Konya’da yetişen evliyânın büyüklerinden. Mevlânâ Celâleddîn Muhammed Rûmî’nin torunu, Sultan Veled’in oğludur. İsmi, Celâleddîn Emîr Ârif olup, 670 (m. 1271) senesi Zilka’de ayının sekizine rastlayan Çarşamba günü doğdu. Küçük yaşta dedesi Mevlâna hazretlerinin teveccühlerine kavuştu. Babası Sultan Veled’den zâhirî ve bâtınî ilimleri öğrendi.
Babasının vefâtından sonra onun halîfesi, vekîli oldu. 719 (m. 1319) senesinde vefât etti.
Ârif Çelebi dünyâya gelince, dedesi Mevlânâ çok sevindi. Fakirlere sadakalar dağıttı, akîka kurbanları kesti, ziyâfetler verdi. Üç gün çok neş’eli sohbetler yaptı. Böylece, Konya’da bir bayram havası yaşandı. Mevlânâ, torununun doğumunun yedinci günü onu kucağına alıp, oğlu Sultan Veled’e buyurdu ki: “Oğlum! Bu torunumun ismi, Celâleddîn Emîr Ârif olsun. Celâleddîn diye hitâb etmez, Emîr Ârif diye çağırırsınız. Çünkü babam Sultân-ül-ulemâ, bana ismim Muhammed olduğu hâlde, Celâleddîn diye hitâb ederdi. Bu yavruda, yedi evliyânın nûrunu görüyorum. Bunlar; Sultân-ül-ulemâ, Seyyid Bürhâneddîn, Şems-i Tebrîzî, Selâhaddîn Konevî, Hüsâmeddîn Çelebi, dedesi ve babasıdır. Bu sebeple, onun kadrini, kıymetini bilerek iyi yetiştirin.”
Ârif Çelebi, yaşına girmeden, öyle gösterişli, öyle güzeldi ki, görenler hayran kalır, bakmağa doyamazlardı. Hattâ ona ikinci Yûsuf derlerdi.
Sultan Veled anlattı: “Oğlum Ârif Çelebi, küçük iken boynundan rahatsızlandı, öyle ızdırab çekiyordu ki, biz ölecek sandık. Tabîbler tedâvisinde âciz kaldılar. Ârif, hastalığın güçlüğünden hiç süt emmedi, su içemedi. Artık hayâtından endişeye düştük. Onun çektiği ızdıraptan gözümüze uyku girmiyordu. Nihâyet onu, babamın huzûruna’götürüp;
“Muhterem efendim! Bundan artık ümidimiz kesildi. Herhalde vefât etmek üzeredir” diyerek üzüntümü bildirdim. Bu sözlerimi sükûnetle dinleyen pederim Mevlânâ hazretleri; “Evlâdım Sultan Veled! Öyle şeyler söyleyip perişan olmayınız. Üzülmeyiniz. Zîrâ oğlumuz Celâleddîn Ârif, hemen gitmek üzere gelmedi. Onun, benim size bir yâdigârım olarak dünyâda uzun yıllar kalacağını, insanların hidâyete, doğru yola kavuşmasına vesile olacağını ümîd ediyorum” diyerek, Ârif Çelebi’yi kucağına aldı. Hastalığa sebep olan yerin üzerine enine ve boyuna yedişer çizgi çizdi ve; “Aklı olana bu işâret yetişir” yazısını yazdı. Bir ânda çocuk gözlerini açtı. Hemen annesine götürdüm, süt emzirdi. Kısa zamanda hastalıktan kurtuldu. Bu, babamın bir kerâmetinden başka birşey değildi.”
Ârif Çelebi’nin babası Sultan Veled anlattı: “Oğlum Ârif, babamın yanında ağladığı zaman, babam onu kucağına alır, mübârek parmağını çocuğun ağzına uzatırdı. Çocuk da iştah ile babamın parmağını emerdi. Ba’zan öyle kuvvetli çekerdi ki, parmağı koparacak sanırdık. Bu şekilde babamı üzüyor düşüncesiyle, bir daha böyle yaparsa çekip alayım, diye içimden geçirmiştim. Yine parmağını hızla çektiği birgün, babam, benim dikkatle baktığımı görünce, düşündüklerimi anlayarak; “Ey Veled! Ârif benim de oğlum değil midir?” deyince, ben de; “Siz, bizim sultânımızsınız. Bizler ise, sizin köleniziz” dedim. Bu sözüm üzerine; “Bizi seven köle de, talebe de, hep oğlumuzdur” buyurarak, merhametinin ne kadar çok ve herkes için geçerli olduğuna işâret buyurdular.”
Ârif Çelebi’yi ba’zan Mevlânâ yanına getirterek, ona teveccüh ederdi. Altı aylık olduğunda ona; “Allah de, yâ Celâleddîn!” diye söyler, o da herkesin kolaylıkla anlıyacağı bir şekilde üç defa; “Allah, Allah, Allah!” der idi. Bu sözleri büyük bir zevk ile dinleyen Mevlânâ hazretleri, onun ileride büyük bir evliyâ olacağını söylerdi.
