedlerine iade olunurlar. En çok Cum’a geceleri böyle olur. Birbirleri ile buluşurlar, konuşurlar. Cennetlik olanlar, ni’metlere kavuşur. Azap görecekler, azâb olurlar. Rûhlar, illiyyinde veya siccînde iken cesed olmaksızın da, ni’metlenir ve azap çekerler. Kabirde ise, rûh ve cesed birlikte ni’metlenir. Yahut azâblanır.”

İmâm-ı Yâfiî birçok eser yazdı. Bunlardan ba’zıları şunlardır: 1-Mir’ât-ül-cinân: Tabakât kitabı olup, birçok âlimin hâl tercümesi anlatılmaktadır. 2-Ravd-ur-rıyâhîn, 3-Neşr-ül-mehâsin-il-gâliyyi, 4-Menâkıb-i Abdülkâdir, 5-Mürhem-ül-ilel, 6-El-İrşâd vet-Tatrîz fî fadlı zikrillâh ve tilâveti Kitâb-il-azîz, 7-Divânü Şi’r.

İmâm-ı -Yâfiî’nin “Neşr-ül-mehâsin-il-gâliyyi” adlı eserinden ba’zı bölümler:

Birinci fasıl: Allahü teâlânın yardımı ile derim ki, evliyâda kerâmetlerin zuhuru, meydana gelmesi, aklen caiz ve naklen vâkidir. Aklen caiz olması: Allahü teâlâ herşeye kadirdir, kerâmetler de, mu’cizeler kabilinden mümkün olan şeylerdir. Ehl-i sünnet ve cemaat âlimleri böyle der ve eserleri de böyle söyler. Bu, şarkta, garbda, Arab diyârı olsun, Acem diyârı olsun, her tarafta böyledir.

Kerâmetlerin naklen vukû’u: Bu husûs, Kur’ân-ı kerîmde, hadîs-i şerîflerde ve haberlerde bildirilmiştir. Kur’ân-ı kerîmde, Hazreti Meryem hakkında meâlen; “Bunun üzerine Rabbi, Meryem’i güzel bir kabûl ile kabûl buyurdu ve onu iyi bir şekilde yetiştirdi. (Eniştesi) Zekeriyyâ Peygamberi de ona kefil (himâyesine me’mûr) kıldı. Zekeriyyâ ne zaman Meryem’in bulunduğu mihraba girdiyse, onun yanında bir yiyecek buldu. “Ey Meryem! Bu sana nereden geliyor?” dedi. O da; “Bu, Allah tarafından gönderiliyor. Şüphe yok ki, Allah dilediğini hesapsız olarak rızıklandırır” dedi. buyurulmuştur. (Âl-i îmran-37). Zekeriyyâ (a.s.), yazın hazret-i Meryem’in yanında kış meyvesi, kışın da yaz meyvesi buluyordu. Yine Kur’ân-ı kerîmde, Meryem (r.anhâ) hakkında meâlen; “Hurmanın da dalını kendine doğru silkele, üzerine devşirilmiş taze hurmalar dökülsün” buyurulmuştur. (Meryem-25). Bu taze hurma, zamanının dışında oluyordu.

Yine Mûsâ aleyhisselâmın annesine, oğlu Mûsâ’yı Nil nehrine bir sepet içinde bırakması ilham olunmuştur. Ayrıca Eshâb-ı Kehf’in (r.anhüm) kıssası, köpeğin onlarla konuşması gibi hayret verici hâdiseler ve daha başkaları, kerâmetlerin naklen delîlidir. Bütün buraya kadar zikredilenler, peygamber değil velîdir.

Mu’cize ile kerâmet arasındaki fark: Mu’cize ile kerâmet arasındaki farklar şunlardır:

1-Mu’cizede, Tehaddî etmek, ya’nî “Siz de yapınız! Yapamazsınız!” demek şart değil ise de, mu’cizenin ma’nâsında tehaddî vardır. Kıyâmet hâllerinden ve ileride olacak şeylerden haber vermekde tehaddî olamıyacağı için, bunlar kafirlere karşı mu’cize değildir. Mü’minler, bu haberlerin mu’cize olduklarına inanırlar. Evliyânın kerâmetleri de, peygamberlik iddia etmedikleri için ve tehaddî bulunmadığı için, mu’cize olamazlar.

2-Peygamberlerin mu’cizesini izhâr etmesi gerekir. Kerâmette ise, velînin kerâmetini gizlemesi gerekir. Ancak zarûret hâlinde izin ile veya elinde olmıyan bir durum ile veya talebelerinin îmânını kuvvetlendirmek için olursa bu müstesnadır. Fakat normal hâlde mutlak olarak, velînin kerâmetini gizlemesi gerekir ve ona kerâmetini izhâr etmesi caiz değildir.

Zarûret hâlinde velînin kerâmet göstermesi şöyle olur: Birisi, evliyâdan bir zâta; “Ya bana harikulade bir şey gösterirsin veya seni öldürürüm” demesi üzerine, o da ona ba’zı harikulade hâller gösterdi ve yakınlarında bulunan deveye nazar edince, deve altın oldu. Boş testiyi alıp havaya atınca, testi kırılmadan ve su dolu olarak düştü.

