ŞÂTIBÎ

Hadîs, tefsîr ve Mâlikî mezhebi fıkıh âlimi. İsmi, İbrâhim bin Mûsâ bin Muhammed el-Lahmî eş-Şâtıbî olup, künyesi Ebû İshâk’tır. Doğum târihi belli değildir. 790 (m. 1388) senesinde vefât etti.

Şâtıbî, zamanın en tanınmış âlimlerinden Arabî ve diğer ilimleri tahsil etti. Ders aldığı hocalarının ba’zıları şunlardır: İbn-i Fahhar el-Bırî, Ebü’l-Kâsım es-Sebtî, Şerîf Ebû Abdullah et-Tilmsânî, Ebû Abdullah el-Makrî, Hatîb bin Merzûk, Ebû Ali Mensûr bin Muhammed ez-Zevâvî, Ebû Abdullah el-Belensî. Şâtıbî’den; Ebü’l-Abbâs, Abdullah el-Huffâz ve birçok âlim ilim öğrendi, hadîs-i şerîf dinledi.

Şâtıbî, birçok ilim dalında söz sahibi oldu. Mes’eleleri araştırıp tahkîk etme husûsunda çok mahir idi. Kendisine sorulan soruların hepsine çok güzel cevaplar verirdi. Fıkıh ile ilgili mevzûlarda Selef-i sâlihînin ve büyük âlimlerin sözlerini delîl alırdı. Şâtıbî; fakîh, muhaddis, hafız ve müfessir idi. Lügat ve dil bilgilerini çok iyi bilirdi. Vera’ sahibi, sâlih, zâhid bir zât idi. Sünnet-i seniyyeye uyma husûsunda çok dikkatli, bid’atlerden ve şüphelilerden son derece sakınan, iffet sahibi bir âlim idi.

Şâtıbî, birçok alanda çok faydalı eserler yazdı. Bu eserlerinden ba’zıları şunlardır: 1-Şerh-ül-celîl alel-hulâsa fin-nahv, 2-Kitâb-ül-mevkufât fî usûl-il-fıkh, 3-Kitâb-ül-mecâlis, 4-Kitâb-ül-ifâdât vel-insâdât, 5-Kitâb-ül-ittifâk fî ilm-il-iştikak, 6-Kitâbu usûl-in-nahv, 7-Kitâb-ül-i’tisam: Bu eserde; bid’atin ta’rîfi ve ma’nâsı, bid’at ehlinin kötülükleri, bid’at ehlinin kaynakları, hakîkî ve izafi bid’at ve aralarındaki fark, bid’atin hükmü ve bid’atlerin hepsinin aynı derecede olmadığı, âdetlerde ve ibâdetlerde bid’atlerin açıklaması, ehl-i bid’at ile Ehli sünnet arasındaki ayrılığın sebepleri ve bid’at ehlinin doğru i’tikâddan ayrılması konularının işlendiği çok nefis ve sahasında benzeri yazılmamış bir kitaptır. Bu eserden ba’zı bölümler:

Bid’at ve bid’at sahiblerinin kötülüğü: Akıllı kimse, bid’atlerin kötülüğünü kolayca anlar. Çünkü bid’atlere uymak, sırât-ı müstekimden (doğru yoldan) çıkmaktır. Şimdi bunu, aklî ve naklî yönden îzâh edelim. Bu mevzûnun aklî bakımından birkaç yönü vardır. Dünyânın başlangıcından günümüze kadar tecrübelerle anlaşılmıştır ki, insanoğlu sâdece akıllarıyle kendilerine fâideli olan şeyleri elde edebilip, zararlı ve bozuk olan şeyleri, def etmeye muvaffak olamamışlardır.

Kulların fâidelerine olan şeyler, dünyâ veya âhırete âittir. Dünyâya âit olanlara gelince, insan bunları yalnızca kendi gücü ile bulamaz ve elde edemez. Çünkü kulların fâidesine olan şeyler, ancak Allahü teâlânın bildirmesi ile bilinebilir. Âdem aleyhisselâm yeryüzüne indirildiği zaman, Allahü teâlâ ona dünyâda fâideli olan şeyleri nasıl elde edeceğini öğretti. Daha sonra bu bilgi, Âdem aleyhisselâmın zürriyeti arasında mîrâs bir bilgi olarak nesilden nesile aktarıla gelmiştir, insanların mîrâs olarak aldıkları bu bilgiler, temel ve asıl bilgilerdir. Ancak insanoğlu, aklı vasıtasıyla bu temel bilgilerden, bir takım fer’î bilgiler çıkararak, aslı genişletmişlerdir. Bundan insana, aklının, kendi fâidesine olan şeyleri bilmekte yeterli olduğu zannedilmiştir. Bununla beraber bu bilgilere, uygun olmayan, bozuk ve yanlış çok şeyler girmiştir. Eğer Peygamberler göndermek sûretiyle, Allahü teâlânın kullarına lütuf ve ihsânı olmasaydı, insanlar sıhhatli, doğru ve mes’ûd bir hayâta kavuşamazlar, fâidelerine muvaffık bir hâle erişemezlerdi. Bunun böyle olduğu, insanlık târihine bakıldığı zaman kolayca anlaşılır.