Ârif Çelebi’nin vâlidesi Fâtıma hâtun anlattı: “Kayınpederimin vefâtından sonra, onun ayrılık acısının şiddetinden, üç gün üç gece, Ârifime süt vermek aklıma gelmedi. O dahî hiç ağlamadan bekleyip, açlığını hatırlatacak bir harekette bulunmadı. Fakat, üç gündür hiç yemeyip içmediği için, iyice zayıflamıştı. O gece bir miktar uyumuştum. Rü’yâmda Mevlânâ hazretlerini gördüm. Buyurdu ki: “Ey Fâtıma! Benim ayrılığım sebebiyle üzülüyorsanız, üzülmeyiniz. Zîrâ, bende bulunan bütün kemâlâtı ve feyzleri, oğlum Ârife aktardım. Beni arayan Ârifimde bulur. Şayet sen de beni istersen, Ârif’de bulursun ve nûrumu onda müşâhede edersin. Onun yetişmesiyle alâkalı herşeyi, ma’nevî olarak üzerime aldım.” Bu rü’yânın te’sîriyle hemen uyandım. Ârif Çelebi’yi üç gündür hiç doyurmadığım aklıma geldi. Artık göğsümden sütler akıyordu. Emîr Ârifin yüzünü açtığımda, bana doğru tebessüm ettiğini gördüm. Kucağıma alıp doyururken, cemâli dikkatimi çekti. O güzel yüzünde Mevlânâ’nın mübârek nûrunu gördüm, öyle heyecanlandım ki, bakmaya takat getiremedim. Elimde olmıyarak bağırmışım. Bağırdığımı, bana sonradan efendim haber verdi.”
Fâtıma hâtun, Ârif Çelebi’ye çok hürmet, izzet ve ikramda bulunurdu. Her zaman onun hatırını hoş tutardı. Birgün misâfir hanımların yanında çocuğuna aynı hürmeti gösterince, onlar; “Ey Fâtıma! İnsan hiç evlâdına bu kadar hürmet eder mi? Nitekim Ârif daha çocuktur” dediler. Bu sözlere karşı Fâtıma hâtun; “Bizim bu ta’zim ve hürmetimiz, Ârif için az bile. Onu bize Mevlânâ hazretleri emânet etti ve Ârife hürmet ve isteklerine riâyet etmemizi, son derece ikramlarda bulunmamızı emr etti. Ârifim ağladığı zaman, kayınpederim parmağını ağzına koyar, emzirir, büyüdüğünde zamanındaki evliyânın bir tanesi olacağını söylerdi” diye konuşunca, oradaki kadınlar söylediklerine pişman olup, özür dilediler.
Ârif Çelebi’nin Kur’ân-ı kerîm hocası anlattı: “Sultan Veled, oğlu Ârife son derece hürmet ve ta’zimde bulunurdu. Onu hiç incitmez, bütün arzularını yerine getirirdi. Ârif Çelebi ne zaman babasının meclisine gelse, babası hemen ayağa kalkıp, mihrâbdaki yerini ona verirdi. Birgün haddi aşarak: “Efendim! Ârif Çelebi daha küçüktür. Küçük bir çocuğa bu kadar iltifât etmeniz, tevâzu göztermeniz uygun mudur?” diye sordum. Sultan Veled, bu sözlerimi sükûnetle dinledikten sonra buyurdu ki: “Oğluma olan tevâzu ve hürmetim, babam Mevlânâ hazretlerinedir. Ârifin yürüyüşü, yerinde hareketleri, sükûnetleri, oturup dinlenmeleri, ahlâkı, hâlleri hep babama benzemektedir. Elimde olmayarak ona ta’zimde bulunuyorum. Babamın sağlığında o, süt emen çocuk idi. Şayet büyük olsaydı, bu hareketleri babamdan görüp öğrendi der idik. Görüldüğü gibi, onun hâl ve hareketleri, babamın tasarrufları ile olduğu meydandadır. Onu görünce, babam hatırıma geliyor, işte ona olan hürmetimin sebebi budur.”
