MAKKÂRÎ (Muhammed bin Muhammed Tilmsânî)

Tefsîr, tasavvuf, edebiyat ve Mâlikî mezhebi fıkıh âlimi, kadı, şâir. Aslen Tunus taraflarında Zâb bölgesi köylerinden Makkar’dandır. İsmi Muhammed bin Muhammed bin Ahmed bin Ebû Bekr bin Yahyâ bin Abdürrahmân’dır. Künyesi Ebû Abdullah’tır. Tilmsân’da doğduğu için Tilmsânî, Makkar asıllı olduğu için Makkârî ve Kuraşî nisbet edildi. 759 (m. 1358) yılında Fas’ta vefât edip, Tilmsân’da defnedildi.

İlk ilim tahsiline Tilmsân’da başlayan Ebû Abdullah Makkârî; Ebû Abdullah Selâvî, Ebû Zeyd Abdürrahmân, Ebû Mûsâ Îsâ, Ebû Mûsâ İmrâh bin Mûsâ bin Yûsuf Meşdalî, Ebû İshâk İbrâhim bin Hakim Kinânî Selâvî, Ebû Abdullah Muhammed bin Abdullah bin Abdünnûr, Ebû Muhammed Mecâsî, Ebû Ali Hüseyn Sebtî, Ebû Abdullah bin Mensûr bin Hedyet-ül-Kuraşî, Kâdı Ebû Abdullah Temimî, Ebû Abdullah Bârûni, Ebû İmrân Masmûdî, Ebû Abdullah İbni Neccâr, Ebû Abdullah Miknâsî, Ebû Muhammed Abdülmüheymin Hadramî, Üstâd Rendi, Kâdı Cezûli, İbn-i Merzûk ve daha birçok âlimden ilim öğrendi. Mısır ve Hicaz taraflarına seyahatlerde bulundu. Hac edip, hacca gelen âlimlerin ilimlerinden istifâde etti. Mısır’da, evliyânın büyüklerinden Abdullah Menûfî hazretleriyle görüşüp, sohbetinde bulundu. Onun ilim ve feyzinden çok istifâde etti. Kudüs’e gitti. Tâcüddîn Tebrîzî ve Halîl Mekkî’den ilim öğrendi. Şam’da Sadr-ül-Îmâdî Mâlikî, Ebü’l-Kâsım Yemânî Şafiî, Fakîh İbn-i Osman ve daha birçok âlimden ilim öğrendi. Hadîs, tefsîr, târih, edebiyat, mantık ve münâzarada yüksek âlim, tasavvufta üstün dereceler sahibi olarak Tilmsân’a döndü. Merinî Sultânı Ebû İnan İbni Ebî Paris’le birlikte, 749 (m. 1348) yılında Fas’a gitti. Fas kadılığına ta’yin edildi. 756 (m. 1355) senesinde kadılıktan ayrıldı. Endülüs’teki müslüman devletlerle, Kuzey Afrika müslümanlarının birlik hâlinde olup, günden güne güçlenen İspanya hıristiyan krallıklarını bertaraf etmeleri için diplomatik faaliyette bulundu. Müslümanların birlik hâlinde olmaları, kâfirlere karşı cihâd edip, hem kendilerini, hem de zulüm gören mazlûm insanları zâlimlerin kanlı pençelerinden kurtarmaları için gayret sarfetti. Sultan Ebû İnân’ın elçisi olarak, Gırnata’ya gitti. Benî Ahmer Sultânı Muhammed Gân”i ile görüştü. Ona nasihatlerde bulundu. Bir müddet orada kaldıktan sonra, bir heyetle beraber Fas’a döndü. Merîni devleti kadıaskerliğine ta’yin edildi. Çok geçmeden rahatsızlanıp vefât etti. Ömrü boyunca Allahü teâlânın dinini öğrenmek, insanlara öğretmek için çalıştı. Allahü teâlânın rızâsını kazanmak için çalışmaktan, ibâdet etmekten bir ân geri kalmadı. İnsanların ibâdetlerini daha iyi yapmaları için, sağlıklı yaşamaları gerektiğini, bunun için de sıhhatlerine dikkat etmelerini bildirirdi. Bu husûsta bir de kitap yazdı. Sağlık ve tababetle ilgili bilgileri orada topladı, insanların huzûr içinde yaşamaları için kadılık yaptı. Sultanların uygun olmıyan davranışlarına sabredip, onlara nasihatlerde bulundu. Sultanların çevresini kötü kimselerin sararak, müslümanlar arasında fitne çıkarmalarına mâni olmak için, sultanlara yakın oldu. Dünyâ menfaatlerine kapılıp, dînini heba eden kötü kimselere yüz vermedi. Zaman zaman sultanla arası açıldı. Ancak Allahü teâlânın rızâsı için yaptığı nasihatlerin bereketiyle, onun dünyâ menfaati gözetmeyip, Allahü teâlânın rızâsı için çalıştığı, sultanlar tarafından takdîr edildi. Yaptığı duâların kabûl olduğu halk arasında meşhûr oldu. Nasihatleri herkes tarafından dinlenirdi. Sohbetlerinde; herkesin, Allahü teâlânın emir ve yasaklarını öğrenip, bildiklerine tâbi olmaları gerektiğini anlatırdı. Birçok maddî imkâna sahip olmasına rağmen, eline geçenleri fakirlere sadaka olarak dağıtır. Allah yolunda harcardı. Kendisi çok az bir malla yetinirdi. Müslümanların işlerini kolaylaştırır, herkese karşı merhametli davranırdı. Doğru yoldan sapanlara, zâlimlere, gereken cezayı vermekten geri durmazdı.