Âhıretle ilgili fâidelere gelince, bunlara akıl ulaşamaz. Meselâ ibâdetlef böyledir. Akıl, Allahü teâlâya nasıl kulluk yapılacağını, ne kısaca, ne de geniş olarak bulamaz. Akıla âhıret hayâtından sâdece, onun dünyâ hayâtından sonra gelen bir hayat olduğunu, orada insanların amellerinin karşılığını göreceğini bilmesi mümkündür. Peygamberlerin (aleyhimüsselâm) bildirmesi olmadan, sırf akılla âhıret ahvâlinin bilinebileceğini iddia eden felsefecilere aldanmamalıdır. Bu mes’elenin hakîkati, onların söylediği gibi değildir. Dinler, insanlara Peygamberler (aleyhimüsselâm) vasıtasıyla bildirilmiştir. Allahü teâlânın Peygamberleri, her zaman, insanlara yaradılış hikmetlerinin Allahü teâlâya kulluk olduğunu bildirmişlerdir. Bütün Peygamberler, aynı îmânı bildirmişlerdir. Yalnız Allahü teâlâ, zaman zaman emir ve yasaklarını Resûlleri vasıtasıyla bildirmiş; bir din, zamanını tamamlayınca, ondan sonra yeni bir din göndermiştir En son ve kendisinden önceki dinlerin hükümlerini ortadan kaldıran, kıyâmete kadar bakî olan din, İslâm dînidir. Ancak felsefeciler, Peygamberlerin bildirdiği bilgilerden ba’zılarını alıp, bunları akıllarına göre açıkladılar. Bunlara aklî bilgiler dediler. Hâlbuki mes’ele onların dediği gibi değildir.

Akıl, elbette müstakil değildir. Bir bina bile, temel olmadan kurulamaz. Bir temel lâzımdır. Aynı şekilde, herhangi bir mes’elede de bilgiler, önce doğruluğu kabûl edilmiş olan temel bilgiler üzerine kurulur. Âhıret ahvâline dâir temel bilgiler, ancak vahy yoluyla elde edilebilir. Aklın bu husûsta, temel bilgileri bulmaya asla gücü yetmez ve yetmemiştir, işte bunun içindir ki, akıllar, Allahü teâlânın Peygamberleri vasıtasıyla bildirmesi olmadan, fâidelerine olan şeyleri tek başına bilemezler, işte, dînde bid’at ortaya çıkarmak, bu esâsa zıddır. Aklın bu husûsta ortaya koyduğu mücerred iddiadan başka birşey değildir. Bid’at sahibi de, bid’atı ile amel etmek sûretiyle, maksudunu elde etme husûsunda emîn değildir. Onun için, bid’at abes gibi olmaktadır.

İslâmiyet kâmil olup, ziyâde ve noksan kabûl etmez. Çünkü Allahü teâlâ, Mâide sûresinin üçüncü âyet-i kerîmesinde meâlen; “Bugün, dîninizi sizin için ikmâl eyledim. Üzerinize olan ni’metimi tamamladım ve size din olarak İslâmiyeti vermekle râzı oldum” buyuruyor.

Irbâz bin Sâriye (r.a.) şöyle rivâyet etti: Resûlullah efendimiz (s.a.v.), birgün namazdan sonra bize va’zda bulundu (hutbe okudu). Öyle belîğ bir va’zda bulundular ki, gözler yaşlarla doldu, kalbler inceldi (ürperdi). (Bu bir veda va’zı idi.) Bir kişi; “Bize ne tavsiye edersin yâ Resûlallah?” dedi. Resûl-i ekrem (s.a.v.) buyurdu ki: “Allahtan korkmayı, başınızdaki bir köle bile olsa, onu dinleyip itaat etmenizi tavsiye ederim. Zîrâ benden sonra yasayacaklar, çok ihtilâflar görecekler. Benden sonra ortaya çıkan bid’atlerden sakınınız. Zîrâ bid’atlerin hepsi dalâlettir.”