Sultanlardan birisi, evliyâdan bir zâtı imtihan etmek istemişti. İki çeşit et yemeği hazırlattı. Birisi dîne uygun olarak kesilmiş etten, diğeri ise leş eti idi. Herbirini bir kaba koydurdu ve hazırlanan sofraya getirtti. O zâtı ve talebelerini da’vet etti. Hepsi hazır olunca, sultan onlara etlerden yemelerini söyledi. Bu sırada velî zât talebelerine; “Bugün ben sizin hizmetcinizim” dedi ve iki eti birbirinden ayırdı. Dîne uygun olarak kesilmiş etleri talebelerinin önüne, leş olanını da sultanın adamlarının önüne koydu. Sonra; Temiz ve helâl olan, temiz olanındır” dedi.

İlmiyle âmil olan âlimlerden birisi, bir eserinde şöyle anlattı: “Birisi, Ebû Abbâs Mürsî’yi, acaba yiyecek mi, yoksa bilip yemiyecek mi diye imtihan etmek istedi. Onu evine da’vet ederek, önüne bir kap yemek koydu. Ebü’l-Hasen Mürsî şöyle dedi: “Yemek helâl olmadığı zaman Hâris-i Muhâsibî’nin bir damarı hareket eder ve o yemeği yemezdi. Yemek helâl olmadığı zaman, benim elimde ise, altmış damar hareket eder.” Bunun üzerine yemek sahibi, bu yaptığından dolayı tövbe ve istiğfarda bulundu.”

Kerâmet ile sihir arasındaki fark: Sihir ve benzeri şeyler, ba’zı şeylerin sebeplerini yaparak, o şeylerin meydana gelmelerini sağlamaktır. Ba’zan da mevcûd olmıyan şeyi, varmış gibi göstermektir ki, zâhirde yok olduğu hâlde vehmde ve hayâlde var görünür. Bunlar hârika değildir. Sihir ancak kâfirler, zındıklar ve fâsıklarda görülür. Kerâmet, onların hiçbirinden zuhur etmez, İmâm-ül-Harameyn (r.a.) buyurdu ki: “Bu, ulemânın icmâ’ı ile sabittir.”

Şihâbüddîn Sühreverdî’nin arkadaşlarından Behâüddîn Sindî’nin yanına bir Brehmen gelmişti. Brehmen, o mecliste havaya yükselince, Behâüddîn Sindî de havaya yükselip, meclisin etrârında havada dolaştı. Bu durumu gören Brehmen, hemen müslüman oldu. Çünkü Brehmenler, sâdece havada yükselebiliyorlar, fakat dolaşamıyorlardı.

Yine evliyânın büyüklerinden Ebû Abdullah bin Hafif ile münâzara eden Brehmen papazlarından birisi; “Gel seninle kırk gün yemek yememe husûsunda anlaşalım. Bakalım hangimiz sabredebilecek” dedi. İbn-i Hafif bunu kabûl etti. Brehmen papazı, kırk gün dayanamıyarak yemek yedi. İbn-i Hafif kırk günü tamamladığı gibi, durumu gayet iyi idi. Hiçbir zayıflık, hâlsizlik durumu görünmüyordu. Sevinçli ve neş’eli bir hâli vardı. Ondan bir nur yükseliyordu.

Yine İbn-i Hafif’i, Brehmen papazlarından birisi, muayyen bir müddet su altında kalmaya da’vet etti. İbn-i Hafif onun bu teklifini kabûl etti. Ta’yin edilen müddet dolmadan önce, Brehmen papazı dayanamıyarak öldü. İnsanlar onun öldüğünü, cesedi suyun yüzüne çıktığı zaman anladılar, İbn-i Hafif ise, ta’yin edilen vakte kadar su altında kaldı ve sonra sudan çıktı.

3-Mu’cizenin, Peygamberin peygamberliğine delâleti kat’idir. Peygamberler ma’sûmdurlar. Onlar, peygamber olduklarını bilirler. Kerâmetin vilâyete delâleti kat’î değil, zannîdir. Evliyâ ma’sûm değildir, fakat mahfûzdur.

Eshâb-ı Kirâm (r.anhüm) zamanında kerâmetler görülmüştür ve bunlar çoktur. Ancak, onlardan sonra evliyâdan zuhur eden kerâmetler daha çoktur. Çünkü Eshâb-ı Kirâm (r.anhüm), Resûlullahın (s.a.v.) sohbetinde, vahyin inişi sırasında hazır bulunmaları, meleklerin gelip gitmelerinin bereketi ile bâtınları nûrlandı. Kendilerini Allahü teâlâdan uzaklaştıran şeyleri bırakıp, âhıretlerini ma’mûr etmeye çalıştılar. Kalbleri ma’nevî kirlerden temizlendi. Kavuştukları bu ni’metler sebebiyle, kerâmet göstermekten uzak kaldılar.

İlmi ile amel eden, sâlih ve hilm sahibi âlimler, eskiden beri tasavvuf yolunda bulunanlara inanırlar, onları ziyâret ederler, meclislerine devam etmek ve duâlarını almak sûretiyle onların bereketinden faydalanmaya çalışırlardı. Onlara hürmet ederler, onlardan birisinin huzûrunda, çocuğun hocası önünde oturur gibi oturururlar, onlara karşı edebde kusur etmemeye çalışırlardı. İmâm-ı Şafiî, İmâm-ı Ahmed bin Hanbel, İbn-i Süreyc, İbn-i Fûrek, İmâm-ı Haremeyn, Huccet-ül-İslâm Ebû Hâmid Gazâlî, İzzüddîn bin Abdüsselâm, Takıyyüddîn bin Dakîk-ül-Iyd, Muhyiddîn Nevevî ve birçok âlim, tasavvuf büyüklerine karşı çok hürmet göstermişlerdir. Bunlara dâir, birçok meşhûr rivâyetler vardır.

