Hadîs, usûl, edebiyat, târih ve Şafiî mezhebi fıkıh âlimi. İsmi, Abdülvehhâb bin Ali bin Abdülkavî bin Ali bin Temmâm bin Yûsuf el-Ensârî eş-Şâfiî es-Sübkî’dir. Künyesi Ebû Nasr olup, lakabı Tâcüddîn’dir. 727 (m. 1327) senesinde Kâhire’de doğdu. 771 (m. 1370) senesi Zilhicce ayında tâ’ûn hastalığından vefât etti. Kâsiyûn eteğindeki Sübkiye kabristanına defnedildi.
Tâcüddîn Sübkî, ilim ocağı olan bir ailede gözlerini dünyâya açtı. İlme erken başlamasında ve küçük iken Kur’ân-ı kerîmi ezberlemesinde ailesinin büyük rolü oldu. Küçük yaşta iken birçok âlimleri gördü. Onlar, büyük âlim olan babası Takiyyüddîn Sübkî’nin meclisine gelirler ve ondan öğrendiklerini yazarlardı. Tâcüddîn Sübkî, babasından Arabcanın temeli olan bilgiler ile i’tikâdî bilgileri öğrendi. Ayrıca asrın meşhûr hocalarından ders aldı. Kısa bir süre sonra İbn-i Şihne ve Yûnus ed-Debbûsî gibi âlimlerden icâzet (diploma) aldı. Yahyâ bin Mısrî, Abdülmuhsin es-Sâbûnî, İbn-i Seyyidinnâs, Sâlih bin Muhtâr, Abdülkâdir bin Mülûk ve birçok âlimden hadîs-i şerîf dinledi.
Babası Şam Kâdı’l-kudâtlığı vazîfesini alınca, onunla beraber 739 (m. 1338) senesinde Şam’a gitti. Orada İbn-i Ebi’l-Yüsr ve İbn-i Temmâm’dan hadîs-i şerîf dinledi. Ayrıca, Müzzî’den ilim öğrendi. Zehebî’nin ilim meclislerinde bulundu. İbn-i Râfiî ve el-Haccâr’dan icâzet (diploma) aldı. Esîrüddîn Ebû Hayyân’dan ilim öğrendi. İbn-i Sübkî bu kadar âlimden ders almakla yetinmedi. Ayrıca kendi kendine çok mütâlâada bulundu. Hattâ İmâd el-Hanbelî onun için; “Tâcüddîn Sübkî, kendi kendine çalışmayı âdet edinmişti” dedi. İbn-i Hacer Askalânî de; “Bilhassa hadîs-i şerîf üzerinde çalışmalarına ağırlık verdi. Bu husûsta birkaç cüz yazdı. Bunun yanında; fıkıh, usûl-i fıkıh ve nahiv ilmi ile de meşgûl oldu. Genç yaşta iken bu ilimlerde mahir ve mütehassıs oldu” demektedir.
Tâcüddîn Sübkî’nin babası, oğlunun terbiyesine çok önem verdi. İlimlerine i’timâd ettiği zamanının büyük âlimlerinin elinde yetişmesine çok gayret gösterdi. Tâcüddîn Sübkî, hocası Müzzî’nin hayâtını anlatırken şöyle demektedir: “Ben ekseriyetle Zehebî’nin derslerine devam ederdim. Sabah ve ikindi vakitlerinde olmak üzere, günde iki defa onun derslerine giderdim. Müzzî’ye ise, haftada iki defadan başka gitmezdim. Çünkü Zehebî, hem güzel latifeler yapar ve hem de beni severdi. Onun bana olan bu yakın muâmelesini görenler, benim kadar kimseyi sevmediğinin farkına varırlardı. Ben o zaman gençtim. Bu sebeble, onun bu yakın muâmelesinin büyük te’sîri olmuştu. Müzzî ise, fazla latife yapmazdı ve heybetli bir hâli vardı. Babam ise, Zehebî’den çok Müzzî’ye devam etmemi isterdi. Zîrâ babamın ona hürmet ve saygısı vardı. Ekseriyetle dersten geldiğim zaman, babam bana; “Gel bakalım, ne okudun, ne dinledin ve ne istifâde ettin?” derdi. Ben de babama okuduklarımı ve öğrendiklerimi anlatırdım. Zehebî’nin yanından geldiğim zaman; “Hocanın yanından mı, geldin?” derdi. Şemsüddîn bin Nakîb’in yanından geldiğim zaman da; “Şâmiyye’den geldin mi?” derdi. Çünkü o Şâmiyye Medresesi’nde ders verirdi. Fakat Müzzî’nin yanından geldiğim zaman, “Şeyhin yanından mı geldin?” der, bu kelimeyi bilhassa söyler ve sesini yükseltirdi. Ben kesin olarak biliyordum ki, o bu şekilde yapmak sûretiyle, onun büyüklüğünün ve üstünlüğünün kalbimde yer etmesini te’min etmeyi ve dâima ona gidip gelmemi istiyordu. Eşrefiyye Hadîs Medresesi’nde bir yer boşalmıştı. Bunun üzerine babam beni oraya yerleştirdi. Ben buna hayret ettim. Zîrâ babam, çocuklarını gece kalmak için medreselerde bırakmazdı. Ben ders tekrarını o âna kadar babamdan başkasının yanında yapmamıştım. Babam bizi, müderris oluncaya kadar medresede bırakmıyordu. O bizi bu şekilde terbiye ediyordu. Beni medreseye yatılı olarak vermesinin sebebini sorunca; “Sana Müzzî’nin yanında âlim oldu denilmesi için böyle yapıyorum” dedi. Müzzî’ye ulaşınca, talebelerine ismimin en yüksek tabakaya yazılmasını emretti. Müzzî’nin bu emri babama ulaşınca, bundan rahatsız oldu ve; “Hayır, vallahi Abdülvehhâb daha gençtir ve bu dereceye müstehak değildir. Onun ismini, işe yeni başlıyanlarla beraber yazınız” dedi. Bunun üzerine Zehebî; “Vallahi o bu derecenin fevkindedir. İyi bir hadîs âlimidir” dedi. Babam onun bu sözüne güldü ve; “Oğlum Abdülvehhâb orta hâlli biridir” dedi.”
İlmî üstünlüğü: Tâcüddîn Sübkî, ilme olan sevgisinden dolayı, genç yaşta çeşitli ilimlerde yüksek derecelere ulaştı. Kısa zamanda birçok âlimin dikkatini üzerine çekti. Asrının büyük âlimlerinin derslerinde bulundu. Tâcüddîn Sübkî, önce fıkıh ilmi ile meşgûl oldu. Zîrâ herkesin ona çok ihtiyâcı vardı. Fetvâlar vermek ve kadılık, fıkıh ilmini bilmeyi îcâb ettiriyordu. Onun için bu husûsta çok bilgi sahibi oldu. Fıkıh ilmine dâir eserler yazdı. Babasının fetvâlarını topladı. Fıkıh ilmine verdiği husûsî ehemmiyetden dolayı, Tabakât-üş-Şâfiiyye adlı eserini fıkıh mes’eleleriyle doldurdu. Usûl-i fıkha çok ehemmiyet veren İbn-i Sübkî, bu ilme dâir çeşitli eserler yazdı.
Tâcüddîn Sübkî, hadîs ilmine de gereken önemi verdi ve asrının büyük hadîs âlimlerinden rivâyette bulundu. İbn-i Hacer; “Tabakât’ında, İbn-i Sübkî’nin, hadîs ilmindeki yüksek derecesi kolayca anlaşılır” demektedir, İbn-i Sübkî, hadîs ilminde cerh ve ta’dil üzerinde de durmuştur.