Resûlullah efendimiz (s.a.v.) din ve dünyâ işlerine dâir, muhtaç olunan herşeyî vefât etmeden bildirmiştir. Ehl-i sünnet ve cemâatten buna muhalefet eden hiç kimse yoktur. Durum böyle olunca, bid’at sahibi, gerek lisân-ı hâli ve gerekse sözü ile şunu söylemiş olmaktadır “Din tamam olmamıştır, ilâve edilmesi mutlaka lâzım veya güzel olan ba’zı şeyler mevcûttur.” Eğer bid’at sahibi, dînin her bakımdan tamam olduğuna ve kemâl bulduğuna inanmış olsa idi, dinde bid’at ortaya çıkarmaz ve dîne birşeyler ilâve durumuna gitmezdi.

İbn-i Macisîn şöyle der: “İmâm-ı Mâlik (r.a.) şöyle buyurdu: Kim dinde bid’at ortaya çıkarır ve bunu güzel görürse, Muhammed aleyhisselâmın risâlet vazîfesini yerine getirmediğini iddia etmiş olur. Çünkü Allahü teâlâ, Mâide sûresinin üçüncü âyet-i kerîmesinde meâlen; “Bugün dininizi sizin için ikmâl eyledim. Üzerinize olan ni’metimi tamamladım ve size din olarak İslâmiyeti vermekle râzı oldum” buyuruyor. Bu takdîrde, o zaman din olmayan, bugün de din olmaz.”

Bid’at sahibi, dîne muhalefet ve düşmanlık yapmaktadır. Çünkü Allahü teâlâ, kullarının ihtiyâçlarını te’min etmeleri için muayyen bir yol ta’yin buyurmuş, emir ve yasaklarını, va’d ve vaadini, hayrın, kendi emir ve yasaklarına göre hareket etmekte, şerrin ise, bunlara tecâvüz etmekte olduğunu bildirmiştir. Çünkü herşeyin doğrusunu Allahü teâlâ bilir, biz bilemeyiz. Allahü teâlâ, Peygamberlerini âlemlere rahmet olarak göndermiştir. Bid’at sahibi olan ise, bütün bunları red etmektedir. Çünkü o, Allahü teâlânın kullarına gösterdiği yollardan başka yolların bulunduğunu, Allahü teâlânın ta’yin buyurduklarının belirli olmadığını, sanki Allahü teâlâ bildiği gibi biz de biliriz iddiasında bulunmaktadır. Hattâ, dinde ortaya koyduğu bid’atler ile, Allahü teâlânın bilmediğini (hâşâ), kendisinin bildiğini iddia ettiği anlaşılmaktadır. Eğer bid’at sahibinin maksadı bu ise, dîni ve dînin sahibini inkârdır. Eğer maksadı bu değilse, onun yaptığı apaçık bir dalâlettir.

Ömer bin Abdülazîz, Adiyy bin Ertâd’a şöyle yazdı: “Sana, Allahü teâlâdan korkmayı, işinde Resûlullah efendimizin sünnet-i seniyyesi üzere olmanı, bid’at sahiplerinin dinde sonradan ortaya çıkardığı bid’atleri terketmeni tavsiye ederim. Bid’ate mâni olunuz. Sünnet-i seniyyeye iyi yapış. Çünkü sünnet-i seniyyenin aksinin ahmaklık olduğu ortaya konulmuştur.” Bid’at sahibi kendisini dînin sahibi mertebesine benziyen bir mertebeye koymaktadır. Zîrâ Şâri’ (dînin sâhibi), dinleri va’z etti, mahlûkatın da dîne uymalarını mecbûr kıldı. Bunları böyle yapmak yalnız Allahü teâlâya mahsûstur. Çünkü Allahü teâlâ, kulları arasında, ihtilâf ettikleri husûslarda hükmeyledi. Yoksa, din koyma, mahlûkların yapacakları işlerden olsaydı, dinler Peygamberler vasıtasıyla gönderilmez, insanlar arasında ihtilâf kalmazdı. Bu sebeple Peygamberlerin gönderilmesine de ihtiyâç olmazdı, İşte dinde bid’at ortaya koyan kimse, kendisini, (hâşâ) Allahü teâlâya benzer yapmaktadır.