Meselâ Takıyyüddîn İbni Dakîk-ül-Iyd, tasavvuf yolunda bulunanların yanına gider, onları ziyâret eder, onlardan duâ ister, huzûrlarında çok mütevâzi ve fakir bir hâlde bulunurdu.

Muhyiddîn-i Nevevî (r.a.), tasavvuf büyüklerinden Yâsîn Müzeyyî’nin yanına gider, sohbetlerini dinler, yaptığı nasihatleri kabûl ederdi. Hattâ Yâsîn Müzeyyî, ona; vefâtından az önce, yanında bulunan emânet kitapları sahiblerine verip memleketine gitmesini emretmişti. Muhyiddîn Nevevî, onun bu emrini yerine getirdi ve memleketine gitmek üzere yola çıktı. Memleketine varınca, çoluk-çocuğu ve kardeşleri arasında vefât etti.

Evliyânın kerâmeti, Peygamberlerin (a.s.) mu’cizelerinin tamamlayıcısı durumundadır ve onlardan sayılır. Kerâmet, velînin doğruluğuna şehâdet eder. Bu ise, velînin, dîninde övülen ve medhe lâyık bir durumda olduğunu, bu da, onun dîninin hak olduğunu gösterir. Her velî, dîni husûsunda peygamberine tâbidir. Tâbi olanın dininin hak olması, tâbi olunanın (Resûlullah efendimizin) dîninin hak olduğunu gösterir. Kerâmet, harikulade bir iştir. Her harikulade iş, peygamberin peygamberliğinin doğruluğunu gösterir. Dolayısıyla o, peygamberin mu’cizesi olmaktadır. Ya’nî velînin kerâmeti, tâbi olduğu peygamberin mu’cizesi cümlesindendir.

Mü’min gaybı bilir diyen kimseyi, küfürle itham etmekte acele etmemelidir. Önce onun, “mü’min”, “bilmek” ve “gayb” kelimelerinden neyi kasdettiği araştırılır. Eğer böyle diyen kimse, “mü’min” sözü ile; bütün mü’minleri değil de, Allahü teâlânın has kullarından olan velîyi, “bilmek” ile; velînin, Allahü teâlânın bildirmesi ile bilmesini, “gayb” ile; bütün gaybî şeyleri değil de, ba’zıları kasdedilirse, böyle söyleyen kimseye kâfirdir denilmez. Bu husûs, evliyânın kerâmetlerinde caiz ve vâkidir. Bunun caiz olduğuna akıl delâlet etmekte, vâki olduğuna da nakil şehâdet etmektedir. Çünkü gayb ile ilgili birşeyi, Allahü teâlânın kuluna bildirmesi ve göstermesi caizdir. Allahü teâlâ buna kâdirdir. Yine, her zaman ve mekânda, Allahü teâlâ velî kullarına, daha önce bilmedikleri ve görmedikleri şeyleri bildirip göstermiştir. Buna dâir bildirilenler pekçoktur.

Kerâmet gösteren velînin, kerâmet göstermiyen velîden üstün olması lâzım gelmez. Çünkü kerâmet, ba’zan kerâmet gösteren velînin üstünlüğünü değil de, kerâmet gösteren velînin yakînini kuvvetlendirmek, doğruluğuna delîl olsun diye zuhur eder. Üstünlük, ancak yakînin kuvveti ve ma’rifetullahın kemâli iledir.

Ebû Kâsım, Kuşeyrî risalesinde şöyle anlattı: “Bir zât, Yemen’den yola çıkmıştı. Yolda, bineği yere düşüp öldü. Bunun üzerine o zât, abdest alıp, iki rek’at namaz kıldı ve; “Allahım! Senin rızânı kazanmak, senin yolunda muharebe etmek için yola çıktım. Ben şehâdet ederim ki, sen ölüleri, kabirde olanları diriltirsin. Bugün senden, bineğimi diriltmeni diliyorum” diye duâ edince, bineği, kulaklarını sallayarak ayağa kalktı.”

Ârif-i billâh Safiyyüddîn İbni Ebî Mensûr, risalesinde şöyle anlatır: “Müferric Dimâmînî Habeşistanlı olup, evliyânın büyüklerinden idi. Pekçok kerâmetleri görüldü. Birgün yanına, kızartılmış kuş yavruları getirilmişti. Onlara; “Uçunuz!” deyince, Allahü teâlânın izni ile hepsi diri olarak uçtular.”

Fas taraflarından, ilmine ve takvâsına inandığım ve i’timâd ettiğim sâlih bir zât anlattı: “Ârif-i billâh Yûsuf Dehmânî’nin talebelerinden birisi vefât etmişti. Çoluk-çocuğu, onun için pek üzülüyorlardı. Yûsuf Dehmânî, onların acıklı hâllerini görünce, vefât etmiş olan talebesine; “Allahü teâlânın izni ile kalk!” dedi. O da, Allahü teâlânın izni ile kalktı. Bir müddet daha yaşadı.”

