Hadîs ve fıkıh âlimi. İsmi, Abdürrahmân bin Ahmed bin Receb bin Hasen bin Muhammed bin Mes’ûd el-Bağdâdî olup, künyesi Ebü’l-Ferec’tir. Lakabı ise, Zeynüddîn ve Cemâlüddîn’dir. 736 (m. 1336) senesinde Bağdad’da doğdu. 795 (m. 1393) senesinde babası ile gelip yerleştiği Dımeşk’da vefât etti. Bâb-üs-sagîr denilen kabristana defnedildi.
Dımeşk’a yerleşen İbn-i Receb, burada Muhammed bin İsmâil bin İbrâhim, İbrâhim bin Dâvûd el-Attâr ve birçok âlimden hadîs-i şerîf dinledi ve rivâyet etti. İlim öğrenmek için gittiği Mısır’da Ebü’l-Feth el-Midûmî, Ebü’l-Hâzım el-Kalânisî’den ve birçok âlimden hadîs-i şerîf dinledi ve rivâyette bulundu. Hadîs ilminde hafız (yüzbin hadîs-i şerîfi râvîleriyle birlikte ezbere bilen) idi. Fıkıh ilminde de söz sahibi olan İbn-i Receb, Hanbelî mezhebi fıkıh âlimlerinden idi.
İbn-i Receb hazretleri, vefâtı yaklaşınca, bir kimseye; “Benim için falan yerde bir kabir kaz” dedi. O kişi de dediği yere gidip bir kabir kazdı, İbn-i Receb, o kişi kabri kazdıktan sonra gidip kabrine baktı, içine girip yattı ve; “Tamam, güzel olmuş” diyerek kazılan kabri beğendi. Bundan birkaç gün sonra da vefât etti. Kazdığı o kabre defnedildi.
İbn-i Receb birçok eser yazdı. Bu eserlerden ba’zıları şunlardır: 1- El-İstihrâc li ahkâm-il-harâc, 2- El-İstignâ bil-Kur’ân, 3- İstinşâku nesîm-ül-üns min nefehâti riyâz-il-kudsi, 4- Ehvâl-ül-kubûr: Kabir azâbını, kıyâmet ve âhıret hâllerini anlatan bir eserdir. Süleymâniye Kütüphânesi Reşid Efendi kısmı 159 numarada kayıtlıdır. 5- Et-Tahvîf mınennâr vet-ta’rîf bi hâli dâr-il-bevâr, 6-Takrir-ül-Kavâid ve tahrir-ül-ferâid, 7-Câmi-ül-ulûm vel-Hikem fî şerhi erbeîne hadîsen min cevâmi-il-kelîm, 8- Zeyl-i Tabakât-ı Hanâbile: Kâdı Ebû Ya’lâ’nın yazmış olduğu Tabakât-ı Hanâbile’nin zeylidir. Kâdı Ebû Ya’lâ’nın yazmadığı Hanbelî mezhebi âlimlerinin hayâtını yazmıştır. 9- Riyâd-ül-üns, 10- Şerh-i Sahîh-i Tirmizî, 11- Mecmûat-ür-resâil, 12- El-Kavâid-ül-kübrâ, 13- Letâif-ül-meârif fîmâ lil-mevsimi minel-vazâif: Dînî ve ahlâkî bilgiler hakkında İslâm âlimlerinin güzel sözlerinin toplandığı bir eserdir. Süleymâniye Kütüphânesi Molla Çelebi kısmı 138 numarada kayıtlıdır. 14- Melidât fî fazâil-üş-şühûr, 15- El-İlmâm fî fedâil-il-Beytillah-il-haram.
Letâif-ül-meârif adlı eserinden bölümler:
Mutarrif bin Abdullah (r.a.) buyurdu ki: “Ölüm, ni’met sahiblerinin ni’metlerini ellerinden alır. Öyleyse devamlı olan, kaybolmayacak ni’meti (Cennet ni’metini) arayın!” Selef-i sâlihînden bir zât şöyle buyurmuştur. “Dünyâyı hakkıyla tanıyan kimse, onu hakîr ve önemsiz görür.”
