Şafiî mezhebi fıkıh âlimlerinden ve evliyânın büyüklerinden. İsmi, Muhammed bin Ali bin Abdülvâhid bin Abdülkerîm ez-Zemlikânî el-Ensârî es-Semmâkî ed-Dımeşkî olup, künyesi Ebü’l-Me’âlî’dir. Lakabı Kemâlüddîn. Cemâl-ül-İslâm ve Kâdı’l-kudât olup, İbn-i Zemlikânî diye tanınır. Babası ve dedesi de âlim ve meşhûr zâtlar idi. Soylarının, Eshâb-ı Kirâmdan Ebû Dücâne Semmâk bin Hareşe hazretlerine dayandığı, buna nisbetle Semmâkî denildiği rivâyet edilmiştir. 667 (m. 1269) senesi Şevval ayının 8. Pazartesi günü Dimeşk’da doğdu. 727 (m. 1327) senesi Ramazân-ı şerîf ayının 16. günü vefât etti. Karâfe kabristanında, İmâm-ı Şafiî hazretlerinin türbesinin civârında defn olundu.
Doğumu ve yetişmesi Dimeşk’da olan İbn-i Zemlikânî, ilim tahsiline de orada başladı. Fıkıh ilmini Tâcüddîn el-Fezârî’den, usûl ilmini; Behâüddîn bin Zekî ve Safiyyüddîn el-Hindî’den, Nahiv ilmini Bedrüddîn bin Mâlik’den öğrendi. Bunlardan başka, İbn-ül-Mücâvir Yûsuf (veya Yûnus) bin Ya’kûb bin Muhammed, Ebü’l-Ganâim bin Allân (veya Adlân) ve daha birçok âlimden ilim öğrenip rivâyetlerde bulundu. Fıkıh, hadîs, usûl, tasavvuf, münâzara, edebiyat, nazım, nesir ve diğer birçok ilimde zamanında bulunan âlimlerin büyüklerinden, önde gelenlerinden oldu. Kırâat (okuma) ve kitabeti (yazı yazma kabiliyeti) de fevkalâde idi. Çok güzel yazı yazar ve çok sür’atli okuyabilirdi. Hazîne ve Beyt-ül-mâl vekîlliği ve sağlık bakanlığı yaptı. Adiliyyet-is-sugrâ, Türbe-i Ümm-i Sâlih, Şâmiyyet-il-Berrâniyye, Zâhiriyyet-il-Cevvâniyye, Adrâviyye, Ravâhıyye, Mesrûriyye ve başka medreselerde müderrislik (öğretim üyeliği, profesörlük) yaptı. Sonra Haleb kadılığına ta’yin olundu. Bir taraftan kadılık vazîfesine devam ederken, bir taraftan da, Haleb’de bulunan Sultâniyye, Seyfiyye, Asrûniyye ve Esediyye medreselerinde müderrislik yaptı. Burada iki sene kadar kaldıktan sonra, Sultan Nasır Muhammed bin Kalâvûn tarafından, Şam’a kadı ta’yin edilmek üzere Mısır’a istendi. Yolda gelirken, Bilbîs şehri ile Kâhire arasıda hastalandı. Orada vefât etti. Zehir içirilerek şehîd edildiği de rivâyet edilmektedir. Buradan Kâhire’ye götürülüp, Karâfe kabristanında defn olundu.