Yine Tabakât-üş-Şâfiyye’sinde kelâm ilmine dâir verdiği bilgiler onun kelâm ilminde de ne kadar mahir ve mütehassıs olduğunu ortaya koymaktadır.
Tâcüddîn Sübkî, târihî hâdiseleri, meşhûr şahısların hayatlarını çok iyi bilirdi. Onu bu husûsa sevk eden şey; İslâm târihine vâkıf olmak, âlimlerin hayatlarını tetkik etmek sûretiyle, onların hayatlarından ibret almak ve tecrübelerinden istifâde etmek idi. İbn-i Sübkî, târih ilminde o kadar yükseldi ki, târih ilmine dâir kaideler ve hâdiseleri vermekte ta’kib edilecek usûlleri ortaya koydu.
İbn-i Sübkî, fıkıh, hadîs ve târih ilimlerinde mütehassıs olmakla birlikte, Arabî ilimlerde de çok ileri seviyelere ulaştı. Tabakât kitabında; nahiv, sarf, belagat ve arûz ilimlerine geniş yer verdi. Garîb lügatlara ehemmiyet verdi. Hattâ Mecdüddîn İbni Esîr, bu sahada çok araştırma yapmış olmasına rağmen, İbn-i Sübkî Tabakât’ında onun zikretmediklerini zikretti.
Tâcüddîn Sübkî, küçüklüğünden beri edebî ilimlere de ağırlık vermişti. Şiir san’atında pek mahir idi. Bu husûsta ince görüşleri vardı. Cümle içerisinde kelimeleri seçmekte veya bir şâiri diğer bir şâire tercih etmekte çok derin düşünürdü. Bu husûslar “Tabakât” kitabında geniş olarak görülür. Daha çocuk yaşta iken, Selâhüddîn Halîl bin Aybek es-Safdî ile beraber bulundu. Bu sırada şiire dâir meleke kazandı. Bunu kendisi şöyle anlatır. “Ben, daha bülûğ çağına erişmeden, Selâhüddîn Halîl ile olan beraberliğimiz başladı. O bana ben ona şiir yazardım. Bu vesile ile bende edebiyatla ilgilenme arzusu başladı.”
Hocası Zehebî, onun ilimdeki yüksekliğini Mu’cem’inde şöyle anlatmıştır: “Tâcüddîn Ebû Nasr Sübkî, benden öğrendiklerini birkaç cüz hâlinde yazdı, ilimde daha yükselmesini, ders ve fetvâ vermesini umarım.”
Hâfız Şihâbüddîn bin Hicâ onun hakkında; “Tâcüddîn Sübkî, fıkıh, usûl, hadîs ve edebiyat gibi muhtelif ilimleri okudu. Bunlarda mütehassıs oldu. Arabî ilimlerde de mütehassıs idi. Nazım ve nesirde fevkalâde idi. Çok zekî olup, belagat ve fesahat sahibi idi” demektedir.
Tâcüddîn Ebû Nasr Sübkî, ilim tahsilini tamamlayıp çeşitli ilimlerde mütehassıs olduktan sonra, çeşitli makamlarda görev aldı. Azîziyye, Adiliyye-i kübrâ, Gazâliyye, Azrâviyye, Şâmiyyeteyn, Nâsiriyye, Emîniyye, Dâr-ül-hadîs-i Eşrefiyye, Dîmâgiyye ve Mesrûriyye medreselerinde müderrislik yaptı. Mısır’da Şâfiiyye ve Şeyhûniyye medreselerinde ders verdi. Şam’da Emeviyye Câmii hatîbliğini yaptı. Babasının yerine kadı olarak ta’yin edildi. Ayrıca, Şam’da, Şam naibi Alâüddîn Emîr bin Ali Mardînî’nin yazı işlerinde vazîfelendirildi.
İbn-i Sübkî kadılık vazîfesini yerine getirirken, birçok sıkıntılarla karşılaştı. Bu durumu İbn-i Kesir şöyle anlatır: “Kendisinden önce hiçbir kadıya nasîb olmayan makamlarda bulunduğu gibi, onun kadar da hiçbir kadı sıkıntı çekmedi. Sıkıntılı ve meşakkatli günlerinde, hasımlarına gereken cevâbı verip, susturmuştur. Fakat daha sonra onları affetmiştir.”
Tâcüddîn Sübkî’nin şöhreti, bütün İslâm memleketlerine ulaşmıştır. Fetvâ husûsunda zamanının en büyük mercii idi. Muhtelif İslâm memleketlerinden kendisine fetvâlar sorulurdu. O da bu fetvâlara gerekli cevapları bildirirdi. İbn-i Sübkî, talak ve Resûl-i ekremin (s.a.v.) kabr-i şerîflerini ziyâret mes’elesinde İbn-i Teymiyye’ye cevaplar verdi.
Eserleri: Tâcüddîn Sübkî, çeşitli ilimlere dâir birçok eser yazdı. Bunlardan ba’zıları şunlardır: 1- Ehâdîsü ref-il-yedeyn, 2- El-Eşbâh ven-nezâir fil-fürûi, 3- Evdah-ül-mesâlik, 4-Telâyin-ül-ahkâm fî tahlîl-il-hâid, 5- Terdhu tashîh-il-hılâf, 6- Terşih-üt tevşîh fî usûl-il-fıkıh, 7- Tevşîh-ut-tashîh, 8- Cüz’ün fit-Tâkîn, 9- Celeb Haleb, 10- Cem-ül-Cevâmi fî usûl-il-fıkh: İbn-i Sübkî, bu eserini takriben yüz eserden toplamıştır. Muhtasar-ı İbn-i Hâcib ile Minhâc’a yaptığı şerhlerin özü ve hülâsası ile yaptığı ba’zı açıklamaları ihtivâ etmektedir. Birkaç mukaddime ile, yedi bölümden meydana gelmiştir. 11- Ref-ül-Hâcib an şerhi muhtasar-i İbn-i Hâcib fil-usûl, 12- Ref-ül-havbe fî vad-it-tevbe, 13- Es-Seyf-ül-meşhûr fî şerhi akîdet-i Ebû Mensûr el-Mâtürîdî, 14- Şerh-ül-Minhâc-il-vüsûl ilâ ilm-il-usûl lil-Beydâvî, 15- El-Fetâvâ, 16- Kavâidüddîn ve umdet-ül-muvahhidîn, 17- Mûsânnetün fî ilm-il-Elgâz, 18- Muîd-ün-niam ve mübîn-ün-nikam, 19- Menâkıb-iş-Şeyh Ebû Bekr bin Kavvâm, 20- Men’ül-Mevâni, 21- Tabakât-üş-Şâfiiyye es-sugrâ vel-vustâ vel-kübrâ: İbn-i Sübkî’nin en meşhûr ve en kıymetli eserleridir. Tabakât-üş-Şâfiiyyet-ül-kübrâ’sı ile insanlara çok güzel Arabca bir İslâm ansiklopedisi sunmuştu. Tâcüddîn Sübkî, bu eserin hazırlığına küçüklüğünde başlamıştı. Âlimlere dâir haberleri çok sever, onları toplardı. Âlimlerle alâkalı bir hâdiseye rastladığı zaman, o hâdise üzerinde derin olarak düşünür, hâdiseyi iyice inceler, ondan pekçok tecrübeler ve bilgiler edinirdi. İbn-i Sübkî, bütün bilgi ve tecrübelerini bu eserinde yazdı. Bu kitabında, ba’zan derin ve ince ilmî mes’elelere, ba’zan edebî mevzûlara ve şiirlere, ba’zan hadîs-i şerîflere ve hadîs ilmine, ba’zan fıkıh ve kelâm ilmine, ba’zan tasavvufa, ba’zan târihî hâdiselere ve daha başka çeşitli mevzûlara temas etti.
