TEFTÂZÂNÎ (Sa’deddîn Mes’ûd bin Ömer)

Tefsîr, hadîs, kelâm, nahiv, mantık ve fen âlimi. En büyük Şafiî âlimlerindendir. Asrının müceddidlerinden idi. Unutulmuş olan İslâm bilgilerini yeniden ortaya çıkarıp, ihyâ etti. İsmi, Mes’ûd bin Ömer bin Abdullah’tır. Nesâ köylerinden Teftâzân köyünde, 712 (m. 1312) senesinde doğdu. Sa’düddîn lakabı verildi. Timur Hân ve Seyyid Şerîf Cürcânî (r.a) gibi din ve dünyâ büyükleriyle görüştü. Anadolu’ya geldi. Eserleri yıllarca medreselerde ders kitabı olarak okutuldu. 791 (m. 1389) yılında Semerkand’da vefât edip, Serâhs’ta defnedildi.

Sa’deddîn Teftâzânî, daha küçük yaşta, üstün zekâsı ve anlayışı ile herkesin dikkatini çekti. Yakınları, onun ilim öğrenip, Allahü teâlânın dînine hizmet etmesini arzu ettiler. Daha çocuk iken, Kur’ân-ı kerîm okumasını, temel din bilgilerini ve âlet (yardımcı) ilimleri ona öğrettiler. Zamanın en büyük âlimlerinden ders almasını te’min ettiler. Onaltı yaşında “Tasrîf-ül-İzzî’ye şerh yazabilecek hâle gelen Sa’deddîn Teftâzânî, Adûdüddîn Îcî ve Kutbüddîn Râzî gibi, devrinin en ileri gelen âlimlerinden ders aldı. Allahü teâlânın dînini öğrenmek ve öğretmek için çok çalıştı. Naklî ve aklî ilimlerin hepsinde söz sahibi oldu. Allahü teâlânın kullarına, O’nun rızâsını kazanmak için öğrendiklerini öğretti. Eserlerinde ve talebelerine verdiği derslerinde, Selef-i sâlihînin yolunu ihyâ etti. Selef-i sâlihîne (r.a) halef-i sâdıkîn oldu. Zamâmanındakilerin ve daha sonra gelen âlimlerin iltifâtlarına mazhar oldu. Herkes tarafından kabûl gördü.

Timur Hân’ın yanında bulunup, çok hürmet gördü. Ona nasihatlerde bulundu. Seyyîd Şerîf Cürcânî hazretleri ile sohbet etti.

Birçok talebe yetiştiren Sa’deddîn Teftâzânî’nin en meşhûr talebeleri; “Rebî’ul-cinân fil-meânî vel-beyân” adlı eserin yazarı Hüsâmeddîn Hasen bin Ali Ebyurdî, Celâleddîn Yûsuf Evbehî ve Burhâneddîn Haydâr’dır. Bunlardan başka daha pekçok talebe yetiştirip, kıymetli eserler yazdı. Yazmış olduğu eserler ve onlara yapılan şerhler, bilhassa medreselerin temel kitapları oldu. Eserleri ve ünü, İslâm dünyâsının her tarafına yayıldı. Eserlerinin herbirine birçok şerh ve haşiyeler yazıldı. Değişik mevzûlardaki bu eserleri, matbaadan önce, birçok defa yazılarak çoğaltıldı, İslâm dünyâsında matbaanın yaygınlaşması ile de, müteaddit baskıları yapılarak çok kişinin kolayca istifâdesi sağlandı.

Eserlerinden başlıcaları şunlardır: 738 (m. 1337) senesinde onaltı yaşında iken yazdığı “Şerh-ut-Tasrîf-il-İzzî” adlı eseri, ilk defa İstanbul’da 1253 (m. 1837) senesinde olmak üzere, Tahran, Dehlî, Bombay, Luknov ve Kâhire’de müteaddit baskıları yapıldı.

Arabca nahiv kitabı olan “İrşâd-el-hâdî” ve belagata dâir “El-Mutavvel”i yazdı. Mutavvel’i yazarken çok sıkıntı çekti, pekçok mâni ile karşılaştı. “Herşeyin bir mânisi vardır, ilmin ise pekçok mânileri vardır” sözünü, bu kıymetli eserini yazarken buyurmuştur. “Mutavvel”in 1260 (m. 1844) senesinde İstanbul’da ilk baskısı yapıldı. Luknov, Tahran ve Dehlî’de değişik târihlerde birçok baskıları yapıldı, İslâm âlimleri, bu eser hakkında; “Mutavvel kitabı, belagât-ı Kur’âniyyeyi ihyâ etmiştir” buyurmuşlardır. Yine belagat ilmine dâir “Muhtasar” kitabı da yıllarca medreselerde okutuldu. Birçok baskıları yapıldı. “Şerh-ul-kısm-is-sâlis minel-Miftâh” da belagata dâirdir. Mantık ilmine dâir; “Şerh-ur-Risâlet-üş-Şemsiyye” ve “Tehzîb-ül-mantık vel-kelâm” adlı eserleri vardır. Kelâm ilmine dâir; “El-Mekâsid”, “Tehzîb-ül-mantık vel-kelâm”, “Şerh-ül-Akâid-ün-Nesefiyye” ve “Fadîhat-ül-mülhidîn” adlı eserleri vardır. Fıkıh usûlüne dâir; “Et-telvîh ilâ keşfi hakâik-it-tenkîh” ve “Şerhu şerh-ü Muhtasar fil-usûl” adlı eserleri mevcûttur. Fıkıh ilmine dâir, “El-Miftâh” ve “İhtisâr-ı şerhu Telhîs-il-Câmi-ül-kebîr liş-Şeybânî” adlı eserleri ve tefsîr ilminde; “Şerh-ül-Keşşâf’ adlı eseri, dil ve edebiyatta; “En-Niam-üs-savâbig fî Şerh-il-kelâm-in-nevâbig” ve Sa’dî Şîrâzi hazretlerinin “Bustân” ını manzûm olarak Türkçeye tercüme etti.

Molla Gürânî (r.a.) ile Fâtih Sultan Mehmed Hân arasında geçen bir sohbette, Sa’deddîn Teftâzânî’nin (r.a.) üstünlüğünden şöyle bahsedilmektedir:

Şeyhülislâm Molla Gürânî (r.a.), birgün talebesi Fâtih Sultan Mehmed Hân’la sohbet ederken, Timur Hân’ın ilme ve âlimlere hürmetinin çokluğundan bahsederek şöyle dedi: “Timur Hân, âcil bir iş için bir yere atlı ulak gönderdi, işin ehemmiyetinden dolayı da ulağa tam yetki verip; “Yolda atın yorulduğu anda; kimin atını bulursan, emrimi söyle, atını al, yola devam et” dedi. Ulak yola çıktı. Atını değiştirecek oldu. Otlatılıp tımar edilen atlar gördü. Varıp bunlardan birini almaya kalktı. Atlara bakan hizmetçiler, ulağa istediği atı vermediler ve; “Sen Sa’deddîn Teftâzânî’nin (r.a.) atını nasıl almaya kalkışırsın?” dediler. Ulak, kan-ter içinde Timur Hân’ın huzûruna döndü. “Sa’deddîn Teftâzânî’nin adamları bana böyle yaptı. Sebebi de bu idi” diyerek, at vermediklerini anlattı. Timur Hân, emrine böyle karşılık verilmesine çok üzüldü. Ancak, ulağa bol hediyeler verip gönderdi ve; “Eğer böyle mühim bir iş için giden atlıya bu hareketi oğlum Şahrûh’un adamları yapsaydı, hiç aman vermez, cezâlarını verirdim. Ama o benzeri olmayan kişiye, Sa’deddîn Teftâzânî’ye nasıl ceza vereyim? O, kalemiyle benim topraklarımın dışına da hükmeder. Eserleri, keskin kılıçlarımın erişemediği yerlere gider” dedi.

