ŞERÎF TİLMSÂNÎ

Mâlikî mezhebinde, fıkıh ve kelâm ilimlerinde mütehassıs olan büyük âlimlerden. İsmi, Ebû Abdullah Muhammed bin Ahmed’dir. Hazreti Ali’ye dayanan nesebi şöyledir: Muhammed bin Ahmed bin Ali bin Yahyâ bin Ali bin Muhammed bin Kâsım bin Hamûd bin Meymûn bin Ali bin Abdullah bin Ömer bin İdrîs bin İdrîs bin Abdullah bin Hasen bin Ali bin Ebî Tâlib (radıyallahü anhüm ecma’in). 710 (m. 1310) senesinde Tilmsân şehrinde doğdu. Aklî ve naklî ilimlerde, âlimlerin sözbirliği ile zamanının en büyük âlimi olduğu bildirildi. 771 (m. 1370) senesinde vefât etti.

Şerîf Tilmsânî, 740 (m. 1339) senesinde Tunus’a tahsile gitti. Orada İbn-i Abdüsselâm’dan tasavvuf, Ebû Zeyd bin Yâ’kub’dan Kur’ân-ı kerîm dersleri aldı. Yine büyük âlimlerden İbilî hazretlerinin de derslerine devam etti. İlim öğrenmedeki gayreti çok fazla idi. Hocaları onun bu gayretine hayran kalırlardı. Ders çalışırken kendinden geçer, zihnini derslerine verirdi. bir defasında elbisesindeki yırtığı, dört ay hiç görmedi Gecesini gündüzüne katarak, üstadı îbilî hazretleriyle beraber olmaya gayret ederdi. Abdestsiz hiç dolaşmazdı.

Oğlu şöyle anlatır: “Babam, Abdüsselâm’ın derslerine devam ettiğinde dershânenin en arkasında otururdu. Abdüsselâm, talebelere; “Allahü teâlâ hatırlanıp zikir yapılırken, dilin zikir yapması hakiki midir, değil midir?” diye sordu. Babam da kalkarak; “Efendim! Zikir, unutmanın zıddıdır, ya’nî hatırlamaktır. Unutmanın yeri ise, lisan değil kalbdir. Bu sebeple, bu iki zıt şeyin bulundukları yer, kalb olur” dedi. İbn-i Abdüsselâm bu sözü kabûl edip, çok beğendi.

Şerîf Tilmsânî, fıkıh, kelâm ve usûl ilimlerinde ihtisasını tamamladı. İctihâd derecesine kavuştu. Tasavvuf ilminde, Allahü teâlânın zâtı ve sıfatlarına âit ma’rifet bilgilerinde adetâ bir derya gibi oldu. Akılları hayrete düşürecek derecede ilimlere sâhib bir âlim olarak memleketine döndü.

Âlim olunca, Magrib’de dîn-i islâmı ihyâ edip, bid’atleri ortadan kaldırmak için bütün gücüyle çalıştı. Resûlullah efendimizin (s.a.v.) sünnet-i seniyyesini yaymakta çok gayret gösterdi. Zamanındaki sultanlara emr-i ma’rûf ve nehy-i münker yapar, Allahü teâlânın emirlerini bildirerek, yasaklarından da kaçınmalarını sağlardı. Tilmsân’da ders okutmağa başlayınca, etrâftaki şehirlerden pekçok talebe geldi. Ehl-i sünnet i’tikâdını her tarafa yaymağa başladı. Herkes onun talebelerine çok kıymet verir, saygı gösterirlerdi.

Yetiştirdiği talebelerinin içinde en meşhûrlarından biri, oğlu Ebû Muhammed, kırâat âlimlerinden Şâtıbî ve meşhûr tarihçi, İbn-i Haldûn’dur. Ayrıca İbn-i Zemrek, İbrâhim-i Sagrî, Ebû Abdullah-i Kaysî, İbn-i Abbâd, İbn-üs-Sekkâk, İbn-i Muhammed bin Ali, İbrâhim el-Masmûdî de ünlü âlimlerdendir. Talebelerinin her biri, ilimde, ahlâkta ve fazilette diğer insanlara örnek olmuşlardır.

753 (m. 1352) senesinde Tilmsân Sultânı vefât edince, yerine oğlu Ebû İnân geçti. Ebû inan, âlimlere saygılı bir zât idi. Şerîf Tilmsânî hazretlerini kendi ilim meclisine alıp, yanından ayırmaz oldu. Yolculuklara gittiğinde dahî yanında götürürdü.