Tabakât-üş-Şâfiiyye kitabı bir mukaddime ile, İslâm âlimlerinin yedi tabakasını ihtivâ eder. Her tabakada bir asrın (yüz senenin) meşhûr âlimlerinin hâl tercümeleri anlatılmaktadır, İbn-i Sübkî, mukaddimede muhtelif mevzûlardan bahsetmektedir. Hadîs ilmi, hadîs ricali ve nahiv ile ilgili mes’eleleri ele alıp, inceledi. Kelâm ilmine temas edip, şiire girdi. Şiir rivâyeti, yazılması, söylenmesine ve dinlenmesine dâir âlimlerin görüşlerini bildirdi.
Resûlullah efendimizin (s.a.v.) huzûrunda okunan ve Eshâb-ı Kirâmdan bildirilen, İslâm âlimleri ve büyük zâtlardan şiir yazmağa, söylemeğe ve dinlemeğe dâir bizzat İmâm-ı Şafiî’den rivâyet edilen şeyleri nakletti.
İbn-i Sübkî, Tabakât-üş-Şâfiiyye’nin mukaddimesine; Besmele, Allahü teâlâya hamd ve Resûlullah efendimize (s.a.v.) salât ile başlar. Sonra, amellere ne ile başlanacağına dâir hadîs-i şerîfleri bildirip, bu mevzûyu iyice beyân ettikten sonra; “Bismillâhirrahmânirrahîm, âlimlerin tabakalarını, sultanların taclarına üstün kılan Allahü teâlâya hamd olsun” der. Allahü teâlâdan başka ilâh olmadığı ve Peygamber efendimizin (s.a.v.) Allahü teâlânın kulu ve Resûlü olduğuna dâir hadîs-i şerîfleri de zikrettikten sonra; “Ben şehâdet ederim ki, Allahü teâlâdan başka ilâh yoktur. O’nun ortağı yoktur. Bunun böyle olduğuna şeksiz ve şüphesiz şehâdet ederim. Yine şehâdet ederim ki, Peygamber efendimiz Muhammed aleyhisselâm, Allahü teâlânın kulu ve Resûlüdür. O takvâda rehber, insanlara yol gösteren bir nûrdur” diye yazmaktadır.
Sonra Resûlullaha (s.a.v.) salât ve selâm ile ilgili hadîs-i şerîfleri bildirdikten sonra, salât ve selâm ile ilgili geniş bilgi vermektedir. Daha sonra; “Allahü teâlânın rahmeti, Resûlullah efendimize, O’nun âline ve O’nun Eshâbına (r. anhüm) ve diğer Nebiler ve Resûllere (aleyhimüsselâm) olsun. Onlar kalbleri tedâvî etmektedirler” demektedir. Sonra Kureyş’in ve Kureyş âlimlerinin faziletlerine dâir hadîs-i şerîfleri bildirmektedir.
İbn-i Sübkî, bütün bunlardan sonra; “Emmâ ba’du (gelelim mevzûmuza)” ifâdesi ile esas mevzûya, bu kitabını yazma sebebine ve bu kitabında ta’kib ettiği metodunu anlatmaya geçmeden; “Emmâ ba’du” ifâdesine dâir hadîs-i şerîf ve haberleri bildirir.
İbn-i Sübkî, bu kitabını; hadîs, fıkıh, târih, edebiyat ve çeşitli fâide ve incelikleri, nükteleri ihtivâ eden bir kitap olarak görmekte, burada; âlimlerin hayâtını, hakkını vererek, hadîs ve edebiyat âlimlerinin metodu üzere anlatacağız, akılları hayrette bırakan nükteleri bildireceğiz” demektedir.
Tâcüddîn Sübkî, bu kitapdan en mühim maksadının ne olduğunu şöyle anlatır: “Bizim en büyük maksadımız, her âlimin hayâtını anlatmayı bitirdikten sonra veya âlimlerin hayâtını anlatırken, hayâtını anlattığımız zât, yalnız Mısır değil, bütün dünyâda meşhûr bir âlim ise, onun duyulmamış ve kıymetli bir eseri varsa, ondan fâideli veya garip, dikkat çekici mevzûlarını yazıyoruz. Eğer eseri az ve ondan yazılacak çok fazla birşey olmazsa veya hiç olmazsa, ondan fâideli birşey yazmak için gayret gösteriyoruz. Ba’zan bir âlim, fıkıhla çok meşgûl oluyor, fakat ondan nakledilecek garip ve mühim olarak yazılacak birşey bulunmayabilir. O zaman ondan, fıkıh ilminin hâricinde, hadîs veya başka bir ilme dâir fâideli bir mes’ele naklediyoruz. Ba’zan da bir âlim, fıkıh hâricinde başka bir ilimle fazla meşgûl olmamış oluyor. Fakat biz, durumun îcâbettirmesine göre, ondan fıkıh ilmi ile ilgili veya o zâta münâsip düşecek başka birşey naklediyoruz. Eğer bu söylediğimiz şekilde yazacak birşey bulamazsak, onun hayâtını, hiç olmazsa, bir hikâye, şiir veya duyulmamış bir fâideyi yazmaya çalışıyoruz.” Fakat İbn-i Sübkî, ba’zı âlimlerin hayatlarını anlatırken, bu dediklerinden hiçbirini bulamamış, o zâtın ismi unutulmasın diye, hayâtı hakkında biraz bilgi vermiştir.
Tâcüddîn Sübkî, her tabakayı Mu’cem harflerine göre tertîb etti. Önce Ahmed ve Muhammed isimli âlimlerden başlamıştır. Tabakât-ı Vustâ ve Tabakât-ı Sugrâ’sında da aynı şekilde yapmıştır. Bu üç Tabakât kitabının hangisinin önce yazıldığı mes’elesi hakkında, Muhammed Sâdık Hüseyn, “El-Beyt-üs-Sübkî” isimli eserinde şöyle yazmaktadır “Tâcüddîn Sübkî, Tabakât kitaplarını kısım kısım olarak yazdı. Tabakât’ını önce muhtasar, sonra geniş olarak yazdı. “Gerçek olan şudur ki; İbn-i Sübkî, Tabakât-ı Vustâ’nın yazma bir parçasında şöyle demektedir: “Bu eseri, Dımeşk’da 754 (m. 1353) senesinde Zilka’de ayının yirmiüçüncü gecesinde bitirdim.” Hâlbuki Tâcüddîn Sübkî, Tabakât-ı Kübrâ’nın (Tabakât-üş-Şâfiiyye) te’lîfini 766 (m. 1364) senesinde bitirmiştir. Tabakât-ı Sugrâ’yı ise ne zaman bitirdiği bilinmemekle beraber, Tabakât-ı Vustâ’dan önce yazmıştır.
İmâm-ı Sübkî’nin yazmış olduğu Tabakât-üş-Şâfiiyye’den ba’zı bölümler:
Kerâmetler: Ebû Abbâs Rakkî şöyle anlattı: “Mekke-i mükerreme yolunda, Ebû Türâb Nahşebî ile beraber gidiyorduk. Talebelerinden birisi ondan su istedi. Ebû Türâb ayağını yere vurdu. Oradan bir pınar kaynadı. Birisi; “Ben bardakla içmek istiyorum” dedi. Ebû Türâb elini toprağa vurdu. Ona beyaz camdan bir bardak verdi. Bu bardak, gördüğüm bardakların en güzeli idi. O bardakla hepimiz su içtik. Mekke-i mükerremeye kadar o bardak yanımızda idi. Birgün Ebû Türâb bana; “Allahü teâlânın kullarına ikramda bulunduğu bu işler (kerâmetler) hakkında talebelerin ne diyor?” diye sordu. Ben de, hepsinin bunlara inandığını ve kabûl ettiklerini söyledim. Bunun üzerine Ebû Türâb; “Ben sana ahvâl bakımından sordum. Sen ise, onların o mevzûda hiçbir sözünü söylemedin. Senin talebelerin, bu hâllerin Allahü teâlânın onlara mekr-i ilâhîsi olduğunu söylüyorlar. Hâlbuki, durum, onların dediği gibi değildir. Şayet bu hâllere meyl duyulur, onlar arzu edilirse, mekr-i ilâhî olur. Fakat böyle bir istek olmadan, böyle hâller zuhur ederse, bu, Rabbanîlerin mertebesidir” buyurdu.