Sa’deddîn Teftâzânî hazretlerinin “Akâid-i Nesefiyye”ye yaptığı şerh çok meşhûrdur. Bu kıymetli eserde buyuruldu ki:

“Lügatte îmânın ma’nâsı, tasdîk etmek, haber verenin hükmünü ve doğru söylediğini kabûl etmektir. Tasdîk ve kabûl etmeden, haberin veya habercinin doğru olduğunu söylemek, îmân değildir. Îmân, tam bir tasdîk ve teslimiyetle haberi veya haber verenin sözünü kabûl etmektir. Resûlullah efendimizin (s.a.v.) bildirdiklerini ve yüksek zâtının doğru sözlülüğünü tasdîk etmelerine rağmen ba’zı kâfirlere “Kâfir” denmesinin sebebi, onlarda Resûlullahı (s.a.v.) yalanlama ve inkâr alâmeti olan şeylerin görülmesinden dolayıdır. Nitekim, Resûlullah efendimiz (s.a.v.) bütün bildirdiklerini kalbi ile tasdîk edip, dili ile söyleyen ve söylediği gibi amel eden kimse, hıristiyan din adamlarına ve papazlara mahsûs zünnârı kendi arzusu ile beline bağlasa, İslâmiyetten ayrılmış olur. Çünkü, onun beline zünnâr bağlaması, inkâr ve tekzîb alâmetidir. İnkâr alâmeti ile birlikte olan tasdike i’tibâr yoktur.

Îmânın dindeki ma’nâsı, Allahü teâlâdan getirildiği zarurî olarak bilinen şeylerin hepsine kısaca îmân edip, kalbi ile tasdîk etmektir. Buna icmâlen (topluca) inanmak denir, icmâlen îmân, îmânın, yokluğu ve eksikliği kabûl edilmeyen esâsıdır. Bu olmadan asla îmân olmaz, icmâlen inanmak, îmân için kâfidir. Ancak bu derecede olan bir icmâlî îmân, sahibini tafsîlî (îmân esaslarına ayrı, ayrı) îmândan müstağni, uzak bırakmaz. Çünkü yaratıcının varlığını ve sıfatlarını tasdîk eden ve bunun yanında Allahü teâlâya şirk koşan bir kimse, sâdece lügat bakımından îmân etmiş, mü’min olmuştur. İslama göre mü’min değildir. Çünkü o, Allahü teâlâya şirk koşmakla tevhîd i’tikâdını, Allahü teâlânın birliğine olan îmânını bozmuştur. Nitekim Kur’ân-ı kerîmde, Yûsuf sûresi 106. âyet-i kerîmede meâlen; “Onların çoğu Allahü teâlâya îmân ediyoruz derler. Fakat imansızdırlar. Başka şeylere ibâdet ederek müşrik olmuşlardır” buyurmuştur.

Îmânın ikinci rüknü, ikinci esası, kalb ile tasdîk edilen îmânı, dil ile de söylemektir. Kalb ile tasdîk, îmânın birinci ve hiç ayrılmayan rüknüdür. Dil ile ikrâr ise, ikrah, zorlama hâlinde düşebilir. Bunun îmâna zararı olmaz. Kalbi ile tasdîk edip dili ile ikrâr etmeyen kimse, Allahü teâlâ katında mü’mindir. Fakat dünyâ ahkâmında mü’min muâmelesi görmez. Çünkü, îmânını dili ile açıklamamış ve ikrâr etmemiştir. Dili ile îmânını izhâr ve ikrâr edip, kalbi ile tasdik etmiyen kimse ise, Allahü teâlâ katında mü’min değildir. Fakat dünyâ ahkâmına göre mü’mindir. Dindeki hakîkî ma’nâsıyle münâfıklar böyledir.

Kalbi ile tasdîk edip de, dili ile ikrâr etmek istediği hâlde, dilsizlik gibi bir mâni sebebiyle îmânını ikrâr edemiyen kimse mü’mindir. Bunun üzerinde icmâ (İslâm âlimlerinin sözbirliği) vardır.

Bütün bunlardan anlaşılıyor ki; kalbi ile inanıp tasdîk etmeden, sâdece dili ile Kelime-i şehâdeti söyleyen bir kimse îmân etmiş olmaz.

Mü’min, büyük günah işlemekle îmândan çıkmaz. Kalb ile tasdîk olan îmânı, ancak ona zıt olan şeyler giderir. Nefsinin, şehvetinin, kızgınlığının, tenbelliğinin ağırbasmasıyla büyük günah işleyen bir mü’minde, ceza korkusu, af ve mağfiret olunma ümîdi ve tövbe azmi olursa; onun büyük günah işlemesi îmânını gidermez. Eğer, büyük günahı helâl kabûl ederek veya günah olduğuna ehemmiyet vermeksizin yaparsa küfür olur. Çünkü böyle yapmak, inkâr ve imansızlık alâmetidir. Dîni hak kabûl eden bir kimsenin Cehennemde azâbı gerektiren bir işi, bir günahı basit görmesi mümkün değildir.

Mü’mini dinden çıkaran kötülüklerden bir kısmı da; dînin sahibinin tekzîb, yalanlama alâmeti saydığı şeylerdir. Böyle olduğu şer’î delîllerle sabittir. Meselâ; puta secde etmek, Kur’ân-ı kerîmin yazılı olduğu Musfah-ı şerîfi pis yerlere atmak, küfrü (imansızlığı) gerektiren sözleri söylemek, bunlardandır.

Îmân, kalb ile tasdik, dil ile ikrâr olduğuna göre; îmân edilmesi gereken şeylere kalbi ile inanıp, dili ile de bunları söyleyen kimsenin, küfrü gerektiren işlerden ve sözlerden sakınması gerekir.

Allahü teâlâ”, kendisine şirk (ortak) koşulmasını affetmez. Bunun dışında, küçük ve büyük günah işlemiş olanları dilerse affeder. Allahü teâlâ, büyük günahtan sakınsın veya sakınmasın, işlediği küçük günahtan dolayı kula azap edebilir. Nitekim Kur’ân-ı kerîmde, Nisa sûresinin kırksekizinci âyet-i kerîmesinde meâlen; “Allahü teâlâ, şirki elbette affetmez. Dilediği kimselerin, şirkten ya’nî îmânsızlıktan başka günahlarını affeder.” Kehf sûresi kırkyedinci âyet-i kerîmede de meâlen; “Amel defteri ortaya konunca, suçluların, onda yazılı olanlardan korktuklarını görürsün, “Vah bize, eyvah bize! Bu defter nasıl olmuş da küçük büyük birşey bırakmadan hepsini saymış?” derler, işlediklerini onda hazır bulurlar. Rabbin kimseye haksızlık etmez” buyurulmaktadır.

Büyük günah işleyenler hakkında, Peygamberlerin (aleyhimüsselâm) ve seçilmiş kimselerin şefaat etmesi haktır. Bu husûsta Resûlullah efendimizden (s.a.v.) pekçok haber gelmiştir.

Büyük günah işleyip de Cehenneme giden mü’minler, tövbesiz vefât etmiş olsalar bile, Cehennemde ebedî olarak kalmazlar. Cezaları kadar yandıktan sonra Cennete girerler.

Allahü teâlâ, insanlardan Peygamberler (a.s.) göndermiştir. Bu Peygamberlerin (a.s.) gönderilmesinde birçok hikmetler vardır. Peygamberler (a.s.), akılların bulmaktan âciz kaldığı dünyâ ve âhıret saadetine dâir faydalı şeyleri insanlara açıkladılar. Peygamberler (a.s.), îmân edip, sâlih amel işleyenleri Cennet ve sevâb ile müjdelediler, imân etmeyip küfür üzere bulunanları, Cehennem ve azap ile korkuttular, İnsanların muhtaç oldukları din ve dünyâ işlerini bildirdiler. Allahü teâlânın Cenneti ve Cehennemi yarattığını, Cennette mükâfat ve Cehennemde azap hazırladığını tafsilatıyla bilmeği, Cennet ni’metlerine kavuşmağa ve Cehennem azâbından kurtulmağa sebep olan şeyleri akıl, yalnız başına bulmaya muvaffak olamaz. Allahü teâlânın yaratmış olduğu faydalı ve zararlı şeyleri de (his uzuvları yardımıyla da olsa) aklın tek başına tanıyarak; faydalıyı almaya, zararlıdan uzaklaşmaya gücü yetmez.

