SULTAN BEHÂEDDÎN VELED

Konya’da yetişen velîlerin büyüklerinden. Mevlânâ Celâleddîn Muhammed Rûmi’nin ortanca oğludur. 623 (m. 1226) senesinde Karaman’da dünyâya geldi. 712 (m. 1312) yılında Konya’da vefât etti.

Mevlânâ Celâleddîn Muhammed Rûmî hazretlerinin, bu oğluna şefkati ve merhameti çok fazla idi. Geceleri teheccüd namazına kalktıklarında, çocuk olan Sultan Veled ağladığı zaman, annesini uyandırmaz, oğlunu kucağına alırdı. Çocuk, hikmet-i ilâhî kucağa alınır alınmaz ağlamayı keser, teskin olurdu. Sultan Veled, çocukluk yıllarında bile babasını çok sever, onun yanında kalmayı annesine tercih ederdi. Mevlânâ da onu çok sever, onun dîn-i İslama hizmet eden büyük âlimlerden olması için çok duâ ederdi.

Mevlânâ, birgün oğullarından Sultan Veled’i sağ tarafına, Alâeddîn Muhammed’i sol tarafına almış oturuyordu. Bu sırada yeşil elbiseli nûr yüzlü iki kimse gelip, selâm verdiler. Mevlânâ’dan izin alarak, Sultan Veled’i alıp götürdüler. Bir saatten sonra, tekrar gelip Sultan Veled’i teslim ettiler ve; “Yâ hazreti Mevlânâ! Bu güzel yavrunuz, neslinizi devam ettirecektir. Dünyâda pekçok kimselerin hidâyete gelmesine, doğru yola kavuşmasına sebep olacak, dîn-i İslama uzun yıllar hizmet edecektir” deyip, ayrıldılar.

Mevlânâ, Sultan Veled’e küçük yaşından i’tibâren ilim öğretmeye başladı. Onu hem zâhirî ilimlerde, hem de bâtını ilimlerde yetiştirdi. Tasavvuf yolunda ma’rifet, Allahü teâlânın zâtı ve sıfatlarına âit bilgiler sahibi eyledi. Sultan Veled gençliğinde, her ilimde pek yüksek derecelere kavuştu. Bununla ilgili olarak Mevlânâ, oğluna buyurdu ki: “Ey oğlum Sultan Veled! Benim dünyâya gelmemin sebebi, senin dünyâya gelmen içindir. Kalbim ma’rifetler, Allahü teâlânın zâtı ve sıfatlarıyla ilgili bilgilerle doludur. Bu bilgilerin cümlesini sana öğretmekle vazîfeliyim.” Bir defa da; “Oğlum Sultan Veled, çok talihli ve bahtiyar bir kimsedir. Onun ömrünün, hep rahat ve huzûr içinde geçeceğini ümîd ediyorum” buyurdu.

Sultan Veled, her bakımdan babasına çok benzerdi. Onu tanımıyanlar, Mevlânâ’nın kardeşi zannederler, oğlu olduğunu tahmin edemezlerdi.

Sultan Veled anlatır: “Babam hazret-i Mevlânâ, birini göndererek beni yanlarına istemişler, hemen huzûr-i şerîflerine çıktım. Bana, tepemden ayağıma kadar dikkatle bakarak, öyle bir teveccüh buyurdular ki, bir hoş olup kendimden geçtim. Bir müddet sonra kendime geldiğimde, tekrar nazar edip teveccüh buyurdular. Bu defa ölecek gibi oldum. Yine kendimden geçtim. Ayıldığımda tekrar teveccüh ettiler. Kendimden geçtim. Ayıldığımda babam; “Ey Sultan Veled! önceki teveccühümde, sende öyle bir güzellik ve üstün mertebe gördüm ki, şu ânda hiç kimsede böyle bir mertebe göremiyorum, ikinci teveccühümde başında gayet güzel Süleymânî taç gördüm. Son teveccühümde, kulağında küpe gördüm ki, ay ve güneş gibi etrâfa ziya veriyordu” buyurdu. Birinci nazarlarının îzâhı; bana ihsân ettiği, tasavvuf yolunda kavuşturduğu yüce mertebelerdir, ikinci nazarlarının îzâhı; kendilerinin, bizim ve bütün talebe arkadaşlarımızın başında bulunmasıdır. Üçüncü nazarlarında gördükleri kulağımızda küpe ise; oğlumuz Ârif Çelebi’nin büyük bir âlim ve evliyâ olacağına işâret idi.”