Büyük âlimlerden birisi buyurdu ki: “Amellerin üstünü, nefsin beğenmediğidir.” Yapılan tâatin kabûl olduğunun alâmeti, tâata devam edilmesidir. Kabûl olmadığının alâmeti ise, o tâattan sonra bir günâhın yapılmasıdır. Hasen-i Basrî (r.a.) buyurdu ki: “İstiğfarı çok yapınız. Çünkü Allahü teâlânın rahmetinin ne zaman ineceğini bilemezsiniz. “Lokman Hakîm oğluna şöyle nasîhatta bulundu: “Oğlum! Kendini istiğfara alıştır. Çünkü öyle anlar vardır ki, o zaman Allahü teâlâdan dilekte bulunanların dilekleri red olunmaz.” Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmin Muhammed sûresi ondokuzuncu âyet-i kerîmesinde, tevhîd ile istigfârı birarada bildirmektedir. Bir haberde şöyle bildirilmiştir “Şeytan şöyle der: Ben insanları günahlarla helak ettim. Onlar da beni “La ilahe illallah” ve istiğfar ile helak ettiler.
Evzâî, Yahyâ İbni Ebû Kesîr’den şöyle rivâyet etti: “Kim de şu altı şey bulunursa, imânı kemâle erer 1- Allahü teâlânın düşmanları ile harb etmek. 2- Yazın oruç tutmak. 3- Kışın, abdesti güzel almak. 4- Bulutlu günde namazı ilk vaktinde kılmak, 5- Haklı olduğunu bildiği hâlde münâkaşa ve mücâdeleyi terk etmek. 6- Belâ ve musibetlere sabretmek.”
İbn-i Ömer’in (r.a.) rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte Resûl-i ekrem (s.a.v.); “Allahü teâlâ, rûh gargaraya gelmediği müddetçe, kulun tövbesini kabûl eder” buyurdu. Allahü teâlâ, Nisa sûresinin onyedinci âyet-i kerîmesinde meâlen; “Ancak Allahın kabûl edeceğini va’d buyurduğu tövbe, o kimseler içindir ki, bir cahillikle bir kabahat yaparlar da sonra çok geçmeden tövbe ederler, işte Allah, bunların tövbelerini kabûl buyurur. Allah, ihlâsla tövbe edenleri hakkıyla bilicidir” buyurdu. Âyet-i kerîmede cehâletten murâd, kötü amele yönelmektir. Çünkü Allahü teâlâya isyan eden kimse câhildir. Allahü teâlâya itaat eden ise âlimdir. Şöyle ki: Allahü teâlâyı, O’nun azametini ve kibriyâsını bilen kimse, Allahü teâlâya asla âsi olmaz. Denilmiştir ki, insanlar Allahü teâlânın azameti hakkında tefekkür etselerdi, asla isyanda bulunmazlardı.
Resûlullahın (s.a.v.) Eshâbı ile beraber olduğu meclisleri, tamamen Allahü teâlâyı anıp, hatırlamak, Allahü teâlânın emirlerine teşvik, yasaklarından sakındırmaktan ibâretti. Resûlullahın (s.a.v.) mübârek meclislerinde Kur’ân-ı kerîm okunurdu. Kendisine gelen vahiyleri Eshâb-ı Kirâma bildirirdi. Allahü teâlânın emir ve yasaklarını Eshâb-ı Kirâma anlatır, onları güzel va’z ve nasihatlerle Rabbinin yoluna da da’vet ederdi. Allahü teâlâ, Ra’d sûresinin yirmisekizinci âyet-i kerîmesinde meâlen; “Bunlar, Allahın zikri ile kalbleri huzûra kavuşarak îmân edenlerdir. Evet, bilin ki, ancak Allahı anmakla kalbler yatışır ve huzûr bulur” buyuruyor. Yine Enfâl sûresinin ikinci âyet-i kerîmesinde meâlen; “Gerçek mü’minler yalnız o kimselerdir ki, Allahü teâlâ (Allahü teâlânın azâbı) zikr olunduğu zaman (Allahü teâlânın, azametinden ve celâlinden) kalbleri korkar, âyetleri onlara okunduğunda imanları artar. Bütün işlerinde Allahü teâlâya tevekkül ederler” buyuruluyor.