Bid’at sahibinin bu yaptığı, nefsinin arzu ve isteklerine uymaktır. Çünkü akıl dîne tâbi olmayınca, nefsinin arzu ve isteklerine tâbi olur. Nefsinin arzu ve isteklerine tâbi olmanın ne demek olduğu ve bunun apaçık bir dalâlet olduğu ortadadır. Allahü teâlâ, Sâd sûresinin yirmialtıncı âyet-i kerîmesinde meâlen; “Ey Davudî Biz seni yeryüzünde halîfe kıldık. O hâlde insanlar arasında adâletle hüküm ver ve keyfe tâbi olma ki, bu seni Allahın yolundan sapıtır. Muhakkak ki, Allah yolundan sapanlar, hesap gününü unuttuklarından, kendilerine çok şiddetli bir azap vardır” buyuruyor.

Buraya kadar hüküm iki noktada toplanıyor. Bunun üçüncü bir şıkkı yoktur. Birisi hakka uymak, diğeri de nefsin arzu ve isteklerine uymaktır. Allahü teâlâ, Kehf sûresinin yirmisekizinci âyet-i kerîmesinde meâlen şöyle buyuruyor: “Kalbi, bizi zikr etmekten gâfil olan ve nefsinin arzuları peşinde koşan ve hareketlerinde dînin dışına taşan kimseye itaat etme!”

Bu konuyla ilgili hadîs-i şerîfler:

1- “Bir kimse, dinde olmayan birşey meydana çıkarırsa, bu şey red olunur.” Bu hadîs-i şerîfi âlimler, İslâmın üçtebiri olarak saymışlardır. Çünkü bu hadîs-i şerîfte Resûlullahın emrine muhalif olan bütün yollar kasdedilmiştir. Bu husûsta, bid’at ve ma’siyet olan şeyler eşittir.

2- Resûlullah efendimiz (s.a.v.) bir hutbelerinde; “En hayırlı söz, Allahü teâlânın kitabıdır. En doğru yol, Muhammed aleyhisselâmın yoludur. İşlerin en kötüsü, sonradan ortaya çıkarılan bid’atlerdir. Her bid’at, dalâlettir” buyurdu.

3- “Bir kimse İslâmda sünnet-i hasene yaparsa, bunun sevâbına ve bunu yapanların sevâblarına kavuşur. Bir kimse İslâmda bir sünnet-i seyyie (bid’at) çığrı açarsa, bunun günâhı ve bunu yapanların günâhları kendisine verilir.”

4- “Bir zaman sonra, benim ümmetim de yetmişüç kısma ayrılır. Bunlardan yetmişikisi Cehenneme gidip, yalnız bir fırkası kurtulur. Cehennemden kurtulan fırka, benim ve Eshâbımın gittiği yolda gidenlerdir.”

5- “Bid’at sahibleri ile birlikte bulunmayınız! Onların kötülükleri, uyuz hastalığı gibi bulaşıcıdır.”

6- “Fitneler, bid’atler yayıldığı ve Eshâbım kötülendiği zaman, hakîkati bilen, bildiğini bildirsin! Bildiğini bildirmeyenlere, Allahü teâlâ ve melekler ve bütün insanlar la’net eylesin! Allahü teâlâ bunların ibâdetlerini ve hiçbir iyiliklerini kabûl etmez.”

7- “Bid’at sahibini gördüğünüz zaman, ona karşı sert davranın! Allahü teâlâ, bid’at sahiblerinin hepsine düşmandır. Onlardan hiçbiri sırat köprüsünden geçemiyecek, Cehennem ateşine düşeceklerdir.”

Şunu iyi bilmek gerekir ki, bid’atle beraber olan ne namaz, ne oruç, ne sadaka gibi ibâdetler, ne de kurbetler kabûl edilir. Bid’at sahibi ile beraber olanda ismet sıfatı yok olur. Bid’at sahibinin yanına giden, ona ta’zim ve hürmette bulunan kimse, İslâmın yıkılmasına yardımcı olur. Düşmanlık ve buğza vesile olur. Her bid’at, bir sünneti yok eder. Bid’at sahibi kimseye, Allahü teâlâ gazâb eder.

Bid’at hakkında âlimlerin mübârek sözleri:

Fudayl bin Iyâd buyurdu ki: “Kim bid’at sahibi ile oturursa, ona hikmetten birşey verilmez.”

