TAKIYYÜDDÎN SÜBKÎ

Fıkıh, tefsîr, hadîs, kırâat, lügat ve nahiv âlimi. İsmi, Ali bin Abdülkâfi bin Ali bin Temmâm bin Yûsuf bin Mûsâ bin Temmâm el-Ensârî el-Hazrecî es-Sübkî eş-Şâfiî olup, künyesi Ebü’l-Hasen’dir. Lakabı ise Takıyyüddîn’dir. 683 (m. 1284) senesi Safer ayında, Mısır’ın Sübk köyünde doğdu. 756 (m. 1355) senesinde bir Pazartesi gecesi Kâhire’nin dışında bir yerde vefât etti. Cenâzesi Bâb-ün-nasr denilen yere defnedildi. Cenâze namazı çok kalabalık bir cemâat tarafından kılındı. Cenâzeye katılanların bir ucu vefât ettiği evde, diğer ucu defnedildiği yer olan Bâb-ün-nasr denilen yerde idi.

Takıyyüddîn Sübkî daha küçük yaşta, babasının yanından ayrılmadan âlim oldu. İlim ile çok meşgûl olurdu. Bütün gün ve gecelerinin çoğunu ilim öğrenmekle geçirirdi. Evden sabah namazı için çıkar, öğle namazı vaktine kadar çeşitli âlimlerin derslerini dinlerlerdi. Öğlen namazından sonra eve gelir, yemeğini yer, akşama kadar ilmî çalışmalarına devam ederdi. Akşam olunca, tatlı ve hafif birşeyler yer, tekrar çalışmalarına devam ederdi.

Babası onu, onbeş yaşında iken evlendirdi. Babası, hanımı ve kayınpederi, onun ilimle uğraşması için bütün güçlerini sarf ettiler. Babası ile beraber bir ara Kâhire’ye gitti. Ezberlemiş olduğu Tenbîh’i ve diğer kitapları, oradaki meşhûr âlim İbn-i bint-il-Eaz’a ve diğer âlimlere okudu.

Takıyyüddîn Sübkî, fıkıh ilmini zamanın en büyük Şafiî âlimi Necmüddîn İbni Rifâ’dan; usûl ve diğer aklî ilimleri Alâüddîn Bâcî’den; mantık ve hılâf ilmini Seyfüddîn Bağdâdî’den; tefsîr ilmini Alâmüddîn Irâkî’den; kırâat ilmini Takıyyüddîn İbni Sâig’den; ferâiz ilmini Abdullah Gımârî el-Mâlikî’den; hadîs ilmini büyük hadîs âlimi Şerefüddîn Temyâti’den öğrendi. Şerefüddîn Dimyâtî’nin yanında çok kaldı. Nahiv ilmini Ebû Hayyân’dan öğrendi. Şeyh Tâcüddîn İbni Atâullah’in sohbetlerinde bulunarak ahlâk ilmini öğrendi.

Takıyyüddîn Sübkî ayrıca, İskenderiyye’de; Ebû Hüseyn Yahyâ bin Ahmed, Yahyâ bin Muhammed bin Abdüsselâm’dan, Kâhire’de; Ali bin Nasrullah bin Savvâf, Ali bin Îsâ bin Kayyım, Ali bin Muhammed es-Sa’lebi, Ebû Muhammed Abdülmü’min bin Halef Dimyâtî, Şihâb bin Ali el-Muhsinî, Hasen bin Abdülkerîm Sebtî, Mûsâ bin Ali bin Ebû Tâlib, Muhammed bin Abdülazîm bin Sekati, Muhammed bin Mükerrem Ensârî, Muhammed bin Muhammed bin Îsâ es-Sûfî, Muhammed bin Nâsr bin Emînüddevle, Yûsuf bin Ahmed el-Meşhedi, Ömer bin Abdülazîz’den Dımeşk’da; İbn-i Mevâzinî, İbn-i Müşerref, Ebû Bekr bin Ahmed bin Abdüddâim, Ahmed bin Mûsâ Deşti, Îsâ el-Mu’tasım, İshâk bin Ebû Bekr, Süleymân bin Hamza el-Kâdı’dan ve birçok âlimden hadîs-i şerîf dinledi ve rivâyette bulundu. Reşid bin Ebû Kâsım, İsmâil bin Tebbâl ve birçok âlimden icâzet (diploma) aldı.

Kendisinden ise; Ebû Haccâc Mizzî, Ebû Abdullah Zehebî, Ebû Muhammed Berzâlî, İmâm-ı Sübkî ve birçok âlim hadîs-i şerîf dinleyip, ilim öğrendiler.

Zehebî, “El-Mu’cem-ül-muhtâr” isimli eserinde, onun hakkında şöyle yazmaktadır “Takıyyüddîn Sübkî, dinin emir ve yasaklarına uyan, tevâzu sahibi, seçkin bir zât idi. İlim ve vekâr sahibiydi Fıkıh ve hadîs ilimlerini çok iyi bilir ve ders olarak okuturdu. Usûl ve Arabî ilimlerde ilmi çok fazla idi. İbn-i Sâig’den kırâat ilmini öğrendi. Pek güzel eserler yazdı. Ben ondan ilim öğrendim. Şam’da kadılık yaptı. Verdiği hükümlerden herkes memnun olurdu.”

Ebû Abbâs Ahmed bin Yahyâ, “Megârık-ül-ebsâr” adlı eserinde onun nesebini zikr ettikten sonra; “Takıyyüddîn Sübkî, dört mezhep içinde huccet, hepsinin müftîsi, hadîs âlimlerinin rehberi, kıymetli eserler sahibi bir âlimdir” demektedir.

Selâhüddîn Ebü’s-Safâ Halîl bin Aybek es-Safdî, “A’yân-ül-Asr” adlı eserinde, Takıyyüddîn Sübkî’nin, tefsîr, kırâat, hadîs, usûl, fıkıh, mantık, hılâf, nahiv, lügat ve edebiyat ilimlerinde çok yüksek olduğunu beyân ettikten sonra şöyle der: “İnsanlar ilimde küçük sularda iken, o, ilim okyanuslarına dalıyordu, insanlar karanlık yollarda yürürken, o, aydınlık yollarda yürüyordu. Takıyyüddîn Sübkî, dâima tebessüm ederdi. Heybetli bir görünüşe, yüksek bir yaradılışa sahipti. Hilmi pekçok idi. Elinde imkân olduğu hâlde, kimseden intikam almamıştır. Belâ ve musibete uğrayanlara çok acırdı. Gıybet, dedikodu asla yapmazdı. Çok zâhid idi. Dünyâya hiç rağbet etmezdi.”

Büyük âlim Bedruddîn Hasen bin Muhammed bin Habîb de, “İ’lâm-ül-a’lam bi ahvâli şeyh-il-İslâm” adlı eserinde, onun hakkında şöyle demektedir: “Takıyyüddîn Sübkî, zamanının allâmesi, şeyh-ül-İslâm, tefsîr, nahiv, hadîs, ferâiz, edebiyat, lügat, cedel, hılâf ve münâzara ilimlerinde zamanının en büyük âlimi idi. Adâletten asla tâviz vermeden kadılık yaptı. Dört mezhebde de huccet idi.”

Takıyyüddîn Sübkî, kıyısı olmayan bir deniz, kibir bulunmayan gönül sahibi, ölçüye sığmayan geniş bir ufuk idi. O, bozuk i’tikâd sâbiblerine karşı, Resûl-i ekremin (s.a.v.) ve Eshâb-ı Kirâmın mübârek yolunu müdâfaa, etti. Tevessül, istigâse ve Resûlullah efendimizin (s.a.v.) kabr-i şerîflerinin ziyâretini kabûl etmeyen İbn-i Teymiyye’nin karşısına çıkarak, ona delîl ve vesîkalarla cevap verdi ve; “Heyhat’ Mescid-i Nebi ziyâret edilir de, o mescidin sahibi nasıl ziyâret edilmez? Zâten Resûlullah (s.a.v.) olmasaydı, bu mescidin fazileti bilinmezdi. Eğer Resûlullah (s.a.v.) olmasaydı, o yer mukaddes olmazdı. Orada takvâ üzere yapılmış bir mescid bulunmazdı” buyurdu.

Takıyyüddîn Sübkî, çok cömert idi. Eğer Hâtem-i Tâî onunla aynı asırda yaşasaydı, Takıyyüddîn Sübkî’nin cömertliği yanında, onun cömertliğinin adı bile olmazdı. O vekar sahibi ve heybetli idi. Herşeyi ile kendisinden önce gelmiş olan büyük âlimlerin yolunu ta’kib etti. Dımeşk onun ilim ve irfânıyla ma’mûr hâle geldi. Takıyyüddîn Sübkî’nin vera’ı çok idi. Az yer, az içerdi. Az bir yemekle iktifa ederdi. Çok namaz kılar, belâ ve musibetlere karşı sabrı hiç elden bırakmazdı. Allahü teâlâyı çok anardı. Sabah akşam zikirle (Allahü teâlâyı anmakla) meşgûl olurdu. Dâima murâkabe üzere idi. Doğru yolda bulunup, bu yola yardımcı olmakta ecdadı olan Ensârın (r.anhüm) izinde bulunuyordu. Gece-gündüz Kur’ân-ı kerîm okurdu. Âlimlerden, haberleri doğru olarak naklederdi. Seher vaktinde çok istiğfarda bulunur, Allahü teâlâdan af ve mağfiret dilerdi. Allah korkusundan çok gözyaşı dökerdi. Dünyânın parlaklığına ve malına i’tibâr etmezdi. Elde ettiği makam ve mevkilerden ve herkesin kendisine gösterdiği teveccüh ve iltifâttan dolayı, kibir, gurûr ve ucba kapılmazdı. Her taraftan âlimler, halledemedikleri mes’eleleri arz etmek için ona müracaat ederlerdi. Sâlih ameller ve müstecâb duâlar sahibi idi. O, çok kerre mütevâzî ve gösterişsiz bir elbise ile dışarı çıkardı. Fakat o, sultânın merasim günlerinde dâima cübbe giyerdi. Oğlu, onun böyle cübbe giymesine çok hayret ederdi. Zîrâ, onun tabiatı böyle şeylere pek önem vermezdi. Bu yüzden oğlu Tâcüddîn Sübkî, babasına; “Ey babacığım, kadılık makamında otururken, yirmi dirhem etmeyen elbiselerle oturuyorsun. Fakat sultânın merasimlerinde cübbe giyiyorsun. Bunun sebebi nedir?” diye sordu. Takıyyüddîn Sübkî şu cevâbı verdi: “Evlâdım! Bu, Şafiî mezhebi ulemâsının şiârıdır. Bu âdetin unutulmasını istemem. Ben devamlı kalacak değilim. Benden sonra gelip bunu giyecekler. Yeni birşey ortaya çıkarmıyorum.

Takıyyüddîn Sübkî, tasavvuf yolunda bulunanlara çok hürmet eder ve onları severdi. “Tasavvuf yoluna girmiş olan kimse, Selef-i sâlihînin izinden gider, onlara tâbi olursa işte tasavvufta doğru olan yol budur” derdi. Takıyyüddîn Sübkî, kimde olursa olsun, fâideli birşeyi görünce onu beğenirdi. Faydalı ve güzel birşeyi, kendisinden küçük birisinden bile duysa, onu dinlemekten uzak durmaz, yüz çevirmezdi. O çok haya sahibi idi.

Kimseyi utandırmak istemezdi. Talebeleri ba’zan kendisine, bilinmeyen ve duyulmamış birşey gibi herhangi bir konuyu anlattıkları zaman, onlara birşey demez, onları hoş karşılardı. Hattâ onlara garip birşey imiş gibi anlattıkları o konuyu, çeşitli kitaplardan naklederdi. Bu sebeple talebeler, ona hayret ederdi. Zîrâ onlar, ilk önce onun bu mes’eleden haberi yok sanırlardı. Fakat Takıyyüddîn Sübkî, yine de onların heveslerini kırmazdı. O, âlimlere karşı çok edebli idi. Onun Peygamber efendimize (s.a.v.) olan muhabbeti, sevgisi ve hürmeti, anlatılamıyacak derecede idi.

İlmî üstünlüğü: Takıyyüddîn Sübkî, her ilimde mütehassıs idi. Selef-i sâlihînin yolunda, sünnet-i seniyye üzere bulunuyordu. Hakkı söylemekten çekinmezdi. Ayakta, otururken, binekte ve yürürken bile Kur’ân-ı kerîm okurdu. Hocaları ona çok kıymet verirdi. Mütehassıs olduğu bütün ilim dallarında, zamanında onun gibisi görülmedi. Bütün âlimler, onun bütün zamanını ilme adadığına inanırlardı.

Zehebî, onun ilmî üstünlüğünü şöyle dile getirmektedir: “Takıyyüddîn Sübkî, ezberde ve tenkid husûsunda İbn-i Maîn gibi; Fetvâları husûsunda Süfyân-ı Sevrî ve İmâm-ı Mâlik gibi; cedel ve mubâhese ilminde Fahruddîn Râzî gibi; nahiv ilminde Müberred ve İbn-i Mâlik gibi idi.”

Takıyyüddîn Sübkî, bir ilim dalında ders verirken, herkes onun sâdece o dalda âlim olduğu ve bütün zamanını o ilim için harcadığını zannederdi. Zîrâ o, bir konuyu en ince noktalarına kadar açıklardı. Birgün Takıyyüddîn Sübkî yanıda İbn-i Rif’a ile birlikte Ebû Muhammed Dimyâtî’nin yanına gitti. O, Takıyyüddîn Sübkî’yi görünce; “Büyük hadîs âlimi hoş geldin” dedi. Bu duruma, Takıyyüddîn Sübkî’nin fıkıh ilmindeki üstünlüğünü bilen ve onun sâdece fıkıh ilminde mütehassıs, fakat diğer ilimlerde o kadar üstün olmadığını sanan İbn-i Rif’a çok şaşırdı. İbn-i Rif’a, ona bu sözüyle ne demek istediğini sordu. Ebû Muhammed Dimyâtî; Takıyyüddîn Sübkî, fıkıh ilminde olduğu gibi, hadîs ilminde de imamdır” dedi. Bu konuda Şemsüddîn Muhammed bin Abdülhâlık Makdisî de şöyle demektedir: “Takıyyüddîn Sübkî’nin huzûrunda kırâat ilmini öğreniyordum. Onun kırâat ilmine dâir geniş ve derin bilgisini görünce, kendi kendime, “Herhalde Takıyyüddîn Sübkî, bütün hayatı boyunca kırâat ilmi üzerine çalışmış, başka ilimlerle uğraşmamış, insan ömrünü verse, bundan daha çoğuna gücü asla yetmez” diye düşünüyordum.” Seyfüddîn Ebû Bekr Harirî de. “Nahivde onun gibisini görmedim” demektedir.

Oğlu Tâcüddîn Sübkî, babasının ilmî üstünlüğü hakkında şöyle demektedir: “Babam Takıyyüddîn Sübkî’nin anlayışı ve kavrayışı çok kuvvetli idi. Tefsîr ilminde, hadîs-i şerîf metin ve senetlerinde, hadîs râvîleri ve onların hâl tercümeleri ve hadîs ilmi ile ilgili diğer husûslarda, siyer ve megâzide İmâm idi. Eshâb-ı Kirâm ve Tâbiîn-i izamın ictihâdlarını, diğer meşhûr âlimlerin mes’eleler hakkındaki sözlerini ve hükümlerini çok iyi bilirdi. Hanefî, Mâlikî ve Hanbelî mezhebinin âlimleri onun yanına geldiğinde, onun herbiri, kendi mezheblerinin fıkıh kitaplarına göre yaptığı nakiller karşısında hayrette kalırlardı. Ayrıca Şafiî mezhebinde çok derin bilgiye sâhib bir âlim idi. Bilhassa anlaşılması zor mes’eleleri çözmede çok mahir idi. Derslerini dinleyen, onu her mes’eleyi bilen, bilmediği birşey olmayan bir ilim deryası olarak görürdü. O, bir hadîs-i şerîf hakkında râvîsini bilmiyorum dediği zaman, o hadîs-i şerîfi, meşhûr altı hadîs kitabında ve meşhûr müsnedlerde bulmak mümkün değildi.

Takıyyüddîn Sübkî, İmâm-ı Şafiî’nin “El-üm” isimli meşhûr eserini, Müzenî’nin Muhtasar’ını ve benzerlerini ezberlemişti. Kelâm ilminde ve bozuk fırkaların i’tikâdlarını ve nerede sapıttıklarını çok iyi bilirdi. Arab edebiyatına ve lügat ilmine vâkıftı. Sîbeveyh’in meşhûr eseri olan “Kitab”ı ve İbn-i Usfun’un “Mukarreb” adlı eserini, herkesi hayran bırakacak şekilde ders olarak okuturdu.

Oğlu Tâcüddîn Sübkî diyor ki: “Babam, Arab dili ve edebiyatına o kadar vâkıf idi ki, yanında Kâdı Celâlüddîn’in yazdığı “Telhis” adlı eseri, bir başka âlim ile beraber okuyordum. Bu kitabı daha önce okumamıştım. Babam bu kitabı benim için okutuyordu. Biz derse gelmeden önce, dersi çok iyi mütâlâa ederdik. Babam derse başlayınca, bizim bilmediğimiz konulardan ve edebiyat âlimlerinin sözlerinden nakiller yapar, bunlar üzerinde zihinleri açan ve neş’e veren tatlı açıklamalarda bulunur ve ince, derin nüktelere temas ederdi. Yine babamdan, İmâm-ı Fahruddîn-i Râzî’nin “Mahsûl”, “Erbeîn” ve “Muhassal” isimli eserlerini de okudum. O, bunların üçünü de ezberlemişti. Babam, Şeyh Ebû Hâmid, Kâdı Hüseyn, Kâdı Ebû Tayyib’in ve mütekaddimîn âlimlerinin kitaplarına ve Ta’lika, Şâmil, Tetimme, Nihâye, Mahâmilî adlı eserlere çok vâkıf olduğu için, onlardan nakillerini ezbere yapardı.”

İbn-i Râfi’ şöyle anlatır: “Takıyyüddîn Sübkî, birgün bahçesine gitmişti. Ondan sonra biz de oraya gittik. O uyuyordu. Onu rahatsız etmedik. Biraz sonra uyandı. O, âdeti üzere devamlı abdestli bulunurdu. Uyandıktan sonra abdest almaya gitti. O abdest almaya gidince, yattığı yerde, başının altında bir not defteri gördük. Ona baktığımızda, “Minhâc” şerhinden alınmış ba’zı notların yazılı olduğunu gördük. Yanımda bulunan arkadaş, o notlara bakınca şöyle dedi: “Onun bu kadar sahifeyi ezberinden yazmasına, Râfi’nin kitabından ve Ravda adlı eserden yaptığı nakillere hayret etmiyorum. Esas hayret ettiğim şey; “Mücerred” kitabından, “Şâmil” kitabından, İbn-i Sabbag’dan yaptığı nakillerdir. Hâlbuki onun yanında, Minhâc, beyaz kâğıt ve divitten başka birşey yoktu.”

Takıyyüddîn Sübkî, mubâhese, tahkîk ve ilmî münâzaralarda zamanının en büyük âlimi idi. Onun ilimde derya gibi olduğunu herkes kabûl ediyordu. Zekâsı çok kuvvetli idi. Birşeyi duyar duymaz hemen ezberlerdi. Ezberlediğini de unutmazdı. Onda kuvvetli bir hafıza ile, insanı hayrette bırakan bir anlama kabiliyeti vardı. Böylesi, insanlar arasında çok az bulunurdu. Bu, Allahü teâlânın, kullarından dilediğine ihsân ve lütfettiği bir ni’mettir.

