Hindistan evliyâsının büyüklerinden. Dedesi Şeyh-ül-islâm Behâüddîn Zekeriyyâ ve babası Şeyh Sadreddîn’den ilim ve feyz aldı. Yüksek dedesinin bütün ma’nevî miraslarına sahip oldu. Kutbüddîn Bahtiyar Kâkî ve Ferîdüddîn Şeker Genç gibi Çeştiyye büyükleriyle görüştü. Şihâbüddîn Sühreverdî hazretlerinin yolunda dîn-i İslama hizmet ile meşgûl oldu. Doğum yeri olan Mültan’da binlerce talebe yetiştirdi. Zamanın büyüklerinden Nizâmüddîn Evliyâ ile sohbet etti. Sultanlara ve diğer insanlara emr-i ma’rûf yapıp, Allahü teâlânın emir ve yasaklarını bildirdi. 720 (m. 1320) yılından sonra Mültan’da vefât etti.
Rükneddîn Ebü’l-Feth (r.a), bir talebesi tarafından toplanan “Mecma’ul-ahbâr” adlı eserdeki bir mektûbunda buyurdu ki:
“O azîz, kesin olarak bilmelidir ki, insan iki şeyden ibârettir. Sûret ve sıfat Hüküm sıfata göredir, sûrete göre değil. “Allahü teâlâ, sûretlerinize ve amellerinize bakmaz, kalblerinize bakar” buyuruldu. Ama sıfatın hükmü, hakîkat üzere, ancak âhırette görünür. Çünkü orada herşeyin hakîkati zâhir olur. Bu sûret gidicidir ve herkes kendi sıfatına uygun şekilde haşrolunur. Nitekim Bel’âm-ı Bâurâ, o kadar tâatiyle birlikte, köpek sûretinde haşrolunacaktır. A’râf sûresi 176. âyet-i kerîmede meâlen; “Onun hâli köpeğe benzer” buyuruldu. Bunun gibi zulmeden, başkasının malına, canına tecâvüz eden; kendini kurt sûretinde, kibirli olan; kaplan sûretinde, bahîl ve haris olan da; kendini domuz şeklinde bulacaktır. Kâf sûresi 22. âyet-i kerîmede meâlen; “Şimdi senin perdeni açtık! artık bugün gözün keskindir” buyurulması, bunu gösterir, insan, bu kötü sıfatlardan temizlenmedikçe, hayvanlar sırasında yer almaktadır. A’râf sûresi 179. âyet-i kerîmede meâlen; “İste onlar, hayvanlar gibidir; doğrusu daha sapık ve aşağıdırlar” buyuruldu. Nefsin tezkiyesi, temizlenmesi ise, ancak Allaha sığınmak ve O’ndan yardım istemekle mümkündür. Yûsuf sûresi 53. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Ben nefsimi temize çıkarmıyorum. Çünkü nefs, gerçekten kötülüğü şiddetle emr eder. Ancak Rabbimin koruduğu nefs müstesnadır. Çünkü Rabbim Gafûrdur. Rahimdir” buyuruldu. Hakkın ihsânı ve yardımı olmadıkça, nefs tezkiye olmaz. Nûr sûresi 21. âyet-i kerîmede meâlen; “Eğer üzerinize Allahın ihsânı ve rahmeti olmasaydı, içinizden hiçbiri ebediyyen (günah kirinden) temize çıkamazdı. Fakat Allah dilediğini temize çıkarır” buyuruldu. Bu ihsân ve rahmetin alâmeti, ayıplarının kendine gösterilmesidir. Bütün kâinatın yanında yok hükmünde olduğu ilâhî azametin nûrundan bir şua onun kalbine parlasa; bütün dünyâ büyüklükleri, onun nazarında toprak hükmünde olur. Kalbinde dünyâ ehlinin kıymeti kalmaz. Bu hâl kalbini kaplayınca; dünyâ ehlinin tutulduğu hayvani sıfatlarından nefret eder ve onların yerine, melek ahlâkının sıfatlarının görünmesini ister. Zulüm, gadap, kibir, bahillik ve hırs yerine; af, hilm, tevâzu, cömertlik ve Îsâr hâsıl olur. Bütün bunlar,âhıreti istiyenlerin hâlleridir. Hakkı isteyenlerin hâlleri ise, bunlardan daha yüksektir. “Allahın ahlâkı ile ahlâklanınız” hadîs-i şerîfi, onların hâline uygundur. Herkesin anlayışı buna erişemez. Beyt:
“Ahdim vardır ki, senden gayri dost
etmeyeyim,
Şartım vardır ki, senden başka istemeyeyim.