İbrâhim bin Edhem’e; “Allahü teâlâ; “İsteyiniz veririm, kabûl ederim” buyuruyor. Hâlbuki, istiyoruz vermiyor” denilince, buyurdu ki: “Allahü teâlâya duâ edersiniz, ona itaat etmezsiniz. Peygamberini tanırsınız, O’na uymazsınız. Kur’ân-ı kerîm okursunuz, gösterdiği yoldan gitmezsiniz. Cenâb-ı Hakkın ni’metlerinden fâidelenirsiniz, O’na şükretmezsiniz. Cennetin ibadet edenler için olduğunu bilirsiniz, hazırlıkta bulunmazsınız. Cehennemin âsiler için yaratıldığını, bilirsiniz, ondan sakınmazsınız. Babalarınızın, dedelerinizin ne olduğunu görür, ibret almazsınız. Aybınıza bakmadan başkalarının ayıplarını araştırırsınız. Şeytana düşman olduğunuzu söyler, ona uyarsınız. Böyle olan kimseler, üzerlerine taş yağmadığına, yere batmadıklarına, gökten ateş yağmadığına şükretsin! Daha ne isterler? Duâlarının neticesi, yalnız bu olursa yetmez mi?”

Zünnûn-i Mısrî buyurdu ki: “Allahü teâlânın bir kimseyi sevdiğinin alâmeti, o kimsenin, Allahü teâlânın sevgilisinin işine, ahlâkına ve sünnetine uymasıdır. İnsanlara fitne ve fesad, şu altı şeyden dolayı gelir 1-Âhırete âit olan amellerde niyetinin zayıflığından, 2- Bedenini,İslâmiyete uymayan arzularını yapmaya hazır tutmaktan, 3- ömrün kısa olmasına rağmen, tûl-i emel peşinde koşmaktan, 4-İnsanların rızasını, Yaradanın rızâsına tercih etmelerinden, 5-Nefslerine uyup, sünneti terk etmelerinden, 6-Selef-i sâlihînin yolundan gitmemekten dolayı.”

Bişr-i Hafî buyurdu ki: “Resûlullahı rü’yâmda gördüm bana; “Yâ Bişr! Biliyor musun, Allahü teâlâ seni akranların arasında niçin yükseltti?” buyurdu. Ben de; “Hayır yâ Resûlallah” deyince; “Sünnetime yapışman, sâlihlere hürmetin, arkadaşlarına nasihatin, Eshâbıma ve Ehl-i beytime muhabbetin yükseltti” buyurdu.

Yahyâ bin Muâz şöyle buyurdu: “İnsanların ihtilâflarının hepsi, şu üç şeyden dolayıdır. Bunların herbirinin zıddı da vardır. Aslın olmadığı yerde, zıddı bulunur. Tevhîdin zıddı şirktir. Sünnetin zıddı bid’attir. Tâatın zıddı günahtır.”

Ebû Ali Hasen bin Ali Cürcânî şöyle buyurdu: “Kişinin saadetinin ve ibâdetlerin ona kolay gelmesinin alâmeti, bütün işlerinde sünnete uymak, sâlihlerle sohbet etmek, dostlarına karşı güzel ahlâklı olmak, ilâhi ma’rifet ve insanlara muhabbet ile bezenmek ve vakitlerini değerlendirmektir.”

Ebû Ali Hasen bin Ali Cürcânî’ye; “Allaha giden yol nasıldır?” diye sorulunca, şöyle buyurdu: “Kulu, Allaha kavuşturan yollar çoktur. En açık ve şüpheden uzak olanı; sözüyle, işiyle, niyetiyle ve maksadıyla sünnete uymaktır. Zira Allahü teâlâ, nûr suresinin ellidördüncü âyet-i kerîmesinde meâlen; “Eğer Resûlüme uyarsanız, hidayete erersiniz” buyuruyor.”

Ebû Ali Hasen Cürcanî yine buyurdu ki: “Sünnete giden yol; bid’atten kaçmak, Eshâb-ı Kirâmın icmâ’ına uymak, bozuk din adamlarından uzaklaşmak, bir tasavvuf büyüğünü tanımak ve eserlerini okumaktır.”