Abdülkâdir-i Geylânî’ye âit şu kıssa çok meşhûrdur. Evliyânın büyükleri bunu bildirmişlerdir “Bir kadın, Abdülkâdir-i Geylânî’ye çocuğunu getirip; “Oğlum seni çok seviyor. Ben, Allah için bu oğlumdaki hakkımdan vazgeçtim. Onu sana verdim” dedi. Abdülkâdir-i Geylânî (r.a.) o çocuğu kabûl etti. Ona, nefsiyle mücâdeleyi ve tasavvuf yoluna girmeyi emretti. Aradan bir müddet geçtikten sonra, annesi oğlunu görmeye geldi. Oğlunu, açlıktan ve uykusuzluktan zayıf ve sararmış hâlde gördü. Oğlunun sâdece arpa ekmeği yediğini anladı. Bunun üzerine Abdülkâdir-i Geylânî’nin huzûruna girdi. Bu sırada Abdülkâdir-i Geylânî’nin sofrada tavuk yediğini gördü. Abdülkâdir-i Geylânî’ye; “Sen kendin tavuk eti yiyorsun, benim çocuk ise arpa ekmeği yiyor” dedi. Bunun üzerine Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri, elini o kemiklerin üzerine koydu ve; “Çürümüş kemikleri dirilten Allahü teâlânın izni ile kalk!” dedi. Tavuk, gıdaklıyarak kalktı. Sonra Abdülkâdir-i Geylânî, kadına; “Oğlun böyle olduğu zaman, dilediğini yesin” buyurdu.

Yine Abdülkâdir-i Geylânî’nin bulunduğu meclise, rüzgârı şiddetli bir günde bir kuş geldi. Mecliste karışıklık meydana getirdi. Bunun üzerine Abdülkâdir-i Geylânî; “Ey rüzgâr! Bu kuşu yakala!” buyurunca, o ânda kuş bir tarafa, başı bir tarafa düştü. Sonra Abdülkâdir-i Geylânî kürsüden inip, o kuşu aldı ve; “Bismillâhirrahmânirrahîm” dedi. Kuş, hemen canlandı ve uçtu. Orada bulunan herkes bunu gördü.

Mevtanın konuşması: Yemen evliyâsından bir zât anlattı: “Ârif-i billâh İsmâil Hadrâmî, bir kabristana uğramıştı. Yanında birçok insan vardı. Bu sırada çok ağladı. Sonra gülmeye başladı. Ona bunun sebebi sorulunca, şöyle cevap verdi: “Bu kabristandakiler azap görüyorlardı. Buna çok üzüldüm. Sonra Allahü teâlâdan, beni onlar hakkında şefaatçi kılmasını diledim. Allahü teâlâ beni onlar hakkında şefaatçi kıldı.” Sonra yeni defnedilmiş bir kabri göstererek; “Bu kabirde yatan; “Ben falanca da onlarla beraber miyim?” dedi. Bu sebeple güldüm” dedikten sonra, o kabirdekine; “Sen de onlarla berabersin” dedi. Sonra ben mezarcıya, o kabrin kime âit olduğunu sordum. O da, o kabirde yatanın Ârif-i billâh İsmâil Hadrâmî’nin dediği ismi söyledi.”

Burada, İsmâil Hadrâmî için dört kerâmet zuhur etmiştir. Bunlar, şunlardır: 1- Mevtanın hâlinin ona keşfolunması, 2- Mevtanın onunla konuşması, 3- Kabristandaki mevtalar hakkında, şefaatinin kabûl olması, 4- Şefaatinin kabûl edildiğini bilmesi.

Ebû Kâsım Kuşeyrî, Ebû Saîd-i Harrâz’dan şöyle nakletti: “Mekke-i mükerremede bulunuyordum. Birgün Benî Şeybe kapısından geçerken, orada, vefât etmiş yakışıklı bir genç gördüm. Onun yüzüne bakınca, bana tebessüm etti. Bana; “Ey Ebû Saîd! Vefât etseler bile, velîlerin diri olduğunu, onların Ölmekle sâdece bir evden diğer eve göç ettiklerini bilmedin mi?” dedi.”

Denizin yarılması ve kuruması: Ba’zı eserlerde şöyle bildirildi: Evliyâdan biri, bir gemide vefât etmişti. Gemidekiler, onu denize atmak istediler. Bu sırada denizin iki parçaya yarılıp, geminin karaya oturduğunu gördüler. Gemidekiler inip, yerde bir kabir kazdılar. O evliyâyı oraya defnettiler. Defnetme işi bitince, su yine eski hâlini aldı. Gemi suyun yüzüne çıktı ve yoluna devam etti.

Bir maddenin başka bir maddeye dönüşmesi: Kerâmetin bu nev’î çoktur. Çakıl taşlarının cevher ve altına dönüşmesi, acı deniz suyunun tatlılaşması, direğin altın ve gümüş olması v.s. meşhûrdur.

Menâkıb-i Abdülkâdir-i Geylânî” adlı eserde şöyle anlatılıyor: “Abdülkâdir-i Geylânî, birgün Cum’a namazına gitmek için yola çıkmıştı. Yolda içki yüklü üç hayvanın gitmekte olduğunu gördü, içki kokusu her tarafa yayılıyordu. Abdülkâdir-i Geylânî, o yüklerin sahibine durmasını ve gitmemesini söyledi. Fakat o durmayıp yola devam etti. Bunun üzerine Abdülkâdir-i Geylânî, içki yüklü hayvanlara; “Durun!” dedi. Hayvanlar, sanki hareketsiz olarak durdular. Sahibi, hayvanları ne kadar dövdü ise de, hayvanlar yerlerinden kımıldamadılar. Hayvanların sahibi de kulunç hastalığına yakalandı. Duyduğu ızdıraptan dolayı kıvranıyordu. Bunun üzerine Abdülkâdir-i Geylânî’den af diledi. Sonra ondan bu hâl geçti. Fakat hayvanlardaki içki yükünden, bu sefer sirke kokusu geliyordu. Hayvanlar da yürümeye başladı. Bunu görenlerin, hayretlerinden ağızları açık kaldı. Abdülkâdir-i Geylânî, sonra câmiye gitti. Bu durum sultâna bildirilince, korkusundan ağladı. Bu sebeple haramlardan vazgeçti. Abdülkâdir-i Geylânî’nin ziyâretine geldi. Ondan sonra tevâzu ile onun huzûrunda oturmaya başladı.