Ebû Türâb’ın bu sözündü önemli iki husûs vardır: 1- Kerâmetler ve keşifler, yalnız ona rağbet duyan, o hâllerin kendisinde zuhur etmesini arzu eden kimseler içindir. O kimsenin bütün maksadı ve arzusu bu kerâmetler olur. Bir kısım kimseler, kerâmetlere i’tibârda o kadar ileri gittiler ki, bu sebeble ma’nevî ihsânlardan mahrûm kaldılar. Ba’zıları ise, bunlara meyl etmediler. Doğru olan Ebû Türâb’ın kerâmetlere meyletmenin, onları arzu etmenin noksanlık olduğunu anlatmak istediği sözdür. Hiçbir ârifin inkâr etmediği husûs, ârif olan için kerâmete arzu ve meyl duymadığıdır. Onun matlubu ve maksudu, kerâmetlerden başkasıdır. Kerâmet, âriflerin yolunda meydana gelir. Arzusu, hedefi ve matlubu bu olan kimse, aldanmıştır ve helake gider. Böyle kimse, arzu ettiği kerâmetlere de ulaşamaz. Kerâmetlere, sâdece, matlubu ve maksudu kerâmet olmayan kimseler kavuşur.
Suâl: Öyleyse, kerâmet gösteren zâtlar, niçin bu kerâmetlerini izhâr ediyorlar. Hâlbuki böyle zâtların kerâmetlere gönül bağlamadığı söylendi.
Cevap: Böyle zâtlardan kerâmetin görünmesi, birkaç şekildedir. Kerâmet, kerâmet gösteren zâtın isteği üzere zuhur etmiştir. Bu çok olmaktadır. Hattâ, İmâm-ül-Haremeyn, “Şâmil” adlı eserinde, kerâmetlerin sâdece bu şekilde olduğunu söylemiştir. Fakat bu zaîf kavildir. Ancak bu çeşit kerâmet, kerâmet gösteren zâtın başkasını; terbiye, müjde ve korkutma gibi dînî bir fâide için olur. Dînen buna izin verilmiştir. Fâide bulunmadığı zaman kerâmet izhâr etmek caiz değildir.
2- Kerâmetler haktır. Evliyânın kerâmetine inanmıyan, bid’at sahibi, sapık olur. Ben kerâmetleri inkâr edenlere çok hayret ediyorum. Onlar hakkında, Allahü teâlânın gazâbından korkuyorum.
Mu’cize ve kerâmet, ikisi de harikulade hâllerdir. Ancak mu’cizede, Peygamber olan zâtın, Peygamberliğini iddia etmesi vardır. Aklın caiz ve mümkün kıldığı şeyler, normal âdetteki bilgilerle kıyâs edilerek red edilemez. Eşyanın, kerâmet ile değişikliğe uğraması, aklın caiz kıldığı birşey olup, bu asla red edilemez.
Suâl: Kerâmet caiz olsa idi, mu’cize ile karışırdı. O zaman mu’cizenin, nübüvvete delâlet etmesi kalmazdı.
Cevap: Bu böyle olamaz. Çünkü mu’cize, peygamber olan zâtın, peygamberliğini iddia etmesi ile olur. Kerâmette böyle bir iddia yoktur. Kerâmet, kerâmet gösteren velînin mensûb olduğu Peygambere (a.s.) itaat etme, O’nu tasdik etme ve O’nun yolundan gitmek ile beraber bulunur.
Eğer bir kimse Eshâb-ı Kirâmın kerâmetlerini araştırmış olsa, pek fazla rastlıyamaz. Bununla beraber, bu husûsu îzâh edeceğiz, önce şunu bilmeli ki, bir Sahabe veya velîden kıyâmete kadar zuhur eden her kerâmet, Resûlullahın (s.a.v.) mu’cizesidir. Çünkü kerâmet sahibi bu kerâmete, Resûlullaha (s.a.v.) uymak sûretiyle kavuşmuştur.
Eshâb-ı Kirâmda görülen kerâmetler Hazreti Ebû Bekr, hanımının hâmile olduğunu ve kız çocuğu olacağını söylemiştir.
Hazreti Ömer, Sâriyye’yi (r.a.) İslâm ordusunun başına kumandan ta’yin ederek İrân’a gönderdi. Muharebe sırasında Nihâvend kapısında muhasara yapılırken, İslâm ordusu çok güç duruma düştü. Düşman gayet çok idi. İslâm ordusu neredeyse hezimete uğrayacaktı. Bu sırada Hazreti Ömer, Medîne-i münevverede bulunuyordu, İslâm ordusunun güç durumda olduğu bir sırada, Hazreti Ömer minberde hutbe okumakta idi. Bir ara Hazreti Ömer yüksek sesle; “Ey Sâriyye dağa! Ey Sâriyye! Dağa dağa!” diye bağırdı. Allahü teâlâ, Sâriyye’ye ve İslâm ordusunun hepsine Hazreti Ömer’in sesini duyurdu. Onlar o sırada Nihâvend kapısında bulunuyorlardı, İslâm ordusu Hazreti Ömer’in sesini tanıyıp: “Bu, Emîr-ül-mü’minînin sesi” dediler. Arkalarını dağa verdiler ve zaferi müslümanlar kazandı. Hazreti Ali, Hazreti Ömer’in hutbesini dinliyenler arasında bulunuyordu. Hazreti Ömer’in, Sâriyye’ye bu emri vermesi üzerine ona; “Emîr-ül-mü’minîn ne söylüyor?” diye soruldu. Bunun üzerine Hazreti Ali; “Emîr-ül-mü’minîni kendi hâline bırakınız. Hangi işe girmişse, mutlaka o işten Allahü teâlânın izni ile selâmetle çıkmıştır” buyurdu. Daha sonra Hazreti Ömer’in niçin öyle yaptığı anlaşılmıştır.
Derim ki; “Ömer’in (r.a.) maksadı, böyle bir kerâmeti göstermek değildi. Ancak, onda böyle bir kerâmet zuhur etti. Nihâvend’deki İslâm ordusunun durumu kendisine gösterildi. Hazreti Ömer, onlar arasında gerçekten bulundu. Medîne-i münevverede bulunduğu yerden ayrıldı. Onların yanında bulunan bir kimse gibi, onlara hitâb etti.
İmâm-ül-Haremeyn, “Şâmil” kitabında şöyle anlatır: “Hazreti Ömer zamanında yer sarsılmış, zelzele olmuştu. Bunun üzerine Hazreti Ömer, Allahü teâlâya hamd ve sena etti. Bu sırada yer çok şiddetli sallanıyordu. Hazreti Ömer asası ile yere şiddetle vurdu ve; “Sakin ol! Ben sana karşı âdil olmadım mı?” dedi. O anda yer sakin oldu. “Hazreti Ömer, zâhiren ve bâtınen hakîkat üzere idi. Yerde ve yeryüzü sakinleri arasında Allahü teâlânın halîfesi idi. O, insanları, yaptıkları kötü işleri sebebiyle terbiye ettiği gibi, yeri de, ondan sâdır olan iyi olmayan işleri sebebiyle cezalandırıyor ve terbiye ediyordu.
