SEYYİD ATÂ

Türkistan evliyâsının büyüklerinden, Zengî Atâ’nın dört büyük halîfesinden biri. Resûlullah efendimizin (s.a.v.) mübârek torunları Hazreti Hüseyn’in soyundandır. İsmi, Ahmed olup, Buhârâ medreselerinde ilim öğrenirlerken içlerine bir ateş düşüp, ilim ve amelde ihlâs elde etmek ve îmân-ı kâmil sahibi olmak iştiyâkıyla üç arkadaşıyla beraber bir tasavvuf âlimine teslim olmaya karar verdiler. Diğer arkadaşları, Uzun Hasen Atâ, Sadreddîn Muhammed Atâ ve Bedreddîn Muhammed Atâ adlarını taşıyorlardı. Bu dört genç, Buhârâ’da medreseyi terk edip, bir tasavvuf âlimi aramak için yola çıktılar. Taşkend yakınlarında çobanlık yapan Zengî Atâ’nın, kendilerine yol gösterebileceğini öğrendiler. Zengî Atâ’yi, bir çalılıkta, evine götürmek için odun toplarken buldular. Selâm verdiler. Zengî Atâ, selâmlarına cevap verip, hâl hatır sordu. Buhârâ medreselerinde zâhirî ilimleri tahsil ettiklerini, ancak bâtınî ilmleri tahsil edebilecekleri bir mübârek kişiyi aradıklarını arzettiler. Zengî Atâ; “Durun, sizi irşâd edecek zâtın nerede olduğunu haber vereyim” dedi. Bu temiz niyetli, iyi kalbli gençler çok sevindiler. Yüzünü bir tarafa çevirip kokladı ve sonra da; “Sizin bu ilimde nasîbiniz bizden başkasında değildir!” buyurdu. Bu dört genç, Zengî Atâ’nın dört büyük halîfesi olacak olan Uzun Hasen Atâ, Seyyid Atâ, Sadr Atâ ve Bedr Atâ’dan başkası değildi. Zengî Atâ’nın sözüne ilk önce inanıp tasdik eden, Uzun Hasen Atâ ile Sadr Atâ oldu. Bu sebepten de ilk kemâle gelenler onlar oldu. İçlerinden Seyyid Atâ; “Ben, hem Resûlullahın (s.a.v.) torunu olayım. Hem de mektep medrese görmüş olayım, sonra da bu garip çobana talebe olayım!” diye düşündü. Ama arkadaşlarından da ayrılamadı. Onun soyu ve ilmi ile gurûrlanması yolunu tıkadı.

Zengî Atâ’nın hizmetinde ne kadar çalıştı ve riyâzet çekti, mücâhede yaptıysa da, gönlü açılmadı. Nihâyet hâlini Anber Ana’ya arz edip: “Sizin sözünüz, Atâ hazretleri yanında makbûl, inâyet ve şefkatiniz çoktur. Umarım ki, bana yardım edersiniz” dedi. Anber Ana kabûl edip: “Bu gece kendini siyah bir keçeye sarıp, Atâ’nın yolu üzerine yat. Seher vaktinde abdest almaya çıktığında, seni o hâlde görüp, merhamet etsin” dedi. Seyyid Atâ söylenenleri yaptı. Anber Ana geceleyin Zengî Âtâ’ya; “Ahmed seyyiddir, âlimdir. Bu kadar zamandır hizmetinizdedir, inâyet nazarınıza kavuşamadı” dedi. Atâ hazretleri tebessüm edip; “Seyyidliği ve ilmi, yolunu kesti. Beni gördüğü gün ona kendimi tanıttım. İhsân saymadı ve gönlünden; “Ben seyyid ve âlim iken bir sığır güdücüsü siyaha nasıl tâbi olurum?” düşüncesini geçirdi. Madem ki sen şefaat ettin, inşâallah hâli düzelir” dedi. Seher vaktinde dışarı çıkıp, yol üzerinde siyah bir şeyin yattığını gördü. Ayaklarını kaldırıp Seyyid Atâ’nın göğsüne bastı. Seyyid Atâ, hemen ayaklarını öpüp, yüzüne sürdü ve yalvardı. “Kimsin?” dedi. “Ahmed’im” dedi. “Kalk, bu kırık hâlin, işini düzeltti” buyurup, oracıkta, Seyyide husûsî iltifât ettiler. Seyyid Atâ, hemen maksadına kavuştu. Gönlündeki perdeler açıldı. Az zamanda İrşâd mertebesine erişip, nakısları kemâl mertebesine kavuşturdu. Ahmed Yesevî hazretlerinin, Zengî Atâ silsilesiyle gelen yolunun devamını teşkil eden iki halkadan biri oldu. Seyyid Atâ’nın en meşhûr halîfesi, Huzyanlı İsmâil Atâ idi. Onun halîfesi de, oğlu İshâk Hoca idi.