Oğlu Tâcüddîn Sübkî şöyle anlatır: “Bir gece ben, Hâfız Takıyyüddîn Ebü’l-Feth, Cemâlüddîn Hüseyn, Şeyh Fahruddîn Akfeshî ve daha birçok âlim, babamın yanında toplanmıştık. Orada bulunanlardan birisi bana; “Takıyyüddîn Sübkî’nin bir münâzarasını dinlemek istiyoruz. Aramızda senden başka onu râzı edecek birisi yok” dedi. Bunun üzerine ben, babama; “Bu cemâat münâzaranızı dinlemek istiyorlar” deyince, “Bismillah” dedi. Ben onun benim bu teklifime, bana olan sevgisinden ve benim öğrenmemi istemesinden dolayı kabûl ettiğini biliyordum. Sonra bize, “Hakkında sizin sayınız kadar kavl bulunan bir mes’ele gösterin. Herbiriniz bu kavillerden birisini seçsin. Sonra münâzara için yanıma otursun” dedi. Ben; “Haram mes’elesi üzerinde konuşalım” dedim. Sonra; “Gidiniz, herbiriniz müdâfaa edeceği sözü iyice mütâlâa etsin ve yazıp gelsin” dedi. Biz onun yanından ayrıldık. Herbirimiz, gece yarısına kadar bütün gücümüzle çalıştık. Sonra babamın yanına geldik. Arkadaşlardan birisi, onunla münâzara için öne geçti. Babam ona; “İstersen, delîl getiren ol, ben getirilen delîli red eden olayım, istersen aksi olsun” dedi. Daha sonra herbirimiz teker teker, müdâfaa ettiğimiz söz için delîller getiriyor, o ise bu bizim delîlimizi red ediyor ve bizim sözümüzün niçin yanlış olduğunu da ayrıca izah ediyordu. Neticede hepimiz onun karşısında konuşmaktan âciz kaldık. Sonra babam, herbirimizin sözünü teker teker ele alıp, herbirinin müdâfaasını yaptı. Onun müdâfaasını yaptığı söz sonunda, biz; “Doğru olan budur” diyorduk. En sonunda hak olan şeyi söyledi Hepimiz bu açıklama karşısında hayretler içinde kaldık.”

Kerâmetleri: Takıyyüddîn Sübkî’nin çok kerâmetleri görüldü. Onun ile inatlaşan kimsenin, başına mutlak birşey gelirdi. Kendisinden kerâmet hâsıl olunca veya birisi kerâmetinden bahsedince çok sıkılırdı.

Şöyle anlatılır: “Kâdı’l-kudât Cemâlüddîn Züreî, Mensûriyye Medresesi’ndeki müderrislik vazîfesinden, Şam kadılığına ta’yin edilince, Takıyyüddîn Sübkî onun yerine müderrislik vazîfesine ta’yin edildi. Bir müddet sonra, Cemâlüddîn Züreî, Şam kadılığından azledildi. Bu sırada Şam Naibi Argûn, Hicaz’da bulunuyordu. Bu naibin, Cemâlüddîn Züreî ile arasında çok iyi bir dostluk vardı. Züreî’nin azledilmesi Argûn’e ulaşınca, buna çok üzüldü ve Mısır’a varınca, Mensûriyye müderrisliğini, Takıyyüddîn Sübkî’den alıp, tekrar Züreî’ye vermeye karar verdi. Bu haber Takıyyüddîn Sübkî’ye ulaşınca, o buna çok üzüldü. Bu haber üzerine o, gece iki rek’at namaz kılarak, Allahü teâlâya niyazda bulundu. Bu sırada; “Argûn tutuklandı” diye bir ses duyuldu. Ertesi gün derse gittiğinde kendisine, Nâib Argûn’un tutuklandığı söylendi.”

Şam Naibi Aydoğmuş’un, Takıyyüddîn Sübkî’ye sıkıntı vermesini Şeyh Behâüddîn şöyle anlatır: “Nâib ile Takıyyüddîn Sübkî arasındaki anlaşmazlık çok ileri safhaya varmıştı. Sonunda Takıyyüddîn Sübkî, kadılıktan ayrılmaya karar verdi. Selâhiyye Medresesi’nde ders verdiği yere gitti. Burada odasına girdi. Kapıyı kapayarak, kadılıktan ayrılması husûsunda istihâre yapacaktı, İki rek’at namaz kılmaya başladı, ikinci rek’atin ikinci secdesinde iken bir ses duydu. Bu ses; “Her insan için, önünden ve arkasından ta’kib eden melekler vardır. Onu Allahü teâlânın emriyle korurlar. Muhakkak ki Allah, bir topluma verdiği ni’meti, onlar kendilerindeki iyi hâli fenâlığa çevirmedikçe bozmaz. Bir topluma da Allahü teâlâ bir kötülük diledi mi, artık onun geri çevrilmesine hiçbir çâre yoktur. O toplum için (kendilerine yardım edecek) Allahü teâlâdan başka bir yardımcı da yoktur” meâlindeki Ra’d suresi onbirinci âyet-i kerîmesini okuyordu. Bunun üzerine kadılık vazîfesinden ayrıldı. O zaman Emîr, Bedrüddîn Genkilî bin Baba idi. Takıyyüddîn Sübkî ile Aydoğmuş arasındaki mes’eleye o da üzülmüştü. Takıyyüddîn Sübkî’yi çok seviyordu ve onu haklı buluyordu. Fakat Aydoğmuş gibi bir devlet adamını da görevden almak ba’zı sebeplerden dolayı zor idi. Bedrüddîn Genkilî, Takıyyüddîn Sübkî için; “Eğer o, Allahü teâlâ indinde kıymetli bir kul ise, cenâb-ı Hak onu bu sıkıntıdan kurtarır ve rahata erdirir” diyordu. Kısa bir süre sonra, Aydoğmuş’un aniden ölüm haberi geldi. Bu ölüm haberi Takıyyüddîn Sübkî’ye ulaşınca ağladı. Sonra kalkıp namaz kıldı.”

Şöyle anlatılır: “Takuztimûr Mısır’da iken, Takıyyüddîn Sübkî ile çok samimî idi. Takuztimûr. Şam nâibliğine ta’yin edilince, ba’zı kimseler onun Takıyyüddîn Sübkî’ye karşı olan tavrını değiştirdiler. Takıyyüddîn Sübkî ile Takuztimûr arasındaki anlaşmazlık yüzünden, Takıyyüddîn Sübkî Mısır’a çağırıldı. Takıyyüddîn Sübkî Şam’dan ayrılınca, onun yokluğu hemen hissedildi. O Mısır’a varır varmaz, Takuztimûr Şam’da vefât etti.”

İmâm-ı Sübkî şöyle anlatır: “Babam Takıyyüddîn Sübkî’ye rahat vermiyenlerden birisi de, Şam naibi Argûn Şah idi. Birgün babam, Argûn Şah’a; “Ey emir, ben de, sen de birgün öleceğiz” dedi. Argûn Şah da ona; “Ey Kâdı! Bu şehirde kaç nâib gördün?” diye sorunca, o; “Şu kadar nâib gördüm” dedi. Argûn Şah; “Benden başkası sana rahat vermedi” deyince, o’; “İleride sen de göreceksin” dedi. Biz, birgün yatsı namazını  kılmak için toplanmıştık. Namazı kıldıktan sonra, babam yüksekçe bir yere çıktı. Başı eğik bir vaziyette durmaya başladı. Hiç konuşmuyordu. Ayakta olduğu hâlde, sabah namazına kadar aynı vaziyette kaldı. Bu sırada öyle heybetli bir hâli vardı ki, ta’rîfi, anlatılması çok zordu. Onu bu hâlde gören kimse, şayet o anda onu bir arı sokmuş olsaydı, asla bunu hissetmiyeceğine inanırdı. Sonra oradan inip yatsı namazının abdesti ile sabah namazını kıldı, inerken bize; “Argûn Şah’ın işi bitti” dedi. Salı günü Trablus’tan yola çıkan Ulcîbuğa isminde birisinin, Perşembe günü gecenin yarısında Argûn Şah’ın başını kestiğini öğrendim. Sonra babamın odasına geldim, içeride Kur’ân-ı kerîm okuyordu. Biraz bekledikten sonra kapıyı çaldım. Kur’ân-ı kerîm okumasını keserek kapıyı açtı. Bana; “Müslüman kardeşin için şemâtet yapmayı bırak (şemâtet; başkasına gelen belâya, zarara sevinmektir). Belki Allahü teâlâ ona afiyet verir de, seni o musibete düçâr eder” dedi. Sonra ben ona, biraz sevinçli bir hâl içinde; “Argûn Şah öldürüldü” dedim. O zaman bana; “Kim demiş? Sus! Bu ne biçim söz böyle! Müslüman kardeşin hakkında şemâtet yapma dedik, değil mi?” dedi. Bana kapıyı açıp “Şemâtet yapma” demesi, benim ona ne söyleyeceğimi, Allahü teâlânın ona bildirmesi, onun bir kerâmetidir.”

Şöyle anlatılır: “Takıyyüddîn Sübkî bir mes’ele hakkında hüküm vermişti. Bu hükmünde de kararlı idi. Şam naibi Argûn Kâmili, bu hükmünden dolayı ona karşı çıktı. Bu mes’ele Şam ve Mısır’da önemli bir konu hâline geldi. Bu sırada Kâdı Selâhüddîn Safdî, Takıyyüddîn Sübkî’nin yanına gelerek; “Efendim! Bu mes’ele aleyhimize olmaktadır. Onlar hakka itaat etmezler, hakka boyun eğmezler. Niçin kendinizi tehlikeye atıyorsunuz? Niçin onlarla mücâdele ediyorsunuz?” deyince, o uzun süre düşündükten sonra; “Vallahi, Allahü teâlâdan başkasının rızâsını düşünmem. Benim için önemli olan, Allahü teâlânın rızâsıdır” dedi. Bunun üzerine ben, onun baskı ve lâflar ile haktan ayrılmıyacağını anladım. Nâib Argûn Kâmili bir süre sonra görevinden alındı ve çeşitli eziyetler başına geldi. Ölünceye kadar çeşitli üzüntüler içinde ve işsiz güçsüz olarak yaşadı.”

Vefâtı: Takıyyüddîn Sübkî, 755 (m. 1354) senesi Zilka’de ayında zafiyete yakalandı. Vefât edinceye kadar bu hastalık devam etti. Oğlu İmâm-ı Sübkî, Şam kadılığına ta’yin edildikten bir ay sonra Mısır’a gitti. Kendisi dâima; “Ben Mısır’da vefât ederim” derdi. Mısır’a gidince, orada birkaç gün hasta olarak kaldı. 756 (m. 1355) senesinde Kâhire’nin dışında bir yerde vefât etti. Cenâze namazına çok kalabalık bir cemâat katıldı. Cenâzesini taşıyanların bir ucu, defn edildiği yer olan Bâb-ün-Nasr’da iken, diğer ucu vefât ettiği evin önünde idi.

Büyük âlim Fahrüddîn Darîr şöyle anlatır: “Takıyyüddîn Sübkî ile görüşmemiştim. Bu zât, müslümanların en büyük âlimlerinden idi. Cenâzesinde ben de bulundum. Bunu sırf Allahü teâlânın rızâsı için yapmıştım. Onun ailesinden kimseyi tanımıyordum. O günün gecesinde yatınca, rü’yâmda onu gördüm. Yüksekçe bir yerde idi. Bana; “Yaptığın o güzel iş, yerine ulaştı” dedi.

Takıyyüddîn Sübkî’nin vefâtından sonra birçok kimse, onun Allahü teâlânın indinde nail olacağı yüksek durumlarla ilgili güzel rü’yâlar gördü.

Sâlihlerden birisi şöyle anlattı: “Vefâtından iki veya üç gece sonra, Takıyyüddîn Sübkî’yi rü’yâmda gördüm. “Allahü teâlâ sana ne muâmele buyurdu?” diye sordum. Bana şöyle cevap verdi: “Bana Cennet kapıları açıldı. Gir denildi. Ben; “İzzetin hakkı için yâ Rabbî! Benim cenâze namazımda bulunanların da girmesini isterim” dedim.”

Takıyyüddîn Sübkî’nin vefâtı üzerine birçok mersiyeler yazıldı. Burhânüddîn İbrâhim Kîrâti onun vefâtı üzerine şunları yazdı: “Ey Takıyyüddîn Sübkî! Senin kabrin af ve mağfiret yeri, Rahmânın meleklerinin konakladığı yer oldu. Rûhun Cennet köşklerinde yerleşti. Oralarda ihsân üstüne ihsân, lütuf üstüne lütuf ile mükâfatlandırıldı. Oralarda selâm ile karşılandı. Ona Cennetten hediyeler getirildi. Melekler onun gelmesiyle sevindiler. Dünyâ onun için ilk mekân idi. Cennetin yüksek dereceleri ikinci mekânı oldu. Onun kabrinde, ilmin ve Kur’ân-ı kerîmi çok okumanın heybeti var.”

Şihâbüddîn Hüseyn bin Muhammed’in onun için yazdığı mersiye de şöyledir: “Kâdı’l-kudât Takıyyüddîn Sübkî aramızdan ayrıldığı için, ona gözyaşı bittikten sonra kanla ağlamak lâyıktır. Kim onun kabrinde göz yaşı dökerse, bunun için asla kınanmaz. Asrın âlimi vefât eyledi. Allahü teâlâ onun kabrini Cennet bahçesi yaptı.”

Oğlu Ahmed’in söylediği mersiye ise şöyledir: “Ey ilim ve din talibi olan kimse, aradığın âlim şimdi kabirdedir. O vefât etti. Uyku, seher vakti ağlayanlara nasıl yaklaşabilir. Onlar lezzetlerinden ve zevklerinden mahrûm olmuşlardır. Ey Mısır’a gidenler, orada alev alev ateş yanmaktadır.”

Takıyyüddîn Sübkî oğluna şöyle nasîhat etti: “Ey Oğul! Vaktini boş yere geçirsen bile, seher vaktinde uyanık olup, ibâdet ve tâatle meşgûl olmayı kendine âdet edin. Seher vaktinde uyuyan kimseye çok çok yazık.”

Takıyyüddîn Sübkî’nin büyük oğlu Ebû Bekr Muhammed için söylediği şiirin tercümesi şöyledir: “Ey Oğul! Sana yapacağım nasihatimi ihmâl etme. Sözüme iyi kulak ver. Bu nasihatim, sana rehber olur. Allahü teâlânın kitabı Kur’ân-ı kerîmi ve sahih olan hadîs-i şerîfleri ezberle, usûl-i fıkhı çok iyi bil. O, senin sağlam ve doğru konuşmanı sağlar. Nahiv ilmini öğren. Bu anlayışını arttırır. Zâhirî ilimlerde, İmâm-ı a’zâm, İmâm-ı Şafiî, İmâm-ı Mâlik ve İmâm-ı Ahmed’in, tasavvufta Cüneyd-i Bağdâdî’nin talebelerine ve onlara tâbi olanlara uy. Her işinde Resûl-i ekremin (s.a.v.) sünneti seniyyesine uy, saadete kavuşursun, ilimde Allahü teâlânın rızâsını gözet, sâlihlerin yoluna kavuşursun. Allahü teâlâdan kork, emrettiklerini yap, yasak kıldığı şeyleri yapma. Dünyâya rağbet etme. Başına gelen belâ ve musibetleri; kulluk vazîfelerini yerine getirerek, yalvarıp yakararak Allahü teâlâya arz et. Belâ ve musibetlere karşı sabırlı ol. Sana ihsân ettiği ni’metlere karşı, Allahü teâlâya şükret ve hamdet.

Doğru ve samîmi olarak vera’a yapış, şüphelilerden uzak kal. Rabbine itaat et. O’nu secde eyle, ilim öğrenmekte çok gayretli ol. Diline de sâhib ol.”

Takıyyüddîn Sübkî’nin diğer bir şiirinin tercümesi şöyledir: ilâhî! Bütün işlerimi sana havale ettim. Yâ Rabbi, sen lütuf eyle. Yâ Rabbî Sen beni muhafaza eyle, elimden tut. İş başında olmakta rahat yoktur. Üç şey bundan müstesnadır. Akıllı kimse bunları taleb eder. Bunlar; hak ile hükmetmek, bâtıl olan bir şeyi ortadan kaldırmak ve muhtaç olana fâide vermektir. Kişinin kemâli ilim iledir, makam ve mertebe ile değildir. İlim rütbesi, rütbelerin en üstünüdür. Âlimler, Peygamberlerin (aleyhimüsselâm) ilmine vâris oldular. Karanlıkta yürüyenler, âlimler vasıtasıyla doğru yolu buldular. Muhammed aleyhisselâmın dînine ve O’nun bildirdiklerine vâris olmaktan başka iftihar vesilesi, O’nun güzel ve nümûne olan ahlâkiyle ahlâklanmaktan başka fazîlet yoktur. Kişi ilme iyi yapıştığı zaman, anlaşılmayan şeyler zamanla kolayca anlaşılır hâle gelir. Şek ve şüpheler koybolur. Herşey açıklığa ve aydınlığa kavuşur. İlim rütbesi öyle bir rütbedir ki, sahibini, ehlini, yıldızların üstünde bir mertebeye çıkarır. Eğer rüşde ve doğru yolu bulmaya tâlib isen, bunu istiyorsan, önce ilim rütbesine talib ol. Umulan ve kavuşulmak istenilen en yüksek ve en hayırlı akıbete kavuşursun. Malı ve herhangi bir makamı, ilme eşit tutma. Farzet ki, dünyâ malı ve mülkü senden uzaklaştı. Dünyâ malına aldırmazsan, sana en iyi bedel olarak Cennette çeşitli ni’metler verilir. İnsan iyi, doğru ve sâlim bir şekilde düşünürse, ilimden daha tatlı ve lezzetli bir şey olmadığını anlar.”

Takıyyüddîn Sübkî buyurdu ki: “Sûfî; Hakka doğruluk, halka karşı güzel ahlâk üzere olan kişidir.”

“Tefekkür ettim, düşündüm. Gördüm ki, bütün fesadın başı kibirdir. Kibir, şeytanın büyüklenip kendini beğenmesi ile işlenen ilk günah oldu. Kalbde kibir, büyüklenme hâsıl olduğu zaman, kendisini büyük görüp, başkalarını aşağı görür. Kibir, kalbi nasihat kabûl etmekten ve emre itaat etmekten alıkoyar. Kalbde kendini hor ve hakîr görme hâsıl olunca, İslâm âlimlerine itaat eder ve sözlerini dinler. İslâm âlimlerinin sözleri ve nasihatleri ona te’sîr eder. Bu vesile ile hakkı tanır. Nihâyet her hayır ve iyiliğe kavuşur.”

