İlmi ile âmil olan âlimlerin önde gelenlerinden ve âriflerin, evliyânın büyüklerinden. İsmi, Abdullah bin Alevî İbni Üstâd-ül-a’zam’dır. Kaynak eserlerde doğum târihi ve hâl tercümesi hakkında pek ma’lûmât bulunmayan Abdullah bin Alevî (r.a.), 731 (m. 1330) senesinde doksan yaşını geçmiş olarak vefât etti. Kerâmetlerinden ba’zıları şunlardır:
Abdullah bin Alevî hazretleri, bir zaman Mekke-i mükerremede şarap içen bir kimse ile karşılaştı. Böyle mübârek bir yerde, böyle çirkin bir günâhın işlenmesini hoş karşılamadı. O kimse. Abdullah bin Alevî hazretlerine dedi ki: “Ben terzilik yapıyorum. Şarap içmeye öyle alışmışım ki, onu içmesem san’atımı, işimi yürütemiyorum. İçmezsem, çalışamıyorum. Her ne kadar bırakmak istesem de, bırakamıyorum. Bunu bırakırsam, işimi devam ettiremem” dedi. Abdullah hazretleri “Şayet Allahü teâlâ, sana içki içmeden de mesleğini devam ettirmeni nasîb ederse, içki içmeye tekrar dönmeyeceğine dâir bana söz ver!” dedi. O kimse de peki” deyince, Abdullah (r.a.), Allahü teâlâya duâ edip, bu kimseye tövbe etmeyi nasîb etmesi ve tövbesini kabûl etmesi için yalvardı. O kimse içkiyi terketti. İşini, içkisiz de yapabildiğini anladı. Önceki hâline tövbe etti ve tövbesini bozmadı. Abdullah bin Alevî hazretlerinin delâleti ile tövbesinde öyle bir sadâkat gösterdi ki; sâlihlerden kıymetli bir zât oldu. Bu hâdiseden bir müddet sonra, Abdullah bin Alevî, rü’yâsında bir münâdinin, bu kimsenin ismini söyliyerek; “Filân kimse için, filân yerde bir kabir kazınız! Kim onun cenâze namazında bulunursa, Allahü teâlâ onu mağfiret eder” diye nidâ ettiğini gördü. Uyandığında, hemen o kimsenin hâlini sordu. Vefât ettiğini bildirdiler. Bildirilen yere kabri kazıldı. Abdullah bin Alevî cenâze namazını kıldırdı. Oraya defnettiler.
Bir defasında bir kimse Abdullah bin Alevî’nin huzûrunda, yazdığı bir şiiri okudu. Şiir, öldükten sonra dirilmek ve Allahü teâlâya hesap vermek hakkında idi. Şiirin derin ma’nasının te’sîri ile Abdullah bin Alevî, kendinden geçerek bayıldı. Kendisine geldiğinde, o kimseye o beytleri tekrar okumasını söyledi O da; “Bana Cennete girmeme kefil olmanız şartı ile okurum” dedi. Abdullah bin Alevî de; “Benim buna gücüm yetmez. Lâkin istediğin miktarda mal verebilirim” dedi. O kimse, “Ben Cennetten başka birşey istemem. Mal bizim hoşlanmadığımız, kötü gördüğümüz bir şeydir” dedi. Bunun üzerine Abdullah hazretleri, o kimseye Cennet nasîb olması için duâ etti. O kimse de güzel beyitleri tekrar okudu. Bundan sonra bu kimsenin hâli güzel oldu. Abdullah hazretlerini çok sevmeye başladı. Nihâyet birgün vefât etti. Abdullah bin Alevî İbn-i Üstâd-ül-a’zam cenâzenin yıkanma ve kefenlenme hizmetlerini yerine getirdi. Defninde hazır bulundu. Definden sonra kabrin yanında bir saat kadar oturdu. Bir ara yüz şekli çok değişti. Gayet üzüntülü göründü. Birâz sonra da güldü ve sevindi. Bu nâlin sebebi suâl edildiğinde, cevaben buyurdu ki: “Vefât eden kimsenin yanına melekler gelip, Rabbinin kim olduğunu sorduklarında; “Benim üstadım Abdullah bin Alevî’dir. Suâllerinizi ona sorun, cevâbını ondan alın!” dedi. Ben, acaba ne yapacaklar diye çok endişelendim. Aynı suâli tekrar sorduklarında, o yine aynı şekilde cevap verdi. Bunun üzerine melekler ona; “Sana ve üstadın Abdullah bin Alevî’ye merhabalar, rahatlıklar olsun” dediler. Bunları duyunca, ben sevindim ve yüzüm güldü.”