İşte, kısa akılları ile Rablerinin rızâsının nelerde olduğunu anlamaktan çok uzak olan kullarına, Allahü teâlâ, lütuf ve merhamet ederek, akılları ile anlayıp bulamıyacakları şeyleri açıklayıp, bildirmeleri için, Peygamberleri (a.s.) gönderdi. Yine kullarına ihsân ve merhamet ederek, Peygamberlerini (a.s.) mu’cizelerle destekleyip kuvvetlendirdi. (Peygamberliğini isbât için, Peygamberlerden (a.s.) âdet-i ilâhiyye dışında ve kudret-i ilâhiyye içinde meydana gelen harikulade şeylere mu’cize denir.)

Peygamberlerin evveli Adem aleyhisselâm, sonuncusu da Muhammed aleyhisselâmdır. Âdem’in (a.s.) peygamberliği, Kitâb (Kur’ân-ı kerîm), sünnet (hadîs-i şerîfler) ve icmâ (müctehidlerin sözbirliği) ile sabittir. Âdem (a.s.) zamanında, ondan başka peygamber yoktu. Âdem de (s.a.) ümmetine, Allahü teâlânın emir ve yasaklarını bildirmiştir.

Resûlullah efendimizin (s.a.v.) peygamberliği tevâtür ile sabittir. Her peygamber gibi, Muhammed aleyhisselâm da peygamberliğini te’yid eden mu’cizeler göstermiştir. Resûlullahın (s.a.v.) mu’cizelerinin iki yönü vardır. Resûlullah (s.a.v.), Allahü teâlânın kelâmını izhâr eylemiştir. Muhammed aleyhisselâm, belagatta çok yükselmiş olan kimselere, Allahü teâlânın kelâmı ile meydan okudu. Belagat sahibi birçok kimse, Kur’ân-ı kerîmin en kısa sûresi gibi de olsa birşey ortaya koyamadılar. Kur’ân-ı kerîmin belagatı karşısında söz söyleyemez oldular. Söz ile karşı duramayınca, kılıca baş vurdular. Resûlullaha (s.a.v.) muhalefet eden hiçbir kimsenin, Kur’ân-ı kerîmin en kısa sûresine yakın birşeyi meydana getirip, ortaya koyduğu hiç duyulmamıştır. Bütün bunlar Kesin olarak gösteriyor ki: Kur’ân-ı kerîm, Allahü teâlâdan gelmiştir ve Allahü teâlânın kelâmıdır. Bundan da, Resûlullahın (s.a.v.) Peygamberliğinin hak olduğu açıkça anlaşılmaktadır.

Resûlullahtan (s.a.v.) nakledilen mu’cizeler, tevâtür derecesine ulaşmıştır. Doğrudan başka söz söylemeleri mümkün olmayan kimseler tarafından, Resûlullahın (s.a.v.) mu’cizeleri nakledilegelmiştir.

Basîret sahipleri, Resûlullah efendimizin (s.a.v.) Peygamberliğine iki şekilde delîl getirirler. Resûlullahın (s.a.v.) peygamberlikten önceki, İslama da’veti sırasındaki ve da’vetin tamamlanmasından sonraki hâlleri, yüksek ahlâkı, hikmet dolu hükümleri, gazâlardaki kahramanlığı, bütün hâllerinde Allahü teâlânın koruyup muhafaza edeceğine güveni, tehlike ve korku zamanlarında sebatı, O’nun peygamberliğine delîl olan şeylerden biridir. Çünkü O’nun düşmanları, O’na fevkalâde düşman oldukları, bir noksanlık ve ayıbını aradıkları hâlde; Resûlullahın hiçbir ayıp ve noksanını bulamadılar. Çünkü akıl, bildirilen yüksek sıfatların, ancak peygamberlerde (a.s.) bulunabileceğine inanır. Yalan söylediğini bildiği bir kimsede Allahü teâlânın bu sıfatları toplamasını, böyle bir kimseye yirmiüç sene mühlet verip sonra da onu diğer dinlere ve düşmanlarına üstün kılmasını, âhırete teşrîfinden sonra dünyâda bıraktıklarını kıyâmete kadar ayakta tutacağını, akıl sahibi bir kimse asla kabûl etmez.

O’nun Peygamberliğinin ikinci delîli, Resûlullahın (s.a.v.) Peygamberliğini, kitapları olmayan, kendilerinde hikmet bulunmayan bir cemiyet arasında bildirmesidir. Onlara; Kitabı, hikmeti, dînin emir ve yasaklarını öğretti. Güzel ahlâkı tamamladı. İnsanları; ilim, amel ve fazilet husûsunda kemâle erdirdi. Âlemi, îmân ve sâlih amel ile nurlandırdı. Allahü teâlâ, O’nun dînini diğer bütün dinlere üstün kıldı. Allahü teâlâ, O’na olan va’dini yerine getirdi. Kur’ân-ı kerîmde Resûlullah efendimizin (s.a.v.) son Peygamber olduğunu, Arablara ve Arab olmayan bütün insanlara ve cinnîlere gönderildiğini beyân buyurmuştur. Muhammed aleyhisselâm, Allahü teâlânın son Peygamberidir. Kıyâmetin büyük alâmetlerinden olarak. Îsâ (a.s.) gökten inecektir. Ancak o, Muhammed aleyhisselâmın dînine tâbi olacaktır. Çünkü onun dîni nesh olmuş, hükmü ortadan kalkmıştır. Dolayısıyla Îsâ’nın (a.s.) gökten inmesi, Muhammed aleyhisselâmın son Peygamber olmasına mâni değildir. Îsâ’ya (a.s.) vahiy gelmeyecek, yeni hükümler bildirmeyecektir. O, Resûl-i ekrem efendimizin (s.a.v.) halîfesi durumundadır. İnsanlara İmâm olur, namaz kıldırır ve Mehdî de (a.s.) ona uyar. Çünkü Îsâ (a.s.) Mehdî’den (a.s.) daha üstündür. Üstün olanın imamlığı evlâdır.

Âdem aleyhisselâm ile Muhammed aleyhisselâm arasında gelen Peygamberlerin (a.s.) sayısı hakkında belirli bir rakam söylememek daha iyidir. Kur’ân-ı kerîmde Mü’min sûresi yetmişsekizinci âyet-i kerîmede meâlen; “Biz senden önce Peygamberler gönderdik, onlardan ba’zısının kıssalarını sana haber verdik ve ba’zısının kıssalarını haber vermedik” buyurulmuştur. Eğer kesin bir sayı söylenirse, eksik veya fazla söylenebilir. Eksik olursa, peygamber olanın peygamberliğinin zikredilmemesi, sayı fazla olursa da; peygamber olmayanın peygamber olarak zikredilmesi durumu ortaya çıkar ki, bunun da uygun olmayacağı aşikârdır.

Bütün Peygamberler (a.s.), Allahü teâlâ tarafından kendilerine bildirilen şeyleri ümmetlerine bildirmişler, onları Allahü teâlânın râzı olduğu yola da’vet etmişlerdir.

Peygamberlerin (s.a.) en üstünü Muhammed aleyhisselâm olduğu gibi, ümmetlerin en üstünü de Muhammed aleyhisselâmın ümmetidir. Nitekim Allahü teâlâ, Âl-i İmrân sûresi yüzonuncu âyet-i kerîmede meâlen; “Siz ümmetlerin en iyisi oldunuz, insanların iyiliği için yaratıldınız, iyilik yapılmasını emreder, kötülükten nehyedersiniz” buyurmuştur. Resûlullah efendimizin ümmetinin üstünlüğü ve dindeki kemâli de, Resûlullahın (s.a.v.) üstünlük ve kemâli sebebiyledir.