“Bütün salâhı, iyiliği, Resûl-i ekremin (s.a.v.) şu iki mübârek sözünde buldum: “Nefsine yapış ve evin geniş olsun.” Nefse yapışmaya gelince; insan kendisi ile meşgûl olursa, nefsini ma’nevî kirlerden ve kötülüklerden alıkoyar. Nefsine iyi ve övülen güzel hasletleri ve sıfatları kazandırır. Bu vesile ile Allahü teâlâya yakın kimselerden olur. Hem, insanlarla uğraşmakta hayır ve fâide yoktur. “Evin geniş olsun” sözüne gelince; burada, selâmetin insanlardan uzak olmakta olduğu beyân buyurulmaktadır. İnsan evinden çıktığı zaman, her türlü rezalete bulaşır ve kötü işler yapar. Bu mevzûda şöyle bir şiir yazdım: Kalbin kibri, doğru yolu kabûl etmeye mânidir. Onun için kendini büyük görme, mütevâzi ol. Evinde kal, ondan bir karış bile ayrılma. Eğer evden ayrılırsan, pekçok kötülüklerle karşılaşırsın.”

Şu yedi şey, insanın saadetine vesile olur: 1) Din, 2) ilim, 3) Akıl, 4) Edeb, 5) Hayırla anılmak, 6) insanlara sevgi göstermek, 7) insanlardan külfeti ve zorluğu kaldırmak.

Din: Dünyâ ve âhıret saadetinin başıdır. Hidâyet ve tevfîk Allahü teâlâdandır. Ancak, kul hidâyete ve tevfîke vesile olacak sebeblere yapışmakla me’mûrdur. Denilmiştir ki: “Rabbin lütfu ve ihsânları pekçoktur. Onun için bunları isteyiniz ve arayınız. Kalb; din, îmân, ilâhî ma’rifetler ve güzel hâller ile iyi olur. Dil ise, İslâm, doğruluk, hak söz, iyiliği emretmek ve kötülükten menetmekle ve daha başka güzel şeyleri söylemek, gıybet ve koğuculuk gibi kötü işleri terketmekle güzelleşir ve iyi olur. Diğer a’zâlar ise, tâatları yerine getirmekle, büyük ve küçük günahlardan, haramlardan sakınmakla güzelleşir. Bu iyi hâllerin hepsi, kul tarafından istenir ve aranır. Ancak meydana gelmeleri, hâsıl olmaları, Allahü teâlânın hidâyeti ile olur.

İlim: Ba’zı kimseler, zihin bakımından ilim elde etmeye, âlim olmaya müsait değildir. Bu sebeple, ilim ile mükellef değildir. Ona, dinin emirlerini yerine getirecek kadar emir ve yasakları öğrenmesi kâfidir. Bunlardan daha fazlasını kaldıramaz. Bir kısım kimse de vardır ki, zihni ve zekâsı ilim elde etmeye müsaittir. Bunların, zihinlerini ve zekâlarını dünyâ ve âhırette kendisine fâide te’min edecek olan ilimlerde kullanması gerekir. Herkes zihninin ve zekâsının durumuna göre gayret gösterir. Bir kimsenin zihni ve zekâsı ilim için müsait olur da, vaktini ilimle değilde, boş şeylerle zayi ederse, sonu hüsran olur. Pişmanlığın fâide vermiyeceği günde, çok pişman olur. Genç olup, kabiliyetli olan kimsenin, zihnini, gençliğini, sıhhatini ve vaktini, dünyâ ve âhırette fâideli olacak ilmi elde etmek için harcaması lâzımdır. Yoksa zihni ve zekâsı, gün geçtikçe keskinliğini ve kuvvetini kaybeder, yaşlanır, hastalıklara yakalanır da, artık bu hastalık ve rahatsızlık hâlleri ile meşgûl olmaya başlar. Nihâyet, keşke gençliğimin, sıhhatimin ve vaktimin kıymetini bilseydim, der. Fakat artık iş işten geçmiştir.

Kişinin, din ve ilim yolunda kendisine rehberlik edecek ve terbiye edecek bir hocaya ihtiyâcı vardır. İnsanların çoğunda, din husûsunda böyle bir hocaya ihtiyâç vardır. Ancak ba’zı zâtlar, böyle bir hocaya ihtiyâç duymazlar. Bunlar, Allahü teâlânın kendilerine husûsî olarak lütuf ve ihsânda bulunduğu, husûsî hidâyetine mazhar kıldığı seçilmiş kimselerdir, İlimde ise, tecrübem, hocaya ve bir rehbere olan ihtiyâcın zarûretini göstermektedir. İlimde hoca mutlaka lâzım ve talebenin kabiliyet derecesinde ondan faydalanması îcâb etmektedir. Alma kabiliyeti olmayan, zâten hocadan istifâde edemez. Alma kabiliyeti olan da; kalbiyle ve herşeyi ile hocaya yönelip, ona teslim olup, onu Can kulağı ile dinlediği zaman, ancak kabiliyeti kadar istifâde edebilir. Talebenin Kalbi ayna gibidir. Hocanın sözleri ise, aynada görülen sûret gibidir. Aynada sûretin iyi görünmesi, aynanın cilasının çokluğu, parlaklığı ve karşıdaki sûretin tam karşısında olmasına bağlıdır. Talebede alma kabiliyeti ve kabûl etme husûsiyeti bulunursa, öğretilen şeylerin talebenin kalbinde devamlılığı, hocanın ders verişine, anlatışına ve öğretişine göre değişir. Burada iki şeyin te’sîri vardır: 1- Alma kabiliyeti olan bir talebenin anlatılanları ve öğretilenleri iyi öğrenip, uzun zaman unutmamasında, hocanın ilminin azlığı ve çokluğunun mühim te’sîri vardır. Bu sebeble, İmâm-ı Şafiî’nin ilim öğretişi nerede, bizim gibilerin ilim öğretişi nerede? Biz onların yanında hiç kalırız. 2- Talebenin anlatılanları iyi öğrenmesinde, hocanın talebeye nasihat edip, onları sevmesinin de te’sîri büyüktür. Hoca talebesini ne kadar çok severse, ona daha çok teveccüh eder, ilmi daha kolay ve daha iyi öğretmeye çalışır. Hoca, talebeye karşı baba gibidir. Talebesini, babanın oğlunu terbiye etmesi gibi terbiye eder. Eğer hocada, hocalık ve babalık vasıfları birleşirse, maddî ve ma’nevî babalık kendisinde birleşmiş olur. O zaman sevgi, nasihat ve gayret, kemâl derecesine ulaşır.

Akıl: Din ve dünyâ saadetine akılla kavuşulur. Akıl iki çeşittir. Biri doğuştan var olan akıl, diğeri de sonradan kazanılan akıldır. Doğuştan akıldan mahrûm olan kimse ile zâten konuşulmaz. Bundan Allahü teâlâya sığınım. Akıl ve basiretten nasîbi olan kimse, hergün, hattâ her ân yeni yeni şeyler öğrenir. Akıllı kimse, dünyâ ve âhıretine fâide verecek şeyler için çalışır. Bunlardan başkasında hayır yoktur. Dünyâ için çalışması, geçimini te’min etmesi, dini için çalışması ise, âhıret saadetini kazanmak içindir. Akıllı bir kimse bir kelime duyarsa, o kelimenin ma’nâsını ve onunla amel etmeyi düşünür. O söz hakkında doğru bir şekilde düşünür ve onun doğruluğunu görürse, o sözü kabûl eder. Eğer hatalı bir söz olduğunu görürse, onu reddeder. Tereddüdü olursa, üzerinde düşünür. Onu iyice anlayıncaya kadar red veya kabûl etmez. Kendisine nasîhatta bulunan kimsenin nasihatini, ilmini ve dînî durumunu iyice araştırır. İyi olduğuna kanâat getirdiği zaman, o nasîhata uyar.

Edeb: ilim, din ve saadet, edeb ile elde edilir. Edebin kısımları vardır. Bunlar; Allahü teâlâya, Peygamberlerine, meleklerine, âlimlere, evliyâya, sultanlara, emir sahiblerine, büyüklere, kendi seviyesindekilere, küçüğüne, hür olana, köleye karşı edeble ve sözle, fiille, oturup kalkmakla, susup dinlemekle, güzel konuşmakla, kendisini küçük görüp, başkasını büyük görmekle ilgili olan edeblerdir.

Hayırla anılmak: Dünyâ ve âhıreti muhafaza etmek, hayırla anılmakla olur. Bir kimse kötü olarak bilinirse, bu onun dünyâsının bozulmasına sebeb olur. Hattâ ba’zan da, âhıretinin de bozulmasına sebeb olur. Hayırla ve iyilikle anılmak, şüphe ve töhmet celbedecek yerlerden, düşük bayağı hareketlerden, kötü kimselerden sakınmak, mümkün olduğu kadar kendisini muhafaza etmek ve onlarla ihtiyâç miktârı kadar görüşmekle mümkün olur. Kötü kimselerle beraber düşüp kalkan, onlarla beraber olan kimse, onların kötülüklerinden uzak olsa ve onları yapmasa bile, onlarla düşüp kalktığı için, onlardan sayılır. Emînüddîn Mahallî, bir şiirinde şöyle der. “Asîl, kadri ve kıymeti yüksek olan kimselerden ayrılma. Böyle kimselerle oturan kimse, en başta oturur. Bozuk kimselerle oturup kalkma. Bu senin kıymetini düşürür. Hor ve hakîr görülürsün.” Denilmiştir ki; “Âlim olan kimseye, dışarılara fazla çıkıp dolaşmak yakışmaz. insanlar arasına sık sık çıkıp görüşen kimsenin, onların yanında kıymeti az olur. Selâmet, mümkün olduğu kadar kötü insanlardan uzak kalmaktadır. Çok kimse, insanların eziyet ve sıkıntılarından uzak kalmak için, onlardan uzak kalmışlardır. Çok kimse görülmüştür ki, insanların arasına karıştıkları için, temiz oldukları hâlde, kendilerine yakışmayan işler, onlara nisbet edilmiştir.

İnsanlara sevgi göstermek: insanlarla iyi geçinip, onlara sevgi göstermek, aklın yarısıdır. Her hayır iyiliği çeker, fakat bunda da haddi gözetmek lâzımdır. Tevâzu yapıyorum diye nefsi ayaklar altına da atmamak, kibir de göstermemek gerekir, insanlara karşı sevgide güzel olan, vasati durumda bulunmaktır.

İnsanlardan külfeti ve zorluğu kaldırmak: insanlardan külfeti kaldırmak, onlara ağır olmamak içindir. Çünkü insanları bir işte zorlamak, onlara külfet olmaktır. İnsan, kendisinden ona ağır ve yük olacak bir şeyi isteyinceye kadar senin dostun ve arkadaşındır. Sonunda senden hoşlanmaz, sana buğz eder. Bir kimseye, ona yük olacak birşeyi teklif etmemek mümkün ise, böyle yapılmalıdır. Böylez yaparsa, onların yanında kıymetli, gönüllerinde muhterem olur.

Bir kimse bu yedi şeyi gücünün yettiği kadar yaparsa, bundan sonrası Allahü teâlâya kalmıştır. Dilerse saadeti nasîb eder. Kula, faîdeli olanları konuşmak gerek. Allahım! Bizi bize bırakma. Hakkımızda ne hayırlı ise, bize onu ihsân eyle!

“Kullarda Allahü teâlânın fiilleri tecelli eder. Bu fiillerde, ibret alan akıl için çok hikmetler vardır. Bir kısım insanlar vardır ki, sen ona iyilikte bulunursun, o da sana iyilikte bulunur. Bu, iyiliğe karşı iyilik ve mükâfattır. Ba’zı kimseler de vardır ki, sen ona kötülük edersin, o da sana kötülükle mukâbele etmiştir. Bunlarda hayret edecek bir husûs yoktur. Fakat öyle kimseleri gördük ki, sen ona iyilik edersin, o ise sana kötülük eder. İyilikte bulunmadığın kimse ise, sana iyilikte bulunur. Ben buna çok hayret ederim. Fakat sonunda şunu gördüm: Bunlar, nefsinden soyulması ve kalbin Allahü teâlâya bağlanmasına dâir. Allahü teâlâ tarafından kulun ikâz edilmesi ve uyarılmasıdır. Çünkü sen bir şahsa iyilik yaptığın ve özellikle bu ihsânın fazlaca olduğu zaman, umûmiyetle onu, sana darlıkta ve sıkıntılı zamanlarında yardımcı olup fâide verecek bir dost edinmek istersin. Fakat, senin ona yaptığın bu iyilik, Allah için değil, sırf gelecekte ondan göreceğin bir fâide içindir. Bu sebeple, senin ona en muhtaç olduğun bir zamanda seni bırakır, iyilik yerine sana kötülük yapar. Bu hâdise ile Allahü teâlâ sana, senin daha önce o şahsa yaptığın iyiliğin senden değil kendisinden olduğunu, ancak görünüşte o şahsa yaptığın iyilikte senin bir vâsıta olduğunu bildirmek murâd etmiştir. Yine aranızda daha önce hiçbir sevgi ve yakınlık bulunmayan kimseden gelen iyilik ile de Allahü teâlâ ni’metin kullarından değil, kendisinden olduğunu beyân buyurmuştur.

Ey insan, bu husûsta dikkat et. Her iki hâlde de Allahü teâlânın ni’metlerine ve sana iyilikte bulunan kimseye teşekkür et. Çünkü insanlara teşekkür etmeyen, Allahü teâlâya şükretmemiş olur. Sana iyilikte bulunan kimse, sana o ni’metin gelmesine vesile olmuştur. Sana kötülük yapanı da zemmetme, kötüleme. Bilakis onun için hayır duâda bulun. Çünkü sana ondan gelen kötülük, senin gafletten uyanmana ve Rabbine dönüp, yönelmene sebep olmuştur. Bu, onun sana yaptığı kötülüğün sebep olduğu büyük bir ni’mettir. Onun için sen, bu ni’metin gerçek sahibi olan Allahü teâlâya şükrettikten sonra, sana kötülük yapan kimseye de, teşekkür etmeli, onu hoş görmelisin. Bu husûsta şu şiiri söyledim: “Eğer sana, aranızda dostluk bulunmayan birisinden bir iyilik, yardım, kendisinden iyilik beklediğin bir dostundan da sana bir sıkıntı gelirse, bunu Allahü teâlâdan bir ikâz ve nasihat olarak kabûl et, Çünkü, Allahü teâlâ dilediğini yapar, senin dilediğini değil.”

Takıyyüddîn Sübkî’nin odasında, tam yüzüne karşı olan duvarda, bizzat kendisinin yazdığı bir levhada şu sözler vardı: “Evinden ayrılma”, “Müslümanın, müslüman aleyhinde olması haramdır”, “Müslüman kardeşine yardım et”, “Seni şüpheye düşüren şeyi terk et”, “Sen kendinle meşgûl ol” : Yine o, kendi hattı ile şu sözleri yazmıştı: “Sâlih kulun Allahü teâlâ için yapmış olduğu her hayır ve sâlih ameli, başkalarından gizlemesi gerekir. Çünkü Allahü teâlâ, onun yaptıklarını en, iyi bilendir ve yaptıklarının mükâfatını da O verecektir. Birisi ile zarûret miktârı konuşunca, yâ karşısındakine fâide vermeyi veya ondan istifâde etmeyi niyet etmelidir. Akıllı kimsenin, bu iki husûsa çok dikkat etmesi gerekir. Tecrübe bunu göstermektedir. Yine tecrübe şunu göstermiştir ki: insanlar mahlûkturlar. Hiçbir şeye fayda Vermeye güçleri yoktur. Bunları iyi anlayıp kavrıyan kimsede riya yok olur. Kalbinden riya ve gösteriş yapma, arzu ve isteği çıkar. Herşeyin doğrusunu Allahü teâlâ bilir.”

Yazmış olduğu vasıyyet şöyledir: “Kulun her hâlinde ibâdet yapması gerekir. Çünkü ömür çok kısadır. Ömrünün bir kısmı küçüklükte geçer. Bir kısmı büyüyünce, bedenî ihtiyâçlarını te’min etmek, uyku, kendisine arız olan hastalık, özür hâlleri, zarurî meşgaleler, insanlarla uğraşma ve geçim derdi gibi işlerle geçer. Bunlardan geriye, insan için çok az vakit kalır. İşte insan, ya bu kısacık ömrünü ibâdet ve tâatle geçirmek sûretiyle Allahü teâlâya, Cennetine ve çeşit çeşit ni’metlerine kavuşur. Veya bu kısacık hayatı kendi aleyhine zayi eder de, ebedi hüsrana uğrar veya ömrünü günah ve başkalarına düşmanlıkla geçirir. Böylece şeytanın yardımcılarından olur, onunla birlikte Cehennem ateşinde yanar. Herkes, yaşadığı kısa ömür içerisinde bu üç hâlden birinde bulunur. Allahü teâlânın takdîr ettiği şeyler, her zaman insanın istediği şekilde cereyan etmez, insan ba’zan oturup, istediği birşeyi bekler. Fakat bu sırada birçok iyi şeyleri kaçırır. Çok defa insanın kendisi için istediği şeylerin sonu şer olur. Bu, sebeple insanın tercihte bulunması, şöyle veya böyle olmasını istememesi gerekir. Bilakis, Allahü teâlânın kendisi için hayırlı olanı ihsân etmesi için, bütün işlerini Allahü teâlâya bırakması gerekir.

Bir kimsenin dâima Allahü teâlâya tâat üzere olması, emirlerine uyup, hep murâkabe üzere olması için, üzerindeki vazîfeleri, Allahü teâlânın rızâsına uygun olarak yerine getirmelidir. Meselâ, kadılık gibi, tehlikeli ve zor bir vazîfeyi yapmak zorunda kaldığı, ondan kendisini kurtaramadığı zaman, artık o vazîfeden ayrılmayı istememelidir. Çünkü o vazîfeden ayrılırsa, belki ondan daha kötü bir işe düşebilir. Çünkü işlerin sonunun nasıl olacağını bilemez. Bu sebeple, üzerinde bulunduğu vazîfede kalmalı ve şu husûslara riâyet etmelidir: 1- Bu vazîfe kendisini, birinci derecede lâzım olan Allahü teâlânın emirlerini yerine getirmekten alıkoymamalıdır. 2- O vazîfede kaldığı müddetçe, kötü ve bozuk birisinin o vazîfeyi almaması için kaldığını niyet etmelidir. Böylece o makama, lâyık olmayan birisinin gelmesine mâni olmuş olur. Bu niyeti ile, dâima ibâdet sevâbı kazanır. Mahkemeye bir da’vâ gelip, burada bir mazlûma yardımcı olup, onun hakkını zâlimden aldığı, hakkı ayakta tuttuğu veya bâtıl ve bozuk bir işe mâni olduğu zaman, kat kat ibâdet sevâbına kavuşur. Müslümanları, onlara zarar verecek şeylere karşı himâye eder. Kendisini efendisinin, içerisinde çoluk çocuğunun bulunduğu bir eve koyduğu köle gibi ve böyle bir eve lâyık olmadığını düşünür. Bu sebeple, bu evden çıkmak ve ayrılmak istemez. Çünkü, efendisi onu oraya koydu. Emîr onun emridir, onun için, efendisinin çoluk çocuğunun işlerini görmek için olanca gücü ile çalışır. Bu husûsta efendisinin rızâsını arar. Ba’zan efendisi onu imtihan edebilir. Bu bakımdan, onun her zaman hazır olması, dâima efendisinin emirleri istikametinde bir köle ve hizmetçi olması lâzımdır. Kısa bir müddet sonra ölüm gelir. Ya efendisinin emirlerini yerine getirirken, kölelik ve hizmetçiliği üzere can verir veya ondan başka bir hâl üzere vefât eder. Maksad, Allahü teâlânın rızâsına kavuşmaktır.