Ba’zı âlimler buyurmuşlardır ki: “Büyük zâtlar, işte böyle talebelerini muhafaza ederler. Hattâ öldükten sonra bile.”
Ahmed bin Abdullah isminde bir zât anlatır: “Muhammed bin Ubeyd isminde birine, emânet olarak bir miktar dirhem (gümüş para) bırakmıştım. Bir zaman sonra o kimsenin evi yandı. Bizim paralar da gitti. Üzüntüyle Abdullah bin Alevî’nin yanına vardım. Durumu kendisine anlattım. Pek iltifât etmedi. Sonra hanımı vasıtasıyla tekrar rica ettim. Bunun üzerine hizmetçisini çağırdı. Ona ma’nâsını benim anlıyamadıgım ba’zı şeyler söyledi sonra hizmetçi çıkıp gitti. Biraz sonra elinde bir kese ile çıkıp geldi. Bu kese benim emânet ettiğim ve yandığını zannettiğim dirhemlerin bulunduğu kese idi. Bu kesenin yanmamış olması düşünülemezdi. Fakat nasıl oldu ise aynısı bulunmuştu. Ben bunun, Abdullah bin Alevî hazretlerinin bir kerâmeti olduğunu anladım.”
Birgün İbn-i Üstâd-ül-a’zam Abdullah hazretlerinin yanına fakirlerden bir grup kimse geldi Bunların karınları aç idi. Abdullah hazretleri, İbn-i Nâfî’ isimli hizmetçisine; “Filan ambara git! Oradan bu fakirler için hurma getir! Karınlarını doyursunlar” buyurdu. Hizmetçi iyi biliyordu ki, o ambar boş idi. İçinde hurma filan yoktu. “O ambar boş” dedi. O zât, aynı emri tekrarlayınca, hizmetçi, ambarı boşalttıklarını, içinde hiçbir şey kalmadığını, tamamen boş olduğunu bildirdi O yine; “Sen ambara git! Orada hurma bulursun” deyince, hizmetçi gitti. Hakîkaten orada hurma bulunduğunu gördü ve alıp getirdi. Fakirler o hurmaları yiyip karınlarını doyurdular.
Bir sene, Abdullah bin Alevî, bir kimsenin bir miktar arazisini kiralayıp ekti. Tarla sahibi ile, Ali Ahmed isimli bir kimsenin arasında bir düşmanlık vardı. Bu sebeble bu kimse, bu tarlada bulunan ekini telef etmek istedi. Tarlanın sahibi Abdullah bin Alevî’ye gelerek bu durumu bildirdi. O da hayvanına binerek ekini telef etmek isteyenlerin yanına vardı. Bu tarlaya bir zarar vermemelerini rica etti. O kimseler bu sözlere hiç i’tibâr ve aldırış etmediler. Bunun üzerine; “Bu zirâat bize âittir” buyurdu ve yanlarından ayrıldı. Bu zât oradan ayrıldıktan sonra, o kimselerin önde gelenlerinden birisi bunlara dedi ki: “Bu zât, büyük bir kimsedir. Gelin zirâatı telef etmek düşüncesinden vaz geçelim. Sonra bize bir zarar gelebilir.” Diğerleri bunu da dinlemek istemediler. O kimse bu sefer de dedi ki: “Madem sabırsızlanıyorsunuz, öyle ise, önce o mahsûlün içine bir hayvan gönderelim. Bakalım nasıl olacak. Hayvana bir zarar gelirse, siz de bu işten vaz geçersiniz. Hiçbir şey olmazsa, dilediğinizi yaparsınız.” Tarlanın içine bir hayvanı soktular. O hayvan, o mahsûlden biraz yedikten sonra düşüp öldü. Diğerleri de, mahsûle zarar vermekten korkup, bu düşüncelerinden vazgeçtiler.