Nil kıssası: Nil nehri, câhiliyye devrinde, her sene içine bâkire bir kız atılmadıkça akmazdı. Ancak, İslâmiyet kabûl edildikten sonra, Nil nehri yine akmadı. Bunun üzerine Mısırlılar, Mısır vâlisi Amr bin Âs’a (r.a.) müracaat ettiler. Ona Nil nehrinin bir âdeti olduğunu, ana babasının gözü önünde, üzerinde en güzel elbise ve zînetleri olduğu hâlde bir kız içine atılmadıkça onun akmıyacağını söylediler. Amr bin As (r.a.) onlara, böyle bir şeyin olmayacağını, İslâmiyetin câhiliyye zamanındaki böyle yanlış âdetleri yıktığını, onları ortadan kaldırdığını söyledi. Ancak o günden i’tibâren üç ay geçtiği hâlde, Nil nehri yine akmıyordu. Mısır halkı, artık bu iş üzerinde iyice durmaya başladılar. Onlar artık bu durumdan kurtulmak istiyorlardı. Tekrar Amr bin Âs’a (r.a) durumu bildirdiler. Bunun üzerine Amr bin As (r.a.) durumu Hazreti Ömer’e bildirdi. Hazreti Ömer, Amr bin Âs’a yazdığı cevap mektûbunda: “İslâmın kendisinden önceki, yanlış ve bâtıl şeyleri ortadan kaldırdığı sözünde isâbet etmişsiniz. Sana bir kâğıt parçası gönderdim. Onu Nil nehrine at” dedi. Fakat Amr bin As, o kâğıt parçasını Nil nehrine atmadan önce açıp okudu. Onda; “Emîr-ül-mü’minîn Ömer bin Hattâb’dan Mısır Nil’ine: Eğer daha önce akmıyor idiysen, şimdi ak. Seni akıtan Vâhid ve Kahhâr olan Allahü teâlâdır. Vâhid ve Kahhâr olan Allahü teâlâdan seni akıtmasını diliyoruz” yazılı idi. Amr bin As (r.a), bu kağıt parçasını Nil nehrine attı. Herkes, Nil’in bir ân önce akmasını istiyordu. Sabah olunca, Allahü teâlânın izni ile Nil nehri onaltı zrâ’ (7.68 m.) yükselmişti.
Osman Zinnûreyn’in kerâmeti: Hazreti Osman’ın huzûruna, yolda karşılaştığı kadını düşünen birisi girmişti. Hazreti Osman ona; “Sizden birisi, alnında zinâ izi olduğu hâlde yanıma girdi” dedi. Bunun üzerine o şahıs; “Yoksa Resûlullah efendimizden sonra da mı vahy var?” diye sorunca, Hazreti Osman; “Bu firâsettir” buyurdu.
Hazreti Osman bu sözü, o şahsı terbiye etmek, böyle kötü işlerden menetmek için söyledi. Kişinin kalbi, ma’nevî kirlerden temiz olup, berraklaşınca, Allahü teâlânın nûru ile bakar. Böyle bir kimse, bozuk ve bulanık vasıflara gözü takılınca, onları tanır. Bu husûsta kişilerin dereceleri değişiktir. Bir kısmı, bir şeyde kötü ve hoş olmayan şeyin farkına varır, fakat niçin olduğunu bilmez. Bir kısmının makamı daha yüksektir. O kötü hâlin neden, meydana geldiğini de bilir. Nitekim Hazreti Osman’ın, yanına giren şahsın hâlini haber vermesi böyledir. Zîrâ o şahsın yolda rastladığı kadını düşünmesi, onda berraklığını, saflığını gideren birşey meydana getirdi. Hazreti Osman bunu görünce, sebebini anladı. Burada bir incelik vardır. Her günâhın kendine mahsûs bir bulanıklığı ve kirliliği vardır. Kalbde, miktarına göre siyah bir nokta meydana getirir. Allahü teâlâ, Mutaffîfîn sûresi ondördüncü âyet-i kerîmesinde meâlen; “Hayır, (onların zannettikleri gibi değil). Doğrusu, onların kazandıkları günahlar, kalblerini kaplamıştır” buyuruyor. Bu durum, kalbde iyice yer etmeye, yerleşmeye kadar varır. Bundan Allahü teâlâya sığınırız.
Hazreti Ali’nin kerâmeti: Şöyle anlatılır: Hazreti Ali ve iki mübârek oğlu Hazreti Hasen ile Hüseyn, bir gece karanlığında birisinin şu şiiri okuduğunu duydular “Ey karanlıklarda çaresizin duâsına icabet eden! Ey hastalıkları, belâ ve musibetleri gideren! Bize lütuf ve keremin ile, işlediğimiz hatâ ve günahlarımızı af ve mağfiret eyle. Ey kulların sığınağı, ümîdi olan Allahım, günahkâr için eğer senin affın olmasa, âsîlere kim lütuf ve ihsânda bulunur.” Bunu dinledikten sonra, Hazreti Ali, oğullarından birisini gönderip, bunu söyliyen şahsı bulup getirmesini söyledi. Bir müddet sonra o şahıs Hazreti Ali’nin huzûruna getirildi. Hazreti Ali ona; “Senin söylediklerini işittim. Hâlini anlat bakalım!” dedi. O şahıs şöyle anlattı: “Ben zevk-ü-sefâya ve günahlara dalmış birisi idim. Babam bana nasihat edip; “Oğlum, Allahü teâlâ zâlimleri azâb ile yakalar, onları cezalandırır” derdi. Babam bana böyle nasihat ettikçe, ben de onu döverdim. Bunun üzerine, benim bu kötü hâlimden dolayı babam bana bedduâ etmeğe ve bunun için Mekke-i mükerremeye gideceğine, duâsını kabûl etmesi için Allahü teâlâdan yardım istiyeceğine yemîn etmişti. Nihâyet babam yemînini yerine getirdi. Bedduâsını tamamlar tamamlamaz, benim sağ tarafım kurudu. Bunun üzerine ben yaptıklarıma çok pişman oldum. Babamın gönlünü alıp, onu râzı etmeye karar verdim. Hattâ bana bedduâ ettiği yerde duâ edeceğine dâir ondan söz aldım. Babamı bir deveye bindirdim. Yola çıktık. Ancak yolda, deve ürküp, babamı iki kaya arasında üzerinden attı ve babam öldü.” Bunu dinliyen Hazreti Ali, o şahsa; “Eğer baban senden râzı olmuş ise, Allahü teâlâ da senden râzı olmuştur” buyurup, kalktı ve birkaç rek’at namaz kıldı. Sonra Allahü teâlâya duâ etti. Daha sonra o şahsa; “Ey mübârek kişi! Kalk” dedi. O şahıs kalktı ve yürümeye başladı, önceki sıhhatine kavuştu. Sonra Hazreti Ali ona; “Eğer babanın senden râzı olduğunu söylemeseydin, sana duâ etmezdim” dedi.
Duâ edenin, kalbinin nûrlanması için, duâdan önce sâlih bir amel yapması duâya sâlih bir amel ile başlaması gerekir. Bu sebeple, farz namazların peşinden yapılan duâlar, kabûle daha yakındır. Çünkü namaz, en faziletli amellerdendir. Birçok hadîs-i şerîfte, ihtiyâç zamanlarında, duâdan önce namaz kılınması bildirilmiştir. Namazın en azı iki rek’attir. Şayet böyle namaz kılınır, kalbe bir nûr hâsıl olur, kabûl alâmetleri belirirse, hemen peşinden duâ yapmak çok iyidir. Eğer böyle kabûl alâmeti olan bu nûr kalbde hâsıl olmazsa, hâsıl oluncaya kadar namaza devam etmelidir. Bu nûr hâsıl olunca, duâya başlamalıdır. Çünkü bu hâl, duânın kabûlüne daha yakındır.