Oğlu Tâcüddîn Sübkî bir devlet işinde görevli iken, ona şöyle yazdı: “Ben, hayırlı ve biricik oğluma, işlerinin sağlam ve düzgün olması için ba’zı nasihatlerde bulunmak isterim. Sen sultânın yazı işlerinde vaziflendirildin. Elin ile, kıyâmet gününde seni sevindirecek şeyden başkasını yazma. Helâlden başkasını alma. Sultâna nasihati kendine şiar edin. Takvâ sermâyedir. Ona iyi sarıl”

Takıyyüddîn Sübkî, birçok eser yazdı. Yazdığı eserlerin bir kısmı şunlardır. 1- Ed-Dürr-ün-nazîm: Kur’ân-ı kerîmin tefsîrine dâirdir, tamamlayamamıştır. 2- Tekmilet-ül-mecmû’ fî şerh-ıl-Mühezzeb: Nevevî’nin Mecmû’ adlı eserinin şerhidir. Ribâ bahsinden başlamış, teflîs bahsine kadar gelmiştir. Beş cilddir. 3- Et-Tahbir-ül-Müzehheb fî tarîr-il-Mezheb: Minhâc’ın geniş bir şerhidir. Minhâc’ın namaz bahsinden başlamıştır. Çok güzel bir eserdir. 4- El-İbtihâc fî şerh-ıl-Minhâc lin-Nevevî: Talak bahsine kadar yazmıştır. 5- El-İbhâc fî şerh-ıl-Minhâc: Üsûl-i fıkha dâirdir. Mukaddimet-ül-vâcib meselesine kadar yazmıştır. Bu kitabı, oğlu İmâm-ı Sübkî tamamlamıştır. 6- Ref-ül-Hâcib an muhtasar-ı İbn-İl-Hâcib: İbn-i Hâcib’in Muhtasar’ının başından az bir kısmının şerhidir. 7- Er-Rakm-ül-İbrizî fî şerh-i muhtasar-it-Tibrîzî, 8- El-Veşy-ül-İbrîzî fî hallil-Tibrîzî: Tamamlayamadığı eserlerdendir. 9- Kitab-üt-tahkîk fî mes’elet-it-tahlîk: İbn-i Teymiyye’ye talak mes’elesinde büyük reddir. 10-Râfi-üş-Şikâk fî mes’elet-it-talak, 11-Ahkâm-ı kül ve ma aleyhi fedüllü, 12-Beyânü hükm-ür-Rabî fî i’tirâd-ış-şartı aleş-şart, 13- Şifa-üs-sikâm fî ziyâret-i hayr-il-enam aleyhissalâtü vesselâm: Bu esere, “Şenn-ül-gara men enker-es-sefere vez-ziyâret” de denir. Bu eserde Resûlullah efendimizin (s.a.v.) kabr-i şerîflerinin ziyâretinin caiz olmadığını söyleyen İbn-i Teymiyye’ye cevap olarak yazılmıştır. 14- Es-Seyf-ül-meslûl alâ men sebb-er-Resûl (s.a.v.), 15-Et-Ta’zim ven-ni’met fî le tü’minünne bihi vele tehşerünnehu, 16- Münyet-ül-duhis an hükmi deyn-il-vâris, 17- Nevr-ür-Rebî’ min kitâb-ir-Rebî’: Büyük ve geniş bir eserdir. 18- Er-Riyâd-ül-enîka fî kısmet-il-hadîka, 19- El-İknâ’ fil-kelâm alâ enne lev lil-imtinâi, 20- Veşy-ül-hülâ fî te’kid-in-nefyi bi lâ, 21- Er-Reddü alâ İbn-i Ketnânî: Ketnânînin, “Ravda” isimli eserine yaptığı i’tirâzlara cevaptır. 22-El-İ’tibâr bi baka-il-cenneti ven-Nâr, 23- Es-Sehm-üs-sâhib fî kabdi deyn-il-gâib, 24- El-Gays-ül-muglak fî mirâz-i İbn-il-Mu’tîk: Bu eser, Sübkî’nin fetvâları adlı eserin ikinci cildinde, sahife 224’den 255’e kadar olan kısmında neşredilmiştir. 25- Fasl-ül-mekâl fî hedâyal-ummal, 26- Muhtasar-ı fasl-il-mekâl: Bu eser, Sübki’nin fetvâları adlı eserin birinci cildinin, sahife 213’den 217’ye kadar olan kısmında neşredilmiştir. 27- Nûr-ül-mesâbîh fî salât-it-teravih, 28- Ziyâ-ül-mesâbîh, 29-İşrâk-ül-mesâbîh takyîd-üt-terâcih: Bu eser, Sübkî’nin fetvâları adlı eserin birinci cildinin, sahife 165’den 170’e kadar olan kısmında neşredilmiştir. 30- İbrâz-ül-hikem min hadîs-i Rüfia’l-kalem”, 31- El-Kelâm alâ hadîs-i “Rüfia’l-kalem”, 32- El-Kelâm alâ hadîs-i “İzâ müte-el-İnsânü inkataa amelühü illâ min selâsin”, 33- El-Kelâm meâ İbni İndirâs fil-mantık, 34-Cevâbü suâli Ali Abdüsselâm, 35-Ecvibetü ehl-i Tarâbülüs, 36- Risâletü ehl-i Mekke, 37- Ecvibetü ehl-i Safed, 38- Fetvâ ehl-il-İskenderiyye, 39- El-Fetvâ-el-Irâkıyye, 40- Cevâbü süâlât-iş-şeyh el-İmâm Necmüddîn Üsfûnî, 41-El-menâsik-ül-kübrâ, 42-El-Menâsik-üs-sugrâ, 43- Keşf-ül-gumme fî mirası ehl-iz-zimme, 44- El-Fetâvâ, 45-Fetvâ küllü mevlûdin yûledü alel-fıtratı, 46- Mes’eletü fenâ-il-ervâh, 47- Mes’eletü fit-taklîd fî usûliddîn, 48- En-Nevâdır-ül-Hemedâniyye, 49- İhyâ-ün-nüfûs fî san’ati ilkâ-id-dürûs, 50- El-Mefrîk fî mutlak-ıl-mâi vel-mâ-il-mutlak. 51- El-İttisâk fî bakâ-i ve eh-il-istikâk, 52-Et-Tavâli-il-müşrikatü fil-vakfi alâ tabakatin ba’de tabakatin, 53- El-Mebâhis-il-müşerrete, 54- En-Nükûl vel-mebâhis-il-müşrika, 55-Talîat-ül-fethi ven-nasri fî salâtil-havfî vel-kasri. 56- Muhtasaru tabakât-ül-fukahâ, 57-Ehâdîsü ref’il-yedeyn, 58- El-Mesâil-ül-halebiyye: Kendisine Haleb’de sorulan suâllere verdiği cevapların toplandığı bir eserdir. 59- Emsilet-ül-müştak, 60-El-Kavl-ül-Mahmûd fî tenzîh-i Dâvûd, 61- El-Kavl-üs-Sahîh fî ta’yin-iz-zehîb, 62- El-Cevâb-ül-Hâdır fî vakfı benî Abdülkâdir, 63- Hadîs-i Nahr-il-ibil, 64-Katf-ün-Nevr fî mesâil-id-devr, 65- En Nevr fid-Devr, 66- Mes’ele-i mâa’zamellâh, 67- Mesâil süile an tahrîrihâ fî bâb-il-kitâbeti, 68- Mes’eletü “Hel”, 69- Muhtasaru Kitâb-is-salâti li Muhammed bin Nasr, 70- El-İknâ-fi tefsîri “Sûret-i Gâfirîs”, 71-Er-Rifde fî manâ vifde, 72- Cevâbü suâlin min-el-kuds-iş-şerîf, 73- Müntehâbü ta’likât-il-üstâz fil-usûl, 74- Ukûd-ül-cumân fî ukûd-ür-rehni ved-damân, 75- Vird-ül-alel fî fehm-il-ilel, 76- El-Basar-un-nâkıd fî “La kellemetü külle vâhid”, 77-El-kelâm alel cem’i fil-hadar li uzr-il-mavâhid, 78- Es-Sâniatü fî daman-il-vedîati, 79- Et-Teheddî ilâ ma’n-et-teâddî, 80- Beyân-ül-muhtemil fî ta’diyet-i “amile”, 81- El-Kavl-ül-cidd fî tebeiyyet-il-ceddi, 82- El-Igrîd fil-hakikat-i vel-mecâzi vel-kinâyeti vet-ta’rîd, 83- Sûret-ül-mü’minûn-51: Mü’minûn sûresinin ellibirinci âyet-i kerîmesinin tefsîri hakkında yazılmış bir eserdir. 84- El-Mevâhib-üs-samediyye fil-Mevâris-is-safediyye, 85-Keşf-üd-desâis fî hedm-il-kenâis, 86-Tenzîl-üs-sekine alâ kanâdil-il-medîne, 87- Et-Tarîkat-ün-nâfiatü fil-müsâkâti vel-mühâbereti vel-müzâraati, 88- Men eksetû ve men galev fî hükm-i nükûl-i lev, 89- Neyl-ül-ülâ bil-affi bi la, 90- Hıfz-us-siyâm an-fevt-it-temâm, 91- Cevâbü suâlin verede min Bağdâd, 92- Kitâb-ül-Hiyet: Haleb naibinin suâline verilen cevâbı ihtivâ eden bir eserdir. 93-Cevâbü ehl-i Mekke, 94- Cevâb-ül-mükâtebe fî hâret-il-megâribe, 95-Hereb-üs-Sârik, 96- Hurûc-ül-mu’tedde, 97- Ma’nâ kavl-il-İmâm el-Muttalibî, 98- Sebeb-ül-İnkifâf an iknâ-il-keşşâf, 99- Vakfü Beysân, 100-Vakfü evlâd-il-Hâfız, 101- En-Nazar-ül-muînî fî muhâkemeti evlâd-il-Yünûnî, 102-Mevkif-ur-Rûmât fî vakfi Hama merkez-ir-Rumât, 103- El-Kavl-ül-Muhtetaf fî delâleti, 104- Keşf-ül-lebs an-il-mesâil-il-hams, 105- Gayret-ül-İmâm li Ebî Bekr ve Ömer ve Osman (r. anhüm), 106- Ecvibetü süâlâtin ursilet min-Mısr hadîsiyyetin: Hâfız Müzzî’nin, “Tehzîb-ül-kemâl” isimli kitabına yaptığı i’tirâzlara verdiği cevaptır. 107- Mes’eletü zekâtı mâl-il-yetim, 108- El-Kelâm alâ libâs-il-fütüvveti, 109- Bey’ul-merhûn fi gaybet-ül-medyûn, 110- El-Elfâz hel vudıat bi izâ-il-meân-iz-zihniyyeti ev-il-hâriciyyeti, 111- Ecvibetü mesâil: Usûl-i fıkha dâir olup, oğlunun sorduğu suâllerin cevâbıdır. 112- El-Arîdatü fil-beyyinet-il-müteâridati, 113- Mes’eletü tearüd-il-beyyineteyn, 114- Kitâbü birr-il-vâlideyn, 115- Ecvibetü es’ilet-in-hadîsiyyetin veredet min-ed-diyâr-il-Mısriyye, 116- Nasîhat-ül-kudât, 117-El-İktinâs fil-farkı beyn-el-hasri vel-kasri vel-ihtisâs fî ilm-il-beyân.

Ezher Üniversitesi âlimlerinden ve “Tathîr-ül-Fuâd min denis-il-i’tikâd” adlı eserin sahibi Muhammed Bahît el-Mutiî, Takıyyüddîn Sübkî’nin yazmış olduğu “Şifâ-üs-sikâm fî ziyâreti hayr-il-enâm” adlı eser hakkında şöyle demektedir: “Bu asırda İbn-i Teymiyye’nin bozuk sözlerini taklid eden ba’zı kimseler çıkıp, müslümanlar arasında bunları yaymaya, hattâ bunun için onun “Vâsıta” adlı eserini basdırıp neşretmeye başladılar. “Vâsıta” denilen bu kitap; Kitap, sünnet ve müslümanların akidelerine ters düşen, İbn-i Teymiyye’nin ortaya çıkardığı bid’atleri ihtivâ etmektedir. Bu kimseler, bu hareketleri ile, uyumakta olan bir fitneyi uyandırdılar. Üzerimize düşen vazîfeyi yerine getirmek, müslümanların “Vâsıta” kitabı ve İbn-i Teymiyye’nin yolunda gidenler vasıtasıyla dalâlete düşmemesi için, bu kitaba bir cevap yazmaya karar vermiştim. Ancak, büyük âlim Takıyyüddîn Sübkî’nin Şifâ-üs-sikâm eserini görünce, bu eseri tab edip neşretmekle iktifa ettik. Bu eser, İbn-i Teymiyye’nin hem “Vâsıta” adlı kitabında, hem de diğer kitaplarında bulunan sözlerine cevaptır. Onun bozuk düşüncelerini ve bozuk fikirlerindeki inadını ortaya koymaktadır. Böylece müslümanların doğru yolda bulunmalarına yardımcı olmaya çalıştık.” “Şifâ-üs-sikâm fî ziyâreti hayr-il-enâm”, İstanbul’da “Hakîkat Kitabevi” tarafında ofset yolu ile bastırılmıştır. Bu eserden ba’zı bölümler:

“Allahü teâlâya hamdolsun ki, bize Resûlü Muhammed aleyhisselâm ile lütufta bulundu. O’nun vâsıtası ile bize doğru yolu gösterdi. Bize, (O’na) hürmet ve ta’zimde bulunmamızı emretti. Her mü’mine, O’nu nefsinden, ana-babasından ve sevdiklerinden daha çok sevmeyi farz kıldı. Ona tâbi olmayı, kendi sevgisine vesile kıldı. O’na itaat etmeyi, şeytanın hîle, aldatma ve saptırmasından muhafaza edici kıldı. O’nun ismini şerefli kıldı. Kur’ân-ı kerîmde O’nu övdü. Kıyâmete kadar Allahü teâlânın salât ve selâmı Habîbinin üzerine olsun.

Bu kitabımın ismi, “Şifâ-üs-sikâm fî ziyâreti hayr-il-enâm”dır. On bölümdür. Birinci bölüm; Resûlullah efendimizin ziyâret edilmesine dâir hadîs-i şerîfleri, ikinci bölüm; ziyâret lafzı bulunmaksızın, sâdece Resûlullahın ziyâret edilmesine delâlet eden hadîs-i şerîfleri, üçüncü bölüm; Resûlullahı (s.a.v.) ziyâret için sefere çıkmaya dâir hadîs-i şerîfleri, dördüncü bölüm; Resûlullah efendimizi ziyâretin müstehab olduğuna dâir âlimlerin sarih sözleri, beşinci bölüm; ziyâretin kurbet olduğuna dâir haberleri, altıncı bölüm; ziyâret için sefere çıkmanın kurbet olduğuna dâir haberler, yedinci bölüm; Resûlullah efendimizi ziyârete karşı çıkan kimsenin şüphelerini defetmeye ve onun sözlerini tahlile dâir, sekizinci bölüm; tevessül ve istigâseye dâir, dokuzuncu bölüm; Resûlullah efendimizin kabr-i şerîflerinde diri olduğuna dâir, onuncu bölüm; şefaate dâirdir.

Ayrıca bu kitapta, ziyâret ile alâkalı hadîs-i şerîflerin mevdu’ olduğunu, Resûlullah efendimizi ziyâret için sefere çıkmanın bid’at olduğunu, dinde yeri olmadığını zanneden kimselere de cevap verilmiştir. Onların bu iddialarının bozuk ve yanlış olduğu o kadar açık ve seçik ki, aslında cevap vermeye bile lüzum yoktur. Fakat ben bu kitabı, bu mes’eleyi derli toplu bir hâlde öğrenmek istiyenler için yazdım, önce bu kitaba “Şenn-ül-gâre alâ men enkere sefer-ez-ziyâreti” ismini vermiştim. Fakat daha sonra başta zikretmiş olduğum “Şifâ-üs-sikâm fî ziyâret-il-hayr-il-enâm” ismini tercih ettim.

Resûlullah efendimizi ziyârete dâir hadîs-i şerîfler:

1- “Kabrimi ziyâret edene şefaatim vâcib oldu.” (Dâre Kutnî, Beyhekî ve başka âlimler bu hadîs-i şerîfi hasen olarak rivâyet ediyorlar) Resûlullahı (s.a.v.) ziyâret husûsunda gelen hadîs-i şerîflerin hepsinin mevdu’ olduğunu iddia edenlerin sözlerinin iftira olduğu açıkça ortaya çıkmaktadır. Sübhânallah! Böyle söyleyen, Allahü teâlâdan ve Resûlünden (s.a.v.) de mi haya etmedi. Ondan önce bu sözü, ne bir âlim, ne bir câhil hiç kimse söylememiştir. Bir müslüman, kendisinden önce hiçbir âlimin mevdu’ demediği bir hadîs-i şerîfe nasıl mevdu’ diyebilir. Bu hadîs-i şerîfte, hadîs âlimlerinin mevdu’ diye hükmettiklerini gerektirecek hiçbir sebep mevcût değildir. Hem hadîs-i şerîfin metni, dine de muhalif değildir, öyleyse, hangi yönden bu hadîs-i şerîfe mevdu’ diye hükmedilir. Hâlbuki o, ya sahih veya hasen bir hadîs-i şerîftir.

Hadîs-i şerîfin senedine dâir bu açıklama kâfidir. Metnine gelince, hadîs-i şerîfteki “Şefaatim vâcib oldu”nun ma’nâsı; şefaatim haktır ve mutlaka olacaktır, şefaatim lâzımdır, demektir. Resûlullah efendimizin bu hadîs-i şerîfi mutlaka tahakkuk edecektir. Çünkü O va’detmiştir.

2- “Bir kimse beni ziyâret etmek için gelse ve başka birşey için niyeti olmasa, kıyâmet günü ona şefaat etmemi hak etmiş olur.”

3- “Hac edip kabrimi ziyâret eden kimse, beni diri iken ziyâret etmiş gibi olur.”

4- “Hac edip de, beni ziyâret etmiyen kimse, beni incitmiş olur.”

5-“Kim beni ziyâret ederse, kıyâmet gününde bana komşu olur.”

6- “Kim beni sırf Allah rızâsı için Medîne-i münevverede ziyâret ederse, kıyâmet gününde bana komşu olur.”

7- “Ümmetimden bir kimsenin imkânı olduğu hâlde beni ziyâret etmezse, artık onun için mazeret yoktur.”

8- “Kim beni ziyâret eder, kabrime kadar gelirse, kıyâmet günü ona şefaatçi (veya şâhid) olurum.” (Eserde, bu hadîs-i şerîflerin senedleri ve hangi kitaplarda bulundukları da bildirilmiştir.)

Ziyâret lâfzı bulunmayıp, ziyâretin faziletine delâlet eden hadîs-i şerîfler ve haberler:

Ebû Dâvûd Sicistânî’nin Sünen kitabında, Ebû Hüreyre’den rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: “Bir kimse bana selâm verirse, Allahü teâlâ rûhumu geri gönderir, ben de o selâma cevap veririm.”