İbn-i Mes’ûd (r.a.) buyurdu ki; “İçerisinde hikmetlerden bahsedilen, Allahü teâlânın rahmetinin umulmasına vesile olan zikir meclisleri (Allahü teâlânın anıldığı meclisler), ne iyi meclislerdir.”
Birgün birisi Hasen-i Basrî’ye (r.a.) kalbinin katılığından şikâyette bulununca, Hasen-i Basrî ona, Allahü teâlâyı anmasını tavsiye buyurdu. Zikir meclisleri, kalblerde huşû’ meydana getirir. Yer yağmurla canlandığı gibi, ölü kalbler de, Allahü teâlânın zikrinin yapıldığı meclisler ve fâideli ilim ile hayat bulur. Dünyâya gönül bağlamamak ve âhırete hazırlık için gayretli olmak, ilim meclislerinde dünyânın gerçek yüzünün ve ayıplarının, Cennet ni’metleri ve onların üstünlüğü, Cehennem ve azâbının şiddetinin anlatılması ile hâsıl olur. Allahü teâlânın anıldığı yere rahmet iner. Orasını sekînet ve vekar kaplar. Melekler burayı kuşatırlar. Selef-i sâlihînin çoğu, böyle bir meclisten, ma’nevî huzûr içinde kendilerini vekar kaplamış olarak çıkarlardı. Hattâ onlardan bir kısmı, böyle bir meclisten çıktıktan sonra yemek yiyemezlerdi. Ba’zıları da o mecliste ne duymuşlar ise, derhâl o duydukları ile amel ederlerdi.
Va’z ve nasihatler öyle kamçılardır ki, onlarla kalblere vurulur. Nasıl, gözümüzle gördüğümüz kamçılar, bedene vurulduğu zaman te’sîr ederse, nasihatler de öyle kalbe te’sîr ederler, Büyüklerden birisi şöyle buyurdu: “Ancak, temiz bir kalbden çıkan nasihatler te’sîr eder. Çünkü kalbden gelerek yapılan nasihat, kalbe gider. Sâdece dil ile yapılan nasihatler, bir kulaktan girip, diğerinden çıkar, te’sîrli olmaz.” İlmiyle amel etmiyen âlim mum gibidir. İnsanları aydınlatır, fakat kendisini yakıp bitirir.
Muharrem ayının ve ilk on gününün fazileti: Ebû Hüreyre’nin (r.a.) rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte, Resûl-i ekrem (s.a.v.); “Ramazân-ı şerîf ayındaki oruçlardan sonra en faziletli oruç, Muharrem ayının orucudur. Farz namazlardan sonra en faziletli namaz, gece namazıdır” buyurdu.
Kurre bin Hâlid, Hasen-i Basrî’den (r.a.) şöyle nakletti: “Allahü teâlâ, yeni yıla mübârek bir ay ile başladı. Sene içerisinde Allahü teâlâ indinde, Ramazân-ı şerîf ayından sonra Muharrem ayından daha kıymetli bir ay yoktur.”
Oruç tutmak: Oruç, Rabbi ile kul arasında bir sırdır. Bu sebeble Allahü teâlâ, hadîs-i kudsîde şöyle buyuruyor: “Her iyiliğin mükâfatı, on mislinden yediyüz misline kadardır. Yalnız oruç bana mahsûstur. Onun mükâfatını da ancak ben veririm. Çünkü, kulum benim için; yeme, içme ve cima arzularını terketti. Benim için gözünü haramlara kapadı, dilini muhafaza etti.” Peygamber efendimiz (s.a.v.) bir hadîs-i şerîfte; “Cennette bir kapı vardır ki, ona Reyyân denir. Ondan oruç tutanlar girer. En sonuncu girince, bu kapı kapatılır. Artık oradan kimse giremez” buyurdu. Diğer bir hadîs-i şerîfte ise; “Kim Allah rızası için bir gün oruç tutarsa, Allahü teâlâ onu Cehennemden uzaklaştırır” buyurdu.