Sultan Veled’in kerîmesi (kızı) anlattı: “Birgün babam ile oturuyorduk. Bir ara babamın hizmeti için kardeşim Ârif Çelebi içeri girdi. Fakat içerde fazla durmayıp, dışarı çıktı. O gidince, babam Sultan Veled buyurdu ki: “Sübhânallah! Babam Mevlânâ hazretlerinin hizmetlerinde çok bulundum. Bana, babamın bütün talebelerinin ve diğer kimselerin ma’nevî makamları gösterildi. Emîr Ârifin makamı gibi hiçbir makama rastlamadım. Onun makamının yüksekliğini anlamaktan âciz ve hayran kaldık. Onu gördüğüm zaman, kendimde bir başkalık, hâlimde bir değişiklik hissediyorum. Onun gibi bir velîye daha rastlamadım. Cenâb-ı Hak nazardan saklasın.” Vâlidem Fâtıma hâtun söze karışarak; “Madem ki, Ârifin mertebesi bu kadar yüksektir, niçin talebelerinizden, dostlarınızdan gizli tutup söylemiyorsunuz?” dedi. Babam da; “Hased edip, nazarı değen kötü gözlü kimselerin çıkmasından korkuyorum” diye cevap verdi.
Sultan Veled, birgün oğlu Ârif Çelebi’ye; “Evlâdım! Sen her nereye baksan, Mevlânâ’yı görür, Mevlânâ’dan bahsedersin. Küçük aklınla ma’rifetlerden, Allahü teâlânın zâtı ve sıfatlarına âit ince bilgilerden anlatırsın. Sen Mevlânâ’nın hâllerini ve makamlarını ve bu ma’rifetlerini nereden biliyorsun da, bize hiç tenezzül etmiyorsun?” diye sordu. Ârif Çelebi de: “Efendim! Ben o yüce zâtı, ma’nevî âlemde gördüm. O da bu fakiri gördü ve kendi kemâlâtını görebilecek gözün bağışlanmasına vesile oldu” diye cevap verdi.
Lala Fahreddîn anlattı: “Arada sırada Ârif Çelebi’yi kucağıma alıp, Hüsâmeddîn Çelebi hazretlerinin evine giderdim. Hüsâmeddîn Çelebi, bizi hep kapıda karşılar, Ârifi kucağına alarak odaya kadar götürürdü. Ona her türlü yiyeceklerden, nefis şerbetlerden ziyâfet çekerdi. Daha önceden alıp hazır ettiği güzel elbiseleri, kendi eliyle giydirirdi. Gideceğimiz zaman da, onu omuzuna alıp eve kadar götürür ve; “Ah! Mümkün olsaydı da Ârif Çelebi’nin lalası olup hizmetiyle şereflenebilseydim. Zîrâ, onun nûrunun doğu ile batıyı kuşatacağını ve âleme ışık salacağını, makamının çok yüce olacağını hocam Mevlânâ hazretleri haber verdiler. Ne mutlu o kimselere ki, Ârif Çelebi’nin hizmetiyle şereflenip, sevgilisi oluyorlar” diyerek, hasretini dile getirirdi.”
Sultan Veled anlattı: “Ârif Çelebi, beş yaşlarında idi. Birgün, başı iple bağlı bir öküzün yularından tutmuş götürüyordu. Onu o hâlde görünce; “Ey Ârif, bu öküz de nedir? Onu nereye götürüyorsun?” dedim. Cevâbında; “Bu yular, filân beyin başına takılan yulardır. Çünkü Mevlânâ dergâhına dil uzatmaktadır” dedi. Çocuğun bu hâline güldüm, fakat üç gün sonra duyduk ki, o beyin evini yağma edip, başını kesmişler.
Ârif, yine birgün toprakla oynuyordu. Bir müddet onu seyrettim. Toprağı mezar gibi balık sırtı yapıp, başlarına taş dikti. Ona; “Ârif bu nedir?” diye sordum. Cevâbında; “Bu, falanın kabridir” dedi. O gün, dediği gibi o kimse vefât etti.
Ârif Çelebi oniki yaşlarında idi. Birgün medresede dolaşırken, cübbesini yere serip; “Buyurun, cenâze namazını kılalım” dedi. Ben yine hayretle; “Bu kimin cenâzesidir?” diye sorduğumda; “Üstadımız Hüsâmeddîn Çelebi’nin cenâzesidir!” dedi. O gün, Hüsâmeddîn Çelebi’nin bağda hastalandığı haberi geldi. Birkaç gün sonra da vefât etti.
Kendi yaşlarında bir çocuk, bize bir tas içinde keşkek yemeği getirmişti. Ârif Çelebi, verilen keşkeği oturup Besmele ile yemeğe başladı. Çocuk da başında bekliyor, onu seyrediyordu. Küçük tas içindeki keşkeği bitirip ağzını kapattı, boş tası bekleyen çocuğa verdi ve; “Tasın kapağını aç da bir bak bakalım ne göreceksin?” dedi. Çocuk kapağı açınca, içinin keşkekle dolu olduğunu hayretle gördü. Artık o çocuk, Âriften hiç ayrılmaz oldu. Büyüyünce de, en sâdık talebeleri arasına girdi.”