Abbâs (r.a.) ile olan tevessül: Hazreti Ömer zamanında bir ara yağmur yağmamış, her taraf kurumuştu. Şiddetli kuraklık yüzünden, rüzgâr, yerdeki toprağı kül gibi savuruyordu. Bu sebeple bu seneye, kıtlık, kuraklık yılı denildi. Bir rivâyete göre de, bu senede pekçok ölüm olduğu için bu isim verildiği söylenmiştir. Bunun üzerine Hazreti Ömer, Hazreti Abbâs’ı da yanına alarak yağmur duâsına çıktı ve şöyle duâ etti: “Ey âlemlerin Rabbi! Sana, senin katında Habîbinin amcasını vesîle yapıyoruz. Çünkü sen Kur’ân-ı kerîmde meâlen şöyle buyuruyorsun: “Babaları sâlih bir kimse olduğu için, o ikisini muhafaza eyledi” (Kehf-82). Allahım! Hazreti Abbâs da Resûlullahın (s.a.v.) amcası olduğu için, senin katında onu vesîle yapıyoruz” dedi. Sonra orada bulunan cemâate dönüp: “Dedim ki; gelin Rabbinizin mağfiretini isteyin. Çünkü O, Gaffar’dır (mağfireti çok boldur). (Rabbinizin mağfiretini dilediğiniz takdîrde, Allah) üzerinize bol bol yağmur salıverir. Hem mallarınızı, hem de oğullarınızı çoğaltır ve size bahçeler yaratır, ırmaklar akıtır” meâlindeki Nûh sûresinin onuncu âyet-i kerîmesini ve onikinci âyet-i kerîmesini okudu. Hazreti Abbâs da, gözlerinden yaşlar akarak şöyle duâda bulundu: “Küçükler boyunlarını büktü, büyükler inceldi. Şikâyetler yükseldi. Yâ Rabbi! Sen gizliyi ve en gizliyi de bilensin. Allahım! Onlara yardım eyle. Onlar beni, Resûlullaha (s.a.v.) yakınlığımdan dolayı senin katında vesîle ettiler.” Bu sırada bir parça bulut ortaya çıktı. Herkes; bakın bakın bulut çıktı, dedi. Sonra rüzgâr çıktı, şimşek çaktı. Daha yerlerinden ayrılmadan, çok yağmur yağdı. Herkes Hazreti Abbâs’ın yanına koşup; “Sana afiyet olsun, ey Haremeyn’in Sakisi” dediler. Allahü teâlâ kullarına merhamet edip, her tarafta bolluk oldu.
Bu duâ, Resûlullah efendimizin bereketiyle kabûl olunmuştur. Burada kerâmeti izhâr kastı yoktur. Bilâkis, insanların ihtiyâcı için yapılan bir yağmur duâsıdır.
Sa’d bin Ebî Vakkâs’ın duâsı: Sa’d bin Ebî Vakkâs (r.a.) Kadisiye muharebesinde vücûdunda çıkan bir yaradan muzdarip idi. Bu sebeple atına da binemiyordu. Ordunun yakınında bir yerdeki çadırında oturuyordu. Şâirlerden birisi, onun hakkında hoş olmıyan bir şiir söylemişti. Bu, Sa’d bin Ebî Vakkâs’a ulaştı.
O da; “Allahım! Sen onun dilinden ve elinden bizi muhafaza eyle” diye duâ etti. Bu duâdan sonra, o şâirin dili tutulup eli kurudu.
Sa’d bin Ebî Vakkâs (r.a.), duâsı kabûl olan mübârek bir zât idi. Çünkü Resûlullah (s.a.v.) ona duâsının kabûl olması için; “İlâhi, bu senin okundur. Atışını doğrult. Allahım, sana duâ ettiğinde, Sa’d’ın duâsını kabûl eyle” diye duâ etmişti. O ne için duâ etmiş ise, mutlaka kabûl edilmiştir. Eshâb-ı Kirâm da onun bu durumunu bilirlerdi. Kûfelilerin şikâyeti üzerine, Hazreti Ömer onu Kûfe vâliliğinden azletmiştir. Hazreti Ömer, “Bir vâliyi belde ahalisi şikâyet ederse, mutlaka onu o vazîfeden alırım” buyurmuştur. Eshâb-ı Kirâmın vâlilikte, makam ve mevkide gözü yoktu. Onların vâliliği ve idâreciliği, mü’minlerin emîrinin emrine uymak, Allahü teâlâya itaat etmek, hakkı yerine getirmek husûsunda Allahü teâlânın vereceği sevâba kavuşmak içindi. Ancak onlardan birisi azledildiği zaman, bu azil, onlar için vâlilikten ve makamdan daha sevgili ve kıymetli idi. Görevlerinden alındıklarından dolayı, asla kalbleri kırılmaz ve üzülmezlerdi. Bu sebeple, azledilen Sahabeden her birinin, Hazreti Ömer yanında adâleti, vera’ı ve hakkında söylenilen sözlerden berî olduğu sabit olmakla beraber, sâdece yapılan bir şikâyetle onları hemen azletmeyi tercih ederdi. Çünkü Hazreti Ömer, Sahâbîyi azletmekle, hem o Sahâbîyi, hem de o beldenin halkını memnun etmiş oluyordu. Bütün bunlarla beraber Hazreti Ömer, idârecilerle, idâre edilenlerin ahvâlini teftiş etmekten uzak durmazdı. Şikâyetin doğru olup olmadığını, kesin olarak öğreninceye kadar bu araştırmasını sürdürürdü.
Hazreti Ömer, Sa’d bin Ebî Vakkâs’ı görevden alıp, yerine Ammâr bin Ya’ser’i (r.a.) vâli ta’yin edince, Sa’d bin Ebî Vâkkas’ın ahvâlini Kûfe ehlinden sorup araştıracak birisini, Sa’d bin Ebî Vakkâs (r.a.) ile beraber gönderdi. Hazreti Ömer’in vazîfelendirdiği bu zât, uğradığı her mescidde, Sa’d’ın (r.a.) durumunu sordu. Herkes Sa’d (r.a.) hakkında, iyiliklerinden bahsettiler. Yalnız Benî-Abs mescidine vardıklarında, künyesi Ebû Sa’de olan birisi kalkıp, Sa’d’ın (r.a.) hakkında uygun olmayan şeyler söyledi. Bunun üzerine Sa’d bin Ebî Vakkâs (r.a.) şöyle duâ etti: “Yâ Rabbî! Eğer senin bu kulun yalancı ise, o burada sırf şöhret için kalktı ise, onun Ömrünü, fakirliğini uzat ve fitnelere hedef eyle.” Hadîs-i şerîf râvîlerinden Abdülmelik bin Umeyr şöyle dedi: Ben o şahsın, yaşlılıktan iki kaşlarının gözlerinin üzerine düştüğünü gördüm. O, yolda rastladığı kadınlara bakmak sûretiyle, kalbi onlara meyletti. Bana; “Bu hâllerim, Sa’d’ın (r.a.) bedduâsındandır” dedi.