Melekler, Allahü teâlânın kullarıdır. Allahü teâlânın emrinden hiç çıkmazlar. Emrolunduklarını yaparlar. İsyan etmezler. İçlerinden bir kısmı, diğer meleklere ve insanların Peygamberlerine (a.s.) haber getirmek vazîfesiyle şereflenmişlerdir. Nitekim Allahü teâlâ, Enbiyâ sûresinin yirmiyedinci âyet-i kerîmesinde meâlen; “Melekler, Allahü teâlânın sözünün önüne geçemezler (ya’nî, cenâb-ı Hak emretmedikçe, onlar hiçbir şey söyleyemezler), hep O’nun emriyle hareket ederler” buyurmaktadır. Melekler, erkek ve dişi değillerdir. Evlenmezler, çocukları olmaz. Yemezler ve içmezler. Peygamberlere, kitapları ve sahifeleri onlar getirmişlerdir. Emîn oldukları için, getirdikleri de doğrudur. Putperestlerin, “Melekler, Allahü teâlânın kızlarıdır” demeleri bâtıldır, yanlıştır. İblîs, meleklerden değil, cinnîlerdendir. Sonradan Allahü teâlânın emrinden çıktı. Allahü teâlânın emrinden çıkmadan önce, ibâdet ve derece bakımından melekler sıfatındaydı. Allahü teâlâya isyan ettikten sonra, ebedî olarak tardedildi.

Meleklerin de peygamberleri vardır. İnsanların Peygamberleri (a.s.), meleklerin Peygamberlerinden (a.s.) üstündür. Meleklerin Peygamberleri, insanların avvâmından üstündür, insanların avvâmından olan sâlih kimseler, meleklerin avvâmından üstündür. İnsanların salihlerinin, meleklerin avvâmından üstün olmasının sebepleri vardır, insanlar, şehvet, gadap, zarurî ihtiyâçları te’min etmek gibi birçok mânilerle karşı karşıyadırlar. Şüphesiz ki, ibâdetleri yapabilmek, mâniler arasında kemâle erebilmek daha zordur. İnsanlar, bu mânileri aşarak, ibâdet ve tâatleri yaparlar ve kemâlâtı elde ederler. Hâlbuki melekler için hiçbir mâni yoktur.

Allahü teâlâ, Peygamberlerine (a.s.) kitaplar vermiş, bu kitaplarında; emirlerini ve yasaklarını, va’dlerini (ni’metlerini) ve va’îdlerini (tehdit ve azaplarını) bildirmiştir. Bu kitapların hepsi, Allahü teâlânın kelâmıdır. Allahü teâlânın gönderdiği kitaplar arasında en üstünü Kur’ân-ı kerîmdir. Ondan sonra Tevrat, sonra İncil, sonra Zebur’dur. Kur’ân-ı kerîm dışındaki diğer mukaddes kitaplar, insanlar tarafından tahrif edilmiş, değiştirilmiştir. Resûlullah efendimizden (s.a.v.) önce gelen bütün mukaddes kitapların okunması, yazılması ve ba’zı hükümleri, Kur’ân-ı kerîm ile neshedilmiş, kaldırılmıştır.

Allahü teâlânın kelâmı olmakta, Kur’ân-ı kerîmin hepsi birdir. Ancak, okunması ve yazılması bakımından, ba’zı sûrelerin faziletleri vardır. Bu husûs, hadîs-i şerîflerde bildirilmiştir. Bunun sebebi de; ba’zı sûrelerde Allahü teâlânın zikrinin daha çok geçmesinden dolayı fazilet sahibi olmalarındandır.

Resûlullah (s.a.v.) uyanık olarak, rûhu ve bedeniyle birlikte mi’râca çıkmıştır. Bu, haber-i meşhûr ile sabittir.

İnsanlar arasında Allahü teâlânın dostları vardır. Bunlardan herbirine “Velî” denir. Velî, ârif-i billah’tır. İbâdet ve tâatlere devam etmeleri, günahlardan sakınmaları ve nefsin arzu ve isteklerinden yüz çevirmelerine göre dereceleri farklıdır. Velîlerde harikulade hâller görülebilir. Bu tip harikulade hâller, Peygamberlerden (a.s.) zuhur ederse, bunlara “Mu’cize” velîlerden zuhur ederse “Kerâmet” denir. Eğer, îmânı olmayan ve sâlih amel işlemeyen birinden sâdır olursa buna “İstidrâc” denir.

Peygamberlerden sonra insanların en üstünü, Hazreti Ebû Bekr-i Sıddîk’tır. Çünkü o, Resûlullah efendimizin (s.a.v.) Peygamberliğini ve mi’râcını hiç tereddüt etmeden kabûl etti. Hazreti Ebû Bekr’den sonra insanların en üstünü Hazreti Ömer-ül-Fârûk’tur. Ona “Fârûk” denilmesi, hükümlerde hak ile bâtıl arasını ayırdığı içindir. Sonra Osman Zinnûreyn’dir (r.a.). Resûlullah (s.a.v.), Hazreti Osman’ı önce mübârek kerîmesi Rukıyye (r.anhâ) ile evlendirdi. Rukıyye (r. anhâ) vefât edince, mübârek kerîmesi Ümmü Gülsüm ile evlendirdi. O da vefât edice, Resûlullah (s.a.v.); “Yâ Osman, bir kızım daha olsaydı, onu da sana verirdim” buyurdu. Hazreti Osman’a (r.a.), Resûlullah efendimizin (s.a.v.) iki mübârek kerîmesi ile evlendiği için “Zinnûreyn (iki nûr sahibi)” denmiştir. Hazreti Osman’dan sonra insanların en üstünü, Hazreti Aliy-yül-Mürtezâ’dır. Selef-i sâlihîn onların tertîbinin bu şeklide olduğunu söylemişlerdir. Hilâfetleri de bu sıraya göredir.

Eshâb-ı Kirâm aleyhimürrıdvân efendilerimizin her birinden hayırla bahsetmelidir. Çünkü Resûlullah efendimizden bildirilen hadîs-i şerîfler, onları methetmiş ve onlara dil uzatmaktan menetmiştir. Resûlullah (s.a.v.), bu husûsta şöyle buyurmuştur:

“Eshâbımı kötülemeyiniz! Uhud dağı kadar altın sadaka verseniz, Eshâbımdan birinin yarım müd (875 gr.) arpa sadakasının sevâbına kavuşamazsınız.”

“Eshâbıma ikramda bulununuz. Çünkü onlar, sizin en hayırlılarınızdır.”

“Eshâbıma dil uzatmakta Allahü teâlâdan korkunuz! Benden sonra onları kötü niyetlerinize hedef tutmayınız! Nefsinize uyup, kin bağlamayınız! Onları sevenler, beni sevdikleri için severler. Onları sevmiyenler, beni sevmedikleri için sevmezler. Onlara el ile, dil ile eziyet edenler, gücendirenler, Allahü teâlâya eziyet etmiş olurlar ki, bunun da muâhazesi, ibret cezası gecikmez, verilir.”

Eshâb-ı Kirâm (r. anhüm) arasında meydana gelen ihtilâf ve muharebelerin te’vîl ve haml yolu vardır. Ya’nî ictihâd farkından meydana gelmiştir.

(Selef-i sâlihîn, Eshâb-ı Kirâm (r. anhüm) arasında cereyan eden muharebelerin, dünyâ için değil, hakîkati ortaya çıkarmak için yapıldığını bildiriyor. Onların hepsini, kin ve düşmanlıkdan uzak biliyor. Çünkü, Eshâb-ı Kirâmın hepsi, insanların en iyisinin sohbetleri ve nasihatleri ile tertemiz olmuş; kin, düşmanlık gibi kötülükler kalblerinden çıkarılmıştır. Herbiri ictihâd makamına yükselmişdir. Her müctehidin kendi ictihâdına, buluşuna göre hareket etmesi vâcib olduğundan, başka başka ictihâd ettikleri şeylerde, birbirlerinden ayrılmaları lâzım olmaktadır. Herbirinin kendi ictihâdına uyması doğru olacaktır. O hâlde, onların ayrılmaları da, birleşmeleri gibi doğru ve ictihâd yüzünden idi.)