Ârif Çelebi, küçük yaştan i’tibâren Kur’ân-ı kerîm, hadîs, tefsîr, fıkıh ilimlerini öğrenmeye, tasavvufda yükselmeye başladı. Kısa zamanda zâhirî ve bâtınî ilimlerde söz sahibi olacak şekilde yetişti. Çok zekî, pek edebli idi. Her haliyle Mevlânâ’ya benzerdi. Geceleri sabahlara kadar ibâdet eder, boş yere hiç vakit geçirmezdi. Devamlı ilim öğrenmeye ve insanlara faydalı olmağa gayret ederdi. Çok heybetli idi. Görenlerde, korku ile karışık bir saygı hâsıl olurdu. Yanına beyler, emirler, makamı yüksek olan kimseler, âlimler, evliyâ gelir, sükût ederek onu dinlerlerdi. Herkesin mertebelerine göre konuşur, sözlerinin herkes tarafından anlaşılmasını sağlardı. Kimsenin kabahatini yüzüne vurmaz, sohbetlerinde ortaya konuşurdu. Ma’nevî derecesine göre herkes hissesini alırdı. Başkalarının kalblerindeki gizli bilgileri, sormak istedikleri suâlleri anladığını belli etmez, dolaylı yollardan suâllerin cevaplarını verirdi. İslâmiyeti yaymak, Ehl-i sünnet i’tikâdını her tarafa duyurmak için çeşitli memleketlere gitti. Doğu Anadolu’yu, İran’ı Azerbeycan’ı gezdi. Her gittiği yerde İslâmiyetin güzelliğini, büyüklüğünü anlatıp, doğru ibâdet etmenin, ihlâslı olmanın, her işi Allah rızâsı için yapmanın ehemmiyetini îzâh ederdi. Geçtiği şehirlerdeki âlimler, onun sohbetlerine hayran kalırlar, ayrılırken şehir dışına kadar çıkarak, onu teşyî ederlerdi.
Bir defasında Tebrîz’e gitmek üzere yola çıktı. Yolda, Selçuklu sultânının vâlilerinden birinin oğlu olan Teoman Bey’le karşılaştı. Teoman Bey, görünüşü insana huzûr veren nûr yüzlü bu kimseye yakınlık göstererek, kim olduğunu ve nereye gittiğini sordu. O da, Mevlânâ hazretlerinin torunu olduğunu ve Tebrîz’e gittiğini söyleyince, Teoman Bey çok sevindi ve kendisinin de Tebrîz’e gittiğini bildirdi. Kabûl ederse beraber gidebileceklerini ve kendisine yol boyunca hizmet etmekle şereflenmek istediğini de ayrıca bildirdi.
Ârif Çelebi’nin, sohbet ederek giderlerken, Teoman Bey’in elinde bulunan doğana gözü takıldı. Teoman Bey’den doğanı istedi. O da kafesten çıkarıp teslim etti. Ârif Çelebi, doğanın ayaklarını çözüp salıverdi. Hürriyete kavuşan doğan hızla uçarak, gökyüzünde gözden kayboldu. Teoman Bey, şaşırmış bir hâlde doğanın arkasından bakakaldı. Bir müddet Mevlânâ hazretlerinin torunu olan Ârif Çelebi’ye ses çıkaramadıysa da, dayanamıyarak konuşmağa başladı: “Efendim! Bu doğan öyle bir doğan idi ki, ava gönderip de eli boş döndüğü hiç olmamıştı. Böyle bir doğanı bulmak ve ele geçirmek için neler çektim, ne masraflar yaptım. Bu doğanın misli yok idi. Sonra bunu, Tebrîz’de bulunan pâdişâh Gazân Hân’a hediye edecektim. Kimbilir bana ne kadar çok bahşişler ihsân edecekti. Üstelik, bir adamımla, ona bir doğan getireceğimi de bildirmiştim. Şimdi ben ne cevap vereceğim?” gibi teessürünü bildiren birçok sözler sarfetti. Sanki bu sözleri bekliyormuş gibi sükûnetle dinleyen Ârif Çelebi hazretleri, tebessüm ederek buyurdular ki: “Ey Teoman Bey! Bir doğan için insan bu kadar üzülür mü? Asıl üzülünecek hâl, Allahü teâlâya karşı yaptığımız hatâ ve kusurlar, işlediğimiz günahlar ve isyanlardır. Madem ki, doğanın için bu kadar üzülüyorsun, çağıralım gelsin istermisin?” Teoman Bey; “Muhterem efendim! Eğer bu doğan tekrar elimize gelirse, ziyadesiyle sevinirim. Ne kadar malım varsa, hepsini vermeye hazırım. Beni yeniden hayata kavuşturmuş gibi olursunuz” dedi. Bunun üzerine Ârif Çelebi; “Ey kıymetli doğan! Babam Mevlânâ hazretlerinin hatırı için buraya gel!” diye seslendi. Bir ânda, kaybolan doğan, yükseklerden süzülerek Ârif Çelebi’nin omuzuna konuverdi. Omuzundan kuşu alıp Teoman Bey’e verince, Teoman Bey ne yapacağını şaşırdı. Ârif Çelebi’nin eline sarılıp öpmeye başladı. Orada, üzerinde bulunan ikibin altını ve yedeğinde bulunan en güzel atı, Ârif Çelebi’ye hediye etti. Teoman Bey, bu kerâmeti görünce, Ârif Çelebi’ye muhabbeti pek ziyâdeleşti.