Rivâyet edilir ki: “Kıyâmet günü oruçlular için Arş’ın altında sofra kurulur, insanlar hesap verirken, onlar o sofradan yerler. Bunun üzerine insanlar; “Bunlara ne oluyor? Biz hesap vermekle meşgûlüz, onlar ise yemekle meşgûller” derler. Bunun üzerine onlara; “Siz dünyâda yerken, onlar oruç tutuyorlardı” denir. Allahü teâlâ, Ahzâb sûresinin otuzbeşinci âyet-i kerîmesinde meâlen; “Oruç tutan erkekler ve oruç tutan kadınlar, ırzlarını koruyan erkek ve kadınlar, Allahı çok zikr eden erkekler ve kadınlar (var ya), Allah bunlara bir mağfiret ve büyük bir mükâfat hazırlamıştır.”
Yine Allahü teâlâ, Hâkka sûresinin yirmidördüncü âyet-i kerîmesinde meâlen; “Yeyin, için, afiyet olsun; (dünyâdaki) geçmiş günlerde takdim ettiğiniz sâlih amellere karşılık olarak” buyuruluyor. Mücâhid (r.a.) ve daha birçok âlim; “Bu âyet-i kerîme, oruç tutanlar hakkında nâzil olmuştur” demişlerdir. Allah için yemesini, içmesini ve şehvetini bırakıp oruç tutanlara, Allahü teâlâ hiç bitmeyen yiyecek ve içecek, ebedî saadet nasîb edecektir.
Sâlihlerden birisi, o kadar çok oruç tuttu ki, artık beli bükülüp sesi çıkmaz oldu. Vefât edince rü’yâda gördüler. Kendisine ne hâlde olduğu sorulunca; “Bana çok kıymetli giyecekler giydirdiler” dedi. Ebû Bekr bin Ebû Meryem, son anlarını yaşıyordu. Hem de oruçlu idi. Kendisine orucunu açacak birşey vermek istediler. “Güneş battı mı?” diye sordu. “Evet” dedikten sonra ağzına birkaç damla su damlattılar. Daha sonra’vefât etti.
Oruç, Allahü teâlâ ile kul arasında bir sır olduğu için ihlâs sahibleri, nafile oruçlarını başkalarından gizleme husûsunda çok gayret gösterirlerdi.
Gece ibâdetinin fazileti: İbn-i Mes’ûd (r.a.) buyurdu ki: “Gece namazının, gündüz namazına üstünlüğü; gizli sadakanın, açıktan verilen sadakaya üstünlüğü gibidir.”
Amr bin As da (r.a) şöyle buyurdu: “Gece kılınan bir rek’at namaz, gündüz kılınan on rekattan daha hayırlıdır.”
İbn-i Ebiddünyâ şöyle buyurdu: “Gece namazının gündüz kılınan namaza üstün olması sırlar bakımından daha çok olması ve ihlâsa daha yakın olmasındandır.”
Allahü teâlâ, gece kendisini zikr için, duâ ve istiğfar için, münâcat için uyananları secde sûresinin onaltıncı âyet-i kerîmesinde meâlen şöyle medh buyurmuştur. “Onlar, o kimselerdir ki, (geceleyin namaz kılmak için) yataklarından kalkarlar. Rablerine azâbından korkarak ve rahmetinden ümîdvar olarak duâ ederler. Kendilerine verdiğimiz rızıklardan da hayır yollarına harcarlar.”