Zünnûn-i Mısrî, birisine şöyle nasihatte bulundu: “Senin yanında en tercih edilen ve en sevilen şey, Allahü teâlânın farz kıldığı emirlerini yapmak ve yasak kıldığı şeylerden sakınmak olsun. Çünkü Allahü teâlânın sana emrettiği ibâdetler, kendin için seçtiğin, güzel gördüğün amellerden daha hayırlıdır ve daha yüksektir. Kulun farz olan ibâdetleri hakkıyla yapması, sakınılması lâzım gelen şeylerden gereği gibi sakınması gerekir. Çünkü, kulu Rabbinden uzaklaştıran, imânın tadını duymaktan alıkoyan, sıdk ve doğruluğun hakîkatine kavuşmaktan ve âhırete bakmaktan kalbleri alıkoyan, Allahü teâlânın kalbe, kulağa, göze, dile, ele, ayağa, karına ve daha başka uzuvlara dâir emirlerine gereken ehemmiyeti vermemektir.”

Ebû Bekr Tirmîzî buyurdu ki: “Himmetin sıfatlarını, muhabbet ehli tamamladı. Onlar da himmeti, sünnete uyup, bid’atlerden kaçarak elde ettiler.”

Ebü’l-Hasen Verrak buyurdu ki: “Kişi, Allaha ancak O’nun ve Peygamberinin emirlerine uymakla ulaşabilir. Kim Allah adamlarına uymadan Allahü teâlâya ulaşmaya kalkarsa, sapıtır.”

Ebû Muhammed bin Abdülvehhâb es-Sekafî şöyle buyurdu: “Allahü teâlâ, amellerden ancak doğru olanı, doğru olanlardan hâlis olanı, hâlis olanlardan da ancak sünnete uygun olanı kabûl eder.”

Ebû Bekr bin Sa’dan buyurdu ki: “Allahü teâlâya ulaşmak; gafletten, günahtan, bid’atten, sapıklıktan ve sapıklıklardan sakınmakla olur.”

Ebû Amr ez-zücâcî şöyle buyurdu: “İnsanlar, câhiliyye devrinde akıllarının ve arzularının güzel gördüğüne tâbi oluyorlardı. Peygamber efendimiz geldi ve onları tek tek İslâmiyete tâbi kıldı. Doğru akıl; İslâmiyetin güzel gördüğü, kötü akıl; İslâmiyetin kötü gördüğü akıldır.”

Bâyezîd-i Bistâmî buyurdu ki: “Otuz sene mücâhede ile uğraştım, İlimden ve ilme uymaktan daha lüzumlu birşeye rastlamadım.”

Yine Bâyezîd-i Bistâmî şöyle buyurdu: “Siz havada uçan birisini gördüğünüz zaman, hemen o kimsenin faziletli, kerâmet sahibi birisi olduğuna hüküm vermeyin. Hatâ edebilirsiniz. O kimsenin hakîkaten fazilet ve kerâmet sahibi olduğunu anlamak için, İslâmiyetin emirlerine uymaktaki hassasiyetine, Peygamber efendimizin ahlâkı ile ahlâklanmasına ve sünnet-i seniyyeye uymasına, hakîkî İslâm âlimlerine olan muhabbet ve bağlılığına bakın. Bunlar tam ise, o kimse fazilet ve kerâmet sahibidir. Bunlara uymakta en ufak bir gevşeklik ve zayıflık bulunursa, o kimse için fazilet ve kerâmet sahibidir demek mümkün olmaz.”

Sehl-i Tüsterî buyurdu ki: “Kişinin sünnet-i seniyyeye tâbi olmadan yaptığı her iş, nefsini sevindirir. Arzu ve isteklerine uymuş olur. Eğer sünnet-i seniyyeye uyarsa, nefsini cezalandırmış olur. Zira İslâmiyette nefse uymak yoktur ve kötülenmiştir. Herkesin arzusu, elbet sünnet-i seniyyeye uymak olmalıdır.”

Sehl-i Tüsterî yine buyurdu ki: “Bizim yolumuzun esâsı yedi şeydir: 1-Allahü teâlânın kitabına uymak, 2- Sünnet-i seniyyeye uymak, 3-Helâl yemek, 4-Eziyete mâni olmak, 5-Günahlardan kaçmak, 6-Tövbe, 7-Hakkı, hak sahibine vermektir.”

Ebû Hafs el-Haddâd şöyle buyurdu: “Amellerini ve hâlini, her zaman Kitâb ve Sünnetin emirlerine uydurmayan, aklını mükemmel gören, büyüklerin emrine giremez.”

Ebû Hafs el-Haddâd’a bid’atten sorulunca; “Dînin hükümlerinde haddi aşmak, sünnet-i seniyyeye uymakta gevşek davranmak arzu ve isteklerine uymak, emirleri terk etmek bid’attir” buyurdu.