Uzun yolculuklardan sonra Tebrîz’e vardılar. Teoman Bey, Gazân Hân’a doğanı hediye edince, sultan, doğanı çok beğendi; otuz iyi cins at ve altmış bin altın ihsânda bulundu. Teoman Bey bir fırsatını bulup, yolda geçen hâdiseyi Gazân Hân’a anlattı. Ârif Çelebi’nin İslâmiyete olan bağlılığını, geçtikleri şehirlerde insanlara emr-i ma’rûf yapmak, dîn-i İslâmı yaymak için nasıl çırpındığını uzun uzun îzâh etti. Gazân Hân, Ârif Çelebi’yi hiç görmediği hâlde, ona karşı kalbinde büyük bir muhabbet hâsıl oldu. Onu görmekle şereflenmek, sohbetiyle bereketlenmek için, çok sevdiği âlimlerden birkaç tanesini, onu da’vet etmek için vazîfelendirdi. Ârif Çelebi de, bu nâzik da’vete peki diyerek gitti. Tebrîzli birçok âlimin ve velilerin de bulunduğu da’vette, kalblere şifâ olan çok kıymetli sohbetlerde bulundu. Başta sultan olmak üzere, orada bulunan herkes, bilgisinin derinliğine, Allahü teâlânın zâtına ve sıfatlarına âit ma’rifetlerinin üstünlüğüne hayran kaldılar, Ârif Çelebi’ye olan sevgileri kat kat arttı.
Ârif Çelebi, birgün dedesi Mevlânâ’nin, türbesini ziyâret ettikten sonra, talebe ve dostlarıyla birlikte orada cenâze namazı kılınan musalla taşının yanına geldiler. Ârif, cübbesini çıkararak musalla taşının üzerine koydu. “Gâib er kişi niyetine, cenâze namazına buyurun!” diyerek, cenâze namazı kıldırdı. Sonra da; “Dostlarım! Gazân Hân vefât etti. Onun cenâze namazını kıldık” dedi. Dostları ve talebeleri, o târihi bir yere kaydettiler. Tebrîz’den gelen tüccârlara sordular. Onlardan Gazân Hân’ın kaydettikleri târihte vefât ettiğini öğrenince, Ârif Çelebi’nin büyüklüğünü bir kere daha anladılar.
Ârif Çelebi, bir gün dedesi Mevlânâ hazretlerinin türbesini ziyâret ederken, Emîr Hayran isminde bir velî yanına geldi. Onunla uzun uzun sohbet ettiler. Sohbet esnasında, Emîr Hayran kalbinden; “Ârif Çelebi keşke sarığını bana verse de, bereketlensem” diye geçirdi. O ânda Ârif Çelebi, başından sarığını çıkararak, Emîr Hayran’ın başına koydu.. Sonra da; “İnşâallah önümüzdeki bayramda yine buluşur, sohbet ederiz” dedi. Hakîkaten, bayramda yine buluşup sohbet ettiler.
Ârif Çelebi hazretleri, bir defasında Sivas’a gitmişlerdi. Orada Mevlânâ Celâleddîn Rûmî’yi (r.a.) çok seven Ahî Muhammed isminde bir kimse vardı. Ahî Muhammed, o günlerde çok hasta olmasına rağmen, Ârif Çelebi’nin geldiğini işitince, başta Ârif Çelebi’yi ve Sivas’ın ileri gelen âlimlerini, velîlerini yemeğe da’vet etti. Yemekten sonra Ârif Çelebi, Allahü teâlânın emir ve yasaklarını bildiren, Cenneti, Cehennemi ve evliyânın hâllerini anlatan bir sohbete başladı. Sohbet esnasında Ahî Muhammed kalbinden; “Âh, Ârif Çelebi hazretleri duâ etseler de, benim de hastalığım iyi olsa, şifâ bulsam” diye geçirdi. O ânda Ârif Çelebi Ahî Muhammed’e dönerek; “Ey Ahî Muhammed! Merak etme. Cenâb-ı Hak her şeye kâdirdir. Hastalığı veren de, şifâsını yaratan da O’dur. Allahü teâlâ sana da şifâlar ihsân eylesin!” buyurdu. Bu sözlerden sonra, Ahî Muhammed vücûdunda bir değişme hissetti. Ağrıyan yerlerinin sızısı durdu ve Ârif Çelebi’nin duâsı bereketiyle şifâ buldu.