İlmin fazileti: Kur’ân-ı kerîm, hadîs-i şerîfler ve ümmetin icmâ’ı, ilmin faziletine delâlet etmektedir. Yalnız şu âyet-i kerîme meâli ilmin faziletini bildirmeye kâfidir: “Allah, kendinden başka ibâdete müstahak bir varlık olmadığını delîllerle açıkladı. Meleklerle ilim sahibleri de, adâlet ve hak üzere durarak buna îmân ettiler. O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur. O, tevhîd getirmiyenlere galiptir. Hüküm ve hikmet sahibidir.” (Âli İmrân-18). Başka bir âyet-i kerîmede ise meâlen;

“........... Kendilerine ilim verilenler için ise, (Cennette) dereceler vardır. Allah bütün yaptıklarınızdan haberdârdır” buyurulmaktadır. (Mücâdele-11).

Resûlullah efendimiz (s.a.v.) hadîs-i şerîflerde buyurdu ki:

“Âlimler, Peygamberlerin vârisleridir.”

“Ümmetimin âlimleri, Benî-İsrâil’in peygamberleri gibidir.”

“Göklerde ve yerde olanlar, âlim için istiğfar ederler.”

“Âlimin, âbid üzerine üstünlüğü, ayın onbeşinci gecesindeki dolunayın, diğer yıldızlar üzerine olan üstünlüğü gibidir.”

“Âlimin, âbid üzerine üstünlüğü, benim, sizin en aşağınız üzerine olan üstünlüğüm gibidir.”

Hızır aleyhisselâmdan şöyle rivâyet edildi: “Âlimler, Allahü teâlâdan korkan kimselerdir.”

Süfyân bin Uyeyne (r.a.) buyurdu ki: “İnsanların en câhili, bildiği ile amel etmeyendir. En faziletlisi ise, Allahü teâlâdan en çok korkandır.

Şihâbüddîn Sühreverdî, Süfyân bin Uyeyne’nin bu sözünü zikrettikten sonra; “Bu, doğru sözdür. Âlim, ilmi ile amel etmediği zaman âlim değildir. Onun ilimde mütehassıs olmasına, münâzara ve mücâdelede çok güzel konuşmasına aldanmamalıdır. Çünkü o, câhildir, âlim değildir. Fakat bu hâlinden dolayı tövbe ederse, bu durumdan müstesnadır” buyurdu.

Fudayl bin Iyâd (r.a.) buyurdu ki: “Âlimler, insanlar için ilkbahar mevsimi gibidir. Bir hasta böyle bir âlimi görürse, onu görmekten dolayı aldığı lezzeti, hastalıktan şifâ bulmaya tercih eder. Fakir bir kimse ise, ona bakınca artık zengin olmayı istemez. Fakat, bugün âlim geçinen bir kısım kimseler, insanlar için fitne olmuşlardır.”

İlim ve âlim, din tabibidir. Dünyalık ise, hastalık durumundadır. Tabîb bu hastalığı kendisine çekince, başkasını nasıl tedâvi edebilir.

Hasen-i Basrî de; “Gerçek fıkıh âlimi, dünyâya rağbet etmeyendir” buyurdu.

İlmiyle amel eden âlimlerin faziletine dâir rivâyetler: Rebî bin Süleymân, İmâm-ı Şâfiî’yi rü’yâsında görüp, Allahü teâlânın ne muâmele ettiğini sorunca, İmâm-ı Şafiî, Allahü teâlânın, kendisini altından bir kürsüye oturttuğunu söyledi.

Ebû İshâk Şîrâzî, vefât ettikten sonra rü’yâda, üzerinde beyaz elbiseler ve başında taç olduğu hâlde görüldü. Ona; “Bu beyaz elbiseler nedir?” diye sorulunca o; “Bunlar, Allahü teâlânın emirlerine itaatin şerefi” dedi. “Bu taç nedir?” diye sorulunca; “Bu da ilmin izzeti” dedi.

Ebû Hasen Şâzilî, rü’yâsında Resûllullahı (s.a.v.) gördü. Resûlullah efendimiz (s.a.v.), Mûsâ ve Îsâ aleyhimüsselâmın yanında İmâm-ı Gazâlî ile iftihar ediyorlardı. Resûl-i ekrem onlara; “Sizin ümmetiniz içerisinde, bunun gibi bir âlim var mı?” diye sorarak İmâm-ı Gazâlî’yi gösterince, onlar, “Hayır, yok” dediler.

Meşhûr Yemenli âlimlerden Sayye, “Sîret” adlı eserinde şöyle anlatır: “Birgün rü’yâmda şöyle gördüm: Semâ kapılarında oturuyordum. Kapılar açıktı. Bu sırada bir grup melek geldi. Yere indiler. Beraberlerinde yeşil elbiseler ve binekler vardı. Sonra kabirden bir şahsı çıkarıp, getirdikleri yeşil elbiseleri o zâta giydirdiler. Onu bineğe bindirip, semâya çıkardılar. Yedi kat semâyı geçtiler. Ondan sonra yetmiş perde açıldı. Bu duruma çok hayret ettim ve o zâtın kim olduğunu sordum. Bana, onun İmâm-ı Gazâlî olduğunu söylediler.”