Sultan Veled anlatır: “Ben, beş yaşında idim. Birgün babamın, talebelerine şöyle dediğini duydum: “Ben yedi yaşında iken, nefsim tamâmiyle rûhuma tâbi oldu. Nefsî isteklerimden kurtuldum.” Bunu dinleyen talebelerden biri; “Efendim! Biz, sizi devamlı olarak nefsinizle mücâhede eder hâlde görüyoruz. Bu sözünüzü nasıl anlamak îcâbeder?” dedi. Bu suâle: “Nefs, yaratıkların içinde en ahmak olanıdır. Hep kendi zararını ister. Onun yakasını bırakmağa gelmez. Çünkü, en büyük düşman nefstir. Büyüklerimiz, ölünceye kadar nefsle mücâdele etmiştir. Biz de onlara ıttıba ederek, uyarak, son nefesimize kadar riyâzet ve mücâhedeye devam ederiz” diye cevap verdi.

Oğlu Sultan Veled şöyle anlatır: “Birgün babamla beraber halvethânede otururken, yeşil cübbeli üç kişi gelip selâm verdiler ve oturdular. Bunlar çok nâzik ve pek nurlu kimselere benziyorlardı. Biraz konuştuktan sonra, babam onlara; “Uygundur” dedi. Onlar gittikten sonra babama; “O sözünüzden birşey anlıyamadım. O üç kişi kimlerdi?” dedim. Buyurdu ki:

“Bunlar, ricâl-i gayb denilen evliyânın kırklar zümresindendir. İçlerinden birisi vefât etmiş, bizim sakayı istediler. Ben de o cevâbı verdim. Hakîkaten o günden sonra, sakayı evde göremedim. Diğer talebeler de onu aradılar, fakat bulamadılar. Babamın vefâtında o saka, bizlere başsağlığına geldi ve o zaman hallerini anlattı, sonra yine kayboldu.”

Sultan Veled, evlenme çağına geldiğinde, babası ona, en çok sevdiği talebelerinden Selâhaddîn Konevî’nin kerîmesi, Fâtıma hâtunu nikâh etti. Fatıma hâtun dahi, Mevlânâ hazretlerine çok hürmeti olan, çok sâliha, keşf ve kerâmet sahibi bir hanım idi. Onlardan, evliyânın büyüklerinden Ulu Ârif Çelebi gibi bir muhterem zât dünyâya geldi.