Ladik şehrinde, Kâdı Necmeddîn isminde bir kimse vardı. Mevlânâ’yı çok sevdiğini ve onun yolunda olduğunu söylerdi. Hattâ Ladik şehrinde, Mevlânâ’nın halîfesi bile oldu. Fakat, kendisinden ders almak için gelen talebelerin çokluğundan gurûra ve kibre kapıldı. Ârif Çelebi Ladik’e geldiğinde, Kâdı Necmeddîn, “Mevlânâ’nın talebelerinden olup da ziyâfet vermedi demesinler” diye onu da’vet etti. Yemekten sonra Ârif Çelebi, orada bulunanlarla sohbet etmeye başladı. Kâdı Necmeddîn ve ona uyan birkaç kimse, gizlice dışarı çıkıp, Ârif Çelebi’nin yaptığı sohbet ile aralarında alay etmeye başladılar. Onun hakkında dedikodu yaparak, lâyık olmayan hareketlerde bulundular. Bunları yaparken, Allahü teâlânın evliyâsı olan Ârif Çelebi’nin, yaptıklarından habersiz olduğunu sandılar. Bir ara içeri girdiklerinde, Ârif Çelebi onlara dikkatle baktı. Bu bakış ile, herbirinin başlarına bir ağrı saplandı. Öyle ki, Ârif Çelebi’ye olan düşmanlıkları çoğaldıkça, ağrıları da fazlalaşıyor, kinleri azaldıkça, ağrıları da azalıyordu. Ağrıları öyle dayanılmaz hâle geldi ki, ne yapacaklarını şaşırdılar. Sonunda, “Allahü teâlânın evliyâsına olan düşmanlığın, kendi zararlarına olacağını” anladılar. Kalblerindeki kin ve düşmanlığı muhabbete çevirmek mecbûriyetinde kaldıkları ân, başlarındaki ağrı geçti. Ârif Çelebi’yi çok severek hastalıktan kurtuldukları gibi, onun iltifâtlarına da kavuştular.
Bir ara Ladik’de kuraklık oldu. Yağmur yağmadığı için otlar kurudu, ekinler mahsûl vermedi. Topraklar susuzluktan çatladı, hayvanlar yiyecek birşey bulamadı. Ladikliler defalarca yağmur duâsına çıktılarsa da, yağmur yağmadı. Sonunda Ulu Ârif Çelebi hazretlerine bir heyet göndererek, Ladik’e da’vet ettiler. Ladik’de büyük bir meydana toplanıp, durumlarını arz ettiler. Ârif Çelebi de; “Herşeyi yaratan Allahü teâlâdır. Kimbilir hangi hatâ ve kusûrlarımız sebebiyle bu durumlara düştük. Hepimizin tövbe ve istiğfar etmesi lâzım, ibâdetlerimizi doğru olarak yapıp, günahlardan şiddetle kaçınmalıyız. Haram yemeyip çocuklarımıza helâli, haramı ve farzları öğretmeliyiz” buyurdu. Sonra halkın toplu olduğu meydandan uzak tenhâ bir yerde, ellerini açarak duâ etmeye başladı. Henüz duâsını bitirmemişti ki, gökyüzünde yağmur bulutları birikmeye başladı. Yavaş yavaş yağmaya başlayan yağmur, günlerce devam etti. Her taraf suya kavuştu. Herkes Ârif Çelebi’ye duâ ettiler.
Emîr Bey Abgiri anlattı: “Kardeşim Mecdüddîn ve Ahî Muzafferuddîn ile anlaşıp, kimya ilmini öğrenmeye karar verdik. Bu anlaşmamızı da kimseye söylemiyeceğimize söz verdik. Birgün bu arkadaşlarımla Konya’ya geldik, önce Mevlânâ hazretlerini ziyâret etmeye gittik. Biz türbenin kenarında dururken, içeriden Ârif Çelebi çıkıp yanımıza geldi. Hepimize dikkatle baktığında, onun heybetinden aklımız gidecek sandık. Sonra Ahî Muzafferuddîn’in yakasından tutarak; “Ey Muzaffer! Eğer kimya ilminde başarılı olmak istiyorsan, zirâat ile meşgûl ol. Eğer Kimya ilmini istersen, Mevlânâ hazretlerinin ve cenâb-ı Hakkın evliyâsının muhabbetini kazan” buyurdu ve tekrar içeri girdi. Hepimiz şaşırmıştık. Muzafferuddîn söz dinledi. Zirâat işleriyle meşgûl oldu. Kısa zamanda servet sahibi oldu. Bizler de başka işler bularak, o düşündüğümüzden vazgeçtik.”