Oğlu Takıyyüddîn, babasının vefâtını şöyle anlatır: “Babam rahatsızlığında bana şöyle söyledi: “Oğlum! Vallahi ben öleceğim. Mısır’a veya diğer bir yere vâli olmayı da istemiyorum. Haleb’den başka herhangi bir yerde vazîfe yapmayacağım. Bir zamanlar sâlihlerden bir zât Şam’a gelmişti. Kendisine gidip gelirdim ve hizmetinde bulunurdum. Kendisine talebe olmayı arzu ettim. Bana bir müddet oruç tutmamı emretti. Aradan biraz zaman geçtikten sonra, bana üç gün oruç tutmamı, üç gün içinde birşey yemememi, üçüncü günü akşamı iftarda, su ve acı bir sebze ile yetinmemi emretti. Ben de bildirdiği gibi yaptım. Üçüncü gün, Şa’bân ayının ortalarına, Berât gecesinden önceki güne denk geldi O gece (Berât gecesi) bana; “Geceleyin câmiye gelip rûhen açılmak mı istersin? Yoksa evde yalnız kalıp ibâdet ile meşgûl olmak mı istersin?” diye sordu. Ben de yalnız kalmayı tercih edip; “Yalnız başıma kalayım” dedim. “Peki, yalnız ben geri gelinceye kadar namaz kılmaya devam eti” dedi. Geç vakit olunca câmiden geldi. Ben namaz kılmaya devam ediyordum. Selâm verdikten sonra, yerle gök arasında çok büyük bir kubbe (yuvarlak birşey) gördüm. Gördüğüm kubbenin üzerinde çeşitli merdivenler, çeşitli basamaklar vardı.
İnsanlar bu merdivenlerden yukarıya tırmanmaya çalışıyordu. Ben de o insanlarla birlikte merdivenleri çıkmaya başladım. Her basamakta, “Hazine nâzırlığı, Beyt-ül-mal nâzırlığı, mühürdarlık, falan falan medreseler ve Haleb kadılığı gibi yazılar gördüm. Bundan daha yukarılara çıkamadım. O sâlih zât bana; “Gecen nasıldı? Ben yanına geldiğimde kendi hâlinle meşgûl idin. Benimle hiç ilgilenmedin” dedi. Ben de gördüklerimi kendisine anlattım. Bana; “Gördüğün o kubbe dünyâdır. O gördüğün basamaklar, oralarda gördüğün kimselerin, dünyâdaki rütbe ve makamlarıdır” buyurdu. Babam bundan sonra bana hitaben; “Ey Abdurrahmân! İşte o gece görmüş olduğum makamların hepsine kavuşmuş bulunuyorum, İyi biliyorum ki o gece orada gördüğüm mevki ve rütbelerin sonuncusu Haleb vâliliği idi. Artık mutlaka ölüm yaklaşmıştır” dedi. Hakîkaten de dediği gibi oldu ve biraz sonra vefât etti.”
Zamanında bulunan ve daha sonra gelen hakiki âlimler tarafından çok medhedilen İbn-i Zemlikânî (r.a.), i’tikâd ve amel bakımından kendisine i’timâd edilir, emîn ve sağlam bir zât idi.
Cemâleddîn bin Nübâte, Sec’ıl-Mutavvak isimli eserinde diyor ki: “İbn-i Zemlikânî’nin (r.a.) kaleminin yazdığı kelimeler, hidâyet meyveleri verirdi. Fetvâlarındaki satırlar, doğru yolu ve yanlışları açıklayan ifadeler idi. Hatırına (gönlüne) gelen düşünceler ve kendisinden sâdır olan (ağzından çıkan) sözler, yayılmış yıldızlar gibi idi. Hayırlı işleri, iyilik ve ihsânları, izzet ve yücelik odasını kuşatmıştı. Aydınlığın habercisi olan fecir gibiydi. Münâzarada çok kuvvetli olup, muhatablarını mutlaka sustururdu.”
Yine aynı zât, başka bir defa da buyurdu ki: “İbn-i Zemlikânî (r.a.), başlı başına bir deniz idi. İlmi ise, bu denizin (kendisinin) çok kıymetli incileri idi. Her tarafta duyulan ve bilinen fetvâları, rahmet bulutları idi. O, karanlıkların kendisini gizliyemediği bir âlem (bir kavmin efendisi büyüğü) idi. İlim ve evliyâlık bakımından derecesi o kadar yüksek idi ki, insanın kendisine tırmanamıyacağı bir ulu dağ misâli idi. İslâmın yüceliğini anlatan, kalemiyle onun bekçiliğini yapan bir zât idi. Dîn-i İslama hizmet için çok gayret eden, dîne âit görüşlerinde (İ’tikâdında) hiç bir leke bulunmayan bir büyük İslâm âlimi idi.”