Sa’d bin Ebî Vakkâs (r.a), birgün Hazreti Ali’ye, Talhâ ve Zübeyr’e (r.anhüm) dil uzatan birisine rastladı. Onu böyle söylemekten men etti. O zaman, bu şahıs daha fazla dil uzatmaya başladı. Bunun üzerine Sa’d (r.a.) ona; “Yazık sana, senden çok daha hayırlı ve üstün olan kimselerden ne istiyorsun. Ya böyle söylemekten vazgeçersin veya sana bedduâ ederim” dedi. O şahıs Sa’d bin Ebî Vakkâs’a (r.a.); “Vay, sen benim gibi bir kimseyi mi korkutuyorsun?” dedi. Hazreti Sa’d evine girerek abdest aldı. Sonra mescide gitti ve şöyle duâ etti: “Yâ Rabbî! Bu mübârek zâtlara dil uzatan bu kişi hakkında, bugün bana bir huccetini göster.” Bu sırada evlerin arasından. bir deve çıkıverdi. Onun sür’atle geldiğini gören herkes dağıldı. Bu deve, dil uzatan o şahsı ayakları altına aldı ve ezerek öldürdü.
İbn-i Ömer’in kerâmeti: İbn-i Ömer (r.a.), insanların yoldan geçmesine mâni olan arslana; “Buradan uzaklaş!” deyince, kuyruğunu sallıyarak gitti.
Alâüddîn Hadramî’nin (r.a.) kerâmeti: Resûlullah (s.a.v.), Alâüddîn Hadramî’yi bir ordu ile gazâya göndermişti. Gideceği yer ile ordu arasında deniz vardı. Bunun üzerine Allahü teâlâya duâ etti. Ordu, su üzerinde yürüyerek o denizi geçtiler.
Hâlid bin Velîd (r.a.) zehir içtiği hâlde, zehir ona zarar vermedi, îmran bin Husayn (r.a.) meleklerin tesbihini işitirdi. Fakat bunu söyleyince, bu durum ondan kayboldu. Sonra Allahü teâlâ, ona bu hâlini tekrar ihsân eyledi.
Suâl: Aslında çok olduğu hâlde, niçin Sahâbe-i Kirâmdan az kerâmet rivâyet edilmiştir?
Cevap: Eshâb-ı Kirâmın dereceleri çok yüksek idi. Resûlullahı (s.a.v.) gördüler ve O’nun yüksek sohbetiyle şereflendiler. En büyük kerâmet olan, doğru yola yapıştılar. Bununla beraber, dünyâda pekçok yerlerin fethinde bulundular. Fakat dünyâya asla meyletmediler. Dünyâ, onlardan hiçbirini alçaltamadı. Böylece Allahü teâlâ onlardan râzı oldu. Onların elinde bulunan dünyalık, dünyâ peşinde koşanlarınkinden daha fazla idi. Buna rağmen dünyâdan da o derecede yüz çevirmişlerdi. Bu ise, en büyük kerâmetlerden idi. Onların şevki ve arzusu, sâdece Allahü teâlânın ism-i şerîfini yükseltmek ve O’na yalvarıp yakarmak idi.
Kerâmetlerin varlığına dâir delîller:
1-Hiçbir câhil ve inadcı kimsenin inkâr edemiyeceği derecede âlim ve sâlih kimselere âit, yayılmış, duyulmuş olan ve Hazreti Ali’nin kahramanlığı, Hâtem-i Tâî’nin cömertliği derecesinde meşhûr olmuş olan kerâmetlerdir. Böyle kerâmetleri inkâr, en büyük kibir ve inadcılıktır. Çünkü bunlar, çok duyulmuştur. Böyle kerâmetleri inad ile kabûl etmeyen kimsenin, maazallah kalbi bozulmuş ve değişmiştir.
2-Hazreti Meryem’in kıssasıdır. Kuru odun parçalarında, taze hurmalar meydana gelmiştir. Hazreti Meryem’in yanında, tabiî sebepler bulunmaksızın rızık hâsıl olmuştur. Nitekim Allahü teâlâ, bu durumu Âl-i İmrân sûresi otuzyedinci âyet-i kerîmesinde meâlen şöyle bildirmektedir “Bunun üzerine Rabbi, Meryem’i güzel bir kabûl buyurdu ve onu iyi bir şekilde yetiştirdi. (Eniştesi) Zekeriyyâ peygamberi de ona kefil (himâyesine me’mûr) kıldı. Zekeriyyâ ne zaman Meryem’in bulunduğu mihraba girdiyse, onun yanında bir yiyecek buldu. “Ey Meryem! Bu sana nerden geliyor?” dedi. O da; “Bu, Allah tarafından gönderiliyor. Şüphe yok ki, Allah dilediğini hesapsız olarak rızıklandırır” dedi. Hâlbuki o, bir peygamber değildir. Bu husûs herkesçe kabûl edilen bir husûstur.
3-Eshâb-ı Kehf’in kıssasıdır. Üçyüz seneden fazla canlı oldukları hâlde uyumaları, âfetlerden korunmuş olmaları, bu arada yemeden, içmeden, tabiî kuvvetlerinin devam etmesi, harikulade hâdiselerin cümlesindendir. Hâlbuki onlar, peygamber de değillerdi ki, onlardan zuhur eden bu hâllere mu’cize densin, öyleyse bunlar, kerâmet olmaktadır.
İmâm-ı Haremeyn şöyle anlattı: “Müslümanlar şu husûsta ittifâk etmiştir Eshâb-ı Kehf, peygamber değillerdi. Onlar, zamanın putlara tapan kralın dîni üzere bulunuyorlardı. Ancak Allahü teâlâ, onlara hidâyeti nasîb etti. Kalblerini İslama açtı. Hiçbir da’vetçinin da’veti olmadan tefekkür etmeye başladılar. Böylece onlara krallarının dalâlette olduğu ma’lûm oldu. Onlar, göklerin, yerin ve bütün mahlûkların yaratıcısına îmân etmeyi istediler. Onlar, peygamber değillerdi. Buna göre bu, onlar için kerâmet olmaktadır.”
4-Muhtelif kıssalardır. Âsaf bin Berhiyâ’nın Süleymân (a.s.) ile olan kıssasında, Âsaf bin Berhiyâ, Belkıs’ın tahtını, bir göz açıp kapama zamanından daha kısa bir müddet içinde Süleymân’a (a.s.) getirdi.
5-Allahü teâlânın, bu ümmetin âlimlerine ve evliyâsına verdiği ilim ve yazdıkları kitaplardır. Azıcık ömürleriyle birçok eser yazmak, başka ümmetlere nasîb olmamıştır.
Kerâmetin çeşitleri:
1-Ölüyü diriltmek: Buna Ebû Ubeyd Busrî’nin kıssası delîl getirilmiştir. O, bineği ile beraber gazâya gitmişti. Gazâda bineği öldü. O da, Allahü teâlâdan onu diriltmesini istedi. Duâsı kabûl olup, bineği dirildi. Gazâ bitip memleketi olan Busr’a gelince, hizmetçisine, semeri bineğin sırtından indirmesini söyledi. Hizmetçisi semeri alınca, binek, ölü olarak yere düştü.
Bu mevzûda hikâyeler pekçoktur. Bunlardan birisi, Müferric Demâmî’ye âitti. O, Sa’îd denilen beldenin evliyâsındandır. Onun yanına kızartılmış kuşlar getirilmişti. Bu sırada Müferric Demâmî onlara; “Uçunuz” diye seslenince, onlar Allahü teâlânın izni ile canlı olarak uçtular.
Tasavvuf büyüklerinden Ehdel’in bir kedisi vardı. Hizmetçisi kediyi dövüp öldürdü. Sonra onu bir harabeye attı. İki veya üç gün sonra, Ehdel hazretleri kedinin ne olduğunu sordu. Hizmetçi; “Bilmiyorum” dedi. Bunun üzerine Ehdel hazretleri kediye seslenince, kedi yürüyerek geldi.