Resûlullah efendimiz (s.a.v.) tarafından, Cennet ile müjdelenen on Sahâbînin Cennetlik olduğuna şehâdet ederiz. Resûlullah (s.a.v.), bir hadîs-i şerîflerinde onları şöyle müjdelemiştir “Ebû Bekr Cennette, Ömer Cennette, Osman Cennette, Ali Cennette, Talhâ Cennette, Zübeyr Cennette, Abdürrahmân bin Avf Cennette, Sa’d bin Ebî Vakkâs Cennette, Sa’îd bin Zeyd Cennette, Ebû Ubeyde bin Cerrah Cennettedir.”

Hazreti Fâtıma, Hazreti Hasen ve Hazreti Hüseyn’in Cennetlik olduğuna delâlet eden hadîs-i şerîfler de vardır. Resûlullah (s.a.v.); “Fâtıma, Cennet kadınlarının seyyidesi, Hasen ve Hûseyn, Cennet ehlinin efendileridir.” buyurmuştur. Eshâb-ı Kirâmın (r.anhüm) diğerleri de ancak hayırla anılırlar.

Eshâb-ı Kirâm için, diğer ehl-i Cennete verilmeyen sevâb ve dereceler vardır. Resûlullah efendimizin (s.a.v.) haber verdiklerinin dışında, belirli bir kimsenin Cennetlik veya Cehennemlik olduğuna şehâdet edilmez. Mü’minler Cennetlik, kâfirler Cehennemliktir denilir.

Hiçbir velî, asla peygamberlerin (a.s.) derecesine ulaşamaz. Akıl ve baliğ olan her insan. Allahü teâlânın emir ve yasaklarına uymakla mükelleftir. Hiçbir kimse, bu mükellefiyetin dışında kalamaz. Emîr ve yasaklara, uymakla mükellefiyet düşmez. Çünkü, Allahü teâlânın emir ve yasaklarına itaat etmek, âkil ve baliğ olan herkese emredilmiştir. Haramları helâl zannedip sapıtan ba’zı kimseler, “Kul, muhabbetin son mertebesine ulaşıp, saf ve temiz olup, îmânı küfre tercih edince; ondan emir ve yasaklara uyma mükellefiyeti düşer. Allahü teâlâ, büyük günah işlemeleri sebebiyle onları Cehenneme atmaz” demek gibi bir sapıklığa düştüler. Onlardan ba’zıları da; “Zâhir ibâdetler ondan düşer. Onun ibâdeti yalnız tefekkür olur” dediler. Bu sözler, küfürdür, imansızlıktır. Çünkü, insanların en üstünleri olan Peygamberler aleyhimüsselâm ve hassaten Resûlullah efendimiz (s.a.v.), muhabbet ve îmân husûsunda insanların en kâmili olduğu hâlde, O’nun Allahü teâlânın emir ve yasaklarına uymaktaki mükellefiyeti daha fazla ve daha mükemmel idi.

Küçük olsun, büyük olsun, kat’i delîlle sabit olan bir günâhı helâl görmek, basit görmek, İslâmiyet ile alay etmek küfürdür. Çünkü bunlar, inkâr alâmetlerindendir.

Bu husûsta verilmiş birçok fetvâlar vardır. Bunlardan ba’zıları şöyledir.

Haramlığı kat’î delîl ile sabit olan “Haram li-aynihî”yi, ya’nî leş, domuz eti, şarap gibi kendileri haram olan şeyleri helâl görmek küfürdür. “Haram li-gayrihî” ya’nî başka bir sebebten dolayı haram olan birşeyi (çalınmış elma gibi) veya haramlığı zannî delîl ile sabit olan birşeyi helâl gören bir kimse kâfir olmaz. Âlimlerden ba’zıları, haram li-aynihî ve haram li-gayrihi’den herhangi birini inkârın küfür olacağını söylemişler, “Kim İslâmiyette haram olduğu bilinen birşeyi, helâl görürse kâfir olur” buyurmuşlardır. Meselâ, zevi’l-erhâm (evlenmesi haram olan akrabalar) ile evlenmeyi, içki içmeyi, zarûretsiz leş, kan, domuz eti yemeyi helâl saymak küfürdür, îmândan çıkmaktır. Bütün bunların haram olduğuna inanıp da, nefse ve şehvete aldanarak yapılırsa küfür olmaz, fısk olur, günah olur. Bunları yapan fasıktır, günahkârdır. Haram olan birşeye bilmeden helâl diyen kimse de kâfir olmaz.

Kim Allahü teâlâyı şanına lâyık olmıyan birşeyle vasfederse, Allahü teâlânın isimlerinden biri ile veya emirlerinden biri ile alay ederse, Allahü teâlânın va’dini (mükâfatını) ve va’îdini (azâbını) inkâr ederse imansız olur.

Küfrü gerektiren bir söz söyleyen bir kimsenin bu sözünden memnun olup, beğendiği için onun küfür olan sözüne gülen kimsenin de küfre rızâ göstermiş olacağından îmânı gider.

Bir kimse, bir başkasına Allahü teâlâyı inkâr etmeyi emretse veya bunu emretmeye azmetse, karar verse, şarap içerken veya zinâ ederken “Bismillah” dese imânı gider.

Bile bile abdestsiz namaz kılmak küfürdür.

Küfre sebep olmasını hafif görmekten ve inanmaktan dolayı küfrü gerektiren sözü söylemek küfürdür.

Allahü teâlânın rahmetinden ümit kesmek küfürdür. Çünkü, Allahü teâlânın rahmetinden ancak kafirler ümit keser.

Kâhinin gayba dair verdiği haberi tasdik etmek, kabûl etmek küfürdür. Nitekim bu husûsta Resûlullah (s.a.v.); “Kim bir kâhine gider, onun söylediğini tasdik ederse; Allahü teâlânın Muhammed aleyhisselâma indirdiğini inkâr etmiş olur” buyurmuştur. Kâhin, gelecekte olacak hâdiseleri haber Veren, sırları (gizli şeyleri) bildiğini, gaybtan haberdâr olduğunu iddia eden kimsedir. Arablar arasında, gizli şeyleri ve gelecekle ilgili işleri bildiklerini iddia eden kimseler vardı. Onlar, cinlerden arkadaşlarının olduğunu, kendilerine haber ulaştırdıklarını iddia ederlerdi. Yine onlardan birkısmı, kendilerine verilen anlayışla işleri anladıklarını iddia ederlerdi. Yıldız ilimleriyle uğraşan müneccimler, yıldızlardan istifâdeyle gelecekte olacak hâdiseleri bildiklerini iddia ettikleri zaman kâhin gibi olurlar.

Mes’elenin özü; gaybı bilmek, yalnız Allahü teâlâya mahsûs olan birşeydir. Kulların böyle birşeye asla güçleri yetmez. Kullar böyle şeyleri, ancak Allahü teâlânın bildirmesi ile bilebilirler. Peygamberlerin (a.s.) gösterdiği mu’cizelerde ve evliyânın gösterdiği kerâmetlerde olduğu gibi, kulların gaybdan haber vermeleri, Allahü teâlânın bildirmesiyle bilmektir.)

Dirilerin, ölüler için duâ edip sadaka vermelerinin, onlara faydası vardır. Bu husûsta Resûlullah (s.a.v.):

“Bir cenâzenin namazını yüz kişilik bir müslüman cemâati kılar ve ona hüsn-i Şehâdedte (lehine şahitlikte) bulunursa, Allahü teâlâ onların şehâdetlerini kabûl eder” buyurmuştur.

Eshâb-ı Kirâmdan Sa’d bin Ubâde’nin annesi vefât etti. Resûlullaha (.s.a.v.) gelip: “Annem için hangi sadakayı yapmam daha iyidir?” diye arz etti. Resûlullah (s.a.v.) de; “Su” buyurdu. Bunun üzerine Sa’d (r.a.) bir kuyu kazdı. Müslümanların istifâdesine bırakıp; “Bu, Sa’d’ın annesi içindir” dedi.

Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki:

“Duâ, belâyı defeder. Sadaka, Allahü teâlânın gazâbını söndürür.”

“Âlim veya talebe, bir köye uğradığı zaman, Allahü teâlâ, bu köyün kabristanından kırk gün azâbı kaldırır.”

Allahü teâlâ, duâları kabûl eder ve hacetleri giderir. Nitekim Kur’ân-ı kerîmde, Mü’min sûresi altmışıncı âyet-i kerîmede meâlen; “Bana duâ edin, duânıza icabet edeyim” buyurmuştur.

Resûlullah (s.a.v.) de; “Rabbimiz hayy ve kerîmdir. Kulu kendisine ellerini kaldırdığı zaman, onları boş olarak çevirmekten haya eder” buyurmuştur.

Duâda mühim olan, niyetin doğru olması, bâtının hâlis olması ve kalbin huzûrudur. Nitekim Resûlullah (s.a.v.); “Allahü teâlânın kabûl buyuracağına kat’î olarak inanarak duâ ediniz. Biliniz ki, Allahü teâlâ, gâfil kalb ile yapılan duâyı kabûl etmez” buyurmuştur.

Sa’deddîn Teftâzânî (r.a.), İmâm-ı Nevevî’nin (r.a.) “Hadîs-ül-erba’în” adlı eserindeki hadîs-i şerîfleri pek güzel şerhetmiştir. Bu kıymetli eserdeki hadîs-i şerîflerden ba’zıları şöyledir:

Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “Nerede olursan ol, Allahü teâlâdan kork. Kötülüğün peşinden iyilik yap ki, o iyilik, o kötülüğü yok etsin, insanlara güzel ahlâk ile muâmele et.”

Şerh: “Allahü teâlâdan kork” ya’nî Allahü teâlânın emirlerini yerine getirmek ve yasak ettiklerinden sakınmak sûretiyle Allahü teâlâdan kork. Çünkü takvâ, dînin esâsıdır. Takvâ ile yüksek derecelere kavuşulur.

“Nerede olursan ol” ya’nî, ister yalnız, ister insanlar arasında, ister ni’met içerisinde, ister belâ ve musibet içerisinde. Çünkü Allahü teâlâ senin zâhir hâllerini bildiği gibi, gizli şeylerini de bilir. Öyleyse, Allahü teâlânın emirlerini yerine getirmek, râzı olduğu şeyleri yapmak, yasaklarından ve gazâbına sebep olacak şeylerden sakınmak husûsunda edebin inceliklerine dikkat etmek gerekir.

Dâvûd-i Tâî, bir kabrin yanından geçerken, bir ses işitti. “Ben zekât vermedim mi, ben namaz kılmadım mı, ben oruç tutmadım mı, falan falan hayırlı işleri yapmadım mı?” diyordu. Bir ses, ona cevap verip; “Evet, yaptın ey Adüvvullah (Allahü teâlânın düşmanı)! Fakat, yalnız kalınca, Allahü teâlâya karşı geldin. Allahü teâlânın seni gördüğünü düşünüp O’ndan korkmadın” dedi.

“Kötülüğün peşinden iyilik yap” ki: Allahü teâlâ, kalbten veya hafaza meleklerinin amelleri yazdıkları defterlerden, yaptığın iyi işler sebebiyle kötülükleri siler. Eğer yapılan kötülük kul ile Allahü teâlâ arasında ise, Allahü teâlâ o kötülüklerin yerine tâat yazar. Eğer yaptığı kötülük kullara âit ise, o iyiliği, kötülük yaptığı kimseye yazar. Bu iyilik, ona yapılan kötülüğe bedel olarak verilir.

Sâlihlerden bir zât, vefâtından sonra rü’yâda görüldü. Allahü teâlânın kendisine nasıl muâmele ettiği soruldu. “Allahü teâlâ beni af ve mağfiret eyledi. Bana ihsânlarda bulundu. Ancak bir şeyden hesaba çekildim. O da, oruçlu olduğum bir günde iftar vakti olunca arkadaşımın dükkânından bir buğday tanesi aldım. Onu ağzımda kırdım. Sonra, o buğdayın benim olmadığı hatırıma geldi. Hemen ağzımdaki kırık buğday tanesini eski yerine attım. İşte bunun için ben hesaba çekildim. O kırıntı miktârınca iyiliklerimden alındı” diye cevap verdi.

Kâdı Beydâvî (r.a.), tefsîrinde buyurdu ki: “Küçük günahların ve gizli yapılan büyük günahların, yapılan iyilikler ile af olunduğunu bildirmiştir. Çünkü Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde, Bekâra sûresi ikiyüzyetmişbirinci âyet-i kerîmesinin sonunda meâlen: “Eğer sadakanızı gizler de onları öylece fakirlere verirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır ve günahlarınızdan bir kısmını örter. Allahü teâlâ, her ne yaparsanız ondan hakkıyla haberdârdır” buyurmuştur.

“İnsanlara güzel ahlâk ile muâmele et.” Güzel ahâk; güleryüzlü olmak, cömert olmak, başkasına eziyet vermemek, kimseye düşmanlık etmemek, darlıkta ve genişlikte insanları hoşnut etmektir.

Resûlullah (s.a.v.); “Allahü teâlâ tayyibdir. Yalnız tayyib olanı kabûl eder. Allahü teâlâ mü’minlere. Peygamberlerine emrettiklerini emretti. “Ey Resûller! Tayyib olan şeylerden yiyiniz, amel-i sâlih işleyiniz” (Mü’minûn-51), “Ey îmân edenler! Size rızık olarak verdiğimiz tayyib olan şeylerden yiyiniz” (Bekâra-172) buyurdu. Sonra da; “Çok kimse vardır ki, yedikleri ve giydikleri haramdır. Sonra ellerini kaldırıp “Yâ Rabbî! Yâ Rabbî!” diye duâ ederler. Böyle duâ, nasıl kabûl olunur?” buyurdu.

Şerh: “Allahü teâlâ tayyibdir.” Yâ’nî, Allahü teâlâ, noksan sıfatlardan ve ayıplardan münezzeh bütün kemâl sıfatlarıyle muttasıftır. Kâmil sıfatlar, yalnız O’nda bulunur.

“Allahü teâlâ, yalnız tayyib olanı kabûl eder.” Ya’nî, Allahü teâlâya yaklaşmak, O’nun, rızâsına kavuşmak, ancak temiz ve helâl malları infâk etmek, Allahü teâlânın yolunda harcamak sûretiyle mümkündür. Nitekim Kur’ân-ı kerîmde, Âl-i İmrân sûresi doksanikinci âyet-i kerîmede meâlen; “Sevdiğiniz şeylerden infâk etmedikçe, asla iyilik ve hayra (yahut Cennete) nail olamazsınız. Allah yolunda her ne harcarsanız, Allahü teâlâ, muhakkak onu bilir ve mükâfatını verir” buyurulmuştur. Allahü teâlâ, faziletli ilim ve amel ile donanmış, şüphelilerden sakınan, necâsetlerden temizlenen, kalbi ayıplardan arınmış olan kulunu kabûl eder.

Bütün bunlardan anlaşılan şudur ki; Allah yolunda infâk olunan (verilen) şey, şüphe kirlerinden, Allahü teâlânın rızâsından başka bir gâye ile verilmekten sâlim olmalıdır.

“Tayyib olandan yiyiniz, amel-i sâlih işleyiniz” meâlindeki âyet-i kerîmede, tayyib olandan, ya’nî helâl ve temiz olandan yemek emri, sâlih amel işlemek emrinden önce buyuruldu. Çünkü sâlih amelin kabûl olması için, helâlinden yemek lâzımdır.

“Sonra ellerini kaldırıp, “Yâ Rabbî! Yâ Rabbi!” diye duâ ederler” buyurulması, duânın kabûl olması için duâ edenin nasıl olması gerektiğine işârettir. Duâ ederken iki eli kaldırmak mendûbdur. Çünkü böyle yapmak, acizlik ve muhtaçlığın ikrârı, kırıklık ve zilletin şiarıdır. Bu sebeble Resûlullah (s.a.v.); “Allahü teâlâdan avuçlarınızın içi ile isteyiniz, sırtı ile istemeyiniz. Duâyı bitirdikten sonra, onlarla yüzlerinizi mesh ediniz, yüzlerinize sürünüz” buyurmuştur.

Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “Kişinin mâlâya’nîyi terketmesi, onun müslümanlığının kemâlindendir.”

Mâlâya’nî; kişi için mühim olmayan ihtiyâç hissedilmeyen, kendisi için zarurî olmayıp, fayda vermiyen: o olmadan da geçimini te’min edebildiği şeylerdir. Bunlar da fuzûli işler ve lüzumsuz sözlerden ibârettir. Hâlbuki insanın, dünyâ ve âhırette hâlinin iyi olmasına vesile olacak işlerle meşgûl olması lâzımdır.

Resûlullah (s.a.v.), Ebû Hüreyre’ye (r.a.) “Ey Ebû Hüreyre! Kalemin senin hakkında yazmamasını ister misin?” buyurunca, o da; “Evet yâ Resûlallah!” dedi. Resûlullah da (s.a.v.) “Farzları eda et, Allahü teâlânın haram kıldıklarından vazgeç, malaya’nî konuşmayı bırak.” buyurdu.

Ma’rûf-i Kerhî (r.a.), buyurdu ki: “Kul mâlâya’nî ile meşgûl olunca, Allahü teâlâ ona gazâb eder. Malaya’nî ile meşgûl olan kimseye Allahü teâlâ yardım etmez.”

Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “Kim, Allahü teâlâya ve âhıret gününe imân ederse; ya hayır söylesin veya sussun!”

Bir kimse, konuşmak istediği zaman; konuşmayı: arzu ettiği şey vâcib veya mendûb cinsinden birşey ise, bu konuşmasından sevâb kazanır. Mü’min, böyle faydası olan şeyleri konuşmalıdır. Konuşulacak şey, haram veya mekrûh olur da, konuşacağı şey kendisine hayır getirmezse, o sözü söylememelidir. Mübah bir sözün de harama sebep olmasından korkulursa, terkedilmesi emredilmiştir.

Resûlullah (s.a.v.); “Allahü teâlâya ve âhıret gününe îmân eden, komşusuna ikram etsin” buyurdu.

Bu şöyle olur: Mü’mîn, mü’min kardeşinin muhtaç olduğu husûslarda yardım eder, ondan kötülüğü ve sıkıntıyı defeder.

Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “Komşu hakkının ne olduğunu bilir misiniz? Yardım isterse yardım edin, borç isterse borç verin, fakir ise ihtiyâcını görün, hasta olursa ziyâretine gidin, ölürse cenâzesinin arkasından gidin, sevinirse sevinin, üzüntülü zamanında hâl ve hatırını sorun, üzülmeyin deyin. Rüzgârına mâni olmamak için, ona bakan duvarı çok yüksek yapmayın. Yediğiniz meyveden ona gönderin, veremezseniz gizli yiyin. Çocuğunuzun eline yiyecek verip dışarı çıkarmayın. Komşunun çocuğu görüp de istemesin. Yemeğinizin kokusu ile komşuları üzmeyin. Pişirdiğiniz yemekten bir tabak da ona gönderin.”

Yine buyurdu ki; “Kim Allahü teâlâya ve âhıret gününe îmân ederse, misâfirine ikram etsin. Ya’nî, misâfirine güleryüz göstersin, ona tatlı konuşsun.”

Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “Utanmazsan dilediğini işle! (sözü), geçmiş peygamberlerin sözünden (hiç eksiksiz) insanların eriştiği haberlerden birisidir.” Ya’nî yapmak istediğin iş, Allahü teâlâ ve insanlar yanında seni utandıracaksa, onu yapma. Böyle değilse, o işi yap. Ya’nî, eğer yapıldığında utanılmayacak bir iş ise, onun yapılması caizdir.

Haya; kalbin, Allahü teâlânın kendisini murâkabe ettiğini bilip, zâhirini ve bâtınını, Allahü teâlânın emirlerine muhalefetten muhafaza etmekle olur. Böyle olunca, başına, gelen belâ ve musibetlere sabredip, onlar için kimseye şikâyette bulunmaz.

İnsanların işleri iki kısımdır; yapıldığında ya utanç duyulur veya zıddı olur. Utanç duyulanlar, haramlar ve mekrûhlardır. Bunları terk etmek dinin icâbıdır. Zıddı olanlar da; farz, vâcib, mendûb ve mübahlardır. Bunları yapmak da dînin icâbıdır.

Hadîs-i şerîfin tehdid ifâde ettiği de söylenebilir. Ya’nî, haya bir kimseden kalktığı zaman istediğini yapsın. Çünkü Allahü teâlâ, onun yaptığının cezasını verecektir.”

Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “Taharet, îmânın yarısıdır.”

Burada taharetten maksad, bedendeki hades-i ekber (cünüblük) ve hades-i asgardan (abdestsizlikden) temizlenmek, elbisenin ve namaz kılınacak yerin temiz olması, îmânın yarısıdır, imândan murâd ise namazdır. Çünkü Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde Bekâra suresi 143. âyet-i kerîmede meâlen: “Allahü teâlâ, sizin îmânınızı (namazınızı) zayi etmez” buyurmaktadır. Âyet-i kerîmede namaza îmân buyurulması, namaz îmânın en büyük eseri ve neticesi olduğu ve namazın İslâmiyetteki yeri pek büyük olduğu içindir.

Namazın sahih olması için, rüknler ve şartlar vardır. Ancak taharet, namazın fiil bakımından en açık ve çoğunlukta olan bir şartı olduğu için, bütün şartlar bir tarafa, taharet bir tarafa olmuştur.

Tasavvuf ehli ise; “Taharetten maksad, nefsi, kötü ahlâktan temizlemektir” demişlerdir. Buna göre: taharet, îmânın yarısıdır, îmânın diğer yarısı da; nefsi, faziletlerle ve doğru i’tikâd ile süslemektir. Nefsi kötü ahlâktan temizlemek, onu güzel huylarla süslemekten önce gelir.

İmâm-ı Gazâlî (r.a.) buyurdu ki: “Taharetin birkaç mertebesi vardır. Zâhirî gusl ve abdest ile temizlemek, sonra a’zâları günahlardan temizlemek, sonra kalbi kötü ahlâktan temizlemek, sonra sırrını mâsivâdan, Allahü teâlâdan başkasından temizlemektir.”

Resûlullah (s.a.v.); “Elhamdülillah (demek) mizanı doldurur” ve “Sübhânallah ve elhamdülillah, yerle gök arasını doldurur” buyurdu. Buradaki, doldurmaktan maksad, bunları söylemenin sevâbının pekçok olduğunu bildirmektir.

Resûlullah (s.a.v.); “Namaz nûrdur” buyurdu. Nasıl ışıkla aydınlanılır ve yol bulunur ise, namaz da kötülüklerden meneder, kötülüklerden alıkoyar. Doğruya, iyiye götürür. Hadîs-i şerîfte teşbîh-i beliğ vardır. Namaz, ma’rifet nûrlarının parıldamasına, kalbin huzûr bulmasına vesile olur. Çünkü kalb, Allahü teâlâya yönelmiştir.

Resûlullah (s.a.v.), “Sadaka burhandır” buyurdu. Ya’nî sadaka, onu verenin îmânının doğruluğuna delîldir. Hesap zamanında huccettir. Çünkü kul, malını nereye sarfettiğinden sorulduğu zaman, cevap vermekte sadakaları ona burhan olur ve kul; “Ben onu tasadduk ettim” der. Yahut, Allahü teâlâya olan muhabbet da’vâsında doğruluğuna burhandır. Çünkü mahbûbların hepsi, en büyük mahbûbları için infâk ederler, işte bu yüzden Ebu Bekr-i Sıddîk gibi büyüklerimiz, mallarının tamâmını Allahü teâlâ için sarfettiler. Ba’zısı ihtiyâcları kadar bıraktıktan sonra, geri kalanının hepsini Allah yolunda harcadılar. Ba’zıları, farz olan zekât ile iktifa ettiler.