Birgün Seyyid Atâ’nın yanında, Hakîm Atâ’nın hâl ve şiirlerinin toplandığı Hakîm Atâ kitabı okundu. Seyyid Atâ’da, Hakîm Âtâ’ya karşı kuvvetli bir iştiyâk doğdu. Ona kavuşmak arzusuyla yanıp tutuştu. “Onun yanında seyyidlerden kimse var mı?” diye sordu. Kimse olmadığını öğrenince, yanına üç kişi alarak Harezm taraflarına gidip, Amuderyâ (Ceyhun) ırmağı yakınlarındaki Bağırgan’da; Hakîm Atâ türbesinin yanına vardı. Hakîm Atâ’nın kabrini su basıp, kırk yıl üstünde su akmıştı. Sonra, rü’yâsında aldığı bir işâretle, Celâl Hoca nâmında bir mübârek kişi, kabri bularak, üstüne türbe ve imâret inşâ etmiş, kendisi de orada yerleşmişti Seyyid Atâ, Celâl Hoca’dan orada yerleşmek için müsâade istedi. Celâl Hoca, kendisinin buraya Hakîm Atâ’nın emriyle gelip yerleştiğini söyleyip, ikisinden birinin burada fazla olacağını bildirdi. Seyyid Atâ da; “Hâlimizi gidip, Hakîm Âtâ’ya arzedelim. Ne buyurursa öyle yapalım” dedi. Celâl Hoca kabûl etti. O gece Hakîm Atâ’nın huzûruna gittiler. Hakîm Atâ’nın mezarından, Allahü teâlânın izniyle onlara şöyle bir cevap geldi: “Ey oğlum Şeyh Celâl! Seyyid Atâ, buraya Resûlullahın (s.a.v.) emriyle geldi Bana komşu olmayı ona bırak. Sen yakınlarda Aktaş denilen bir yer vardır, oraya git. Orada ikâmet et. Gelen, benden önce seni ziyâret etsin! Biz, önce seni ziyâret etmeyenleri kabûl etmeyiz!” Bu emir üzerine Celâl Hoca, mücâvirliği bırakıp, Aktaş’a giderek yerleşti. İnsanlara, Allahü teâlânın yolunu göstermeye orada devam etti. Seyyid Atâ uzun zaman Hakîm Atâ’nın komşusu oldu. İnsanlara, Allahü teâlânın emir ve yasaklarını bildirdi. Doğru yolu gösterdi. Vefât zamanı geldi. Talebeleri; “Sizi Kâ’be tarafına mı götürelim, yoksa buraya mı defnedelim?” dediler. O da; “Tabutumu büyük bir arabaya koyarak, yönünü Kâ’be tarafına doğru çevirip bırakın. O gece hayvanlarınızı iyi bağlayın, gürültü etmeyin. Evinizde oturun, sakın dışarı çıkmayın. Seher vakti gidip bakın, araba nerede durmuşsa beni oraya gömersiniz” dedi vefât edince, dediği gibi yaptılar. Geceleyin müthiş gürültü oldu. Kimse dışarı çıkmadı. Tan yeri ağarınca, ortalık sâkinleşti. Çıkıp baktılar, cenâze koyduktan araba, Hakîm Atâ türbesi yanında durmaktaydı. Talebeler de vasıyyetine uygun olarak, arabayı buldukları yer olan Hakîm Atâ türbesi yanına defnettiler. Seyyid Atâ’nın vefâtı, 702 (m. 1302) yılında oldu. Şimdi Harezm tarafına gidenler ilk önce Celâl Hoca’yı ziyâret ederler, daha sonra Hakîm Atâ’nın eşiğine yüz sürerler, sonra da Seyyid Atâ’nın makamında huzûr bulurlar. Onların türbelerinin bulunduğu yer, Harezm’de Ceyhun (Amuderyâ) ırmağına üç dört kilometre mesafede Hakîm Atâ denilen beldededir.