Sultan Veled’in gençliğinde, Konya’ya Şems-i Tebrîzî hazretleri gelerek, Mevlânâ ile tanıştılar. Tasavvufla ilgili ilimlerde Mevlânâ ile pekçok sohbetler ettiler. Öyle ki, ba’zan sabahlara kadar sohbetin devam ettiği günler olurdu. Başbaşa yaptıkları bu sohbetlerde, Sultan Veled de bulunur; Onlara hizmet ederdi. Beraber oldukları zaman, onların odasına Sultan Veled’den başka hiç kimse giremezdi. Bu hâl, günlerce devam etti. Ba’zı hasedcilerin sözlerinden dolayı, Şems-i Tebrîzî Konya’yı terkedip Şam’a gitti. Onun ayrılığına dayanamayan Mevlânâ, oğlu Sultan Veled’i Şam’a göndermeye karar verdi. Oğlunu çağırıp; “Sür’atle Şam’a varıp, filanca hana gidersin. Şems-i Tebrîzî hazretlerinin o handa bir genç ile sohbet ettiğini görürsün. O genci küçümseme sakın! O, Allahü teâlânın sevdiği evliyânın kutublarından biridir. Selâmımı ve duâ isteğimi kendilerine bildir. İçinde bulunduğum şu vaziyetimi, hasretimi dile getir. Buraya acele teşrîflerini tarafımdan istirhâm et!” dedi. Sultan Veled, hemen hazırlıklarını tamamlayıp yola çıktı. Şam’da babasının ta’rîf ettiği handa, Şems-i Tebrîzî’yi bir gençle konuşuyor buldu. Durumu, dilinin döndüğü kadar anlattı. Konya’da bu hâdiseye sebep olanların tövbe ettiğini ve Mevlânâ’dan çok özürler dilediklerini de sözlerine ekledi. Bunun üzerine Şems-i Tebrîzî, Konya’ya tekrar gitmeye karar verdi. Hemen yola çıktılar. Sultan Veled, Şems hazretlerini ata bindirdi. Kedisi de arkasından yaya olarak yürüyordu. Şems-i Tebrîzî, Sultan Veled’in ata binmesi için ne kadar ısrar ettiyse de, o; “Sultânın yanında hizmetçinin ata binmesi, bizce yakışık almaz. Hizmetçilerin, efendisinin arkasında yürümesi gerektiğini öğrendik” diyerek, ata binmedi. Sultan Veled, Konya’ya yaklaştıklarında babası Mevlânâ’ya haberci gönderip, Konya’ya girmek üzere olduklarını bildirdi. Mevlânâ hazretleri müjdeyi getirene o kadar çok hediye verdi ki, o kimse zengin oldu. Konya’da tellâllar bağırtılarak, Şems’in Konya’ya teşrîf etmek üzere olduğu bildirildi. Konya’nın başta sultan olmak üzere, ileri gelen vezirleri, hâkimleri, zenginlerinin yanı sıra, bütün halk yollara döküldü. Büyük bir bayram havası içinde, mübârek velî Şemseddîn Tebrîzî hazretlerini karşılamaya çıktılar. Öğleye doğru Şems-i Tebrîzî ile Sultan Veled göründüler. Sultan Veled, atın yularından tutmuş, Şems de atın üzerinde, başı önünde ağır ağır ilerliyorlardı. Bu muhteşem manzarayı seyredenler büyük bir heyecana kapıldılar. Mevlânâ koşarak ilerledi, atın dizginlerine yapıştı. Göz göze geldiler. Şems’in attan inmesine yardım eden Mevlânâ, üstadının ellerini sevinç gözyaşları arasında doya doya öptü. Bu arada yanık sesli Hâfızlar Kur’ân-ı kerîmi dinledikten, sonra, sıra ile Şemseddîn-i Tebrîzî hazretlerinin ellerini öptüler, sonra Mevlânâ’nın medresesine geldiler. Şems-i Tebrîzî, Sultan Veled’in kendisine gösterdiği hürmeti ve yaptığı hizmetleri Mevlânâ’ya anlattı. Bundan çok memnun olduğunu bildirerek; “Benim bir serim (başım), bir de sırrım vardır. Başımı sana feda ettim. Sırrımı da oğlun Sultan Veled’e verdim. Eğer Sultan Veled’in bin yıl ömrü olsa da hepsini ibâdetle geçirse, ona verdiğim sırra ya’nî evliyâlıkta ilerlemesine sebep olduğum derecelere kavuşamaz” dedi.