Şeyh Rükneddîn, talebelerinden birine yazdığı mektûbunda şöyle buyurur. “Bir gün Emîr-ül-mü’minîn Ali (r.a); “Ben hiç kimseye asla iyilik ve kötülük etmedim” buyurdu. Orada bulunanlar bu söze hayret ettiler ve “Ey Emîr-ül-mü’minîn, belki sizden hiç kimseye karşı bir kötülük meydana gelmiş değil, ama iyilik için ne buyurursunuz?” dediler. Buyurdu ki: “Allahü teâlâ, Câsiye sûresi 15. âyetinde meâlen; “Sâlih (iyi) amel eden kendine, kötülük eden de kendine etmiş olur” buyurdu. O hâlde benden meydana gelen her iyilik ve kötülük, aslında benim içindir ve banadır, başkasına değil” Bu sebebledir ki büyükler! “Bu, kişinin iyiliği için yeter” demişlerdir. Beyt:
Madem bildin herşeyin faydası kendindedir,
O hâlde hep iyilik etmek daha iyidir.
Akıllı olana, dünyâ ve ahıret işlerinde bu kadar nasihat yeter.”
Yine Şeyh Rükneddîn (r.a), bir talebesine nasihat edip şöyle buyurdu: “Amellerde mütâbeat, ya’nî Resûlullaha ve getirdiklerine uymak; uzuvları, O’nun yasak ettiği ve mekrûh buyurduğu işlerden, söz ve fiil olarak uzak tutup bağlamak, faydasız meclis ve toplantılara gitmemektir. Talibi Haktan meşgûl eden, alıkoyan herşey, o vaktin mâlâya’nîsi, ya’nî faydasızı, boş şeyi demektir. Batılların sohbetinden, arkadaşlığından kaçınmalıdır. Hakkı istemeyen ise, hakîkatte batıldır.”
“Mecma’ul-ahbâr”da anlatılır: Birgün şehid sultan Gıyâseddîn Tuğluk Şah, Mevlânâ Topal Zahîreddîn’e; “Şeyh Rükneddîn’den hiç kerâmet gördün mü?” diye sordu. Mevlânâ da şöyle anlattı: “Bir Cum’a günü bir grup kimsenin, Şeyh Rükneddîn’in elini öpmek için toplandıklarını gördüm, içimden; “Acaba Şeyh hazretleri sihirbaz mıdır. Ben de âlimim, bana hiç kimse gelmez” dedim. Sabahleyin Şeyh’in huzûruna gidip; “Ağzı ve burnu yıkamanın hikmeti nedir?” diye sorup, onu imtihan edecektim. Gece yatınca, rü’yâmda hazret-i Şeyh, bana bir miktar tatlı verdi ve sabaha kadar onun tadını damağımda hissettim. “Kerâmet böyle mi olur?” diye düşündüm. “Şeytan, bilmeyenleri bu gibi şeylerle yoldan çıkarabilir” diye düşünüp, imtihan etmek niyetimden vazgeçmedim. Sabah erkenden Şeyh’in huzûruna vardım. Şeyh; “Sizi bekliyordum” deyip konuşmaya başladı; “Cünüblük iki çeşittir. Biri kalbin, diğeri bedenin cünüblüğü. Bedenin bu husûstaki cünüblüğü bellidir. Kalbin cünüblüğü ise uygun olmayan kimse ile sohbet etmekten hâsıl olur. Bedenin cünüblüğü su ile giderilip, temizlenir. Ama kalbin cenabeti, gözyaşı ile giderilir” buyurduktan sonra şöyle devam etti: “Suyun temizlemesi ve cünüblüğü gidermesi için üç sıfat lâzımdır. Bunlar; renk, tad ve kokudur. Bunun için dînimiz, mazmaza ve istinşâkı, ya’nî ağza ve burna su vermeyi abdestte öne aldı. Böylece; tat mazmaza, koku istinşâk ile gerçekleşir” buyurdu. Rükneddîn’in (r.a.) söze başlaması ile, ter dökmeğe başlamam bir oldu. Sonra Şeyh; “Şeytan, Peygamberimizin şekline giremediği gibi, hakîkî mürşid-i kâmilin sıfat ve şekline de giremez. Çünkü onun Peygambere (s.a.v.) tam mütâbeatı (bağlılığı) vardır. Mevlânâ Zahîreddîn’in söz ilminden nasîbi var, ama hâl ilminden birşeyi yoktur” buyurdu.
Şeyh Rükneddîn (r.a), Sultan Kutbüddîn Mübârek Şah zamanında, Dehlî’ye gitti. Sultan kendisini da’vet etmiş, onu, halk arasında büyük hürmet gören ve çok sayıda talebesi olan Nizâmüddîn Evliyâ’nın nüfuzunu azaltmak için kullanmak istemişti. Nizâmüddîn Evliyâ, Dehlî’de bütün insanlara nasihat ediyor, İslâmiyete aykırı iş yapmaya müsâade etmiyordu. Nizâmüddîn Evliyâ, şehir dışında Alâî Havuzu denilen yere kadar gidip, Dehlî’ye gelmekte olan Şeyh Rükneddîn’i karşıladı. Oradaki bir dergâhta oturup sohbet ettiler. Şeyh Rükneddîn, Sultan Kutbüddîn’in meclisini şereflendirince, sultan; “Sizi şehir halkından kim karşıladı?” diye sordu. Şeyh Rükneddîn; “Şehrin en iyisi” cevâbını verip, sultânın Nizâmüddîn Evliyâ hakkındaki kötü zannını ortadan kaldırdı.