Ahvâl-ül-kubûr adlı eserinden ba’zı bölümler:
Allahü teâlâ Ademoğlunu yarattı. Hangisinin daha güzel amel işlediğini denemek için onları dünyâya yerleştirdi. Sonra onları kabir âlemine nakletti. Onları burada, kıyâmet gününe kadar tuttu. Onlar kabir âleminde olmakla beraber, amellerinin iyi veya kötü olmasına göre karşılık görürler. Ameli iyi olanlar, kabirlerinde ikrama ve ni’metlere kavuşurlar. Amelleri kötü olanlar ise, hor ve hakîr olurlar. Allahü teâlâ, Mü’minûn sûresinin yüzüncü âyet-i kerîmesinde meâlen; “(Kâfirler der ki:) “Tâ ki, ben terk ettiğim imânı yerine getirip, sâlih bir amelde bulunayım. Hayır (artık dünyâya dönülmez), müşriklerden herbirinin söylediği bu sözler, söyleyene âit faydasız bir lâftır, önlerinde ise bir mezar vardır. Diriltilecekleri güne kadar oradadırlar” buyuruyor.
Hasen-i Basrî (r.a.), birgün kabirleri göstererek; “Bunlar, sizin ile âhıret arasında bulunan kabirlerdir” buyurdu.
Atâ Horasânî de; “Kabir, dünyâ ile âhıret arasındaki vakittir” demiştir. Ebû Umâme el-Bâhilî, bir şahsın cenâze namazını kılıp cenâze kabre konunca; “Bu andan i’tibâren, meyyit için mahlûkâtın diriltileceği güne kadar devam edecek bir kabir hayâtı başladı” demiştir.
Şa’bî’ye (r.a.), falanca kimse vefât etti denilince; “O, ne dünyâda ne de âhırettedir. O, kabir âlemindedîr” dedi.
Yine Şa’brî (r.a), birisinin; “Falanca vefât etti, âhıret âleminden oldu” dediğini duyunca, o kimseye; “Ahıret ehlinden oldu deme, kabir ehlinden oldu de!” buyurmuştur.
Kabir hayâtı: Ba’zı sâlih kardeşlerim, benden, kabir hayâtına dâir haberleri, vefât edenlerin karşılaşacakları hâlleri yazmamı istemişlerdi. Çünkü böyle şeyleri dinlemek, kalblere te’sîr eder, fâide verir. Gaflet uykusunda olanları, bu uykudan uyandırır. Bunun üzerine bu husûsta Kur’ân-ı kerîm, hadîs-i şerîf ve Selef-i sâlihînden gelen haberleri, kabirlerden ibret ve nasihat olmaya dâir bildirilenleri, Allahü teâlâdan hayır diliyerek kısaca topladım. Çünkü uzun uzun anlatmak bıkkınlık ve usanma hâsıl eder. Allahü teâlâdan bizi, ölümü her ân bekleyip, ona hazırlıklı olan, duyup işittiklerinden ibret alıp, istifade edenlerden eylesin. Amin.
Birinci Bölüm: ölünün kabre konması, Münker ve Nekir meleklerinin suâl için gelmesi, kabrin genişlemesi veya daralması, ölünün Cennette veya Cehennemdeki yerini görmesi hakkındadır.
Allahü teâlâ, İbrâhim sûresinin yirmiyedinci âyet-i kerîmesinde meâlen;
“Allah, îmân edenleri hem dünyâda, hem âhırette (kabirde) sabit söz olan şehâdet kelimesi ile tesbit eder, tevhîde bağlı kılar. Allah, zâlimleri (kafirleri) şaşırtır ve dilediğini yapar” buyuruyor.
Berâ bin Âzib’den (r.a.) şöyle nakledildi: “Resûl-i ekrem (s.a.v.), İbrâhim sûresinin yirmiyedinci âyet-i kerîmesini okudu. “Bu âyet-i kerîme, kabir azâbı hakkında nâzil oldu” buyurdu. Müslim, kitabında şu hadîs-i şerîfi de bildirdi: “Ölüye; “Rabbin kimdir?” denir. Ölü, “Rabbim Allahü teâlâ” der. “Peygamberin kimdir?” diye sorulunca; Peygamberim Muhammed aleyhisselâmdır cevâbını verir.”