Ârif Çelebi’yi sevenlerden biri anlattı: “Bir kurban bayramı arefesi idi. Sultaniye şehrinde bir medresede, o gün kuşluk vakti, Ârif Çelebi hazretleri kaylûle yaparak istirahat ediyordu. Bir ara uykusunun arasında; “Yapmayınız!” diyerek doğruldu ve tekrar uyudu. Bir müddet sonra uyandığında; “Efendim! Uykunuz arasında doğrulup, “Yapmayınız!” diye konuştunuz. Acaba hikmeti nedir?” diye sordular. Cevâbında; “Konya’da bulunan talebelerimizden Nâsıruddîn ile Şücâeddîn, babamın türbesi yakınında münâkaşa ediyorlardı. Onları, münâkaşa ederek birbirlerinin kalblerini kırmamaları için ikâz ettim. Ben onlara böyle söylerken, yanlarından geçmekte olan iki erkek ile bir kadın da beni orada gördüler” buyurdu. Konya’ya geldiğimizde, Nâsıruddîn’e; “Siz arefe günü ne yaptınız?” diye sorduk. O da; “Şücâeddîn bana uygun olmayan bir söz söyledi. Onu bu sözden men edince, aramızda bir münâkaşa başladı. O sırada hocamız Ârif Çelebi hazretlerinin yanımıza gelip bize; “Yapmayınız!” sözü ile münâkaşayı kestik ve utanıp barıştık” dedi. Bu hâdise olurken yanlarından geçen erkekler ve kadın ise; “Biz, Ârif Çelebi’yi orada hem gördük, hem de sesini işittik” dediler.
Ârif Çelebi’yi sevenlerden Kerîmüddîn anlattı: “Ârif Çelebi, bir gün kaleye gitmek istedi. Hemen kale muhafızına haber verdik. Muhâfız ve yardımcıları hazırlanıp. Ârif Çelebi’yi hürmetle karşıladılar. Ârif Çelebi uygun bir yerde oturup sohbet etmeye başladılar. Sohbet esnasında, kale muhafızı kalbinden; “Ârif Çelebi hazretlerine ne ikram etsem ki, bostan tarlasına kavunları da yeni ekmiştim. Keşke daha önce ekseydim, şimdiye kadar biter, olgunlaşırdı” gibi şeyler geçirdi. Bu sırada Ârif Çelebi, muhafıza dönerek; “Bize kavun ikram etmeyecek misiniz? dedi. Muhâfız da; “Efendim! Ben de şimdi bunu düşünüyordum. Fakat kavunun çekirdeklerini yeni ekmiştim, daha çıkmamıştır bile” dedi. Ârif Çelebi ise tekrar; “Siz gidiniz, misâfirlerinize kavun ikram ediniz” buyurunca, muhafız; “Bunda bir hikmet olsa gerektir” diyerek bostana gitti. Kavunların ekildiği yere varınca, hayretinden aklı gidecek gibi oldu. Yeni diktiği çekirdekler, yetişmiş, kavunlar meydana gelmiş ve olgunlaşmıştı. Hemen en olgunlarından birkaç tane alıp götürdü. Kesip, ikram etti. Bu hâdiseye, orada bulunanlar da hayret etti. Kale muhafızı Emîr Necmeddîn kalbinden; “Acaba şimdi Ârif Çelebi’nin bu kerâmeti gibi kerâmet gösterebilen var mıdır?” diye düşünüyordu. Ârif Çelebi, bu kerâmetini görüp hayret edenlere karşı da; “Allahü teâlâ, hazret-i Meryem için kuru hurma ağacından taze hurma yarattı. Cenâb-ı Hakka, bir dostunun hâtırı için birkaç kavun yaratmak zor değildir. Bunda hayret edecek birşey yoktur” buyurdu. Sohbet bittikten sonra, Ârif Çelebi evine döndü. Orada olanlar, muhafızla birlikte bostana gittiler. Bostana geldiklerinde, çekirdeklerden daha yeni yeni yaprakların çıkmaya başladığını gördüler. Hepsinin de Ârif Çelebi’ye olan bağlılıkları arttı. Ona kalblerinde daha çok muhabbet beslediler.”