Ebû Yahyâ el-Matgânî anlatır: “Âlimler, Sultan İnân’ın huzûrunda toplanmışlardı. Sultan, Fakîh el-Makkâri’nin tefsîr okutmasını isteyince, o; “Şerîf Ebû Abdullah varken, benim tefsîr okutmam uygun olmaz. Bu işe benden çok o lâyıktır” dedi. Sultan; “Sen Kur’ân-ı kerîmin tefsîrini iyi bilirsin” dediyse de, Fakîh el-Makkârî Ebû Abdullah’ı çok övdü. Oradaki âlimler, el-Makkâri’nin insafına şaştılar. Neticede Ebû Abdullah, sultânın sarayında tefsîr dersi vermeye başladı. Hattâ bir defasında sultan, oturduğu kürsüden inip, diz üstü çöktü. Bu hâl, orada bulunanları hayrete düşürdü. Ders bitince sultan; “İlmin, Şerîf Ebû Abdullah’ın saçlarının dibinden fışkırdığını görüyorum” dedi. Sonra Kâdı Festâli, Ebû Abdullah’ın yanına gelip, anlattıklarını yazmasını istedi. O da; “Bu anlattıklarım filân kitaplarda vardır.” diyerek, kitapların isimlerini saydı. Kâdı Festâlî bu bilgilerin çalışarak kazanılan bilgilerden olmadığını, Allahü teâlânın kalbe ihsân ettiği bilgilerden olduğunu belirtti. Ebû Abdullah hazretleri, böyle yıllarca sultanların huzûrunda tefsîr okuttu.

İbn-i Merzûk diyor ki: “Ebû Abdullah, Tunus’a gittiği zaman, bu ayrılığına üzülmüştüm. Yalnız oradaki insanların, Ebû Abdullah gibi bir âlimi görebileceklerini düşünerek Rabbime hamdettim.”

Ebû Abdullah, fıkıh usûlüne dâir “Miftâh-ül-usûl fî binâ-il-fürû” isimli eseri, yazdı. Kaza ve kadere dâir herkesin anlıyabileceği bir tarzda yazılmış eseri de vardır. Bu kitap, bütün Magrib âlimlerinin bu konuda temel kitabı oldu. Bu kitaba Yahyâ er-Rahûnî bir tenbîh yazdı ve çeşitli sorular ve cevaplar ekliyerek genişletti. Vakitlerinin büyük bir kısmını talebe yetiştirmekle geçiren Şerîf Tilmsânî, kitap yazmaya pek vakit bulamadı. Buna rağmen, yazdığı eserler, onun ilminin yüksekliğini ortaya koymaktadır.

Ebû Abdullah Muhammed bin Ahmed Şerîf et-Tilmsânî hazretleri, gayet yakışıklı, ağırbaşlı, cömert ve nâzik bir zât idi. Gösterişe kaçmadan ve İslâmın şerefini vekarını korumak için, güzel ve kıymetli elbiseler giyerdi. Çok halim, selim bir zât olup, işlerinde hep orta yolu gözetirdi. Sözlerinin karşıdaki kimseye te’sîr etmesi gayet fazla idi. Mürüvvet, iyilik, ikram ve ihsân sahibi, şefkatli ve merhametli bir zât idi. İnsanlara doğru yolu göstermek, onların ebedi saadete kavuşmalarına vesile olmak için çok gayret ederdi. Bu çalışmalarında karşılaştığı sıkıntılara sabreder, hiç kızmazdı. Sinirlenecek olsa, hemen kalkıp abdest alırdı. İnsanlarla çok iyi geçinirdi. Devamlı tatlı dilli güleryüzlüydü. İnsanların ihtiyâçlarını giderirdi. Aile efradının nafakalarını gayet geniş tutar, onlardan bir şeyi kısmazdı. Misâfirlerine de çok ikramda bulunurdu. Talebelerine de güzel yemekler yedirirdi. Evi, âlimlerin ve sâlihlerin toplandığı bir yerdi. Kendilerinden ilim öğrendiği hocaları bile, onun yüksekliğini, üstünlüğünü konuşurlardı. Hattâ bunlardan İbn-i Abdüsselâm; “Magrib beldesinde bunun gibi birisinin daha bulunduğunu zannetmiyorum” demiştir, îbilî de; “Şerîf et-Tilmsânî, benden ilim öğrenenlerin en akıllı olanı ve en çok ilim öğrenenidir” dedi. Başka bir defa da dedi ki: “Doğudan ve batıdan gelen çok kimse, benden ders okudu. Bunlar içinde en başarılı olan, Ebû Abdullah Şerîftir. Onun aklı ve ilim öğrenmekteki gayreti, hepsinden çok idi.” Büyük âlimlerden olan İblî, talebelerine ders okuturken, müşkil ve anlaşılamayan ince bir mes’ele çıksa, bunun halli için; “Ebû Abdullah Şerîfe gidiniz!” derdi. Allahü teâlâ onun muhabbetini insanların kalblerine koymuş idi.

Onu tanımıyan bir kimse dahî görse, sevgisini hemen hisseder, kalbi onun muhabbetiyle dolardı. Sultanlar, devlet idârecileri, ilmine hürmet gösterir ve üstün tutarlardı. Hattâ Tilmsân’a sultan olan Ebû Hamis bin Abdürrahmân, ona kerîmesini (kızını) nikâh ederek verdi ve bir medrese yaptırıp, Ebû Abdullah Tilmsânî’ye teslim etti.