İslâmın güzel ahlâkına uygun yaşayan İbn-i Zemlikânî, Allahü teâlânın emirlerine uyanlarda bulunan ma’nevî güzellik ve nûra sahip, gayet mütevâzi, zarif, kibar bir zât idi. Yüzünde velîlere mahsûs olan, cazibe, tatlılık ve nûr vardı. Yaşı ilerledikçe, bu nûr arttı. Yanakları gül misâli idi. İslâmın şerefini, vekarını korumak, İslâmiyet yoluna düşmanlık edenlerin alay etmelerine, hakîr, aşağı görmelerine meydan vermemek ve onlara karşı heybetli görünmek için, kıymetli elbiseler giyinirdi. Birçok fazilet ve kerâmâtın kendisinde toplandığı, himmet sahibi, çok nâzik bir kimse idi. Ufku çok geniş olup, yapacağı her işi etrâflıca düşünüp ona göre hareket eden, tedbirli ve ihtiyâtlı bir hâli vardı. Bir iş yapacağı zaman, çok uzak ve zayıf da olsa, çıkması mümkün olan mâni ve ihtimâlleri dikkate alır, ona göre kendisini ayarlardı. Bunu yaparken yorulur, meşakkatlere katlanırdı. Bu hâlini hoş karşılamayanlar tarafından hased olunur, aleyhine iş yapılırdı. Fakat o, Allahü teâlânın lütfu ile galip olurdu.
İbn-i Zemlikânî Muhammed bin Ali hazretlerinin birçok eseri vardır. Ehl-i sünnet âlimlerinin yolundan ayrılarak bozuk bir yol tutan ve sapık fikirler ileri sürerek, müslümanları doğru yoldan kaydırmağa çalışan İbn-i Teymiyye’nin sapık görüşlerinden olan talak ve kabir ziyâreti mevzûlarında, İbn-i Zemlikânî hazretleri, İbn-i Teymiyye’ye reddiye olarak Dürret-üf Mudiyye fir-reddi alâ İbn-i Teymiyye isminde bir risale yazmak sûretiyle, onun bozukluğuna ve tuttuğu sapık yolun kötülüğüne karşı müslümanları îkâz etmiştir. Diğer eserlerinden birkaçının isimleri ise şunlardır: “Delâil-ül-acâiz”, “El-Minhâc fî ta’likât-ül-îlâc”, Muhyiddîn-i Arabî hazretlerinin Füsûs-ül-hıkem isimli meşhûr eserine şerh, “Tahkîk-ül-ûlâ min ehl-ir-Refîk-ıl-a’lâ”, “El-Burhân fî i’câz-il-Kur’ân”, “Kitâbün fit-târih”, “Acâlet-ür-Râkib fî zikri eşref-il-Menâkıb”.
Kemâleddîn İbni Zemlikânî, Dürret-ül-mudiyye adlı eserinde buyuruyor ki:
Âlimler bildirmişlerdir ki, müftînin (fetvâ veren zâtın) şartı, kendilerine mütekaddimîn denilen önce gelen hakîkî İslâm âlimlerinin sözlerine uymayan fetvâ vermemesidir. Şayet müftî bu kaideye uygun olmayan bir fetvâ verirse kabûl olunmaz, red olunur. Bu hâl, Kitâb, sünnet ve ümmetin icmâ’ına muhalefet etmenin câiz olmadığına delâlet etmektir. Nisa sûresi 115. âyet-i kerîmesinde meâlen buyuruldu ki: “Hidâyet yolunu öğrendikten sonra Peygambere uymayıp, mü’minlerin yolundan ayrılanı, saptığı yola sürükleriz ve çok fenâ olan Cehenneme sokarız.” Mü’minlerin yoluna karşı çıkıp onların yolundan başkasına uyanlar bu âyet-i kerîmede şiddetli bir şekilde tehdîd edilmiştir.