Abdülkâdir-i Geylânî (r.a.), yediği tavuk Kemiklerinin üzerine elini koyup; “Çürümüş kemikleri dirilten Allahü teâlânın izni ile kalk” dedi. Tavuk, her tarafı büsbütün, sağlam olarak kalktı. Bu, meşhûr bir hikâyedir.
Yine tasavvuf büyüklerinden Ebû Yûsuf Dûhmânî’nin bir arkadaşı vefât etmişti. Bu duruma çoluk-çocuğu çok üzülmüşlerdi. Onların bu derece ağlayıp sızlanmalarını gören Ebû Yûsuf Dûhmânî, vefât etmiş olan arkadaşına; “Allahü teâlânın izni ile kalk” dedi vefât etmiş olan arkadaşı, kalktı ve bundan sonra uzun müddet, yaşadı.
2-Ölünün konuşmasıdır.
3-Nehir kuruması ve su üzerinde yürümektir.
4-Maddenin başka şekle dönüşmesidir. Birisi alay etmek için, evliyânın büyüklerinden Îsâ Hıtâr el-Yemenî’ye iki kab dolusu şarap gönderdi, Îsâ Hıtâr, bu iki kabın birini, diğerine boşalttı. Besmele çektikten sonra, oradakilere yiyiniz dedi. Şarap, yağa dönüşmüştü. Şarabın ne rengi, ne de kokusu kalmamıştı.
5-Uzun mesafelerin kısa zamanda katedilmesidir. Evliyâdan birisi, tersus Câmii’nde idi. Harem-i şerîfi ziyâret etmek istemişti. Başını cübbesinin içine soktu. Sonra çıkardığında kendisini Harem-i şerîfte buldu. Bu husûstaki haberler çok meşhûrdur.
6-Cansız ve canlı yarlıkların konuşması: Bunun olduğunda ve çokluğunda şüphe yoktur, İbrâhim bin Edhem, Beyt-i Makdis yakınında bir nar ağacının altında oturmuştu. Ağaç ona; “Ey Ebû İshâk! Benden birşey yemek sûretiyle bana ikramda bulun” dedi ve bunu üç defa tekrarladı. Nar’ ağacı kısa ve narlar ekşi idi. İbrâhim bin Edhem bir nar yedi. Bunun üzerine ağaç uzadı ve narı tatlılaştı. Allahü teâlânın izni ile, senede iki kere meyva verdi. Bu nara, âbidlerin narı ismi verildi.
Şiblî (r.a.) anlattı: Helâldan başka birşey yemiyeceğime dâir söz yermiştim. Birgün, dolaşırken bir incir ağacı gördüm. Ondan incir alıp, yemek için elimi uzattağımda, ağaç bana: “Verdiğin sözde dur! Benden yeme! Çünkü ben bir yahudiye aidim” dedi. Ben de ondan yemekten vazgeçtim.
7-Hastayı iyi etmektir. Şeyh Abdülkâdir-i Geylânî, felçli, a’mâ ve meczûm bir çocuğa; “Allahü teâlânın izni ile kalk” dediğinde, hiçbir şey yokmuş gibi kalktı.
8-Hayvanların itaatidir.
9-Tayy-i zaman,
10-Neşr-i zaman,
11-Duânın kabûl olması,
12-Dili konuşmaktan men etmek,
13-Gâibe dâir ba’zı şeyleri haber vermek.
14-Uzun müddet yeme ve içmeğe sabretmek.
15-Haram yemekten korunmak.
Haris Muhâsîbî böyle zâtlardan biridir. Denilir ki, haram yemek olunca Haris Muhâsîbî’nin elindeki sinir hareket ederdi. Ebû Abbâs Mürsî hakkında da şöyle anlatılır: Birisi onu denemek için, ona haram bir yiyecek getirdi. Yemek önüne konunca, “Eğer şimdi Haris Muhâsîbî olsa, onun bir damarı hareket ederdi. Hâlbuki haram yemek önümüze konulunca, benim yetmiş damarım hareket ediyor” buyurdu ve derhâl o sofradan kalkıp gitti.
16-Çok uzak mesafeleri görmek. Ebû İshâk Şîrâzî, Bağdad’da olduğu hâlde, Kâ’be-i muazzamayı görürdü.
17-Görenin, o zâtın heybetinden ölmesi veya içinde gizlediği şeyi, o zât söyleyince, i’tirâf etmesi.
18-Allahü teâlânın, o büyükleri, kötülük yapmak istiyenlerin şerrinden muhafaza buyurması ve o şerri hayra çevirmesi.
19-Allahü teâlânın onlara, yerde saklı olan şeyleri bildirmesi. Birisi, hacca giderken susamıştı. Hiç kimsenin yanında su bulamadı. Bu sırada, asasının altından su çıkan bir zât gördü. Oradan su kabını doldurdu. Sonra orada bulunan hac yolcusu kimselere de haber verdi. Onlar da kaplarını doldurdular.
20-Âlimlere, kısa zamanda, pekçok eser yazmalarının kolaylaştırılması. İmâm-ı Şafiî’nin, yazdığı eserlerin ondabirine ömrü kâfi gelmez, İmâm-ı Şafiî’nin, hiçbir zaman, bir veya daha çok hastalıktan kurtulduğu görülmemiştir. Yine İmâm-ül-Haremeyn Ebü’l-Meâlî Cüveynî’nin ömrü. Eserleri, talebelere verdiği dersler ve yaptığı zikirler hesaplandığı zaman, ömrünün, bu kadar eseri yazmaya kâfi gelmiyeceği hesaplanmıştı. Aynı şekilde, babam Takıyyüddîn Sübkî’nin yazdığı eserler hesap edildiği zaman, günlük yaptığı ibâdetler, yazdırdığı fâideli notlar, talebelere verdiği dersler, yazdığı fetvâlar, yaptığı muhakemelerle beraber kesin olarak ortaya çıkardı ki, ömrü bunların üçtebirine yetmezdi.
Allahü teâlâyı, her türlü noksan sıfatlardan tenzih ederim.
21-Zehirli ve öldürücü şeylerin onlara te’sîr etmemesi. Yine büyüklerden birisine, zamanın sultânı; “Ya bana hak üzere olduğuna dâir bir delîl göstereceksin veya seni öldürürüm” deyince, yakınlarında bulunan bir deveyi göstererek bakmasını söyledi. Onlar bakınca, onun altın olduğunu gördüler. Yine yanında, içinde su bulunmayan bir testi vardı. Onu alıp havaya attı. Sonra onu alıp, su ile dolu olarak geri verdi. Hâlbuki o başaşağı idi. Ondan bir damla bile su damlamadı.
Kerâmetlerin çeşitleri, yüzü geçmektedir. Allahü teâlânın tevfîkine kavuşan bir kimse için, teslimiyet, kabûl ve Allahü teâlâdan, kendisini de o sâlihlerin arasına katmasını dilemesi gerekir. Çünkü onlar, doğru yoldadırlar.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Mu’cem-ül-müellifîn cild-6 sh. 225
2) Ed-Dürer-ül-kâmine cild-2, sh. 425
3) Şezerât-üz-zeheb cild-6 sh. 221
4) Tabakât-üş-Şâfiiyye cild-1 Mukaddime
5) El-Bidâye ven-nihâye cild-14 sh. 295
6) Esmâ-ül-müellifîn cild-1, sh. 639
7) Hüsn-ül-muhâdara cild-1, sh. 148
8) Tabakât-ül-usûliyyîn cild-2, sh. 184
9) Keşf-üz-zünûn cild-1, sh. 100, 150, 507 cild-2, sh. 1157, 1855, 1879
10) Brockelmann Gal-2, sh. 89 Sup-2, sh. 105
11) Ahlwardt. Verzeichniss der arahischen Handschriften cild-9, sh. 455