Ebû Abdullah, mazlûmların ve muhtaçların sığınağı idi. Onlara çok yardımlarda bulunurdu. Bir defasında zamanın sultânı, fıkıh âlimi bir zâtın dövülmesini emretmiş idi. Bunu haber alan Şerîf Tilmsânî, sultânın yanına giderek; “Bu zât, her ne kadar senin nazarında küçük ve hatalı gibi görünse bile, Allahü teâlânın ve insanların nazarında büyük bir kimsedir. Sen ona böyle bir ceza vermekle hiç de iyi etmiyorsun” dedi. Bunun üzerine sultan, o kimseyi cezalandırmaktan vazgeçti ve o zât serbest bırakıldı.

Gündüzleri hiç boş durmayan Ebû Abdullah hazretleri, gecelerini de boşa harcamazdı. Gecenin üçtebirlik bölümünde uyuyarak, üçtebirinde Kur’ân-ı kerîm okuyarak, Allahü teâlâyı zikrederek ve kalan üçdebirini de namaz kılarak geçirirdi. Gece namazlarında Kur’ân-ı kerîmden sekiz hizb okurdu. (Bir hizb, bir cüz’ün dörttebiridir.) Aynı şekilde, sabah namazlarında da sekiz hizb okurdu. Kur’ân-ı kerîmi bu şekilde okuyarak, namazda hatmederdi. Talebelerine de tefsîrden bir hizbi inceliyerek öğretirdi. Devamlı olarak ilimle meşgûl olurdu. Bir defasında, altı ay müddetle çocuklarını hiç görmedi. Çünkü, sabah erkenden çıkıyordu. Çocuklar bu sırada uyuyorlardı. Akşam da çok geç geliyordu. Çocuklar da yine uyumuş oluyorlardı.

Yemeye, içmeye düşkün olmayıp, rızık endişesi hiç aklına gelmezdi. Ramazân-ı şerîfte, iftarda ikram edilen yemekten birkaç lokma alır, vakit kaybetmemek için ilim tedrisâtına devam ederdi. Bu şekilde çalışmalarını sahura kadar sürdürür, yine bir iki lokma ile sahur yemeğini de yemiş olurdu.

Ebû Abdullah Şerîf Tilmsânî, emânete çok riâyet ederdi. Bir defasında Kusantine kadısı Hasen bin Badis, bir kese altını Ebû Abdullah’a emânet bırakmıştı. O da evine koydu. Sahibi isteyince, keseyi vermek üzere gelip evden aldı. Kesenin üstünde “Yüz altın” diye bir yazı bulunuyordu. Kesedeki altınlara bir ziyan olmuş mudur? düşüncesiyle, keseyi açtı. Saydığında, yetmişbeş tane olduğunu gördü. Eksilmiş diyerek, gidip kendi altınlarından yirmibeş tane ilâve etti. Keseyi sahibine teslim etti. Bir iki gün sonra altın sahibi olan kadı, tekrar Ebû Abdullah’a gelip; “Kesede yetmişbeş altın olması lâzım gelirken, yüz altın çıktı, hikmeti nedir?” diye sorduğunda, o da; “Keseyi senden aldığımda, içindekileri saymamıştım. Sana verirken, kesenin üstündeki yazıyı görünce saydım. Eksik geldiğini görünce, yirmibeş altın koyarak yüze tamamladım. Bu yirmibeş altını kaybettiğimi zannetmiştim” dedi. Bunları işiten Kâdı Hasen’in gözleri yaşardı ve böyle insanların yeryüzünde olmasından dolayı Allahü teâlâya şükretti.

Ebû Abdullah Şerîf Tilmsânî, Kur’ân-ı kerîmde Âl-i İmrân sûresi yüzyetmişbirinci; “Onlar Allahü teâlâdan gelen bir ni’met ve daha üstün bir ihsân sebebiyle sevinirler ve mü’minlerin mükâfatını cenâb-ı Hakkın zayi etmediğini yakînen bilirler” meâlindeki âyet-i kerîmesini tefsîr ederken, hastalandı. Bu rahatsızlığı onsekiz gün sürdü. 771 (m. 1370) senesi Zilhicce ayının dördüncü gününe rastlayan Pazar günü vefât etti.

Oğlu Ebû Yahyâ anlatır: “Babam hastalandığında, Kur’ân-ı kerîmi öpüp, yüzüne gözüne sürdü. Sonra; “Allahım! Beni bu mübârek Kur’ân-ı kerîminle dünyâda azîz eylediğin gibi, âhırette de azîz eyle!” diye duâ etti.”

Vefâtından sonra, sâlihlerden biri Şerîf hazretlerini rü’yâsında görüp; “Nasılsın, neredesin?” diye sorunca, o da; “Herşeye gücü yeten, herşeyin mâliki yanında rahmete kavuştum” diye cevap verdi.

¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾

1) Mu’cem-ül-müellifîn cild-8, sh. 301

2) Bustân sh. 164

3) Meyl-ül-İbtihâc sh. 255

4) El-A’lâm cild-5, sh. 327

5) Ta’rîf-ül-halef cild-1, sh. 110, 113,