Berâ bin Âzib’in (r.a.) rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte, Resûl-i ekrem (s.a.v.):
“Kâfire, “Rabbin kim?” diye suâl olunur. O da; “Bilmiyorum” der. O zaman kâfire demir bir topuz ile vurulur. Eğer bununla bir dağa vurulmuş olsa idi, o dağ toprak olurdu. Kâfir, o topuz ile vurulunca öyle bir bağırır ki sesini insan ve cinden başka herşey işitir” buyurdu. Diğer bir hadîs-i şerîfte; “Ölü kabre konulunca, yanına iki melek gelir. Onu tutarlar. “Rabbin kimdir?” diye suâl ederler. Ölü; “Rabbim Allahü teâlâdır” der. “Size gönderilen o zât kimdir?” diye suâl ederler. Ölü; “O, Allahü teâlânın Resûlüdür” der. “Bunu nereden biliyorsun?” derler. Ölü; “Allahü teâlânın kitabı Kur’ân-ı kerîmde okudum. O’na îmân ettim ve O’nu tasdik ettim” der.”
Enes bin Mâlik’in rivâyet ettiği hadîs-i şerite, Resûlullah efendimiz (s.a.v.); “Meyyit mezara konup, mezar başındakiler dağılırken, onların ayak seslerini işitir” buyurmuştur.
Yine Enes bin Mâlik’in rivâyet ettiği diğer bir hadîs-i şerîfte, Resûl-i ekrem (s.a.v.); “Ölü kabre konulunca, yanına yüzleri siyah ve gök gözlü iki melek gelir. Birine Nekir, diğerine Münker denir. O kimseye; “Muhammed hakkında ne dersin?” dediklerinde, eğer mü’min ise, bu iki meleğin suâllerine cevap olarak; “Muhammed, Allahü teâlânın kulu ve Resûlüdür. Eşhedü en lâ ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve Resûlühü” der. Bu iki melek; “Biz elbette biliyoruz ki, sen dünyâda da böyle derdin” derler. Sonra o kimsenin kabri her tarafından kırkar metre genişler ve aydınlanır. Bundan sonra o kimseye uyu denildiğinde, o kimse; “Beni bırakın, çoluk çocuğuma gidip bu hâli haber vereyim” der. Melekler ona; “Kendisini ancak, çok sevdiği hanımı uyandıran yeni dâmâd gibi rahat uyu” derler. Böylece, Allahü teâlâ onu yattığı yerden uyandırıncaya kadar, rahat ve huzûr içerisinde uyur. O kimse kâfir ise, bu iki meleğe cevap olarak; “Ben bilmem, insanlardan işitirdim, bir şeyler söylerlerdi, ben de onu söylerdim” der. Bu iki melek; “Biz elbette biliyoruz ki, sen öyle derdin” derler. Sonra toprağa; “Sıkış!” diye emrolunur. Toprak o kimse üzerine sıkışır, kaburga kemiklerini birbiri üzerine geçirir ve Allahü teâlâ onu bu yattığı yerden kaldırıncaya kadar, dâima azâbda bulunur” buyurmuştur.
Câbir bin Abdullah’ın (r.a.) rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte, Server-i âlem (s.a.v.) buyurdu ki: “Her kul, ne hâl üzere öldü ise, o hâl üzere diriltilir. Mü’min îmân üzere, münâfık ise nifak üzere diriltilir.” Câbir bin Abdullah’in (r.a.) rivâyet ettiği diğer bir hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: “Meyyit kabrine konduğu zaman, güneş batma vakti kendisine gösterilir. Ölü oturur, iki gözünü siler ve; “Beni bırakın namaz kılayım” der.”