Verilen sadakanın en faziletli olanı; gizli vermek ve verdiğini başa kakmaktan, kendini iyilik yapmış bir kimse olarak görüp, bunun karşılığında teşekkür beklemekten pekçok sakınmak sûretiyle verilenidir. Sadakayı verirken, en iyisinden ve Allahü teâlâya karşı kulluk vazîfesini yapmak için kullanacak olan kimseye, güleryüzle vermelidir.

Hadîs-i şerîfte: “Sabır, ziyadır” buyuruldu.

Buradaki “Sabır”dan murâd, dinde iyi görülüp övülen sabırdır. Bu, Allahü teâlâya ibâdet ve tâatte sabır, ma’sıyetten sakınmakta, nefsin arzu etmediği şeylere ve sıkıntılara katlanmak ve tahammül göstermekte olan sabırdır. İşte dinde övülen sabır budur. Bu şekilde olan sabrın da devamlılığı makbûldür.

Hadîs-i şerîfte; “Kur’ân-ı kerîm, senin lehinde ve aleyhinde huccettir” buyuruldu.

Eğer, Kur’ân-ı kerîmi okur, emirlerine uyar, yasaklarından sakınırsan; senin lehine şahadette bulunur. Kabirde senin için huccet olur. Kıyâmet gününde çeşitli sıkıntı ve acılardan seni kurtarır.

Şehâbeddîn Ömer Sühreverdî (r.a.) buyurdu ki: “Kul, Kur’ân-ı kerîmi çok okuyup, Allahü teâlânın ism-i şerîfini çok anar, dil ile beraber kalbde iyice yerleşmesi için gayret gösterirse, bu zikr, kalbi mesken tutar, bu sayede kalb nûrlanır, yüksek hâllere kavuşulur. Sonra kalbin nûru, kalıba, bedene akseder. Kulun güzel ameller işlemesine vesile olur.”

Kur’ân-ı kerîmin aleyhine huccet olmasına gelince; Kur’ân-ı kerîmin emirlerine uymaz ve yasaklarından sakınmazsan, Kur’ân-ı kerîm senin aleyhinde şâhidlik eder, helake düşersin. Burada, Kur’ân-ı kerîmin yüksek derecelere kavuşmaya vesile olan emir ve yasaklarına uyulmadığı zaman. Cehenneme gitmeye ve alçak derecelere düşmeye vesile olduğuna işâret vardır.

Büyük âlim Hattâbî buyurdu ki: “Resûlullah efendimizin (s.a.v.) üstün vasıflara sahip olan Eshâbından (r.a.) bize gelen habere göre; Kur’ân-ı kerîmdeki âyet-i kerîmelerin sayısı, Cennetteki derecelerin sayısı kadardır. Kur’ân-ı kerîmdeki âyet-i kerîmelerin hepsi ile amel eden, onların hepsinin hakkını gözeten kimse, Cennet derecelerinin en yükseğine çıkar.”

Muhakkik âlimler buyurdu ki: “Kur’ân-ı kerîmin âyet-i kerîmelerinin hepsinin hakkını ifâ etmek, Kur’ân-ı kerîmin bildirdiği ahlâk ile ahlâklanmak ve onun sıfatları ile sıfatlanmakla mümkündür.”

İnsanlar, sabahleyin erkenden evlerinden çıkarlar, gittikeri yerlerde hayır veya şer işlerle meşgûl olurlar. Hayır işlerle meşgûl olanlar, Allahü teâlânın emirlerine uyup yasaklarından sakınmak sûretiyle kendilerini azaptan kurtarmaya çalışanlardır. Şer işlerle meşgûl olanlar ise, nefsin hevâsına ve şeytana uyanlardır. Hâlbuki bunlar, şer ile meşgûl olanın helakine vesile olurlar, onu helak ve hüsrana götürürler: Hayır ile meşgûl olup, Allahü teâlânın emir ve yasaklarına riâyet edenler ise, dünyâ ve âhırette hayırlara kavuşur, âhıret azâbından kurtulurlar.

Kula lâzım olan; kendisinin helakini isteyen, düşmanlarına yardımcı olan, belâya düşmesine vesile olan nefsine muhalefet etmesidir. Nefsin kötülüklerinden ancak, Nebiler (a.s.) ve sıddîklar kurtulmuşlardır. Nefsten daha habis, daha pis birşey yoktur.

Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “Allahü teâlâ; “Ey Âdemoğlu! Sen bana duâ ettiğin ve benden ümîd ettiğin müddetçe, senden sâdır olan büyük-küçük pekçok günâhı af ve mağfiret ederim. Onların çokluğuna aldırmam, onların çokluğu bana büyük gelmez” buyurdu.

Şerh: “Ey Ademoğlu! Sen bana duâ ettiğin” buyurulmasından murâd; bana ibâdet edip, benden istediğin zaman demektir. Çünkü müfessirler, Kur’ân-ı kerîmde, duâ lafzını, “Allahü teâlâya ibâdet ve O’ndan istemek” diye tefsîr etmişlerdir.

“Benden ümîd ettiğin” sözünün ma’nâsı; af ve mağfiretimi umduğun, rahmetimden ümid kesmediğin ve azâbımdan emîn olmayıp korktuğun zaman demektir. “Ben aldırmam” buyurulması ise; günâhlarının çokluğu, bana büyük ve ağır gelmez. Çünkü kulların günâhları, Benim yüce rahmetim yanında pek küçük, hattâ ondan daha küçük kalır, demektir.

Hadîs-i kudsîde buyuruldu’ki:

“Ey Âdemoğlu! Eğer sen, hiçbir şeyi (nefs, şeytan ve mahlûkattan hiçbirini) bana (zâtıma, sıfatlarıma ve bana ibâdette) ortak koşmadan bana kavuşursan; sana yer dolusu mağfiret ederim.”

“Ey Âdemoğlu! Eğer senin günahların gökyüzünün bulutları kadar (veya başını semâya kaldırdığın zaman gördüğün şeyler kadar) çok olsaydı, sonra sen benden af ve mağfiret isteseydin; ben seni affederdim.”

Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “Bir kimse bir mü’minin dünyâ üzüntülerini giderip ferahlandırırsa, Allahü teâlâ da onun kıyâmet gününün üzüntülerinden birini giderir.”

“Her kim eli dar olan borçluya kolaylık gösterirse, Allahü teâlâ da dünyâ ve âhırette ona kolaylık gösterir.”

“Her kim bir müslümanın ayıbını örterse, Allah da dünyâ ve âhırette onun ayıbını örter.”

“Bir kul (din) kardeşine yardımda bulundukça, Allah da ona yardım eder.”

“Bir kimse ilim tahsili için yola çıkarsa, bu yüzden Allahü teâlâ ona Cennet yolunu kolaylaştırır.”

“Herhangi bir cemâat, câmilerden birinde toplanıp Kur’ân-ı kerîmi okur ve aralarında müzâkere ederlerse, onların üzerine sekînet nâzil olup, onları rahmet kaplar, melekler onları kuşatır, cenâb-ı Hak da onları, nezdinde olan meleklere ve peygamberlere zikreder.”

“Ameli kendisini geride bırakan kimseyi, nesebi ileri götüremez.”

¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾

1) Ed-Dürer-ül-kâmine cild-4, sh. 350

2) Şezerât-üz-zeheb cild-6, sh. 319

3) Miftâh-üs-se’âde cild-1, sh. 204

4) Tabakât-ül-müfessirîn cild-2, sh. 319

5) Rehber Ansiklopedisi cild-15, sh. 25

6) Bugyet-ül-vuat cild-2, sh. 285

7) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 1059, 1077

8) Şakâyık-ı Nu’mâniyye tercümesi (Mecdî Efendi) sh. 42

9) Şerh-i Akâid-i Nesefiyye

10) Şerh-i Hadîs-il-erbâîn-in-Nevevî, İstanbul 1316