Ümmetin icmâ’ına karşı gelen, mü’minlerin yolundan başkasına uymuş olur. Öyleyse, böyle bir kimsenin sözüne nasıl i’tibâr olunur? Bekâra sûresi 143. âyet-i kerîmesinde meâlen buyuruldu ki: “(Ey müslümanlar!) Sizi seçkin ve şerefli bir ümmet kıldık ki bütün insanlar üzerine adâlet örneği ve hak şâhidleri olasınız” Âyet-i kerîmede geçen Veset, seçilmişler, Şühedâ ise insanlara karşı adâletli olanlardır. O hâlde böyle olan kimseler, hata ve bozuk iş üzerinde asla birleşmezler. Yine, Âl-i İmrân sûresinin 110. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Siz ümmetlerin en iyisi oldunuz, insanların iyiliği için yaratıldınız, iyilik yapılmasını emreder, kötülükten nehyedersiniz” buyuruldu. Bu âyet-i kerîme delâlet ediyor ki, onların hepsi, her iyiliği emrederler, her kötülüğü de men ederler.
İnsanlar iki kısımdır, 1- Kitap ve sünnetten hüküm çıkarabilen müctehid âlim. 2- Müctehidi taklid eden mukallid.
Müctehidin vazîfesi, yeni bir hâdise ortaya çıktığı zaman, o hâdiseye dâir hükm-i şer’îyi delîllerden çıkarmaktır.
Mukallidin vazîfesi ise âlimlerin sözlerine uymaktır. Mukallid olan bir kimse, bir âyet-i kerîme veya hadîs-i şerîf duyduğu zaman, âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîfe uymak sûretiyle, müctehidin bildirdiği hükmü terkedemez. Çünkü mukallid bir kimse bilir ki, müctehid bu âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîfi bilmektedir. Bunlarla amel etmeyip, değişik bir hüküm vermeleri, daha kuvvetli başka delîller bulup onlara uydukları içindir.
Enbiyâ sûresi 7. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Bilmiyorsanız, zikir ehline sorunuz. Bilmediklerinizi bilenlerden sorup öğreniniz” buyuruldu. Nisa sûresinin 83. âyet-i kerîmesinde de meâlen; “Onlardan netice çıkarmağa kâdir olanlar onu bilirler” buyuruldu.
Müfessirler bu âyet-i kerîmeler üzerinde uzun olarak beyânda bulunmuşlardır. Ancak maksad ve netice şudur ki; müctehid olmayan avamdan bir kimse, umûmî ve mutlak ma’nâlı bir âyet-i kerîme duyduğu zaman, âyet-i kerîmedeki bu umûmî ve mutlak ma’nâya değil, müctehid olan âlimlerin sözlerine uymaları, yapışmaları gerekir.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Tabakât-üş-Şafiiyye (Sübkî) cild-9, sh. 190
2) Tabakât-üş-Şâfiiyye (Esnevî) cild-2, sh. 13
3) Mu’cem-ül-müellifîn cild-11, sh. 25
4) Hüsn-ül-muhâdara cild-1, sh. 320
5) Ed-Dürer-ül-kâmine cild-4, sh. 74
6) Şezerât-üz-zeheb cild-6, sh. 78
7) Miftâh-üs-se’âde cild-2, sh. 361
8) Kâmûs-ül-a’lâm cild-5, sh. 2783
9) Fevât-ül-vefeyât cild-4, sh. 7
10) El-A’lâm cild-6, sh. 284
11) Esmâ-ül-müellifîn cild-2, sh. 146
12) İzâh-ül-meknûn cild-2, sh. 92, 713
13) Keşf-üz-zünûn sh. 220, 241, 377, 744, 1262, 1877
14) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 406