Kabrin meyyitle konuşması: Hadîs-i şerîfte, Resûl-i ekrem (s.a.v.); “Ölüyü mezara koyduklarında, mezar der ki: “Yazıklar olsun sana ey insanoğlu, ben var iken niye gurûrlandın? Benim sıkıntı, karanlık, yalnız ve böceklerle, kurtlarla dolu bir yer olduğumu bilmiyor muydun? Üzerimden geçerken, bir ayağın geride, bir ayağın ileride şaşkınca durduğun zaman neye aldanmıştın?” Eğer o kimse sâlihlerden ise,:bir ses der ki: “Ey Mezar! Neler söylüyorsun? O doğruluk üzere idi ve emr-i ma’rûf, nehy-i münker yapardı. Ona elbette yeşil bahçeler hazırladım,” Sonra bedeni nûra çevrilir, rûhu göğe çıkarılır” buyurdu.
Berâ bin Âzib’in (r.a.) rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah (s.a.v.) efendimiz; “Kabirde mü’mine, güzel yüzlü, güzel kokulu ve güzel elbiseli bir genç gelir. “Bugün, senin iyi şeyler va’d olunduğun gündür” der. Meyyit, ona kim olduğunu sorunca; “Senin (dünyâda iken yaptığın) iyi amelinim” der. Kâfir olana ise, çirkin suratlı, çirkin kokulu ve çirkin elbiseli bir genç gelir. “Bugün senin korkutulduğun ve tehdid olunduğun gündür” der. Meyyit, ona kim olduğunu sorunca, o da; “Senin (dünyâda iken yaptığın) kötü amelinim” der.” buyurdu.
Kâ’b’ın (r.a) rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte, Peygamber efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurdu: “İyi bir kul mezara konunca, iyi amelleri etrâfını sarar onu muhafaza ederler. Azâb melekleri ayak tarafından gelince, namaz karşılarına çıkar ve Allah için çok kıyâmda durmuştur, derler. Baş ucundan gelince, oruç karşılarına çıkar. Dünya da çok susuzluk çekti, derler. Bedeni tarafından gelince, hac ve Allah yolunda yaptığı cihâd karşılarına çıkar ve hayır, bu beden çok eziyet çekmiştir, derler. Eli tarafından gelince, verdiği zekât ve sadakalar der ki, bana dokunmayın. Bu el ile çok zekât ve sadakalar vermiştir. Melekler, çok güzel, mübârek olsun derler ve geri dönerler ve rahmet melekleri gelirler. Ona Cennetten bir yatak getirir ve yayarlar. Mezar ona gözünün görebildiği kadar geniş ve ferah olur. Cennetten bir kandil getirip, kıyâmete kadar onun nûru altında durur.”
Yezîd Rakkâşî dedi ki: “Bana şöyle ulaştı. Meyyit kabre konduğu zaman, amelleri onun etrâfını sararlar. Allahü teâlâ, o amelleri konuşturur. Ve şöyle derler: Ey bu kabirde yapayalnız kalan kul! Dostların, çoluk-çocuğun senden ayrılıp gittiler. Bugün senin benden başka bir arkadaşın ve yakının yok,” Kur’ân-ı kerîmin, kendisini okuyana şefaat edeceğine, kabir azâbını ondan def edeceğine dâir haberler gelmiştir. Bu husûsta Mülk sûresi (Tebareke) bildirilmiştir. İbn-i Mes’ûd (r.a.) şöyle buyurdu: “Kim Mülk sûresini her gece okursa, Allahü teâlâ o kimseyi kabir azâbından korur. Biz Resûl-i ekrem (s.a.v.) zamanında bu sûreye “Mania: kabir azâbından koruyan” derdik”
İbn-i Abbâs (r.a.) buyurdu ki: “Mülk sûresini okuyun ve ezberleyin. Onu, ailenize, Çoluk-çocuğunuza ve komşularınıza öğretin. O kendisini ezberleyen kimse için Allahü teâlâdan, onu kabir azâbından kurtarmasını diler. Allahü teâlâ, onun hürmetine, onu ezberlemiş olanı kabir azâbından kurtarır.”
