ŞEYH KUTBÜDDÎN MÜNEVVER

Sultân-ül-meşâyıh Hâce Nizâmüddîn-i Evliyâ’nın en büyük talebelerinden. İsmi, Kutbüddîn bin Burhâneddîn el-Hânsevî’dir. Hâl tercümesi hakkında ma’lûmât çok azdır. Doğum târihi bilinmemektedir. 760 (m. 1359) senesinde Hânsî şehrinde vefât etti. Baba ve dedelerinin bulunduğu türbededir.

Uzun seneler ilim tahsil edip, büyük gayretler ile kendisini yetiştirerek, büyük âlimlerden olan Kutbüddîn münevver, kemâlât ve kerâmâti kendinde toplamıştı. Çok sâde bir hayâtı vardı. Kimseye karışmazdı. Tevekkül ve kanâat üzere bulunurdu. Nefse muhalefet eder, onun arzularına kat’iyyen uymazdı.

Şöyle anlatılır: Bir zaman Sultan Muhammed Tuğluk, Kutbüddîn Münevver’in memleketi olan Hânsîye çok yakın olan Bensî’de konakladı. Orada bulunan kalenin ba’zı yerleri harâb olmuş idi. Sultan, adamlarından Nizâm Nedrbârî’yi, kalenin durumunu görüp incelemesi için, kalenin bulunduğu yere gönderdi. Bu sırada, sultan geldi diye herkes sultânın bulunduğu yerde toplanmışlardı. Nedrbârî, kalenin alt kısmında surları kontrol için dolaşırken, orada, içinde insan bulunduğu anlaşılan bir ev gördü. Yanındakilere; “Bu ev kimindir?” diye suâl etti. “Hâce Nizâmüddîn’in halîfesi, Hâce Kutbüddîn’in evidir” dediler. “Hayreti Pâdişâh buraya kadar geldi de, bu zât onu görmeye gelmiyor” dedi. Sultânın yanına dönünce; “Burada Şeyh Nizâmüddîn’in halîfelerinden biri var ki, pâdişâhı görmeye gelmedi” dedi. Sultânın, sultanlık kibiri harekete geldi. Kel Hasen diye bilinen, mevkii yüksek bir adamını, Kutbüddîn Munevver’i çağırmaya gönderdi. Kel Hasen geldi ve Kutbüddîn Münevver’in evindeki giriş yolunda oturdu. Hâce’nin oğlu Nûreddîn dışarı çıktı ve Kel Hasen’e; “Babam sizi içeri istiyor” dedi. Kel Hasen içeri girdi, müsâfeha edip oturdu. Sonra Kutbüddîn Münevver’e; “Sizi sultan istiyor” dedi. Kutbüddîn; “Bu çağrılmamda irâde benim elimde midir?” dedi. O da; “Hayır, sultânın fermanı vardır, sizi götüreceğim” dedi. Bunun üzerine Kutbüddîn Münevver, “Allaha hamd olsun ki, kendi isteğimle gitmiyorum” buyurdu. Sonra evinde bulunanların yanlarına geçip; “Sizi Allahü teâlâya emânet ediyorum” dedi. Bundan sonra seccadesini omuzuna, bastonunu da eline alıp, yaya olarak yürüdü. Kel Hasen, onun sımasında, evliyâ alâmetleri görünce, kendisine; “Niçin yaya yürüyorsunuz. Yanınızda atlar var, bininiz!” dedi. “Lüzum yok, yaya yüreyecek kadar gücüm vardır” buyurdu. Yolları üzerinde baba ve dedelerinin kabirlerinin de bulunduğu kabristanın yanından geçerken, Kutbüddîn Münevver, sultanın adamına; “Ziyâret etmeme ne dersin?” dedi. O da; “İyi olur” dedi. Baba ve dedelerinin kabirlerinin ayak ucuna gidip, duâdan sonra arz etti ki; Ben sizin hücrenizden (ya’nî evimden) kendi arzumla dışarı çıkmadım. Beni gayr-i ihtiyâri ya’nî zorla götürüyorlar. Evde bulunanları parasız bıraktım.” Türbeden çıkınca, adamın biri bir miktar gümüş para getirip, hazret-i Hâce’ye hediye etti. O da; “Bunları benim evime götür, hiç paraları yoktur” buyurdu. Sultânın otağına gelince, Kel Hasen, bu zâtta gördüğü fevkalâde halleri sultâna söyledi Sultân ise, bunları duymamazlıktan geldi ve bu zâtı huzûruna çağırdı. Pâdişâhın huzûruna gitmeden, o günlerde vezîr olan Fîrûz Şâh’a dedi ki:

“Biz derviş kimseleriz. Pâdişâhların meclisine girmek ve onlarla konuşmak nasıl olacağını bilmeyiz. Nasıl hareket edeyim?” O da; “Sizin hakkınızda sultâna birşeyler söylendi. Hâl böyle olunca, yüksek hazretiniz ahlâkınızdan hiçbir şey değiştirmeyin” dedi. Sultan bu sırada Hâce’nin geleceğini bildiğinden, güya kendisi ile pek alâkalanmamak için kalktı, yayını eline aldı ve ok atmakla meşgûl oldu. Fakat, onun heybetli hâlini görünce, dayanamadı ve büyük bir hürmetle yanına gelip, müsâfehâ etti. Kutbüddîn, sultânının elini öyle kuvvetli tuttu ki, daha bu ilk karşılaşmada, bu katı kalbli pâdişâh, ona karşı sevgi ve bağlılıkla doldu ve; “Biz sizin memleketinize geldik de, bizi terbiye etmediniz ve yüzünüzü görmek, sohbetinizde bulunmakla şereflendirmediniz” dedi. O da buyurdu ki: “Önce Hânsî’yi görün, sonra Hânsîli dervişciği. Bu derviş, buracıkta nereden bilsin ki, pâdişâhla karşılaşacak. Köşesinde pâdişâhlara ve bütün müslümanlara duâ ile meşgûl oluyor. Ma’zûr görünüz.” Sultan Muhammed Tuğluk, onun bu güzel sözlerinden çok duygulandı. Fîrûz Şâh’a emredip; “Hâce hazretlerinin ne arzusu varsa yerine getirin!” dedi. Kutbüddîn Münevver buyurdu ki: “Maksadım, fakirlik ile baba ve dedemin evine dönmektir.” Hâce Kutbüddîn evine döndükten sonra, Sultan Fîrûz Şah ve Ziyâüddîn Bernî’yi kendisine gönderdi ve yüzbin gümüş ihsân eyledi.

Kutbüddîn; “Bu parayı kabûl etmekten Allaha sıgınmm” dedi. Sultâna gidip gönderdiği paraları kabûl etmediğini söylediler. “Ellibin verin! O zaman belki kabûl eder” dedi. Geldiler. Onu da kabûl etmedi Sonunda ikibinde karar kıldılar. Ama o bunu da kabûl etmedi ve; “Sübhânallah, dervişe iki-üç lira ve biraz kandil yağı yeter, onun binlerle ne işi var” buyurdu. Onlar; “Sultan bundan aşağı veremez, verirse ihsânına yakışmaz” dediler. Zarurî olarak kabûl buyurdu. Bu parayı hocalarının kabirlerini ta’mir ettirmekte harcadı ve kalanını fakirlere sadaka verdi. Birkaç gün sonra Hânsî’ye hareket etti. Vefâtına kadar orada kaldı. Bunun da kabri dede ve babasının künbetindedir.

Rivâyet edilir ki, Sultan Muhammed Tuğluk, Kutbüddîn hazretlerinin dünyâya meyilli olmamasının derecesini anlamak için, ba’zı yerlerin (arazilerin) kendisine verildiğini bildiren fermanlar hazırlatıp, Kemâleddîn Sadr-ı Cihan ile ona gönderdi. O da gelip fermanları kendisine arzedince, Hazreti Hâce şöyle anlattı: “Sultan Nasîreddîn bin Şemseddîn, Mültan taraflarına gidince, o zamanın sultanının başkumandanı olan Gıyâseddîn’i, Ferîdüddîn Genc-i Şeker’e gönderip, aynen bunun gibi bir fermanı ona arzetti. O zaman Şeker Genç hazretleri; “Bizim büyüklerimiz böyle şeyleri kabûl etmediler. Bu gibi şeyleri istiyenler çoktur. Onlara verin!” buyurdu. Biz de o büyüklerin yolunda olduğumuz için, bize yakışan, onların yaptıkları gibi yapmaktır. Siz bu fermanı alın. Gece-gündüz böyle şeylerin hayâli ile yaşayanlar vardır. Onlara verin! Ne işlerine yarayacaksa, onlar alsınlar. Hâce hazretlerinin bu güzel cevâbı sultâna ulaştığında, çok sevinip, ona olan muhabbeti çok arttı.

¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾

1) Ahbâr-ül-ahyâr sh. 93