Sultan Behâeddîn Veled anlatır: “Babam ile birgün Hüsâmeddîn Çelebi’nin bağına gidiyorduk. Babam beni bir katıra bindirdi. Kendisi, diğer talebelerle beraber yaya gidiyordu. Ben babamın tam arkasında idim. Bir ara babam Mevlânâ hazretlerinin mübârek vücûdunu, Allahü teâlânın izniyle büyük bir nûrun kapladığını gördüm. Etrâfa güneş gibi ışık saçıyordu. Hemen aklıma, babamın büyüklüğünü inkâr edenler geldi. “Böylelerine şaşıyorum, niçin kötü düşünüyorlar?” diye düşünürken, babam geriye dönerek; “Ey Behâeddîn! Sen babanı inkâr edenleri bırak da, kendi nefsini yola getir. Sakın ucb ve kibir hastalığına yakalanmıyasın. Herkes yaya yürürken, sen binek üzerindesin. Bu kadarcık gönül yüksekliği, insanı ucba; kendini beğenmeye götürür, nefsinin ve şeytanın eline düşürür. Onlara hizmet ettirir” buyurdu.

Mevlânâ, oğlu Sultan Veled’e buyurdu ki: “Oğlum! Eğer Cennette olmak istersen, herkes ile dost geçin, hiç kimseye kin tutma, herkese tevâzu göster. Zira alçak gönüllü olmak, asıl sultanlıktır.”

Sultan Veled, birgün babası Mevlânâ’ya, halvete girmek, (yalnız ibâdete çekilmek) istediğini arz etti. Babası ise; “Benim çektiğim riyâzet ve mücâhedeler (nefsin istediklerini yapmamak ve nefsin istemediklerini yapmak) hep sizin içindir. Siz zahmet çekmeyin” buyurdu. Sultan Veled de, müsâade olursa bu işi yapmak istediğini tekrarladı. Bu ısrara karşı babası müsâade etti. Bunun üzerine Sultan Veled, bir odaya girerek, kapıyı kilitledi, içeride günlerini; namaz kılmak, Kur’ân-ı kerîm okumak ve Allahü teâlâyı zikretmek ile vakit geçirmeye başladı. Her üç günde bir, Mevlânâ ile Selâhaddîn Konevî, halvet odasının kapısına gelip, Sultan Veled’in hâlini kapıyı açmadan murâkabe ederler, kalb yoluyla durumunu anlarlardı. Bu şekilde tam kırk gün geçti. Kırk gün sonra halvetten çıkardılar. Mevlânâ oğluna, halvet esnasında müşâhede ettiği şeylerden suâl edince, Sultan Veled; “Halvete girdiğim üçüncü günden i’tibâren, önümden dağlar gibi azametli nûrlar durmadan geçerdi Bu nûrların içinden “...Allah (şirk ve küfürden başka dilediği kimselerden) bütün günahları mağfiret buyurur” âyet-i kerîmesi okundu (Zümer-53). Ayrıca kırmızı, yeşil ve beyaz levhalar görürdüm. Üzerinde “Şirkden başka her günah affedilir” yazılı idi” diye anlattı.

Mevlânâ hazretleri vefât ettikten bir hafta sonra, onun halîfesi, vekîli olan Hüsâmeddîn Çelebi, talebeleriyle birlikte Sultan Veled’e gelerek; “Artık bizleri irşâd etmeye ilim öğretmeye başlamanızı istirhâm etmeye geldik. Zira, mübârek hocamız Mevlânâ’ya lâyık halîfe olacak ancak siz varsınız. Bizler, gece ve gündüz cân-ı gönülden çalışıp, size hizmet etmekle şereflenelim” dedi. Bu şekilde hocasına ve oğluna sadâkatini ve muhabbetini arzeyledi. Babasının halîfesinden bu gözyaşartıcı sözleri işiten Sultan Veled hazretleri;

“Canım efendim! Siz, muhterem babamın sağlığında onun halîfesi idiniz. Vefâtından önce sorulduğunda, sizi, kendisine halîfe bıraktığını buyurmuştu. Bu sebeple siz, bizim hocamızsınız. Bu vazîfe size verilmiştir. Başta kendim ve oğlum Ârif Çelebi size tâbiyiz, ne emrederseniz yapmaya hazırız” dedi.