Seyyid Atâ, Hazreti Azîzân ve Pîr-i Nessâc lakablarıyla meşhûr olan, evliyânın büyüklerinden, Ali Râmitenî hazretleriyle aynı yıllarda yaşadı. O mübârek zâtın sohbetlerinde bulundu. Birgün, Ali Râmitenî ile ilgili olarak kendisinden insanlık îcâbı bir hatâ sâdır oldu. O sıralarda Kıpçak yaylasında başıboş dolaşan eşkiyalardan bir grup, Seyyid Atâ’nın evini ve bulunduğu bölgeyi yağmaladılar. Oğlunu esîr alıp götürdüler. Seyyid Atâ, bu hâle çok üzüldü. Allahü teâlâya münâcaatta bulunup, bu üzüntüsüne sebep olan günâhını kalbine ilham etmesini istedi. Kendisine hatâsı bildirildi. Seyyid Atâ, bu üzüntünün nereden geldiğini anladı ve Azîzân hazretlerine karşı hatâsının cezası olduğunu bildi Yaptığına pişman oldu. Bir ziyâfet hazırladı, özür dilemek için Azîzân hazretlerini ve talebelerini da’vet etti. Ona karşı çok tevâzu gösterdi. Hazreti Azîzân, Seyyid’in maksadının ne olduğunu anladı ve ricasını kabûl eyledi ve da’vetine geldi Bu mecliste çok sayıda büyükler, âlimler, şeyhler var idi. Bugün Azîzân hazretlerinde büyük bir hâl ve rahatlık (bast hâli) vardı. Sofra düzülüp, yemek hazır olduğunda, Azîzân hazretleri; “Seyyid Atâ’nın oğlu gelmeyince, Ali (ki kendi ismidir) bu sofradan ağzına tuz koymaz ve elini yemeklere uzatmaz” dedi ve sonra bir ân sustu. Orada bulunanlar, bu büyük sözün neticesini gözetir oldular. Bir ân sonra, Seyyid Atâ’nın oğlu, aniden kapıdan içeri giriverdi. Bu hâli görünce, meclisden bir feryâd, bir figân koptu. Oradakiler şaşırıp dona kaldılar. Gelen gençten, eşkiyanın elinden nasıl kurtulduğunu sordular. “Az önce, eşkiyadan bir grubun elinde esîr idim. Elim ayağım iplerle bağlı idi. Şimdi ise, kendimi sizin yanınızda görüyorum. Bundan fazla birşey bilmiyorum” dedi.

Orada bulunanlar, bu işin Ali Râmitenî hazretlerinin bir kerâmeti olduğunu anladılar. Seyyid Atâ başta, olmak üzere, o mübârek kimseye talebe oldular. Birgün bir çiftçi bir yere pirinç ekerken, Seyyid Atâ oradan geçiyordu. “Ne ekersin?” diye sorunca, çiftçi; “Pirinç ekerîm.” Lâkin bu topraktan iyi pirinç bitmez” dedi. Seyyid Atâ, toprağa hitâb edip; “Ey toprak, iyi pirinç ver” dedi. Bundan sonra nice yıllar o topraktan bölgenin en iyi pirinci yetişti.

¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾

1) Mecmûa Hazinî sh. 47

2) Hazinet-ül-Asfiyâ cild-1, sh. 540

3) Cevâhir-ül-Ebrâr sh. 232

4) Makâmât-ı Nakşibendiyye sh. 16

5) Reşehât ayn-ül-hayât sh. 21