Ebü’l-Hasen bin Hirzâm soyundan sâlih birisi anlattı: “İmâm-ı Gazâlî’nin “İhyâ-i ulûmiddîn” kitabı, Ebü’l-Hasen bin Hirzâm’ın eline geçmiş, onu mütâlâa edip, onun sünnet-i seniyyeye muhalif olduğu kararını vermişti. Ebü’l-Hasen bin Hirzâm, Fas taraflarında tanınmış ve sözü dinlenir birisi idi. İhyâ-i ulûmiddîn hakkında bu karara varınca, İhyâ’nın ne kadar nüshası varsa, toplatılmasını emretti. Sultan, her tarafa adamlar göndererek; “Yanında, ihyâ kitabı olup da getirmiyene Allahü teâlâ la’net etsin” diyordu. Bunun üzerine herkes, evinde bulunan ihyâ kitabını teslim ettiler. Mevcût ihyâ kitapları toplanınca, âlimler bunların yakılması için ittifâk etmişlerdi. Ancak, Perşembe gecesi Ebü’l-Hasen bir rü’yâ gördü. Rü’yâsında, her zamanki adeti üzerine câminin kapısından içeri girince, câminin direklerinden birisinde bir nûr gördü. Bununla beraber, Resûlullah efendimiz ve beraberinde Hazreti Ebû Bekr ve Hazreti Ömer’i gördü. Hepsi oturuyorlardı, İmâm-ı Gazâlî (r.a.) ise ayakta ve elinde ihyâ kitabı vardı. Resûlullaha (s.a.v.); “Yâ Resûlallah! Bu, benim hasmım” deyip, onu gösterdi ve iki diz üzerine çökerek, elinde bulunan İhyâ kitabını Resûlullaha arzetti ve; “Yâ Resûlallah! Buyurun, şayet içerisinde şünnet-i seniyyeye muhalif bir bid’at varsa tövbe edeceğim. Eğer o, beğendiğiniz şeylerden ibâret ise, bu senin bereketin ile olmuştur. Şimdi benim ile hasmım arasında hüküm eyleyiniz” dedi. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.v.), İhyâ’ya sahife sahife sonuna kadar nazar eyledi. Sonra “Vallahi, güzel birşey” buyurdu. Resûl-i ekrem (s.a.v.), sonra o kitabı Hazreti Ebû Bekr’e verdi. O da yaprak yaprak sonuna kadar baktı ve “Evet, seni hak dinle gönderen Allahü teâlâya yemîn ederim ki, o elbette güzeldir yâ Resûlallah!” dedi. Ebû Bekr (r.a.), onu Hazreti Ömer’e verdi. O da aynı şekilde bakıp, Ebû Bekr’in söylediği gibi söyledi. Bundan sonra, Resûlullah (s.a.v.) Ebü’l-Hasen’in elbisesinin soyulmasını, ona, iftiracıya vurulan sopanın vurulmasını emretti. Ebü’l-Hasen soyuldu ve sopa vurulmaya başlandı. Beş sopadan sonra Hazreti Ebû Bekr, onun hakkında şefaatte bulundu ve; “Yâ Resûlallah! Ebü’l-Hasen bu işi, senin sünneti seniyyen üzerindeki gayretinden ve hürmetinden, ona zarar gelmemesi için böyle yaptı” dedi. Bunun üzerine İmâm-ı Gazâlî de onu affetti. Ebü’l-Hasen uykudan uyanınca, sabahleyin olanları arkadaşlarına anlattı. Bir aya yakın, gece rü’yâsında vurulan sopaların acısı sırtından gitmedi. Sonra îhyâ’da daha önce bakıp, sünnete muhalif olarak gördüğü yere tekrar bakınca, orayı önceki anladığının aksine, Kitâb ve Sünnete uygun olarak gördü. Bir gece yine rü’yâsında Resûlullah efendimizi gördü. Resûl-i ekrem mübârek eli ile sırtını sıvazlayınca, vücûdu ve kalbi şifâ buldu. Bundan sonra ona ma’nevî perdeler açıldı.

Allahü teâlânın lütuf ve ihsânı ile çok şeylere ve ma’rifetullaha kavuştu. Ebû Midyen onun sohbetinde bulundu ve bu sohbetler onun terbiyesine kâfi geldi Sonra Ebü’l-Hasen ona; “Sana altı kilidi açtım. Yedincisini ise şeyh Ebû Yâ’zî açar” dedi. Ebû Midyen, Ebû Yâ’ri’nin yanına gitti. Ebû Yâ’rî onu görünce; “Yâ Ebâ Midyen! Sana yedinci kilidi. benim açacağım söylendi. İşte Allahü teâlânın izni ile onu sana açıyorum” dedi ve ona ma’nevî kapıyı da açtı. Ebû Midyen böylece çok şeylere kavuştu.

İmâm-ı Gazâlî; Resûlullahın (s.a.v.), Mûsâ ve Îsâ aleyhimüsselâmın yanında iftihar ettiği, İhyâ’sını beğendiği ve aleyhinde bulunduğu için, Ebü’l-Hasen’e ceza verdiği mübârek bir âlimdir. İmâm-ı Gazâlî hakkında ancak nasipsiz ve mahrûm olan sû-i zanda bulunur ve ona buğzeder. Eğer Allahü teâlâ, Ebü’l-Hasen’e tövbe etmesini nasîb ve müyesser kılmasaydı, bu hâl üzere vefât eder, şiddetli azâba ma’rûz kalırdı. Allahü teâlâdan bizim için, sevdiklerimiz ve müslümanlar için tevfîk, hüsn-i hatime, af ve afiyet dileriz.