[Bu hadîs-i şerîf, Peygamber efendimizin (s.a.v.) mübârek rûhunun cesed-i şerîfinden ayrıldığını, selâm verilince geri verildiğini gösteriyor denilemez. Böyle söyliyenlere karşı âlimler çeşitli cevaplar vermiştir. İmâm-ı Süyûtî (r.a.) bu cevaplardan onyedisini bildiriyor. Bu cevapların en güzeli; Resûlullah (s.a.v.), cemâl-i ilâhîyi görmeye dalmıştır. Bedendeki duyguları unutmuştur. Bir müslüman selâm verince, mübârek rûhu, bu dalgınlıktan ayrılıp, beden duygularını alır. Bir dünyâ işi veya âhıret işi, aşırı düşünülürken, insan yanında konuşulanı duymaz. Cemâl-i ilâhîye dalan kimse, bir sesi işitebilir mi?]

Resûlullahın (s.a.v.) kendisine selâm vereni bilmesi: Abdullah bin Mes’ûd’un (r.a.) rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte; “Bir mü’min bana salevât okuyunca, bir melek bana haber vererek, ümmetinden falan oğlu filân, sana selâm söyledi ve duâ etti” der buyuruldu.

Ali bin Ebî Tâlib’in (r.a.) rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte, Resûl-i ekrem buyurdu ki: “Allahü teâlânın yeryüzünde dolaşan melekleri vardır. Bana ümmetimin okudukları salevâtları ulaştırırlar.”

Bekr bin Abdullah Müzenî’nin rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte, Resûl-i ekrem; “Hayâtım, sizin için hayırlıdır. Bana anlatırsınız. Ben de size anlatırım, öldükten sonra, vefâtım da sizin için hayırlı olur. Amelleriniz bana gösterilir, iyi işlerinizi gördüğüm zaman, Allahü teâlâya hamd ederim. Kötü işlerinizi gördüğüm zaman, sizin için af ve mağfiret dilerim” buyurdu.

Kâdı İsmâil’in “Fadl-üs-salât alen-Nebiyyi (s.a.v.)” isimli kitabında, Resûlullah efendimizin şu hadîs-i şerîfi bildirilmektedir: “Nerede olursanız olunuz, Bana salât ve selâm ediniz. Selâmınız ve galatınız bana ulaşır.”

Ammâr bin Yâser’in (r.a) rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte, Peygamber efendimiz (s.a.v) buyurdu ki: “Allahü teâlâ bana bir melek verdi. Ben vefât ettiğim zaman o, kabrim üzerinde durur. Bana birisi salât okuduğu zaman; “Ey Ahmed! Falan oğlu filân sana salât okuyor” diyerek, onu ismi ve babasının ismi ile bildirir. Allahü teâlâ da salâtına (duâsına) karşılık, ona on salât (rahmet) eder.”

Evs bin Evs’in rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte, Resûl-i ekrem buyurdu ki: “Günlerinizin en faziletlisi Cum’a günüdür. Cum’a günü bana çok salât okuyunuz. Çünkü okuduğunuz salâtlarınız bana arz edilir.” Bunun üzerine Eshâb-ı Kirâm; “Yâ Resûlallah! Bizim salâtımız, vefâtınızdan sonra da mı size arz edilir?” dediler. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.v.); “Toprak, peygamberlerin vücûdunu çürütmez” buyurdu.

Ebû Ümâme’nin (r.a) rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte; “Cum’a günü bana çok salât-ü selâm getirin. Okunan salevâtlar bana bildirilir. Kıyâmette bana en yakın olanınız, dünyâda bana en çok salevât-ı şerîfe getirenlerdir” buyurdu.

Ebû Talhâ’nın rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah efendimiz (s.a.v.); “Biraz önce Cebrâil aleyhisselâm müjde getirdi. Allahü teâlâ buyurdu ki; ümmetinden biri sana bir salat söyleyince, Allahü teâlâ, ona karşılık on salat eder dedi” buyurdu.

Evs bin Evs’in (r.a.) bildirdiği ve o ma’nâyı taşıyan hadîs-i şerîfler, ölümün, Resûlullaha (s.a.v.) salâtların bildirilmesine mâni olmadığına delâlet ediyor.

Yine Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “Kabrimin yanında benim için okunan salevâtı işitirim. Uzak yerlerde okunanlar bana bildirilir.”

Diğer bir hadîs-i şerîfde buyuruldu ki: “Kim kabrimin yanında bana salevât okursa, müvekkil bir melek onu bana bildirir. (Bu), onun âhıreti ve dünyâsı için kafidir. Kıyâmet gününde ona şâhid ve şefaatçi olurum.”

Süleymân bin Süheym (r.a.) şöyle anlattı: Rü’yâmda Resûlullahı (s.a.v.) gördüm ve; “Size gelip selâm veriyorlar. Acaba onların selâmlarını biliyor musun?” diye sordum. O zaman Resûlullah (s.a.v.); “Evet, onların selâmına cevap veriyorum” buyurdu.

İbrâhim bin Beşşâr şöyle anlatır: “Bir sene hacca gitmiştim. Medîne-i münevvereye vardığımda, önce Resûlullahın (s.a.v.) kabr-i şerîflerine uğradım ve Resûl-i ekreme selâm verdiğimde, Hücre-i se’âdetin içinden; “Ve aleyküm selâm” sesini işittim.”

Resûlullahı (s.a.v.) ziyâret için sefere çıkmaya dâir haberler:

Eshâb-ı Kirâmdan Bilâl-i Habeşî (r.a.), Resûlullahın kabr-i şerîfini ziyâret için, Şam’dan Medîne-i münevvereye sefer, yolculuk yaptı. Bu mevzûda, Bilâl-i Habeşî’nin bu seferi açık ve kesin delîldir. Hadîs âlimlerinden Ebû Muhammed Abdülganî Makdisî, Bilâl-i Habeşî’nin hayâtını anlatan “El-Kemâl” isimli eserinde şöyle anlatır:

Rivâyet edildiğine göre, Bilâl-i Habeşî, Resûlullahın (s.a.v.), âhırete teşrîflerinden sonra sâdece bir kere müezzinlik yaptı. Bu da, Şam’dan Medîne-i münevvereye Resûlullahın (s.a.v.) kabr-i şerîfini ziyâret için geldiği zaman idi. Bu sırada Eshâb-ı Kirâm, ondan ezan okumasını istediler. O da, onların bu isteğini kabûl edip, ezan okumaya başladı. Fakat ezanı tamamlayamadı. Bu husûsta başka rivâyetler de vardır.

Ebüdderdâ’dan (r.a.) da şöyle nakledilir: “Ömer bin Hattab (r.a.) Beyt-i Makdis’i fethedip, Cabiye denen yere gelince, Bilâl-i Habeşî, Hazreti Ömer’den, Resûlullahın Medîne-i münevvereye hicretleri sırasında kendisine kardeş yaptığı Ebû Ruveyha’yı Şam’a yerleştirmesini istedi. Hazreti Ömer, onun bu teklifini kabûl etti. Bilâl-i Habeşî (r.a.) burada evlendi. Birgün rü’yâsında Resûlullah efendimizi gördü. Resûlullah efendimiz ona; “Bu ne eziyet böyle yâ Bilâl? Beni ziyâret edeceğin zaman yaklaşmadı mı?” diye buyurunca, Bilâl-i Habeşî üzüntü ile uyandı. Bineğine bindi ve korku ile Medîne-i münevvereye doğru yola çıktı. Resûlullahın kabr-i şerîflerine geldi. Orada ağlamaya başladı. Sonra Hasen ve Hüseyn’in (r.anhümâ) yanlarına gitti. Onlara sarıldı ve onları öptü. Onlar Hazreti Bilâl’e; “Mescid-i Nebevî’de Resûlullah için okuduğun ezan gibi bir ezanını dinlemek istiyoruz” dediler. Bilâl-i Habeşî (r.a.) onların bu isteğini kabûl etti. Mescid-i Nebevî’ye giderek, Resûlullah zamanında ezan okuduğu yerde durdu. Allahü Ekber, Allahü Ekber diye okumaya başlayınca, Medîne-i münevverede büyük bir heyecan meydana geldi. Eşhedü en lâ ilahe illallah deyince, bu durum daha da arttı. Eşhedü enne Muhammeden Resûlullah okuyunca, herkes başlarını pencerelerden dışarı çıkardılar ve; “Yoksa Resûlullah (s.a.v.) tekrar mı dirildi?” dediler. Resûlullahın (s.a.v.) vefâtından sonra, bugünden daha çok erkek ve kadınların ağladığı birgün görülmedi. İbn-i Asâkir de, Hazreti Bilâl’in hayâtını anlatırken hâdiseyi zikretti.

İşte Eshâb-ı Kirâm (r.anhüm) zamanında, Bilâl-i Habeşî (r.a.) Medîne-i münevvereye sırf Resûlullah efendimizi ziyâret için; Tabiîn zamanında Ömer bin Abdülazîz’in gönderdiği şahıs ise, sırf onun selâmını Resûlullah efendimize ulaştırmak için gitmişti.

Medîne-i münevvereye bir ihtiyâcı için gidip, bu sırada da Resûlullahın ziyâret edilmesi veya sırf Resûlullahı (s.a.v.) ziyâret gayesi ile Medine’ye gidilmesiyle ilgili haberler pekçoktur.

Mehrî’nin azadlısı Yezîd bin Mehrî şöyle anlatır: “Şam’dan Medine’ye giderken, Mısır vâlisi olan Ömer bin Abdülazîz’e uğradım. Bana dedi ki: “Ey Yezîd! Resûlullahı ziyâret saadetine kavuştuğun zaman, benden salât ve selâm söylemeni rica ederim.” Buna benzer şeyleri, Ömer bin Abdülazîz’den, başkaları da rivâyet etmiştir.

Hanefî âlimlerinden Ebü’l-Leys Semerkandî, “Fetâvâ” adlı eserinin hac bahsinde şöyle anlatır: “Mekke-i mükerremeye gidecektim. Kâsım bin Gassân bana; “Senden bir isteğim var. Medîne-i münevvereye gidince, Resûlullaha (s.a.v.) benden selâm söyle” dedi.

Büyük fıkıh âlimleri de, hacının, hac vazîfesini tamamladıktan sonra, ziyâret için Medîne-i münevvereye gitmesinin müstehab olduğunu söylemişlerdir.

Hac mevzûunda İbn-i Asâkir, Târih’inde, İbn-i Cevzî de “Musir-ül-azm-is-sâkin” adlı eserinde, bir hikâyeyi şöyle naklederler “Muhammed bin Harb el-Hilâlî şöyle anlatır: Medîne-i münevvereye gidip, Resûlullahın (s.a.v.) kabr-i şerîflerine girmiştim. Kabr-i şerîfi ziyâret edip, hizasında bir yere oturdum. Bu sırada bir Arabî gelip, kabr-i şerîfi ziyâret etti ve; “Ey Peygamberlerin en hayırlısı! Şüphesiz Allahü teâlâ sana doğru bir Kitâb (Kur’ân-ı kerîm) indirdi. Onda meâlen; “Onlar nefslerine zulm ettikten sonra gelirler. Allahü teâlâdan af dilerler. Resûlüm de, onlar için istiğfar ederse, Allahü teâlâyı elbette tövbeleri kabûl edici ve merhamet edici olarak bulurlar” buyuruyor (Nisâ-64). İşte ben, sana geldim. Allahü teâlâdan günahlarımı af ve mağfiret etmesini diliyorum. Günahlarımın bağışlanması için senin şefaatini ve yardımını istiyorum” dedi. (Başka bir rivâyette ise, “Sana geldim. Rabbimin katında günahlarımın bağışlanması için, şefaatini ve yardımını diliyorum” dedi) ve ağladı. Sonra şu şiiri okudu: “Ey burada olanların en hayırlısı. Canım, senin bulunduğun ve her türlü kerem ve yükseklik bulunan senin bu kabrine feda olsun.” Sonra tövbe ve istiğfarda bulunup, oradan ayrıldı. Ben bu arada uyudum. Rü’yâmda Resûl-i ekremi gördüm. Bana; “O Arabî’ye yetiş, Allahü teâlâ, benim şefaatim ile onu af ve mağfiret eylediğini müjdele” buyurdu. Bunun üzerine ben uyandım. Derhâl onu aramak için dışarı çıktım. Fakat aradım bulamadım.”

Resûlullahın (s.a.v.) kabr-i şerîflerini ziyâretin müstehab olduğuna ve müslümanların bu husûstaki icmâ’ına dâir:

Alimlerin buyurdukları: Kâdı Iyâd (r.a.) buyurdu ki: Resûlullahın kabr-i şerîfini ziyâret sünnettir. Müslümanlar bu husûsta icmâ’ etti. Aynı zamanda bu, teşvik edilen faziletli bir iştir.”

Kâdı Ebü’t-Tayyib (r.a.) buyurdu ki: “Hac ve umreden sonra, Resûlullahı (s.a.v.) ziyâret etmek müstehabdır.”

Tecrid kitabında, Mahâmilî; “Hacının, Mekke-i mükerremede hac ile alâkalı vazîfeleri bitirdikten sonra, Resûlullah efendimizin (s.a.v.) kabr-i şerîflerini ziyâret etmesi müstehabdır” demektedir.

Ebû Abdullah Hüseyn bin Hasen Halimi, “Minhâc” adlı eserinde, îmânın şu’belerini anlatırken, Resûlullah efendimizi (s.a.v.) ta’zim husûsunda şöyle demektedir: “Resûlullaha (s.a.v.) ta’zim, onu görüp yüksek sohbetlerinde bulunan Eshâb-ı Kirâma nasîb olan büyük bir ni’mettir. Bugün ise, Resûlullahın kabrini ziyâret, O’na ta’zimi ifâde eden husûslardandır.”

İmâm-ı Mâverdî, “Hâvi” adlı eserinde; “Resûlullahın kabr-i şerîflerini ziyârete gelince, emredilmiş bir husûs olup, mendûbdur” demektedir. Ahkâm-ı Sultaniyye’sinde ise; “Hac işlerini yürütmekle görevli kimseler, hacılar hac farizasını yaptıktan sonra, memleketlerine dönecekleri zaman, onları Medîne-i münevvere yolundan götürürler. Böylece hac ile beraber, Resûlullahın (s.a.v.) kabr-i şerîflerini ziyâret ve O’na hürmet ve itaat husûsu da yerine getirilmiş olur. Resûlullahın (s.a.v.) kabr-i şerîfini ziyâret, haccın farzlarından olmamakla beraber, dînen mendûb ve hacının müstehab ibâdetlerindendir” demektedir.

Mühezzeb sahibi ise; “Resûlullahın kabr-i şerîflerini ziyâret etmek müstehabdır” demektedir.

Kâdı Hüseyn (r.a.) buyurdu ki: “Hac bitirildikten sonra, sünnet olan şeyler şunlardır: Hacının mültezemde durup duâ etmesi, Zemzem suyundan içmesi, Medîne-i münevvereye gidip Resûlullahın (s.a.v.) kabr-i şerîflerini ziyâret etmesi.”

Rüyânî buyurdu ki: “Hac vazîfesi bitirildikten sonra, Resûlullahın (s.a.v.) kabr-i şerîfini ziyâret müstehabdır:”

Eshâb-ı Kirâmın bu husûstaki icmâ’ı bilindiği için, onların bu mevzûdaki sözlerini bildirmeye ihtiyâç yoktur.

Hanefî âlimleri derler ki: Resûlullahın (s.a.v.) kabr-i şerîflerini ziyâret, en faziletli müstehab ve mendûblardandır.”

Ebû Mensûr Muhammed bin Mükerrem Kirmanî, “Menâsikîn” adlı eserinde, Abdullah bin Mahmûd bin Beldehî “Muhtâr şerhinde”, Ebü’l-Leys-i Semerkandî’nin Fetâvâ’sında haccın edası babında ve Hasen bin Ziyâd, Ebû Hanîfe’den (r.a.) şöyle naklettiler Ebû Hanîfe (r.a.) buyurdu ki: “Hacı için en iyisi, Mekke-i mükerremeden başlamasıdır. Hac vazîfesini eda edince, Medîne-i münevvereye uğrar, Medîne-i münevverede Resûlullahın kabr-i şerîfini ziyâret eder. Hacca giderken önce Medîne-i münevvereye uğrar, sonra hac için Mekke-i mükerremeye giderse bu da olur. Resûlullahı (s.a.v.) ziyâret edeceği zaman, kabr-i şerîfe yaklaşır. Kabir ile kıble arasında ayakta durur. Resûlullaha (s.a.v.), salât ve selâm, Ebû Bekr’e ve Ömer’e (r.anhümâ) Allahü teâlâdan rahmet diler.”

Ebû Abbâs Sürûcî “Gaye” adlı eserinde şöyle demektedir: “Hac ve umre yapanlar Mekke-i mükerremeden döndüğü zaman, Medîne-i münevvereye giderler. Resûlullahın (s.a.v.) kabr-i şerîfini ziyâret ederler. Zira kabr-i şerîfi ziyâret etmek kıymetli işlerdendir.”

Aynı şekilde, Hanbelî mezhebi âlimleri de bu husûsu açıkça ifâde etmişlerdir. Hanbelî âlimlerinden Ebû Hattâb Mahfûz bin Ahmed İbni Hasen Kelûdânî, haccın sıfatı bölümünde şöyle demektedir: “Hacı haccını bitirdiği zaman, Resûlullahın (s.a.v) kabr-i şerîfini ziyâret etmesi müstehâbdır.”

Abdürrahmân bin Yezîd, Atâ ve Mücâhid’den (r.anhüm) şöyle nakletti: “Hacca gidileceği zaman, önce Mekke-i mükerremeye gidilip, hac vazîfesi ifâ edildikten sonra, istenirse Medîne-i münevvereye gidilir.”

İbrâhim Nehâî şöyle buyurdu: “Hacca veya umreye gidildiği zaman, önce Mekke-i mükerremeden başlanır. Hac ve umre yapıldıktan sonra, Medîne-i münevvereye gidilir,” (önce Medîne-i münevvereden başlanıp, sonra Mekke-i mükerremeye gidileceğini söyliyen âlimler de vardır.)

Önce ve sonra gelen âlimler, ister Mekke-i mükerremeye gitmeden önce, ister Mekke-i mükerremede hac vazîfesini eda ettikten sonra olsun, Medîne-i münevvereye gidilmesini söylemişlerdir. Medîne-i münevvereye gitme sebeplerinden en büyüğü, Resûlullah efendimizi ziyâret etmektir.

Ebû Abdullah Muhammed bin Abdullah bin Hüseyn Samiri de, “Müstev’ab” adlı eserinde, Resûlullahın (s.a.v.) kabr-i şerîfini ziyâret babında şöyle demektedir: “Hacı, Medîne-i münevvereye gittiği zaman, şehre girerken gusl abdesti alması müstehâbdır. Sonra Resûlullahın (s.a.v.) mescidine gelir, sağ ayağı ile girer ve kabr-i şerîfin yanına gelir. Yüzü kabr-i şerîfe, arkası kıbleye ve minber sol tarafına gelecek şekilde durur.” Burada Resûlullaha (s.a.v.) nasıl selâm verileceği ve duâ edileceği açıklanmıştır. Bu duânın bir kısmı şöyledir: “Allahım! Sen kitabında Nebine (s.a.v.) meâlen; “Onlar nefslerine zulm ettikten sonra gelirler. Allahü teâlâdan af dilerler. Resûlüm de, onlar için istiğfar ederse, Allahü teâlâyı elbette tövbeleri kabûl edici ve merhamet edici olarak bulurlar” buyurdun (Nisâ-64). Şimdi senin Nebini (s.a.v.) ziyârete geldim. Senden af ve mağfiretini diliyorum. O hayatta iken O’na gelene mağfiretini vâcib kıldığın gibi, bana da af ve mağfiretini vâcib kılmanı, diliyorum. Allahım! Sana Habîbin (s.a.v.) ile teveccüh ediyorum.” Mescid-i nebevî’den ayrılacağı zaman, Resûlullahın (s.a.v.) kabr-i şerîfi yanına gelir, veda eder.