Hüsâmeddîn Çelebi, 683 (m. 1284) senesine kadar talebeleri irşâd eyledi. Onlara doğru yolu gösterdi Ehl-i sünnet i’tikâdını her tarafa yaydı. 683 (m. 1284) senesinde vefât edince, yerine Sultan Veled halîfe, vekîl olup, bu vazîfeyi Üstlendi. Hayâtının sonuna kadar sünnet-i şerîfi yayıp, bid’atleri ortadan kaldırmaya çalıştı.

Sultan Veled zamanında, Mustafa isminde zâlim bir kimse vardı. Malı, mülkü ve akrabalarının çok olmasından istifâde ederek, ba’zı kimselere eziyet ederdi. Bunu Sultan Veled’e şikâyet eylediler. Sultan Veled onu huzûruna çağırıp nasihat ettiğinde, o, Sultan Veled’e kaba sözlerle i’tirâz etti. Mustafa’nın bu kaba sözlerine sükût eden Sultan Veled hazretleri, o çıkınca; “Bunun bir hafta ömrü kaldığı hâlde, hâlâ yiğitlik taslayıp sıhhatine güveniyor” buyurdu. Mustafa, dergâhtan çıkıp evine giderken, nereden geldiği belli olmayan bir ok, göğsüne saplandı. Bir hafta sonra öldü.

Sultan Veled hazretlerinin oğlu Ulu Ârif Çelebi anlatır: “Babam birgün hastalandı. Hastalığın ağırlığından, sık sık vefât edeceğini söylerdi. Birgün vâlideme vasıyyetini yazıp verince, vâlidem; “Efendim! Mübârek hatırınızı hoş tutunuz, bu hastalıktan siz vefât etmezsiniz. Âhırete sizden önce ben giderim. Beni kendi elinizle toprağa verdikten sonra, iki defa daha evlenirsiniz, ikisinden üç oğlunuz olur” dedi. Vâlidem kerâmet ehli bir kadındı. Söylediği gibi oldu.”

Sultan Veled, 712 (m. 1312) senesinde seksendokuz yaşında iken ölüm hastalığına yakalandı. Hastalığı sırasında, yedi gün Konya’da zelzele oldu. Herkesin telâşa düştüğünü görünce onlara; “Üzülmeyiniz ve telâş etmeyiniz. Bu, benim vefât edeceğimin haberidir. Zâhiren aranızdan ayrılacağım, fakat bâtınen sizinle beraber olacağımdan hiç şüpheniz olmasın. Allahü teâlânın evliyâ kulları, vefât ettikleri hâlde, rûhları ile izin verilen her tarafı dolaşır, darda kalanlara, dost ve yakınlarına yardımda bulunur” buyurdu. Receb ayının onuna rastlıyan Cumartesi gecesi, Kelime-i şehâdet getirerek fânî hayâta veda etti.

Sultan Veled hazretlerinin vefâtından sonra, nereye defn edileceği hakkında görüş ayrılığı çıktı. Çelebi Celâleddîn; “Bunun için Mevlânâ’nın rûhâniyetinden yardım istiyelim. Nasıl işâret buyurulursa, o şekilde hareket edelim” dedi. Hâl ehli olan velîler, ma’nâ âleminde Sultan Veled’in, babası Mevlânâ ile yanyana yattıklarını gördüler. Bunun üzerine kabrini Mevlânâ’nın hemen yanına kazarak, defn eylediler. Onun defninden sonra, türbenin üzerinde yedi gün kaybolmadan duran, minare gibi göklere uzanan büyük bir nûr hâsıl oldu. Dost ve düşman herkes, bu nûru hayretle müşâhede etti.

¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾

1) Velednâme

2) Menâkıb-ül-ârifîn cild-2, sh. 784

3) Risâle-i Sipahsalar sh. 132

4) Cevâhir-ül-mudıyye cild-2, sh. 120

5) Mevdûât-ül-ulûm cild-1, sh. 747

6) Nefehât-ül-üns sh. 525

7) History of Turkish poetry cild-1, sh. 150