Ârif Çelebi, Konya’nın Akşehir kazasına dostlarını ziyârete gitmişti. Akşehir’de hergün sohbetler ederek, birkaç gün geçirmişti. Şehrin hâkimi olan İzzeddîn ismindeki kimse düşündü ki; “Akşehir’in yedisinden yetmişine herkes, Ârif Çelebi’ye pek fazla muhabbet besliyorlar. Ola ki tarafımdan, onun hoşuna gitmeyen bir hareket meydana gelir de kalbi kırılır. Bu durum ise bizim mahvolmamız demektir. En iyisi, Ârif Çelebi’yi uygun bir şekilde Konya’ya göndermek lâzım.” Hâkim İzzeddîn, bu düşünce ile evinden çıktı. Atına binmiş giderken, yolda Ârif Çelebi’ye rastladı. İzzeddîn daha birşey söylemeden, Ârif Çelebi; “Ey İzzeddîn! Ba’zı dostlarımız bizi Akşehir’den göndermek isterler. Sanırım ki, biz daha buradan ayrılmadan, onlar tekrar yalvarıp yakararak kalmamızı isterler. Fakat artık iş işten geçmiştir. Onların tekliflerini red ederiz. Bir daha da Akşehir’e gelmeyiz ve ebedî olarak pişman olurlar” dedi. Bunları ter dökerek dinleyen Hâkim İzzeddîn, atından aşağı atladı ve Ârif Çelebi’nin ellerini öpmek için sarıldı, suçunu i’tirâf etti. Bundan sonra, Ârif çelebi’yi en çok sevenlerden ve ona en bağlı talebelerinden oldu. Ladik şehrinde Nâzıroğlu isminde bir Emîrzâde vardı. Şehrin ileri gelenlerinden ba’zıları Emîrzâdeye; “Hepimiz Ârif Çelebi’ye talebe olmakla şereflendik. Allahü teâlânın evliyâ kullarına talebe olmak bulunmaz bir ni’mettir. Onlar ki, vefât ânında şeytânı kovalarlar, âhırette şefaat edip kurtarırlar. Gel sen de onun talebesi ol ki, kurtulasın!” dediler. Emîrzâde de; “Elbet ben de talebesi olmak isterim. Fakat bir şartım var ki, o da; bana duâ edip, cenâb-ı Hak bir çocuk ihsân ederse, talebe olurum. Yoksa talebesi olmam” dedi. Ertesi gün Emîrzâde, sabahın erken saatlerinde hamama gitmek için evinden çıktı. Yol üzerinde durmakta olan bir kimseyi gördü. Yanına yaklaşırken; “Acaba bu saatte yol üzerinde bekleyen kimdir? Yoksa sarhoş falan mıdır?” diye düşünüyordu. Yanına geldiğinde, o kimsenin Ârif Çelebi hazretleri olduğunu görünce şaşırdı, öyle düşündüğüne pişman oldu ve ellerini öpmek için eğildi. Ârif Çelebi ise; “Düşüncelerinde yanılıyorsun Emîrzâde! Ben sarhoş değilim. Bu erken saatte burada olmamın sebebi ise, senin kurtuluşuna vesile olmak içindir. Al bu gül demetini evine git! Allahü teâlâ sana hayırlı evlât ihsân eylesin” buyurdu. Emîrzâde, Ârif Çelebi’nin ellerini öptükten sonra, gül demetini alarak evine gitti. Bir sene kadar sonra bir erkek evlâdı oldu. Emîrzâde de Ârif Çelebi hazretlerine gelerek, hizmetiyle şereflendi ve onun en kıymetli talebelerinden, keşif ve kerâmet sahibi bir kimse oldu.
Ârif Çelebi, 719 (m. 1319) senesinde, Aksaray ilçesine dostlarını ve talebelerini ziyârete gitti. Bir gece rü’yâsında, peşpeşe aralıksız olarak birkaç defa âh ederek, bir müddet ağladı. Orada bulunan dostları, bunu öğrendiler ve kendisine, ağlamasının hikmetini sordular. O da; “Rü’yâmda bir köşkte oturmuş, penceresinden güzel bir bahçeyi seyrediyordum. O bahçenin güzelliğini anlatmak mümkün değildir. Zira onu anlatacak diller ve yazacak kalemler âciz kalır. Bahçeyi seyrederken, orada dedem Mevlânâ hazretlerini gördüm. Bana mübârek eliyle işâret ederek; “Ey Ârif! Gel, bundan sonra bize gel. Artık orada kalman yeter” dedi ve gözden kayboldu, İşte, dedeme olan hasretim sebebiyle ağladım. Her geçen gün âhırete gitme arzum çoğalmaktadır” dedi. Sonra Konya’ya dönmek için yola çıktı. Konya’ya geldiğinden iki gün sonra, Cum’a idi. Güneş doğduktan sonra dışarı çıkıp, güneşe doğru döndü ve ba’zı sözler söyleyip kasideler okudu. Sonra talebelerine dönerek; “Kardeşlerim! Artık gitme zamanım yaklaştı. Zîrâ her nefeste sesler geliyor. Sizlere veda ediyor, Allahü teâlâya emânet ediyorum” buyurdu. Evine girip yatağına yattı. Bir hafta hasta yattıktan sonra, ertesi Cum’a günü kalktılar. Şu ânda medfûn bulunduğu yere gelip, orayı işâret ederek; “Beni buraya defnediniz” buyurarak vasıyyet etti. Tekrar istirahata çekilerek, günlerce hasta yattı. Hastalığının yirmibeşinci gecesinde zelzele oldu. Ba’zı binalar yıkıldı. İki gün sonra da, Zilhicce ayırım yirmidördünde Salı günü ikindi vaktine yakın, “La ilahe illallah, Muhammedün Resûlullah” diyerek son nefesini verdi ve sevdiklerine kavuştu.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Menâkıb-ül-ârifîn cild-2, sh. 819
2) Risâle-i Sipahsalar sh. 150