Yine Hanefî mezhebi âlimlerinden Ebû Mensûr Kirmanî buyurdu ki: “Eğer bir kimse sana Resûlullaha (s.a.v.) selâmını iletmeni söylemişse, kabr-i şerîfte; “Esselâmü aleyke, yâ Resûlallah! Min fülân bin fülân senin Allahü teâlânın katında rahmet ve mağfireti için şefaatçi olmanı diliyor. Ona şefaatçi ol” der.

Hanbelî mezhebi âlimlerinden Necmüddîn Hamdân şöyle demektedir: “Mekke-i mükerremede hac vazîfesini bitiren bir kimse, Resûlullahı (s.a.v.) ve Hazreti Ebû Bekr ve Hazreti Ömer’i ziyâret eder. Bu ziyâreti, ister haccı bitirdikten sonra, ister hacdan önce yapar.”

Meşhûr Hanbelî Mezhebi âlimi Muvaffaküddîn İbni Kudâme, Hanbelî mezhebinde en çok tutulan ve okunan “Mugnî” kitabına, Resûlullahın (s.a.v.) kabr-i şerîfini ziyâretin müstehab olduğuna dâir bir bölüm koymuştur.

Abdülhak Saklî. “Tehzîb-üt-Tâlib” kitabında, büyük Mâlikî âlimlerinden Ebû İmrân’dan naklen; Resûlullahın kabrini ziyâretin mühim sünnetlerden olduğunu bildirmiştir.

Ebû Abdullah İbni Batta el-Ukberî, “El-İbâne an şeriat-il-firket-in-nâciyeti ve mücânebet-il-fîrek-il-mezmûme” adlı eserinde, Resûlullah efendimizin kabr-i şerîflerini ziyâreti şöyle ta’rîf eder “Ziyâret eden kimse, kabr-i şerîfe gelir. Kabr-i şerîfe doğru döner. Kıble, arkasında kalır. “Esselâmü aleyke eyyühennebiyyu ve rahmetullahi ve berakâtühü” der, daha başka okuyacaklarını okur, duâlarını yapar. Sonra biraz sağ tarafa gider. Hazreti Ebû Bekr’e selâm verir, sonra biraz daha sağa gider. Hazreti Ömer’e selâm verir. Bunu hiç kimse inkâr etmemiş, hiç kimse buna muhalefet etmemiştir.”

Kâdı Iyâd şöyle nakleder: “İshâk bin İbrâhim el-Fakîh şöyle dedi. Hacceden kimseye lâyık olan, Medîne-i münevvereye uğramak, Resûlullahın (s.a.v.) mescidinde namaz kılmak, Resûlullahın (s.a.v.) Ravda-i mutahherasını, minberini, kabr-i şerîfini, oturdukları, mübârek ellerinin değdiği, mübârek ayaklarının bastığı yerleri, yaslandıkları direkleri, Cebrâil’in (a.s.) vahy getirdiği, Eshâb-ı Kirâmın ve müctehid âlimlerin gelip kaldıkları bu yerleri görmek sûretiyle bereketlenmek ve bunlardan ibret almaktır.”

Mâlikî âlimlerinden Bâcî dedi ki: “Birçok kimse uzak yerlerden, sırf Resûlullahın (s.a.v.) kabr-i şerîfini ziyâret için yola çıkmışlardır.”

Ebû Bekr Muhammed bin Hüseyn Acürnî, “Şeriat” isimli eserinin Ebû Bekr ve Ömer’in (r.anhümâ) Resûlullahın yanına defnedilmesi bahsinde şöyle der: “Önce ve sonra gelen ve hac mevzûunda eser yazan bütün İslâm âlimleri, ister hac ve umre yapmak niyetiyle olsun veya böyle bir maksad için değil de, sâdece Resûlullah efendimizin kabr-i şerîflerini ziyâret etmenin faziletinden dolayı Medîne-i münevverede kalmayı niyet eden kimseler için yazılan kitaplarında, Resûlullaha (s.a.v.), Ebû Bekr ve Ömer’e (r.anhümâ) nasıl selâm verileceğini öğretmişlerdir.”

İbn-i Ebû Zeyd, kabirleri ziyâret babında şöyle der: “Uhud’dâki şehidlerin kabirleri ziyâret edilir. Resûlullaha (s.a.v.) ve Hazreti Ebû Bekr ve Hazreti Ömer’e selâm verildiği gibi, onlara da selâm verilir.”

İbn-i Humeyd şöyle nakletti: “Emîr-ül-mü’minîn Ebû Ca’fer, Resûlullahın (s.a.v.) mescidinde, İmâm-ı Mâlik’e sesli olarak birşeyler söylemişti. Bunun üzerine İmâm-ı Mâlik Ebû Ca’fer’e; “Ey mü’minlerin emîri! Bu mescidde sesini yükseltme, zira Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde meâlen; “Ey îmân edenler! Peygamberin sesinden daha yüksek sesle konuşmayınız! O’na birbirinize seslendiğiniz gibi seslenmeyiniz! Böyle yapanların ibadetlerinin sevâbları yok olur. Resûlullahın yanında seslerini kısanların kalblerini, Allahü teâlâ takvâ ile doldurur. Onların günahlarını affeder ve çok sevâb verir. O’nu dışarıdan bağırarak çağıranlar, düşünemiyorlar” buyuruyor (Hucurât: 2-4). Resûlullaha vefâtından sonra hürmet, hayatta iken gösterilen hürmet gibidir. Bunun üzerine Ebû Ca’fer; “Ey Ebû Abdullah! (İmâm-ı Mâlik’in künyesi Ebû Abdullah’dır.) Kıbleye dönerek mi duâ edeyim, yoksa Resûlullaha mı döneyim?” diye sorunca, İmâm-ı Mâlik; “Yüzünü Resûlullahdan çevirme. Çünkü O, kıyâmet gününde hem senin, hem de baban Âdem aleyhisselâmın, Allahü teâlâ katında vesilenizdir. Bilakis Resûlullaha doğru dön, O’nun şefaatini iste. Allahü teâlâ O’nun şefaatini kabûl eder. Çünkü Allahü teâlâ, Nisa sûresinin altmışdördüncü âyet-i kerîmesinde meâlen: Onlar nefslerine zulm ettikten sonra gelirler. Allahü teâlâdan af dilerler. Resûlüm de, onlar için istiğfar ederse, Allahü teâlâyı elbette tövbeleri kabûl edici ve merhamet edici olarak bulurlar” buyuruyor” dedi.

İmâm-ı Mâlik’in (r.a) bu sözlerine dikkatlice bakılırsa, Resûlullah efendimizin kabr-i şerîfini ziyâret, O’nu Allahü teâlâ katında vesile yapmayı, Resûlullahın (s.a.v.) mescidinde edebi gözetmeyi ifâde etmektedir.

Kâdı Iyâd, İbn-i Habîb’in şöyle dediğini bildirir “Resûlullahın (s.a.v.) mescidine girerken, “Bismillah veselâmün alâ Resûlullah vesselâmu aleynâ min Rabbinâ ve sallallahü ve melâike-tühü alâ Muhammedin. Allahümmegfir li zünûbi vefteh li ebvâbe rahmetike ve cennetike vekfiznî mineşşeytânirracim.” denir. Sonra Ravda-i mutahheraya girilir. Burası, kabr-i şerîf ile minber arasıdır. Kabr-i şerîfe gitmeden önce, burada iki rek’at namaz kılınır. Sonra kabr-i şerîfin yanında mütevâzi bir şekilde durulur. Resûlullaha (s.a.v.) salevât ve bilinen senalar yapılır. Sonra Kûba mescidine ve şehîd olan Eshâb-ı Kirâmın kabirlerine gidilir. Bu ihmâl edilmez.”

Hac ve umresini şartlarına uygun olarak bitiren kimse, Medîne-i münevvereye gider. Resûlullaha (s.a.v.) selâm verir, duâ ve niyazda bulunur. Hazreti Ebû Bekr ve Hazreti Ömer’e selâm verir. Bakî’ kabristanına gider. Orada bulunan Eshâb-ı Kirâmın ve Tabiînin kabirlerini ziyâret eder. Resûlullahın (s.a.v.) mescidinde namaz kılar. Hacının, gücü yeterken bunları terk etmemesi gerekir.

Bunların hepsi, dört mezhebden yapılan nakillerdir. Eshâb-ı Kirâm ve Tabiînden yapılan nakillere gelince, Abdullah bin Ömer’in (r.a.) Resûlullahın (s.a.v.) kabr-i şerîfine gelip, Resûlullaha selâm verdiği çok çeşitli yollardan bildirilmiştir.

İbn-i Avn rivâyet etti: “Birisi Nâfi’ye (r.a); “İbn-i Ömer kabr-i şerîfe selâm verir miydi?” diye sordu. Nâfi de (r.a.); “Evet! Yüz kere veya daha fazla onu gördüm. Kabr-i şerîfe gelir. Orada durur. Resûlullaha (s.a.v.), Ebû Bekr ve babasına selâm verirdi” diye cevap verdi.”

Ebû Hanîfe (r.a) şöyle anlattı: Eyyûb Sahtiyanî, Resûlullahın (s.a.v.) kabr-i şerîfine yaklaştı. Kıbleye arkasını verip, yüzünü kabr-i şerîfe döndü ve çok ağladı.”

Resûlullahın (s.a.v.) kabr-i şerîfini ziyâret kurbettir (ibâdettir). Bu, Kitâb, sünnet, icmâ’ ve kıyâs ile sabittir. Nisa sûresi altmışdördüncti âyet-i kerîmesi, Resûlullaha (s.a.v.) gitmeyi teşvik etmekte, O’nun huzûrunda istiğfarda bulunmaya, O’nun da onlar için af ve mağfirette bulunacağına delâlet etmektedir.

Hadîs-i şerîflerde kabirleri ziyâret emredilmiştir. Hadîs-i şerîfte: “Kabirleri ziyâret ediniz! Bu ziyâretler, sizlere âhıret gününü hatırlatır” buyuruldu. Resûlullah efendimizin (s.a.v.) kabri, kabirlerin seyyididir. Resûlullahın kabr-i şerîfi de, hadîs-i şerîfte geçen kabirler ifâdesine dâhildir. Ziyâret emrine o da dâhildir.

Vâkıdî, Fütûh uş-Şam adlı eserinde şöyle demektedir: “Ebû Ubeyde bin Cerrah (r.a.), Beyt-i Makdis’in evlerine kadar geldiği zaman, Meysere bin Mesrûk ile Halife Hazreti Ömer’e bir mektûp gönderdi. Meysere (r.a.), Medîne-i münevvereye girdiği vakit gece idi. Önce Mescid-i Nebevî’ye girdi. Resûlullah efendimizin (s.a.v.) kabr-i şerîflerine ve Hazreti Ebû Bekr’in kabrine selâm verdi.”

Yine aynı kitapda şöyle anlatılır: “Hazreti Ömer, Beyt-i Makdis halkı ile sulh yapmıştı. Bu sırada Ka’b-ül-Ahbâr gelip müslüman oldu. Hazreti Ömer onun müslüman olmasından dolayı çok sevindi. Ka’b-ül-Ahbâr’a; “İstersen benimle Medîne-i münevvereye gel, orada Resûlullah efendimizin kabr-i şerîflerini ziyâret edersin, bu ziyâret senin için fâideli olur” dedi. Ka’b-ül-Ahbâr, Hazreti Ömer’e; “Ey Mü’minlerin emîri! Emrettiğin gibi yapayım” dedi: Hazreti Ömer, Medîne-i münevvereye gelince, önce Mescid-i Nebevî’ye geldi. Resûlullah efendimize selâm verdi. Bu hâdiseyi, hadîs ve târih âlimleri de anlattı.”

Âlimler, erkekler için kabirlerin ziyâretinin müstehab olduğunda icmâ’ etmişlerdir. Bunu bildirenlerden birisi de, Ebû Zekeriyyâ Nebevî’dir. Resûlullah efendimizin kabr-i şerîfini ziyâret husûsunda, erkek ile kadın arasında fark yoktur. Resûlullah efendimizin kabr-i şerîflerinin dışındaki kabirlerin ziyâretine gelince, erkeklere müstehab olduğunda icmâ’ vardır. Kadınlara gelince, Şafiî mezhebine göre burada dört şekil vardır. Birincisi ve en meşhûru; kadının, Resûlullah efendimizin kabr-i şerîfinden başkasını ziyâret etmesi mekrûhtur. Ebû Hâmid, Mehâmilî, İbn-i Sebbâg ve başka âlimler bunu kesin olarak ifâde etmişlerdir. Âlimlerin ekserisi, bundan başkasını zikretmemişlerdir. İkincisi; caiz olmadığıdır. Mühezzeb sahibi ve Beyân sahibi böyle söylemişlerdir. Üçüncüsü; ne müstehabdır ne mekrûhtur. Bilakis mübahtır. Bunu Rûyânî söyledi Dördüncüsü; kadınların âdetleri olduğu üzere, geçmiş hâtıralarını sayıp inliyerek üzülmek ve ağlamak için olursa, haramdır. Böyle birşey olmadan, sâdece ibret almak için ise mekrûhtur. Ancak kadın yaşlı ise mekrûh olmaz.

Kabirleri ziyâret birkaç kısımdır. Birinci kısım: Sâdece ölümü ve âhıreti hatırlamak için olur. Bunda, sahiplerini tanımadan sâdece kabirleri görmek kâfidir. Burada, onlar için af ve mağfiret dilemekten başka bir maksad yoktur. Bu ise müstehabdır. Çünkü Resûlullah efendimiz (s.a.v.); “Kabirleri ziyâret ediniz! Bu ziyâretler, sizlere âhıret gününü hatırlatır” buyurdu. Şöyle ki; insan bir kabri gördüğü zaman, ölümü ve ölüm sonrasını hatırlar. Bu ise, insanın ibret ve nasihat almasına vesile olur.

İkinci kısım: Kabirlerin sahiplerine duâ etmek için ziyâret etmektir. Bu, Resûlullahın (s.a.v.) Bakî’ kabristanında bulunanları ziyâret etmesi ile sabittir. Bu, her müslüman için müstehabdır.

Üçüncü kısım: Hayır ve salah sahibi kimselerden olan kabir sahiplerinden bereketlenmek için olur.

Dördüncü kısım: Kabir sahibinin hakkını eda etmek için olur. Bir kimsede başkasının hakkı varsa, o kimsenin, o hakkı olan şahsa hem sağlığında hem de vefâtından sonra iyilik yapması gerekir. Vefâtından sonra o şahsın kabrini ziyâret etmek bu iyiliklerdendir.

Kabri ziyâret etmek meyyite merhamet ve acıma ma’nâsını da taşır. Meyyit, kabrinde bulunduğu müddetçe, dünyâda iken sevdiği bir kimse onu ziyâret ettiği zaman, bundan sevinir ve teselli bulur. Resûlullah (s.a.v.) bir hadîs-i şerîfte; “Bir kimse, bir tanıdığının kabrine uğrayıp selâm verse, meyyit onu tanır ve cevap verir. Tanımadığı meyyite selâm verirse, meyyit sevinir ve cevap verir” buyurdu.

Resûlullah efendimizi ziyâret kurbettir (ibâdettir). Bu, birkaç bakımdan olur 1- Kur’ân-ı kerîmde meâlen; “Onlar nefslerine zulm ettikten sonra gelirler. Allahü teâlâdan af dilerler. Resûlüm de, onlar için istiğfar ederse, Allahü teâlâyı elbette tövbeleri kabûl edici ve merhamet edici olarak bulurlar” buyuruldu. (Nisâ-64)

2- İkinci delîl sünnettir. “Kim benim kabrimi ziyâret edene...” hadîs-i şerîfinin umûmundan anlaşılmaktadır. Bu hadîs-i şerîf, uzakta ve yakında olana, sırf Resûlullahın kabrini ziyâret için gidene ve yolculuk vesilesi ile ziyâret edene şâmildir. Bunların hepsi hadîs-i şerîfin umûmuna dâhildir. Bilhassa; “Kim sırf ziyâret için bana gelirse...” hadîs-i şerîfi, ziyâret için yolculuk yapmak husûsunda, hattâ sırf bu niyet ile yola çıkmak, başka hiçbir şeyi düşünmemek husûsunda gayet açıktır.

3- Resûlullah efendimizi ziyâret kurbet (ibâdet) olunca, ziyâret için sefere çıkmak da kurbettir. Çünkü ziyâret, bir yerden bir yere intikâldir. Bu yüzden, sefer de ziyâret kelimesine dâhildir. Aynı şekilde Resûlullah efendimizin (s.a.v.), kabirleri ziyâret etmek için Medîne-i münevvereden çıktıkları da sabittir. Yakına çıkmak caiz olunca, uzağa çıkmak da caizdir. Başkasının kabrine gitmek meşrû olunca, Resûlullahın kabr-i şerîfine gitmek öncelikle meşrûdur.

4- Bu husûsun caiz olduğunda, önce ve sonra gelen âlimler sözbirliği etmişlerdir. Her sene müslümanlar, hac vazîfesini yerine getirdikten sonra, Resûlullahın (s.a.v.) kabr-i şerîfini ziyâret etmektedirler. Resûlullahın (s.a.v.) kabr-i şerîfini, hacdan önce ziyâret de etmişlerdir. Eğer hacca giderken yolları Medîne-i münevvereden geçmezse, mallarını ve paralarını bu yolda sarf ederek, uzun mesafeleri katedip, yine Resûlullahın (s.a.v.) ziyâretine geliyorlardı. Bu yolculuğu, Resûlullahı ziyâretin kurbet (ibâdet) ve tâat olduğuna inanarak yapıyorlardı. Asırlardan beri, şarkta ve garbda, aralarında âlimlerin ve sâlihlerin de bulunduğu büyük bir topluluğun hatâ üzere olması imkânsızdır. Onların hepsi de bunu, O’nun vesilesi ile Allahü teâlâya yakınlaşmak için yapıyorlardı. Resûlullah efendimizin kabr-i şerîfini ziyâret etmiyenler, ya imkânı olmadığından veya bir mâni bulunduğundan gidememektedirler. Buna rağmen mümkün olsa, her zaman için gitmeyi istemektedirler. Kim bu kadar kalabalık bir topluluğun hatâ üzerinde bulunageldiklerini söylerse, kendisi hatâ üzeredir.

5- İbâdete vesile olan şey de ibâdettir. Çünkü dinde, işler maksadlarına göre mu’teberdir. Resûl-i ekrem (s.a.v.) buyurdu ki: “Allahü teâlânın, onunla hatâları mahvedip dereceleri yükselttiği şeyi size bildireyim mi? Şiddet ve melâlet anlarında âdabına riâyet ederek güzelce abdest almak, câmilere gitmek ve bir namazı kıldıktan sonra diğer namaz vaktini beklemektir, (sonra üç defa) İşte bu ribâttır.” Burada “Şiddet ve meâlet anları”ndan murâd, şiddetli soğuk, sahibini hareketten alıkoyan hastalık ve insanın abdest almasını zorlaştıran daha başka hâllerdir. Mescide gitmenin kıymetli ve şerefli oluşu, bir ibâdete vesile olduğundan dolayıdır.