Resûlullahın (s.a.v.) îhyâ’da yazılı olanları güzel bulması, tasavvuf bilgilerinin güzel olduğuna, İmâm-ı Gazâlî’nin ve ona uyanların akidelerinin hak olduğuna şehâdet eder.

Ahmed bin Hanbel’in talebelerinden birisi anlattı: “Ahmed bin Hanbel’i vefâtından sonra rü’yâmda gördüm. Ona; “Allahü teâlâ sana ne muâmele etti?” diye sordum. O da; “Allahü teâlâ beni af ve mağfiret eyledi. Bana altından iki nalın giydirdi. Bunu, Kur’ân-ı kerîm Allahü teâlânın kelâmıdır, mahlûk değildir, dememin karşılığı olarak verdi. Bana; “Ey Ahmed! Dilediğin yerde kal” buyurdu. Ben de Cennete girdim. Bu sırada Süfyân-ı Sevrî’yi gördüm. Onun yeşil iki kanadı vardı. Bir hurma ağacında, Zümer sûresi yetmişdördüncü âyet-i kerîmesini okuyordu.

Edeb: Muhammed bin Cerîr (r.a.) buyurdu ki: “Yirmi seneden beri, yalnız otururken de ayağımı uzatmadım. Çünkü, Allahü teâlâ edebe daha lâyıktır.”

İbn-i Mübârek buyurdu ki: “Bize, ilimden çok edeb lâzımdır. Edebde gevşeklik gösteren, sünnetleri terkeder. Sünnetleri terk eden, farzları terkeder.

Farzları terk eden, ma’rifetullahdan mahrûm kalır.”

Ebû Nasr Serrâc şöyle buyurdu: “İnsanlar edeb husûsunda üç kısımdır. Birinci kısım, dünyâ ehlidir. Onların edeblerinin çoğu, fesahat, belagat ilimlerini, sultanların isimlerini ve şiirlerini ezberlemektir, ikinci kısım, dindar olanlardır. Bunların edeblerinin çoğu, nefslerini ve a’zâlarını terbiye etmek, dînin emirlerini yerine getirip, şehevî arzularından vazgeçmektir. Üçüncü kısım, ma’nevî derecelere kavuşmuş olanlardır. Bunların edeblerinin çoğu; kalblerini temizlemek, ahde vefa, vakti fâideli işlerle geçirmeye çalışmak, hayâllere ehemmiyet vermemektir.”

Sırrî-yi Sekatî buyurdu ki: “Câmide namaz kılmıştım. Namaz bittikten sonra, mihrâbda ayaklarımı uzatmıştım. Bu sırada; “Ey Sırrî, sultanların yanında böyle mi oturuyorsun?” diye bir ses işittim. Bunun üzerine ayağımı topladım. Bundan sonra, hiç ayağımı uzatmıyacağım diye yemîn ettim.”

Cüneyd-i Bağdadî buyurdu ki: “Altmış sene, ne gece, ne gündüz ayağımı uzatmadım.”

Ebû Osman Hayrî şöyle buyurdu: “Allahü teâlâya karşı edeb, ondan devamlı korku üzere bulunmak ve O’nu murâkabe üzere olmaktır. Resûlullaha karşı edeb, sünnet-i seniyyeye yapışmakla, evliyâya karşı edeb; ona hürmet etmek, hizmetlerinde bulunmakla, çoluk-çocuğa karşı edeb; onlara güzel ahlâk ile muâmele etmekle, arkadaş ve dostlarına karşı edeb; onlara güleryüzlü olmakla, câhillere karşı edeb; onlara duâ etmek ve merhamet göstermekle olur.” Ebû Ubeyd Kâsım bin Sellem anlatır: “Mekke-i mükerremeye girdim. Ba’zan Kâ’be-i muazzamanın hizasında oturur, ba’zan sırt üstü yatar, ayaklarımı uzatırdım. Yine böyle bir hâlde iken, birisi gelip bana; “Senin ilim ehlinden olduğun söylenir. Sana bir tavsiyem var. Edeble otur, yoksa ismin Allahü teâlânın hâs kulları arasından silinir” dedi.”

İhlâs: Allahü teâlâ, Beyyine Sûresi’nin beşinci âyet-i kerîmesinde meâlen; “Hâlbuki onlar, ancak Allaha, O’nun dîninde ihlâs sâhibleri olarak diğer bâtıl dinlerden İslama yönelerek ibâdet etsinler, namazı gereği üzere kılsınlar ve zekâtı versinler diye emrolunmuşlardı. İşte bu emredildikleri şey, dosdoğru hak dindir” buyuruyor.

Resûlullah efendimiz (s.a.v.) bir hadîs-i şerîfte buyuruyor ki: “Ameller niyetlere göredir.” Diğer bir hadîs-i şerîfte; “Allahü teâlâ sizin bedenlerinize ve sûretlerinize bakmaz. Fakat sizin kalblerinize bakar” buyuruldu.

Resûlullaha (s.a.v.) birisi, kahramanlığını göstermek için, diğeri hamiyyet için, bir başkası da kelimetullah yüce olsun diye muharebe eden üç kişiden hangisinin Allah yolunda olduğu soruldu. Resûl-i ekrem (s.a.v.) “Kelîmetullahı yüceltmek için muharebe eden, Allah yolundadır” buyurdu.

Zünnûn-i Mısrî buyurdu ki: “İhlasın alâmeti üçtür. Birincisi; medh ve kötülenmek ona te’sîr etmez, ikincisi; amellerini unutur, günahlarını düşünür. Üçüncüsü; Hak teâlâdan gayrısını gönlünden çıkarır.”