Zühdü ile meşhûr birisi vardı. Bâyezîd-i Bistâmî birisine; “Kalk, şu veliliği ile meşhûr zâta gidelim” dedi. Beraber yanına gittiler. Bir müddet sonra o zât, evinden mescide gitmek üzere çıktı. Mescide girdi ve avluda kıble tarafına doğru tükürdü. Bunun üzerine Bâyezîd-i Bistâmî ona selâm vermeden geri döndü ve; “Resûlullahın (s.a.v.) edeblerinden bir edebe riâyet etmeyen kimsenin veliliğine nasıl güvenilebilir” buyurdu.

Hamdûn el-Kassâr buyurdu ki: “Selef-i sâlihînin hayâtına bakan, kendinin ne kadar kusurlu olduğunu ve büyüklerin derecesinden ne kadar geride olduğunu anlar.” Müellif burada şöyle diyor: “Allahü teâlâ bilir, bu söz, Ehl-i sünnet yolunda yürümeye devam etmenin lâzım geldiğine bir işârettir.” Cüneyd-i Bağdadî şöyle buyurdu: “Allahü teâlâya kavuşturan yolların hepsi, Resûlullahın (s.a.v.) sünnetine uyandan başkasına kapalıdır.”

Ebû Osman buyurdu ki: “Kim nefsine karşı sünneti, sözüyle ve işiyle hâkim kılarsa, hikmetle konuşmuş ve yapmış olur. Kim nefsine ve arzusuna göre iş yapar ve konuşursa, bid’at işlemiş olur.”

Muhammed bin Fadl Belhî şöyle buyurdu: “İslâmiyet nûrlarının kalblerden ayrılıp, kalblerin kararmasına dört şey sebep oldu. Bunlar; bildikleri ile amel etmemek, bilmeden yapmak, bilmediklerini öğrenmemek, başkalarının öğrenmelerine mâni olmaktır.”

Şah Şücâ Kirmânî buyurdu ki: “Bir kimse gözünü harama bakmaktan menetse, nefsini şehvetten korusa, kalbini devamlı kontrol etse ve dışını sünnete uygun amellerle süslese, o kimsenin firâsetinde hiç hatâ olmaz.”

İbrâhim-i Havvâs’a afiyetten sorulduğunda; “Afiyet şu dört şeydir: 1-Dîne bid’at karıştırmamak, 2-Amelde kusur etmemeye çalışmak, 3- Kalbini Allahü teâlâdan başkası ile meşgûl etmemek, 4-Nefsin ve şehvetin arzu ve isteklerinden uzak kalmak.”

Ebü’l-Kâsım Nasrabâdî; “Tasavvufun aslı, Kitâb ve Sünnete uymak, bid’at ve nefsin arzularını terk etmek, Allah adamlarına hürmet ve sevgi göstermek, insanların hatâlarını hoş görmek, ibâdetlere de devam etmek ve ruhsat ve te’villeri terk etmektir” buyurdu.

Ebû İdrîs Havlânî şöyle buyurdu: “Değiştiremiyeceğim bir bid’ati görmektense, mescidde söndüremiyeceğim bir ateşi görmeyi tercih ederim.” Ebû Kılâbe buyurdu ki: “Hevâ ehli ile oturmayınız. Onlarla mücâdele de etmeyiniz. Çünkü ben, onların sizi, kendi dalâletlerine batırıp, sizin bildiklerinizi de karıştırmanıza sebep olacaklarından emîn değilim. Hevâ ehli dalâlet ehlidir. Onların gidecekleri yer, Cehennemden başka bir yer değildir.”

Hasen-i Basrî şöyle buyurdu: “Bid’at sahibi ile oturup kalkmayınız. Çünkü o, kalbi hasta yapar.”

Hişâm bin Hasen (r.a.) buyurdu ki: “Allahü teâlâ, bid’at sahiplerinin ne orucunu, ne namazını, ne haccını, ne cihâdını, ne sadakasını, ne de adâletini asla kabûl etmez.”

Yahyâ bin Ebû Kesîr şöyle buyurdu: “Yolda bid’at sahibi ile karşılaştığın zaman, başka bir yolu tut.”

Selef-i sâlihinden birisi şöyle buyurdu: “Bid’at sahibi ile oturan kimsenin, temiz kalabilmesinden korkulur. O, nefsi ile başbaşa bırakılır.”

İbrâhim Teymî buyurdu ki: “Allahım! Beni dîninle, Habîbinin sünneti ile, hak husûsunda ihtilâftan, nefsimin arzu ve isteklerine uymaktan, dalâlete düşmekten, ameller hakkındaki şüphelerden ve husûmetten muhafaza eyle.”