Kur’ân-ı kerîmde meâlen; “Her kim Allah yolunda hicret ederse, yeryüzünde gidecek çok yer ve genişlik bulur. Kim Allah ve Resûlüne itaatle hicret ederek evinden çıkar da, sonra ona ölüm yetişirse, onun ecri (mükâfatı) gerçekten Allaha düşmüştür. Allah çok bağışlayıcı ve merhametlidir.” buyuruluyor (Nisâ-100). Bu âyet-i kerîme, mevzûmuz için güzel bir delîldir. Çünkü, Resûlullahı (s.a.v.) ziyâret için yola çıkan kimse, Allah ve Resûlüne itaatle muhacir olarak evinden çıkmıştır. Yine Kur’ân-ı kerîmde meâlen; “Medînelilere ve civarlarındaki çöl bedevilerine, Resûlullahın emirlerine aykırı hareket etmek (ve yaptığı savaştan geri kalmak) uygun olmadığı gibi, kendisinin bizzat katlandığı zahmetlere, onların da katlanmaya rağbet etmemeleri yaraşmaz. Muhalefetin caiz olmayışının sebebi şudur: Çünkü onların, Allah yolunda çektikleri bir susuzluk, bir yorgunluk bir açlık, kâfirleri kızdıracak bir yere basmaları ve düşmana karşı bir muvaffakiyete erişmeleri yoktur ki, mukabilinde kendilerine sâlih bir amel yazılmış olmasın. Çünkü Allah güzel amel edenlerin mükâfatını zayi etmez” buyuruluyor (Tevbe-120).

Şüphesiz sefer ve başkaları gibi meşakkat bulunan birşeyle ibâdete tevessül eden kimse, bu meşakkati Allahü teâlâ için yüklenmiş olur. Böyle bir kimseden Allahü teâlâ râzıdır. Onun bu gayretlerinin karşılığını verir, ibâdete vesile olan mübahda meşakkat bulunmasa da, o mübahla kurbet olan bir fiili yapmak kasdedildiği için, onda yine sevâb vardır. Meselâ ibâdet yapabilmek için gerekli kuvveti kazanayım diye uyumak böyledir.

Tevessül, istigâse ve teşeffü’:

Bil ki, Resûl-i ekrem ile tevessül, istigâse ve teşeffü’, ya’nî Resûlullah efendimizi (s.a.v.) Allahü teâlâ katında vesile etmek, O’nun yardımını ve şefaatini istemek caizdir. Bunun caiz ve güzel işlerden olduğu, her dindar için ma’lûmdur. Bunlar Peygamberlerin (aleyhimüsselâm), Selef-i sâlihînin, ulemâ ve diğer müslümanların yaptığı işlerdendir. Din ehli hiç kimse bunu kötü görmemiştir. Şimdiye kadar bunları kabûl etmiyen hiç kimseye rastlanmamıştır. Fakat ba’zı âlim geçinen bozuk i’tikâd sahipleri ve onun yolunda gidenler, bunları kabûl etmemektedirler.

Deriz ki: “Her zaman ister yaratılmadan önce, ister yaratıldıktan sonra, dünyâdaki hayâtında ve vefâtından sonra; berzah, kabir âleminde, kıyâmet günü dirildikten sonra, Arasat meydanında ve Cennette, Resûlullah efendimiz ile tevessül etmek caizdir. Tevessül üç çeşittir.

Tevessül, ihtiyâç sahibinin Allahü teâlâdan, Resûlullahın (s.a.v.) hürmetine, O’nun Allahü teâlâ katındaki hürmetine veya O’nun bereketiyle Allahü teâlâdan istemesidir. Bu üç hâlde de tevessül caizdir. Bunlardan herbiri hakkında sahih haberler mevcûttur. Bu da üçe ayrılır.

İlki: Resûlullah (s.a.v.) yaratılmadan önce O’na tevessül, Resûlullah (s.a.v.) yaratılmadan önceki tevessüle, geçmiş Peygamberlerle (aleyhimüsselâm) alâkalı haberler (hadîs-i şerîfler) buna delâlet eder. Bu konuyu Hâkim Ebû Abdullah, Müstedrek adlı eserinde bildirmiştir. Ömer bin Hattâb’ın (r.a.) rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu. “Âdem aleyhisselâm zelleyi i’tirâf edince; “Yâ Rabbî! Muhammed aleyhisselâmın hakkı için beni bağışla” dedi. Allahü teâlâ; “Ey Adem! Sen Muhammed aleyhisselâmı nereden biliyorsun! Ben henüz O’nu yaratmadım” buyurdu. Bunun üzerine Âdem aleyhisselâm; “Şuradan biliyorum ki, sen beni yed-i kudretinle yaratıp bana rûh üflediğin zaman, başımı kaldırıp, Arş üzerinde “La ilahe illallah Muhammedün Resûlullah” yazılmış olduğunu gördüm. Bildim ki, sen, hiç kimsenin ismini, şerefli isminin yanında getirmezsin. Ancak en sevdiğin kulunun ismini getirirsin” dedi. Bunun üzerine Allahü teâlâ; “Ey Âdem! Doğru söyledin. O, bana halkın en sevgilisidir. Madem ki O’nun hürmetine benden mağfiret istedin, gerçek olarak ben de seni affettim. Eğer Muhammed olmasaydı, seni yaratmazdım” buyurdu. Bir müslüman, aklın ve dînin red etmediği birşeyi nasıl red edebilir? Buna nasıl cür’et gösterebilir?

Nûh, İbrâhim (aleyhimüsselâm) ve diğer peygamberlerin tevessüllerine gelince, bunu müfessirler (tefsîr âlimleri) tefsîrlerinde bildirmişlerdir. Biz burada, bu hadîs-i şerîf ile ve Hâkim Ebû Abdullah’ın onu sahih kabûl etmesiyle yetiniyoruz. Tevessül, istigâse, teşeffü’ ve teveccüh’ün ma’nâları arasında fark yoktur. Çünkü Allahü teâlânın duâyı kabûl etmesi için, Resûl-i ekrem (s.a.v.) vesile yapılıyor. Burada maksâd; kulun, Allahü teâlâ katında kesin olarak derecesi ve kıymeti olduğuna inandığı kimseyi vâsıta ederek istemesidir. Şüphesiz, Resûlullahın (s.a.v.) Allahü teâlânın katında çok yüksek derecesi vardır. Âdette bile durum böyledir. Bir kimsenin diğer bir kimsenin yanında kıymet ve derecesi çok olursa, onun hiçbir sözünü red etmez. Hattâ başka birisi, onun ismini söyleyerek o kimsenin yanına gittiği zaman, onun isteğini. İsmini veya selâmını getirdiği o şahsın hatırı için yerine getirir. Hâlbuki. İsmini veya selâmını getirdiği şahıs orada mevcût değildir. Yaratılmadan önce Resûlullah (s.a.v.) ile tevessül etmek de böyledir. Burada sâdece Allahü teâlâdan istenmekte, duâ yalnız Allahü teâlâya yapılmaktadır. Sevilen ve kadr-ü kıymeti yüksek olan kimseyi zikretmek, yapılan duânın kabûlüne vesile olmaktadır. Nitekim rivâyet edilen sahih duâlarda da durum böyledir. Meselâ bu duâlardan birisi şöyledir. “Senin her isminle, senin esmâ-i husnân ile senden isterim. Senin Allah olman hürmetine senden isterim. Gazâbından rızâna, cezandan afiyet vermene sığınırım. Senden sana sığınırım.”

Bütün yapılan bu duâlarda, kendisinden istenilen, şeriki, ortağı olmayan yalnız Allahü teâlâdır. Duâda vesile edilen ise değişiktir. Böyle vesile edilerek yapılan duâ ne şirktir, ne de Allahü teâlâdan başkasından istemektir. Resûlullah (s.a.v.) vesile edilerek yapılan duâ da böyledir. Yoksa, Resûlullahdan istemek değildir. Bilakis Allahü teâlâdan istemektir. Burada Resûlullahın (s.a.v.) hatırı için Allahü teâlâdan istenmektedir. Sâlih ameller vesile edilerek Allahü teâlâdan istenince, Resûlullah (s.a-v.) vesile edilerek Allahü teâlâdan istemek, sâlih amellere göre çok daha önde, üstün ve kıymetlidir. “Yâ Râbbi! Muhammed aleyhisselâmın hakkı için senden İstiyorum” denilince, buradaki “hakkı için” ile murâd; Resûlullahın, Allahü teâlâ katındaki derecesi ve kadridir.

İkincisi: Resûlullah (s.a.v.) yaratıldıktan sonra hayatta iken O’nunla tevessül yapmaktır. Ebû Îsâ Tirmizî’nin “Sahîh”indeki duâ bahsinde bulunan rivâyet bu kısımdandır. Osman bin Hanîf şöyle rivâyet etti: “Bir a’mâ Resûlullaha (s.a.v.) gelerek; “Yâ Nebîyyallah! Gözümü kaybettim. Bana duâ et” dedi. O zaman Resûlullah (s.a.v.) o şahsa; “Abdest al, iki rek’at namaz kıl, sonra; Allahümme innî es’elüke ve eteveccehû ileyke bi-nebiyyike Muhammedin nebiyyirrahmeti yâ Muhammed! İnnî eteşeffeu bike fî reddi basarî Allahümme” de!” buyurdu. O şahıs buyurulanı yaptı. Allahü teâlâ, ona gözünün görmesini tekrar ihsân etti.

Üçüncüsü: Resûlullahın (s.a.v.) vefâtından sonra tevessül etmektir. Ebû Umâme bin Sehl bin Hanîf şöyle anlatır: ihtiyâç içerisinde olan birisi amcam Osman bin Hanîf ile karşılaşınca, amcama ihtiyâcı olduğunu söyledi. Amcam ona; “Git güzelce bir abdest al, sonra mescide gel. Orada iki rek’at namaz kıl. Sonra; “Allahümme innî es’elüke ve eteveccehû ileyke bi-nebiyyinâ Muhammedin nebiyyirrahmeti yâ Muhammed! innî eteveccehû ileyke ilâ Rabbike feyakdî haceti” de ve hacetini söyle. Ben senin yanına gelirim” dedi. O zât gitti ve amcamın dediği gibi yaptı. Sonra Osman bin Affân’ın (r.a.) evine gitti. Hizmetçisi kapıyı açtı ve onu Osman bin Affân’ın (r.a.) huzûruna aldı. Osman bin Affân (r.a.) o zâta; “Ne ihtiyâcın var?” dedi. O zât da ihtiyâcını anlattı. Osman bin Affân da o zâtın bütün ihtiyâçlarını giderdi. Ve ona; “Niçin bu zamana kadar, ihtiyâcın olduğunu söylemedin? Bir daha ne ihtiyâcın varsa söyle” dedi. Daha sonra o zât, Osman bin Affân’ın yanından ayrıldı. Yolda amcama rastladı. Ona; “Allahü teâlâ seni hayırla mükâfatlandırsın. Sen ona söyleyinceye kadar, o benim ihtiyâcımı gidermedi” deyince, amcam; “Vallahi ona birşey söylemedim. Fakat, Resûlullah efendimiz (s.a.v.) huzûrunda bulunuyordum. O sırada Resûlullaha (s.a.v.) bir a’mâ geldi. Resûlullaha (s.a.v.) gözünün görmediğini arz etti. Resûlullah, ona sabretmesini bildirdi. O a’mâ; “Yâ Resûlallah! Hiçbir fâidem yok. Bu durum bana ağır geldi” dedi. Resûlullah (s.a.v.) ona, gidip güzelce abdest almasını, sonra iki rek’at namaz kılıp, öğrettiği duâ ile duâ yapmasını emretti. O zât, Resûlullahın (s.a.v.) emrettiği gibi yaptı. Daha biz oradan ayrılmadan kısa bir süre sonra, o zât yanımıza geldi. Onda, daha önce hiç a’mâlık yokmuş gibi olduğunu gördük.

Tevessülün ikinci nev’i: Tevessülün, duâ, isteme ma’nâsına olmasıdır. Bu da birkaç hâldedir. Bunlardan birisi, Resûlullahın (s.a.v.) hayâtında olmuştur. Müslümanlar, başlarına herhangi bir sıkıntı geldiği zaman, durumu Resûlullaha arz ederler, ondan yardım isterlerdi. Böyle haberler Buhârî ve Müslim’de mevcûttur.

Şöyle anlatılır: “Cum’a günü birisi Mescid-i Nebevî’ye girdi. Resûlullah efendimiz (s.a.v.), ayakta hutbe okuyorlar idi. O zât ayakta olarak Resûlullaha döndü; “Ey Allahın Resûlü! Mallarımız, ekinlerimiz helak oldu. Hiçbir çâremiz de yok. Bize yardım etmesi için Allahü teâlâya duâ et” dedi. Resûlullah (s.a.v.), mübârek ellerini kaldırdı ve; “Allahım! Bize yardım et. Allahım! Bize yardım et” diye duâ etti. O sırada Resûlullahın arka tarafında, semâda bir bulut ortaya çıktı. Semânın ortasına gelince, dağıldı ve yağmur yağmaya başladı. O sırada güneş dahî görülmedi”

Resûlullah efendimize nisbeti olan, akrabalığı olan kimse ile de tevessül olunabilir. Nitekim Ömer bin Hattâb (r.a.), kıtlık olduğu zaman Resûlullah efendimizin (s.a.v.) amcası Hazreti Abbâs ile tevessül etti. Ya’nî onu vesile ederek Allahü teâlâdan yağmur istedi. “Yâ Rab bî! Kıtlık olduğu zaman, Resûlullah efendimiz ile sana tevessül ederdik. Sen bize yağmur verirdin. Şimdi sana, Resûlullah efendimizin (s.a.v.) amcası ile tevessül ediyoruz. Bize yağmur ihsân et” diye duâ edince, Allahü teâlâ onlara yağmur verdi. Bu hâdiseyi, Buhâri, Enes bin Mâlik’den (r.a.) bildirmiştir.

Bu şekilde başka sâlih müslümanlarla da tevessül edilebilir. Bunu dindar hiçbir müslüman inkâr etmemiştir.

Tevessül, kabir âleminde de olur. A’meş şöyle rivâyet etti: Hazreti Ömer zamanında kıtlık oldu. Eshâb-ı Kirâmdan birisi, Resûlullahın kabr-i şerîfine gitti ve; “Yâ Resûlallah! Ümmetin için Allahü teâlâdan yağmur iste! Yoksa onlar helak olacaklar” dedi. Bunun üzerine Resûl-i ekrem, rü’yâsında o Sahâbîye; “Ömer’e git, selâmımı söyle. Ona yağmur yağacağını haber ver” buyurdu. O Sahâbî gördüğü rü’yâyı Hazreti Ömer’e haber verdi. Hazreti Ömer ağlayarak; “Yâ Rabbî! Âciz olduklarım hâriç, elimden gelen herşeyi yaptım!” dedi.

Bu haberde, o Sahâbînin, vefâtından sonra kabir âleminde bulunan Resûlullahtan (s.a.v.) yağmur istemesinde hiçbir mâni yoktur. Çünkü Resûlullah efendimizin (s.a.v.) kabir âleminde iken duâ etmesi imkânsız değildir. Bu husûsta pekçok haberler gelmiştir. Resûl-i ekremin, dünyâda olduğu gibi, kabir âleminde de Allahü teâlâdan ümmeti için yağmur istemesinde hiçbir mâni yoktur.

Tevessülün üçüncü nev’i: Resûlullahtan maksûd olan şeyin taleb edilmesidir. Ya’nî Resûlullah (s.a.v.), ümmetinden bir kimsenin dileğini Allahü teâlâdan istemek sûretiyle, o kimse için vâsıta ve şefaatçi olabilir. Bu kısım, ifâdeleri değişik olsa bile, ma’nâca ikinci kısma dâhildir. Bu husûsta pekçok haber gelmiştir, insanlar Resûlullahtan bu kabil şeyleri istemekle, Resûlullahtan bu husûsta kendilerine vâsıta ve şefaatçi olmasından başka birşey kasdetmemektedir.

Osman bin Ebi’l-Âs anlatır: “Resûlullaha (s.a.v.), Kur’ân-ı kerîmi ezberlememin iyi olmadığından şikâyet etmiştim. O zaman Resûlullah (s.a.v.) bunun şeytandan olduğunu bildirdikten sonra; “Ey Osman! Bana yaklaş” buyurdu. Sonra mübârek elini göğsüme koydu. Bu sırada mübârek elinin serinliğini iki omuzlarım arasında hissettim. Eli göğsümde iken; “Ey Şeytan! Osman’ın göğsünden çık!” buyurdu. O andan sonra, ne duydu isem ezberledim.”

Resûlullah efendimiz (s.a.v.), Allahü teâlânın izni, yaratması ve işi kolaylaştırması ile olduğunu bilerek şeytana “Çık!” diye emretmiştir. Hiçbir müslüman, Peygamber efendimizin (s.a.v.) işlerinde, Allahü teâlânın yardımına muhtaç olmadığını asla söylemez ve böyle şeyi düşünemez. Fakat Resûlullahtan (s.a.v.) birşey isterken, yardım isterken, Resûlullahı (s.a.v.) Allahü teâlâ indinde şefaatçi ve vesile yapmaya mâni olmak, dinde Allahü teâlânın bir olduğuna îmân eden müslümanlar arasında fitne çıkarmaktır.

İstigâse, yardım istemek demektir. Allahü teâlâdan yardım istemek, bir şeyi yaratmasını istemektir. Allahü teâlâ, Enfâl sûresinin dokuzuncu âyet-i kerîmesinde meâlen; “O vakit Rabbinizden yardım ve zafer istiyordunuz da, O size; “Gerçekten ben arka arkaya bin melâike ile yardım ediyorum” diyerek duânızı kabûl buyurmuştu” buyurmaktadır. Resûlullahtan (s.a.v.) yardım istenince, bunun ma’nâsı; Resûlullahın (s.a.v.), Allahü teâlâdan yardımını yaratmasını istemesi demektir. Kısaca, yardım edenden yardım istemek ma’lûm birşeydir. Yalnız, yardım eden ve yardımı yaratan Allahü teâlâdır. Istigâse ile tevessül arasında bir fark yoktur.

Buhârî’nin, kıyâmet günündeki şefaat ile ilgili Enes bin Mâlik’den (r.a.) rivâyet ettiği hadîs-i şerîf şöyledir: “Kıyâmet günü insanlar Arasat’ta toplanır. Bir kısmı diğerlerinin üzerine dalga vurur, birbirlerine karışırlar. Mahşer halkı hep birden, Âdem aleyhisselâma gelirler; “Rabbinden bizim için şefaat dile!” derler. Âdem (aleyhisselâm) “Ben şefaate izinli değilim, İbrâhim aleyhisselâma gidiniz. O, Allahü teâlânın Halîlidir” der. İnsanlar ona gelirler. O da; “Ben şefaate izinli değilim. Mûsâ aleyhisselâma gidiniz. O, Kelîmullahtır” der. Ona gelirler; “Ben de şefaat edemem, Îsâ aleyhisselâma gidiniz. O, Rûhullahtır” der. Ona giderler. O da; “Ben şefaate izinli değilim. Muhammed aleyhisselâma gidiniz” der. Mahşer halkı bana gelirler. Ben; “Şefaat ederim” derim. Şefaat etmek için Rabbimden izin isterim. İzin verilir. Hak teâlânın bana bildireceği hamdler ile hamd ederim. Şimdi o hamdler hafızamda yoktur. Sonra yere kapanır, secde ederim, Hak teâlâ bana; “Yâ Muhammed! Şefaat et, kabûl olunur” buyurur. Ben; “Yâ Rabbî! Ümmetime rahmet et, onlara merhamet et” ma’nâsına gelen, “Ümmetî, ümmetî” derim.”