Ahmed bin Nu’mân isminde bir kimsenin bir hayvanı vardı. Bu hayvanını satmak üzere pazara giderken, kendi kendine; “Bu hayvanı şu kadar fiata satabilirsem, aldığım ücretin şu kadar miktarını Abdullah bin Alevî hazretlerine hediye edeceğim” diye niyet etti. Pazara vardı. Hayvanını kolaylıkla ve arzu ettiği fiata sattı. Sonra, Abdullah bin Alevî hazretlerinin bulunduğu Terîm beldesine döndü. Fakat yolda giderken yaptığı niyyeti, sadaka vermeyi unutmuştu. Abdullah bin Alevî bunu yanına çağırıp, o niyetini hatırlattı. O kimse çok hayret etti. Bu niyetini hiç kimseye söylememişti. Bunun, o zâtın bir kerâmeti olduğunu anlıyarak nezrini (adağını) yerine getirdi.
Abdullah bin Alevî hazretleri, talebelerinin evlerinde olanları, kendilerine zararlı olacak şeyleri, korktukları şeyleri onlara haber verirdi. Bir defasında yanına uzak yerlerden bir grup kimse ziyâret için gelmişlerdi. Onlar daha birşey anlatmadan, onların yolda karşılaştıkları hâdiseleri kendilerine haber verdi. Başka bir zaman yine uzak memleketlerden bir grup kimse, Terîm beldesine geldiler. Gece geç vakit olmuştu. Karınları çok acıkmıştı. Yiyecek istiyecek bir zaman değildi ve herkes uykuda idi. Tam bu sırada kendilerine yemek ve su getirildi Onların hiçbiri, bu yemekleri kimin getirdiğini ve nereden geldiğini anlıyamadılar. Bir defasında iki kişi, birlikte Abdullah bin Alevî hazretlerinin ziyâretine geldiler. Yolda gelirlerken birisi Abdullah hazretlerinin yanına vardıklarında kendisine hurma verilmesini temenni etti. Diğeri ise kendisine ekmek verilmesini arzu etti. Yanına vardıklarında her ikisine de arzu ettikleri şeyleri ikram etti. Abdullah bin Alevî hazretleri, başka memleketlerde olan bir talebesi ile görüşmek istese, yanında bulunan bir talebesine, uzak beldede bulunan arkadaşını ismi ile çağırmasını emrederdi. O talebe, uzakta bulunan arkadaşına ismi ile hitâb ederek seslenince, kendisine seslenilen kimse ne kadar uzakta bulunursa bulunsun, Allahü teâlânın izni ile bu sesi duyar ve hocasının yanına gelirdi. Hizmetçilerinden birisi şöyle anlatır: “Bir defa kendisi ile beraber bir sefere çıktık. Bir yere vardığımızda bana, yüksekçe bir yere çıkıp, uzakta Fil beldesinde bulunan Şeyh Ömer isimli bir zâtı çağırmamı söyledi. Ben de emrettiği gibi yaptım. Üçüncü defa seslendiğimde, o zâtın; “Lebbeyk (Buyurun efendim!)” diye cevap verdiğini işittim. Aradaki mesafe çok uzaktı. Abdullah hazretlerinin çağırdığını söyledim. Biraz sonra çıka geldi Sür’atle geldiği için, çok terlemiş ve terden elbisesi ıslanmıştı. Beraberce oturup sohbete başladılar, öyle derin ma’nâlı konuşuyorlardı ki, ben yanlarında bulunup kendilerini dinlediğim hâlde birşey anlıyamadım. Bu hâlde akşam namazı vakti oldu. Namazdan sonra vedâlaştılar. Şeyh Ömer memleketine gitti. Abdullah bin Alevî, kendisi hayatta olduğu müddetçe bu hâli hiç kimseye haber vermememi emretti. Ben de bu kerâmetini onun sağlığında hiç kimseye söylemedim. Vefâtından sonra anlattım.