Huzeyfe Mercaşî şöyle buyurdu: “İhlâs, kulun işlerinin, zâhirde ve bâtında bir olmasıdır.”

Büyüklerden birisi, Allahü teâlâdan kendisine ikramda bulunmasını ve bunu örtmesini diliyordu. Bir gece ibâdet yapmak için kalktı. Bu sırada talebelerinden birisi, onun başı üzerinde, bakanların gözlerini kamaştıran nûrdan bir kandil gördü. Ona, bunun ne olduğunu sordu. O da şu şiir tercümesini okudu: “Ey sır sahibi, sırrın ortaya çıktı. Artık bu sır ortaya çıktıktan sonra yaşamayı istemem.” Sonra secde etti ve secdede iken vefât etti.

Zünnûn-i Mısrî şöyle anlattı: “Bir dağda dolaşıyordum. Bu sırada namaz kılan birisini gördüm. Yanında bir de yırtıcı hayvan vardı. Namaz kılan zâtın yanına yaklaşınca, o hayvan yanından uzaklaştı. Bu sırada o zât da namazını bitirdi ve bana; “Sûfîlik olursa, vahşî hayvanlar insanı arar ve dağlar ona eğilir” dedi. Ben, bu sözün ma’nâsını anlıyamadığımı söyledim. O da; “Ya’nî, her şeyinle Allah için olursan, her yaptığını Allah için yaparsan, Allahü teâlâ sana yardımcı olur” dedi. “Buna nasıl kavuştun?” diye sorduğumda; “Allahü teâlâdan başkasını kalbimden çıkarmam ile kavuştum” dedi.

Tevâzu: Allahü teâlâ, Furkân sûresi’nin altmışüçüncü âyet-i kerîmesinde meâlen; “Rahmân’ın o kulları ki, onlar yeryüzünde vekar ve tevâzu ile yürürler. Câhiller onlara (hoşlanmadıkları bir) lâf attıkları zaman, “Selâm” derler (Sözün doğrusunu söylerler ve onlarla çatışmazlar)” buyuruyor. Resûlullah (s.a.v.) bir hadîs-i -şerîfte; “Kalbinde zerre miktarı kibir bulunan kimse Cennete giremez” buyuruyor.

Ebû Saîd-i Hudrî hazretleri, tevazunun nasıl olması îcâb ettiğini anlatırken buyurdu ki: “Resûlullah (s.a.v.) hayvana ot verirdi. Deveyi bağlardı. Evini süpürürdü. Koyunun sütünü sağardı. Ayakkabısının söküğünü dikerdi. Çamaşırını yamardı. Hizmetçisi ile birlikte yerdi. Hizmetçisi eldeğirmeni çekerken yorulunca ona yardım ederdi. Pazardan öteberi alıp, torba içinde eve getirirdi. Fakirle, zenginle, büyükle, küçükle karşılaşınca, önce selâm verirdi. Bunlarla musâfeha etmek için mübârek elini önce uzatırdı. Köleyi, efendiyi, beyi, siyahı ve beyazı bir tutardı. Herkim olursa olsun, çağırılan yere giderdi, önüne konulan şeyi az olsa da, hafif, aşağı görmezdi. Akşamdan sabaha ve sabahdan akşama yemek bırakmazdı Güzel huylu idi. İyilik etmesini sever idi. Herkesle iyi geçinirdi. Güler yüzlü, tatlı sözlü idi. Söylerken gülmezdi. Üzüntülü görünürdü. Fakat çatık kaşlı değildi. Aşağı gönüllü idi. Fakat alçak tabiatlı değildi. Heybetli idi. Ya’nî saygı ve korku hâsıl ederdi. Fakat kaba değildi. Nâzik idi. Cömerd idi. Fakat isrâf etmez, faydasız yere birşey vermezdi. Herkese acır idi. Mübârek başı hep önüne eğik idi. Kimseden birşey beklemezdi.”

Ravd-ur-riyâhîn adlı eserden: İbrâhim bin Edhem anlattı: “Bir çobana rastladım. Ona yanında su veya süt olup olmadığını sordum. O da; “Evet var. Hangisini daha çok seversin?” diye sordu. Sert bir kayaya vurdu. Buradan su çıktı. Bu sudan içtim. Bu su, kardan daha soğuk, baldan daha tatlı idi. Ben bu hâle pek teaccüb ettim. Bunun üzerine o çoban bana; “Hayret etme. Kul mevlasına itaat edince, herşey ona itaat eder” dedi.

¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾

1) Mu’cem-ül-müellifîn cild-6 sh. 34

2) Ed-Dürer-ül-kâmine cild-2, sh. 247

3) Tabakât -üş-Şâfiiyye (Sübkî) cild-10 sh. 33

4) Şezerât-üz-zeheb cild-6 sh. 210

5) Miftâh-üs-se’âde cild-1 sh. 217

6) Tabakât-üş-Şâfiiyye (Esnevî) cild-2 sh. 579

7) Câmi’u kerâmât-il-evliyâ cild-2 sh. 120

8) Esmâ-ül-müellifîn cild-1 sh. 217

9) Keşf-üz-zünûn cild-1 sh. 90, 117, 719, 918. cild-2 sh. 1637, 1841, 1944

10) Brockelmann Gal-2 sh. 176; Sup-2 sh. 227

11) De Slane Catalogue des manuscrits arabes cild-1 sh. 300

12) Ahlwardt. Verzeichniss der arabischen Handschriften cild-9 sh. 194

13) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 1082

14) Kıyâmet ve Âhiret sh. 224