Peygamberlerin kabirlerinde diri olması: Hadîs âlimi Ebû Bekr Beyhekî, bu mevzûda küçük bir risale yazmıştır. Risalede, bu mevzû ile alâkalı hadîs-i şerîfleri bildirmiştir. Bu hadîs-i şerîflerden birisinde şöyle buyuruluyor: “Peygamberler kabirlerinde diri olup, namaz kılarlar.” Bu hadîs-i şerîfi, İbn-i Adî, el-Kâmil adlı eserinde Sabit Benânî’nin Enes bin Mâlik’den rivâyetiyle bildirmiştir.

Beyhekî, senedleriyle beraber şu hadîs-i şerîfi bildirdi: “Mi’râc gecesinde, Mûsâ peygamberi kabrinde namaz kılarken gördüm.”

Evs bin Evs’in rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte, Peygamber efendimiz (s.a.v.) buyurdu ki: “En faziletli gün, Cum’a günüdür. Allahü teâlâ, Adem aleyhisselâmı Cum’a günü yarattı. Kıyâmet, Cum’a günü kopar. Cum’a günleri bana çok salevât okuyunuz! Bunlar bana bildirilir.” Bunun üzerine Eshâb-ı Kirâm; “Öldükten sonra da bildirilir mi?” diye sorduklarında; “Toprak, peygamberlerin vücûdunu çürütmez. Bir mü’min bana salevât okuyunca, bir melek bana haber vererek, ümmetinden falan oğlu filân sana selâm söyledi ve duâ etti der” buyurdu.

Beyhekî’nin (r.a.) Ebû Hüreyre’den (r.a.) rivâyetle bildirdiği hadîs-i şerîfte, Peygamber efendimiz (s.a.v.) buyurdu ki: “Her ayın ilk üç gecesi ve günü, bana çok salevât okuyunuz. Çünkü bu ikisi, sizden bana ulaştırılır. Toprak elbette Peygamberlerin cesetlerini çürütmez.”

Buraya kadar anlatılanların hepsi, Peygamberlerin kabirlerinde diri olduklarının delîlleridir. Allahü teâlâ, Âl-i İmrân sûresinin yüzaltmışdokuzuncu âyet-i kerîmesinde meâlen; “Allah yolunda şehîd olanları ölü sanmayınız! Onlar, Rablerinin yanında diridirler, rızıklandırılmaktadırlar.” buyurarak, şehidlerin diri oldukları sabit olunca, Peygamberlerin diri olması birkaç yönden sabittir.

Birincisi; şehidlerin bu şekilde diri olmaları, onlar için şerefli bir rütbedir. Bu, Allahü teâlânın onlara bir lütfudur. Ancak Peygamberlerin rütbesinden daha yüksek bir rütbe yoktur. Şüphesiz Peygamberlerin hâli, bütün şehidlerin hâlinden daha yüksek ve kâmildir. Bu sebeble, şehid için kâmil bir durum hâsıl olup da, Peygamberler için olmaması imkânsızdır.

İkincisi; bu rütbe, şehid olanlara Allah yolunda canlarını feda etmeleri sebebiyle verilmiştir. Resûlullah efendimiz (s.a.v.), Allah yolunda can feda etme yolunu bize göstermiş, buna bizi da’vet etmiştir. Resûl-i ekrem (s.a.v.) bir hadîs-i şerîfte; “Bir kimse güzel, ya’nî İslâmiyete uygun çığır açarsa, bu yolda bulunanların herbirine verilen sevâb gibi, buna da verilir. Kim de kötü, ya’nî İslâmiyete uygun olmayan çığır açarsa, bu yolda bulunanların herbirine yazılan günah gibi, buna da günah yazılır” buyurdu. İşte, şehid için hâsıl olan sevâb, Resûlullah için de vardır.

Üçüncüsü; Resûlullah (s.a.v.) şehiddir. Peygamber efendimiz (s.a.v.) son hastalığında; “Hayber’de yemiş olduğum yemeğin acısını her zaman duyarım. O gün yediğim zehir, şimdi ebherimi, ya’nî aort damarımı koparmaktadır” buyurdu. Bu hadîs-i şerîf, Resûlullahın (s.a.v.) şehîd olarak vefât ettiğini bildiriyor.

Mevtanın, kendini ziyâret edenleri tanıması: Enes bin Mâlik’in (r.a.) rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte, Resûl-i ekrem (s.a.v.); “Meyyit mezara konup, mezar başındakiler dağılırken onların ayak seslerini işitir. Sonra yanına yüzleri siyah ve gök gözlü iki melek gelir. Birine Nekîr, diğerine Münker denir. Meyyite; “Muhammed hakkında ne dersin?” dediklerinde, eğer mü’min ise, bu iki meleğin suallerine cevap olarak; “Muhammed, Allahü teâlânın kulu ve Resûlüdür. Eşhedü en lâ ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden Resûlullah” der. Bu iki melek; “Biz elbette biliyoruz ki, sen dünyada da böyle derdin” derler. Daha sonra kabre Cennetten yaygı serilir. Cennet elbiseleri giydirilir. Meyyit için Cennetten bir kapı açılır. Kabre Cennet kokuları yayılır. Eğer meyyit kâfir ise, bu iki meleğe cevap olarak; “Ben bilmem, insanlardan işitirdim, bir şeyler söylerlerdi, ben de onu söylerdim” der. Bu iki melek; “Biz elbette biliyoruz ki, sen öyle derdin” derler. Sonra toprağa sıkış diye emrolunur. Toprak, o kimsenin üzerine sıkışır, kaburga kemiklerini birbiri üzerine geçirir ve Allahü teâlâ onu bu yattığı yerden kaldırıncaya kadar, dâima azap içinde bulunur” buyurmuştur.

Bu hadîs-i şerîfler sahihtir. Ehl-i sünnet ve cemâat âlimleri, kabirdeki hayat hakkında icmâ’ etmişlerdir. İmâm-ı Haremeyn, “Şâmil” adlı eserinde şöyle dedi: “Önce gelen âlimler, kabir azâbı ve meyyitlerin kabirlerinde hayatta oldukları, rûhların cesedlerine iade edildiği husûsunda ittifâk etmişlerdir.”

Ebû Bekr İbni Arabî “Emed-ül-aksâ” adlı eserinde; “Mükellef olanların kabirlerinde diriltilip, onlara suâl sorulması husûsunda Ehl-i sünnet arasında ihtilâf yoktur” demektedir.

Aslan ve yırtıcı hayvan tarafından parçalanan kimseye meleğin suâl sorması husûsunu âlimler şöyle açıklamışlardır: “Allahü teâlâ, rûhu kalbe iâde eder ve melekler kalbe suâl sorarlar. Asılan kimseye ise, bizim bilemiyeceğimiz şekilde rûhu iade olunur. Hâlbuki biz onu ölü sanırız. Yırtıcı hayvan tarafından parçalanan kimsenin her a’zâsına rûh iade olunur. Melekler ona, bu hâlde iken suâl sorarlar.

Kısaca, rûh cesede iade olunur. Cesed suâl vaktinde diriltilir. Bu andan kıyâmete kadar, ya ni’mete kavuşur veya azap görür. Bu durum ya devamlı veya fasılalıdır.

Dördüncü fasıl: insanlara vefâtından sonra da, hayatta ikenki gibi muâmele edilir. Onun için, Resûlullaha (s.a.v.) hayatta iken olduğu gibi, vefâtlarından sonra da aynı edebi gözetmek gerekir. Hazreti Ebû Bekr buyurdu ki: “Hayatta iken de, vefâtlarından sonra da Resûlullahın (s.a.v.) huzûrunda sesi yükseltmemek gerektiği bildirilmiştir.”

Âişe (r.anhâ), Resûlullahın (s.a.v.) mescidinde çivi ve başka şeylerin çakılmasından mütevellid bir gürültü duyunca; “Resûlullahı (s.a.v.) rahatsız etmeyin” diye haber gönderirdi.

Şöyle bildirilmiştir: “Hazreti Ali, evinin kapısının ta’mir edilecek bir kısmı olduğu zaman, Resûlullahı (s.a.v.) rahatsız etmemek için tenhâ bir yere götürür, öyle ta’mir ederdi.”

Urve (r.a.) nakletti: “Birisi, Hazreti Ömer’in huzûrunda Hazreti Ali’ye dil uzatınca, Hazreti Ömer o şahsa; “Allahü teâlâ senin yüzünü çirkinleştirsin. Şimdi kabrinde Resûlullaha (s.a.v.) eziyet ettin” dedi.

Selef-i sâlihînin hayatlarına bakılırsa, hayatındaki gibi, vefâtından sonra da, Resûlullaha (s.a.v.) karşı edeb ve hürmete pekçok dikkat ettikleri görülür. Aynı şekilde, Peygamber efendimizin kabr-i şerîfinde de, edeb ve hürmete çok riâyet ederlerdi.

Ka’b-ül-Ahbâr’dan (r.a.) şöyle rivâyet edilmiştir: “Her fecrin doğuşunda, yetmişbin melek iner, Resûlullahın (s.a.v.) kabr-i şerîfini kuşatırlar, kanatlarını sürerler. Resûlullah efendimize salevât okurlar. Akşam olunca yükselirler. Sonra onlar kadar bir grup melek iner ve onların yaptıklarını yaparlar. Böylece kabr-i şerîfin yanına gelinip duâ edildiği zaman, orada bulunan meleklerin huzûrunda duâ edilmiş olur. Melekler oraya, o kabirde Resûlullah (s.a.v.) bulunduğu için gelmektedirler. Bu sebeple, Eshâb-ı Kirâm, ta’zimden dolayı, Resûlullah efendimizin kabr-i şerîfinde seslerini alçaltırlar, kısarlardı.”

Sahîh-i Buhârî’de, Ömer bin Hattâb’ın (r.a) şöyle buyurduğu rivâyet edilmiştir “Taifli iki kişiye; “Eğer siz buralı olsaydınız, sizi incitirdim. Çünkü siz, Resûlullahın mescidinde seslerinizi yükseltiyorsunuz” buyurdu. Eshâb-ı Kirâmın Resûlullaha (s.a.v.) olan ta’zim ve edeblerine dâir hadîs-i şerîfleri ve haberleri toplamış olsa idik, cildler teşkil ederdi. Melekler bile Resûlullaha (s.a.v.) karşı kemâli edeb üzere olurlardı. Ebû Bekr bin Ebû Seybe, “Mûsânnef” adlı eserinde, İbn-i Büreyde’den şöyle nakletti: “Medîne-i münevvereye gelmiştik. Abdullah bin Ömer’in (r.a.) yanına gittik. Bize şunları anlattı: Resûlullahın (s.a.v.) huzûrlarında bulunuyorduk. Bu sırada güzel elbiseli, güzel yüzlü, hoş kokulu birisi geldi ve; “Esselâmü aleyke yâ Resûlallah!” dedi. Resûlullah (s.a.v.) onun selâmını aldı. O zât “Yâ Resûlallah! Sana doğru yaklaşayım mı?” deyince, Resûl-i ekrem izin verdi. O zât da yaklaştı. Biz o günkü gibi böyle güzel elbiseli, hoş kokulu ve güzel yüzlü ve Resûlullaha daha fazla hürmet ve ta’zimde bulunan birisini görmedik. O zât sonra yine; “Ey Allahın Resûlü! Sana doğru yaklaşayım mı?” diyerek izin istedi. Peygamber efendimiz (s.a.v.); “Evet, yaklaş” buyurdu. O zât üçüncü defa Resûlullaha (s.a.v.); “Ey Allahın Resûlü! Sana yaklaşayım mı?” diye sordu. Resûl-i ekrem (s.a.v.) yine; “Evet, yaklaş” buyurdu” dedi. Abdullah İbni Ömer (r.a.), sonra o zâtın (Cebrâil aleyhisselâmın) sözlerini, Resûlullahın îmân ve İslâm ve daha başka mevzûlarla alâkalı sözlerini anlattı.” Burada, Cebrâil aleyhisselâmın Resûlullaha (s.a.v.) olan ta’zimine, edebine iyi bakmak ve bunu iyi anlamak gerekir.

Yine Resûlullahın (s.a.v.) mübârek rûhunu teslim almaya geldiğinde, Azrail aleyhisselâmın Resûlullaha olan ta’zim ve edebi de böyledir. Resûlullaha olan ta’zimi, hem Kur’ân-ı kerîm, hem hadîs-i şerîfler, hem de ümmetin icmâ’ı bildirmektedir.

Şunda hiç şüphe yoktur ki, kim Resûlullah efendimiz ziyâret edilmez, O’nu ziyâret için gidilmez, O’ndan yardım istenilmez derse, o kimse Resûlullaha karşı edebden çok uzaktır. Allahü teâlâdan onun ıslâhını dileriz.

Kâdı İsmâil, “Ahkâm-ül-Kur’ân” adlı eserinde, Muhammed bin Ubeyb’den şöyle nakletti: “Birisi; “Eğer Resûlullah (s.a.v.) vefât etse, Resûlullahın (s.a.v.) falanca hanımı ile evlenirdim” deyince, şu meâldeki âyet-i kerîme nâzil oldu: “Ey imân edenler! Yemek vaktini gözetmeksizin size izin verilip de da’vetli olduğunuz vakitten başka zamanlarda Peygamberin evlerine girmeyin. Fakat çağırıldığınız zaman girin. Yemeği yediğinizde de hemen (yanından) dağılın. Konuşmak, sohbet etmek için de izinsiz girmeyin. Çünkü bu, Peygambere eziyet veriyor. (Çıkın veya girmeyin demeğe) sizden utanıyor, fakat Allah, gerçeği açıklamayı terk etmez. Bir (Peygamberin) zevcelerine gerekli birşey soracağınız vakit de, perde arkasından sorun. Böyle yapmanız, hem sizin kalblerîniz, hem de onların kalbleri için daha temizdir. Allahın Resûlüne, sizin eziyet etmeniz doğru olmaz. Arkasından (vefâtından sonra) zevcelerini nikâh eylemeniz de hiçbir zaman caiz olmaz. Bu (Peygambere eziyet etmek ve arkasından zevcelerini nikahlamak), Allah katında çok büyük bir günahtır.” (Ahzâb-53).

Burada, Allahü teâlânın, gerek hayatta iken, gerekse vefâtlarından sonra Resûlullaha (s.a.v.) eziyet verecek şeylerden nasıl muhafaza buyurduğunu iyi anlamalıdır. Bu husûs, dinde zarurî olarak bilinen ve âyet-i kerîmenin, Resûlullahın vefâtından sonra zevceleri ile evlenmenin ona eziyet olacağını bildirmesi ile anlaşılmaktadır. Öyleyse müslüman bir kimsenin, Resûlullaha (s.a.v.) karşı çok edebli olması lâzımdır. Bu mevzûda çok dikkatli olmalıdır. Aksi takdîrde, insanın maazallah ayağı kayar, dünyâ ve âhırette hüsrana uğrar.

Allahü teâlâdan, îmânımız husûsunda bizi muhafaza buyurmasını, kalan ömrümüzde bizi, affı ve mağfireti ile örtmesini dileriz. Söylediklerimizi, bizim lehimize huccet kılmasını, yine söylediklerimizi, önümüzde bize ışık olacak bir nûr kılmasını, bizi Resûlullah efendimizin zümresi arasında ve O’nun livâ-ül-hamd sancağı altında haşretmesini, bizi O’nun şefaati ve rızâsı ile rızıklandırmasını, bizi, O’na ve O’nun sünnet-i seniyyesine uyanlardan eylemesini dileriz.

İnsanların kıyâmet gününde Peygamberlere sığınması, dünyâda ve âhırette Peygamberlerle tevessül etmeye en açık delîldir. Her günahkâr, Allahü teâlâya en yakın bildiği kul kim ise, onu Allahü teâlâya vesile eder. Bunu hiç kimse inkâr etmedi. Bu husûs, müşriklerin, Allahü teâlâdan başkasına ibâdet etmeleri gibi değildir. Bu küfürdür. Hâlbuki müslümanlar, Resûlullah efendimizle veya Peygamber ve sâlihlerle tevessül yaptıklarında, ne Resûlullah efendimize, ne Peygamberlere, ne de sâlih olan zâta tapma durumu yoktur. Fayda ve zarar veren, yalnız Allahü teâlâdır. Bu caiz olunca, birisinin; “Resûlullahın (s.a.v.) hürmetine Allahü teâlâdan istiyorum” demesi de caizdir. Çünkü o, hakîkatte Allahü teâlâdan istemektedir.”

Takıyyüddîn Sübkî (r.a.) kitabına, Resûlullah efendimize (s.a.v.) salevâta dâir hadîs-i şerîflerle son veriyor. Bu salevâtlardan birisi şudur; “Allahümme salli alâ Muhammedin ve alâ âli Muhammed kemâ salleyte alâ İbrâhim, İnneke hamîdün mecîd.”

Tâcüddîn Sübkî’nin babası Takıyyüddîn Sübkî için yazdığı bir şiir şöyledir:

Sözüm, i’tikâdımın hepsini bildirmiyor.
Bildirmeğe kalktığımda, münkir düşman oluyor.

Bu odur sîretini bütün eflâk biliyor,
Onlara, nûr saçınca, gece, gündüz oluyor.

Bu odur, Rahmân onun yalvarışını duyuyor,
Ağlayınca gözünden kanlı yaşlar akıyor.

Bu odur, Rahmân onun duâsını duyuyor,
Kıymetli fecir vakti Rabbine yalvarıyor.

Bu odur, yüzündeki tozdan belli oluyor,
Geceyi sabaha kadar secdeyle geçiriyor.

Bu odur, tükenmiyen gözyaşları dâima,
Hak yolunda ağarmış sakalına iniyor.

Azîm olan Allaha yemîn ediyorum ki,
Zamanın din hucceti, senedi o oluyor.

Üstün hâlleri için söylediğim bu sözler,
Ne kadar çok olsa bile, noksan geliyor.

¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾

1) Mu’cem-ül-müellifîn cild-7, sh. 127

2) Tezkiret-ül-huffâz cild-4, sh. 1508

3) Ed-Dürer-ül-kâmine cild-3, sh. 63

4) Hüsn-ül-muhâdara cild-1, sh. 321

5) Şezerât-üz-zeheb cild-6, sh. 180

6) Tabakât-ül-müfessirîn cild-1, sh. 412

7) Bugyet-ül-vuât cild-2, sh. 176

8) Miftâh-us-se’âde cild-2, sh. 221

9) Tabakât-üş-Şâfiiyye (Sübkî) cild-10, sh. 139

10) Fevâid-ül-behiyye sh. 44

11) Tabakât-üş-şâfiiyye (Esnevî) cild-2, sh. 75

12) Tabakât-ül-usûliyyîn cild-2, sh. 168

13) Keşf-üz-zünûn cild-1, sh. 3, 7, 16, 25, 118, 136, 513; cild-2, sh. 1117, 1154, 1526, 1611, 1626

14) Brockelmann Gal-2, sh. 86; Sup-2, sh. 102

15) Ahlwardt Verzeichniss der arabischen Handschriften cild-4, sh. 201

16) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 999