Abdullah bin Alevî hazretleri, her sene hac ederdi. Bunu evliyâdan çok kimse haber vermiştir, insanlar onu, memleketi olan Terîm beldesinde zannederler, fakat o hac zamanı hacılar arasında bulunurdu. Bir sene talebelerinden Müflih bin Abdullah hacca gitmeye niyet etti. Gidip, hocası Abdullah bin Alevî hazretlerinden izin istedi. O da “Minâ’ya vardığın zaman, filân oğlu filânı sor. Bizim selâmımızı söyle, o sana istediğin konuda yardım eder” buyurdu. Müflih bin Abdullah diyor ki: “Minâ’ya vardığımda, o kimseyi buldum. Bana çok yardımda bulundu. Hocamdan suâl etti. Ben de, şu anda Terim beldesinde bulunduğunu, hâlinin iyi olduğunu söyledim. O kimse hayret etti. “Daha dün, bizimle beraber Arafat’ta vakfe yaptı. Şimdi nasıl Terîm’de olur?” dedi. Benim ihtiyâçlarımı giderdi Ben Terîm’e döndüğüm zaman, hocamın yanına gittim. Benim haccımı tebrik etti. Ben de; “Asıl ben sizin haccınızı tebrik ederim” deyip, şâhid olduğum durumu anlattım. “Sen bunu gizli tut! Ama senin arzun da hâsıl oldu. Orada sıkıntı çekmedin” buyurdu. Ben bu hâlin, onun bir kerâmeti olduğunu anladım ve kendisi hayatta iken bunu kimseye anlatmadım.
Her kim hâlis niyet ve hüsn-i zan ile, Abdullah bin Alevî hazretlerini vesile ederek duâ etse, biiznillah maksadı hâsıl olurdu. Buna misâl o kadar çoktur ki, böyle duâ edip duâsı kabûl olanlar ve böyle hâdiseleri görüp şâhid olanların isimleri yazılsa, cildler doldurur.
Talebelerinden birisi baras hastalığına yakalanmıştı. Bir defasında hocasının abdest aldığı suyu alarak vücûduna sürdü. O gece uyudu. Sabah kalktığında, Allahü teâlânın izni ile rahatsızlığının geçmiş olduğunu, baras illetinden bir eser kalmadığını görüp, Allahü teâlâya şükretti.
Yine talebelerinden Müflih el-Hamîdî anlatır: “Ben bir yolculuğa çıkmıştım. Yolda eşkiyalar önümü kestiler. Beni öldürmek ve malımı almak istiyorlardı. Ben, hocam Abdullah bin Alevî hazretlerinden yardım istedim. Onu vesile ederek Allahü teâlâya duâ ettim. Tam bu sırada, bir kişinin; “Abdullah bin Alevî geliyor” dediğini işittim. Bu sözü duyan eşkiyaların her biri bir tarafa dağıldı. Bana hiçbir zarar veremediler.”
Abdullah bin Alevî hazretlerinin talebelerinden birisi, bir yerde zirâat yapıp ekin ekmişti. Onun ekin ektiği bölgede, iki grup arasında muharebe oldu. Muharebede galip gelenler, orada bulunan ekinlerin kendilerine geçtiğini, dolayısıyla orada bulunan mahsûlü kendilerinin hasad edeceklerini bildirdiler. Ekinlerin sahibi olan talebe, hocası hürmetine Allahü teâlâya duâ etti. O kimseler ekinleri hasad etmek (biçmek) için tarlaya geldiklerinde, ekinlerin hasad edilmiş olduğunu görüp, üzüntüyle geri döndüler. Sonra fakirlerden biri gidip baktı. Ekinin hasad edilmemiş olduğunu gördü ve bunu onlara haber verdi. Geri dönüp baktıklarında, yine gördüler ki, ekin hasad edilmiş, kaldırılmış. Anladılar ki, bu mahsûl korunmakta, muhafaza edilmektedir. Bunu anladıktan sonra, o tarladaki mahsûl ile uğraşmaktan vaz geçtiler.
İbn-i Üstâd-ül-a’zam Abdullah bin Alevî hazretleri vefât ettikten sonra, cenâzesinin gasledildiği (yıkandığı) sudan arta kalanını, talebelerinden ba’zısı almışlardı. Bu sudan hangi yaraya sürseler, Allahü teâlânın izni ile o yara mutlaka iyileşirdi.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Câmi’u kerâmât-il-evliyâ cild-2, sh. 116