Birçok talebe yetiştirip, kıymetli eserler yazdı. Talebeleri arasında İbn-i Haldûn ve kırâat âlimlerinden Şâtıbî de vardı. Binikiyüz kasideyi ihtivâ eden “Kitâb-ül-kavâid”, tasavvufa dâir “Kitâb-ül-Hakâik ver-Rekâik”, “Kitâb-üt-tuhâf vet-taraf’, tıbbî bilgiler ve çeşitli hastalıkların tedâvi yollarını anlatan ve tıbla ilgili hadîs-i şerîfleri ihtivâ eden “Kitâbü amelin min tıbb”, nasihat edici hikâyelerin toplandığı “Kitâb-ül-muhâdarat”, “Rıhlet-ül-mütebettel”, “İkâmet-ül-merîdîn” gibi kıymetli eserler onun yazdıklarından ba’zılarıdır.

Ebû Abdullah Makkâri’nin hayâtı hakkında, İbn-i Merzûk el-Hafîd tarafından bir eser yazılmış ve “En-Nûr-ül-bedri fit-ta’rîf bil-fakîh el-makkârî” adı verilmiştir. Makkâri’nin eserlerindeki garip hikâyelerden ba’zıları şöyledir:

Bağdad âlimlerinden Ebü’l-Kâsım bin Muhammed Yemânî anlattı: İbrâhim aleyhisselâmın Urfa’daki makamında ikâmet eden, Şeyh Sâlih’den şunları duydum: “Birgün bize Fas’tan bir misâfir geldi. Bizim yanımızda hastalandı. Uzun zaman bu hastalığından kurtulamadı. Biz de hastalığın tedâvisine güç yetiremedik. Çok sıkıntı çekiyordu. Birgün elimi açıp onun için duâ ettim. “Yâ Rabbî, ya iyileştir veya hayırla rûhunu teslim al” diye yalvardım. O gece rü’yâmda Resûlullahı (s.a.v.) gördüm. “Hastaya keskeson yedir” buyurdular. Ben de hastaya keskeson yemeği yapıp yedirdim. Başka hiçbir ilâç kullanmadan hasta ayağa kalktı. Keskeson yemeği, Fas taraflarında meşhûrdur. Faslılar çok severler, sık sık ondan yerler.

Nûhbe bin Katrâl’dan nakledilir Bir yahudi, “Sirke ne güzel katıktır” hadîs-i şerîfini duyunca, bunu inkâr edip, “Böyle şey mi olurmuş?” demek cüretini göstermeye kalkıştı. Onun bu hâlini haber alan bir âlim, şehrin vâlisine müracaat etti. Vâli de, o yahudiye bir sene müddetle, sirke ve sirke yapılabilecek şeylerden mahrûmiyet cezası verdi. Daha bir yıl geçmeden, yahudi ve ailesi cüzzâm hastalığına yakalandı. Doktorlar, sirkeden başka birşeyin ona şifâ vermeyeceğini söylediler. Sirkeden mahrûmiyet cezası kaldırıldı. Sirke içerek hastalıktan kurtuldular. Yahudi ve ailesi, yaptıklarına tövbe edip müslüman oldular.”

Yine Ebû Abdullah Nûhbe bin Katrâl anlatır: “Birgün Medîne-i münevvere’de, Mescid-i Nebevî’de ibâdetle meşgûldüm. Eshâb-ı Kirâm düşmanı bir râfizî gelip, mescidin duvarına; “Kendisini yaratanın Allah olduğuna inanan kimse, Ebû Bekr’le Ömer’i sevmesin” diye yazıp gitti. Resûlullah efendimizin (s.a.v.) huzûrunda başka bir edebsizlik yapmasına vesile olmayayım diye onun gitmesini bekledim. O gittikten sonra hemen gittim, “Sevmesin” kelimesini silip, “Sövmesin” yazdım. Ya’nî, “Kendisini yaratanın Allahü teâlâ olduğuna inanan kimse, Ebû Bekr’le Ömer’e sövmesin” yazılmış oldu. Biraz sonra râfizî geri dönüp geldi. Yazının değişmiş olduğunu gördü. Acaba kim değiştirmiş olabilir diye düşünüp, araştırdı. Ben de onu seyrettim, işin içinden çıkamadı. En sonunda düşünceli bir şekilde ayrılıp gitti.

¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾

1) Bustân sh. 154,

2) Neyl-ül-ibtihâc sh. 244

3) El-A’lâm cild-7, sh. 37

4) Tarif-ül-halef cild-2, sh. 500

5) Mu’cem-ül-müellifîn cild-11, sh. 181