Ömer bin Abdülazîz (r.a.), insanlar kendisine bî’at edince, minbere çıkıp, Allahü teâlâya hamdü senada bulundu. Sonra; “Ey insanlar! Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmdan sonra peygamber yoktur. Kitabımız Kur’ân-ı kerîmden başka kitap yoktur. Resûlullahın (s.a.v.) sünnetinden başka sünnet yoktur. Dikkat ediniz! Helâl, kıyâmete kadar, Allahü teâlânın, Nebisinin (s.a.v.) dili üzere kitabında helâl kıldığı şeylerdir. Dikkat ediniz! Haram, Allahü teâlânın, Nebisinin (s.a.v.) dili üzere kıyâmete kadar kitabında haram kıldığı şeylerdir. Dikkat ediniz, ben bid’atçı değilim. Sâdece tâbi olan birisiyim. Dikkat ediniz, ben sizin en hayırlınız değilim, fakat sizin yükü en ağır olanınızım” dedi.

Ömer bin Abdülazîz şöyle buyurdu: “Resûlullah (s.a.v.) ve O’ndan sonra gelen Hulefâ-i Râşidînin yoluna sarılmak, Kur’ân-ı kerîmi tasdik, Allahü teâlâya tâati ikmâl ve O’nun dînine yardımdır. Hiç kimsenin bu yolu değiştirmeye hakkı yoktur. Bu yola uyan, doğru yolu bulur. Ona yardımcı olan muzaffer olur. Ona muhalefet eden, mu’minlerin yolundan başkasına uymuş olur.”

Huzeyfe (r.a.) buyurdu ki: “İnsanlar için en çok korktuğum şey ikidir. Biri, bildikleri şeyi gördüklerine tercih eden, diğeri de, sapıttığı hâlde sapıttığını hissetmeyendir.”

Huzeyfe’den (r.a.) rivâyet edildi: “Birgün Huzeyfe (r.a.) yerden iki taş aldı ve birini diğerinin üzerine koydu. Sonra talebelerine; “Bu iki taş arasında bir ışık görüyor musunuz?” diye sordu. Talebeleri; “Aralarında çok az bir ışık görüyoruz” dediler. Bunun üzerine Huzeyfe (r.a.); “Nefsim yed-i kudretinde olan Allahü teâlâya yemîn ederim ki, bid’atler mutlaka ortaya çıkacak ve hak (doğru) ancak şu iki taş arasındaki ışık kadar görünecek. Vallahi, İslâmiyetten birşey terk edildiği zaman, bid’at ortaya çıkar.”

Yine Huzeyfe (r.a.) buyurdu ki: “Dîninizden ilk kaybedeceğiniz şey, emânettir. En son kaybedeceğiniz şey ise, namazdır. İslâmın elbisesini lime lime çıkartırsınız, öyle olur ki, hanımlarınıza yapılması yasak olan şeyleri yaparsınız. Sizden öncekilerin bozuk yolunu tutarsınız. Birçok fırkadan, nihâyet iki fırka kalır. Bunlardan biri diğerine der ki; “Beş vakit namaz da ne oluyor? Bizden önce gelenler yanlış yol tuttular” derler. Bunlar üç vakit namaz kılarlar. Böyle kimseleri, Allahü teâlâ Deccâl ile beraber haşredecektir.”

İbn-i Mes’ûd buyurdu ki: “Elinizden alınmadan önce ilme sarılınız, ilmin alınması, ehlinin yok olması iledir, ilme sarılınız, öye kimseler göreceksiniz ki, onlar, Allahü teâlânın kitabına da’vet ettiklerini zannederler. Hâlbuki onlar, Kur’ân’a sırt çevirmişlerdir, ilme sarılınız, bid’at işlemekten sakınınız.”

Hasen-i Basrî buyurdu ki: “Sünnete uygun az bir amel, bid’at içerisinde yapılan çok amelden daha hayırlıdır.

¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾

1) Mu’cem-ül-müellifîn cild-2, sh. 118

2) El-A’lâm cild-1, sh. 75

3) İzâh-ül-meknûn cild-2, sh. 127

4) Mu’cem-ül-musannifîn cild-4, sh. 448

5) Neyl-ül-ibtihâc sh. 46

6) El-İ’tisâm mukaddimesi.

7) El-Muvâfakât mukaddimesi

8) Brockelmann Sup-2, sh. 374