Büyüklerin hâl ve hayatını anlatan “Siyer-ül-evliyâ” kitabında, Şeyh Nizâmüddîn Evliyâ ile Şeyh Rükneddîn Ebü’l-Feth’in bu karşılaşmaları şöyle anlatılır: Şeyh Nizâmüddîn ve Şeyh Rükneddîn namaz kıldılar. Daha sonra Şeyh Nizâmüddîn, Şeyh Rükneddîn’in yanına vardı. Bir müddet sohbet ettiler. Ertesi gün Şeyh Nizâmüddîn, bugün kabrinin bulunduğu yere gitti. Orada yeni inşâat yapılıyordu. Aniden; “Şeyh Rükneddîn geliyor” sesleri işitildi. Şeyh Nizâmüddîn, o gün orada büyük bir ziyâfet verdi. Yolculuk sebebiyle ayakları ağrıyan ve taht-ı revan üzerinde oturan Şeyh Rükneddîn’in önünde, yanındakilerle birlikte oturup sohbet ettiler. Şeyh Rükneddîn’in kardeşi Şeyh İmâdüddîn İsmâil şöyle bir suâl arzetti: “Büyüklerin bir araya gelmesi, ganîmettir. Onların nefeslerinden hâsıl olan faydadan daha iyi birşey yoktur. Bu fakirin hatırına, Resûl-i ekremin (s.a.v.) Medine’ye hicretindeki hikmet ne olabilir diye geldi” Şeyh Rükneddîn; “Galiba onun hikmeti; Resûl-i ekreme (s.a.v.) verilmesi takdîr olunan ba’zı kemâl dereceleri vardır ki, bunların zuhurunun, bu dünyâda Resûlullahın (s.a.v.) Suffa Eshâbı ile sohbet etmesine bağlı kılınmış olmasıdır” buyurdu. Şeyh Nizâmüddîn de; “Bu fakirin hatırına gelen şöyledir ki; onun hikmeti, Medine’de bulunup da, Resûlullahın (s.a.v.) sohbetine kavuşması imkânsız gibi olan ba’zı fakirlerin bu ni’metle şereflenmiş olmalarıdır” buyurdu. Derler ki, bu iki büyüğün, bu sözlerinden murâdları; birbirilerine karşı olan tevâzularıdır. Şeyh Rükneddîn’in maksadı: “Bizim buraya gelmekliğimiz, kemâlimizi arttırmak ve istifâde etmektir.” Şeyh Nizâmüddîn’in bu sözünden, muradı; Şeyh Rükneddîn’in Dehlî’ye geliş maksadı, olgunlaştırmak ve faydalı olmaktır” demekti. “Siyer-ül-evliyâ” kitabının müellifi burada şu açıklamayı ilâve eder “Bu fakir derim ki; hiç şüphe yoktur ki, Eshâb-ı Suffanın sohbetine bağlı olan Resûlullahın (s.a.v.) kemâl derecesi, irşâd ve olgunlaştırmak idi. Bununla da’veti yapmış, sevâb kazanmış ve derecelere kavuşmuş olur. Yoksa murâd, hâşâ zâtının kemâli değildir.”
O hâlde, iki sözün de ma’nâsı aynı olur. Bu karşılama yemeğinden sonra, hizmetçi, birkaç parça iyi kumaşı ve ince bir mendile bağlanmış yüz altını şeyhin ayağının altına koydu. Şeyh Rükneddîn; “Altınını (paranı) gösterme” buyurdu. Şeyh Nizâmüddîn cevâbında: “Zehâbeke ve mezhebek (gidişini ve gittiğin yolu), ya’nî; altın, yolu örtmektir ve dervişin hâlinin örtüsüdür. Derviş, avâmın gözünden bununla saklanır” buyurdu.
Şeyh Rükneddîn, bunları alıp almamakta tereddüt etti. Bunun üzerine Şeyh Nizâmüddîn, o mendili Şeyh İmâd’a teslim etti.
Bir başka zaman Şeyh Rükneddîn, hastalanan Şeyh Nizâmüddîn’i ziyâret etti. “Zilhiccenin onudur. Herkes bir sebeble hac sevâbını bulmaya çalışsın. Ben, Şeyh-ül-meşâyıhın ziyâret saadetini bulmaya çalıştım” buyurdu. Bundan sonra Şeyh Nizâmüddîn vefât etti. Cenâze namazında Şeyh Rükneddîn bulundu ve; “Anlaşılıyor ki, bizi üç sene Dehlî’de tutmalarının sebebi, bizi bu ni’mete kavuşturmaktı” buyurdu ve kısa bir zaman sonra yurduna döndü.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Ahbâr-ül-ahyâr sh. 69