Muhammed bin Semmâk şöyle anlatır: “Bir kimse kabre konulup azap edilmeye başlayınca, komşuları bağırıp; “Ey kötü kişi, sen bizden geç kaldın. Biz buraya daha önce geldik. Niçin bizden ibret almadın. Bizim gittiğimizi ve amellerimizin kesildiğini görmedin mi? Sen daha bir müddet yaşadın. Bizim kaçırdığımızı kendin için niye tedârik etmedin?” Bunun gibi, yeryüzünün her köşesindekiler feryâd edip der ki: “Ey dünyâya aldananlar niçin bizden önce gidenlerden ve sizin gibi dünyâya aldananlardan ibret almazsınız!”
Ebû Eyyûb-i Ensârî’nin (r.a) rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte, Resûl-i ekrem (s.a.v.) buyurdu ki: “Bir mü’min vefât ederken, bir rahmet meleği bunun rûhunu alır. Meyyitler, dünyâda müjde isteyenlerin toplandığı gibi bunun etrâfında toplanırlar. Ona sormağa başlarlar. İçlerinden birkaçı da, kardeşinizi bırakınız, dinlensin. Çok sıkıntılı yerden geliyor derler. Etrâfına üşüşürler. Dünyadaki tanıdıklarını sorarlar, filân adam ne yapıyor? filanca kadın evlendimi? derler.”
Hasen-i Basrî (r.a.) şöyle anlattı: “Mü’mine ölüm hali geldiğinde, ona beşbin melek gelir. Onun rûhunu alırlar. Onu dünyâ semâsına çıkarırlar. Onu, daha önce vefât etmiş olan mü’minlerin rûhları karşılar. Ona ba’zı haberler sormak isterler. Melekler onlara: “Ona arkadaşlık ediniz. Çünkü o, büyük bir sıkıntıdan kurtuldu derler. Kendisine arkadaşlık eden birisi ona, kardeşini, arkadaşını sorar. O da, bildiğin gibi der. Nihâyet kendisinden önce vefât eden birisini sorunca, yeni ölen kimse; “O size gelmedi mi?” der. Onlar; “O öldü mü?” derler. O da; “Evet” der. Bunun üzerine onlar; “İnnâ lillah ve innâ ileyhi râciûn, o havîyeyi (Cehennemi) boylamıştır” derler.”
Allahü teâlâ ba’zı kabir ehline, kabirde de, dünyâda iken yapmış olduktan sâlih amelleri yapmasına izin verir. Ancak kabirde yaptıkları amellerden dolayı sevâb ve karşılık verilmez. Çünkü ölüm ile artık insanoğlunun amelleri kesilmiştir. Fakat bu yaptıkları ibâdetler, onların Allahü teâlânın zikri ve tâati ile ni’metlenmeleri içindir.
İbn-i Abbâs (r.a.) şöyle anlattı: “Eshâb-ı Kirâmdan birisi, bir yere çadır kurmuştu. O, orasının kabir olduğunu bilmiyordu. Burada Mülk sûresini (Tebâreke) okuyan birisi ile karşılaştı. Daha sonra Resûl-i ekremin (s.a.v) yanına geldi. “Yâ Resûlallah! Bir yere çadır kurmuştum. Orasının kabir olduğunu bilmiyordum. Bu sırada Mülk sûresini okuyan birisine rastladım. Bu sûreyi sonuna kadar okudu” dedi. Bunun üzerine Resûlullah efendimiz (s.a.v.); “Mülk sûresi, onu kabir azâbından korur” buyurdu.
Hammâd-i Haffâr dedi ki: “Cum’a günü kabristana gitmiştim, bir kabrin yanına varınca, orada Kur’ân-ı kerîm’ okunduğunu duydum.
İbrâhim Haffâr şöyle anlattı: “Bir kabri kazmıştım. Bu sırada ondan bir kerpiç düştü. Kerpiç parçalanıp, açıldığı sırada, misk kokusu duydum. Bu sırada kabirde, Kur’ân-ı kerîm okuyan yaşlı bir zâtı gördüm.”
Şeyban bin Cisr, babasının şöyle anlattığını nakletti: Sabit el-Bennânî’yi mezara koyduk. Hamîd-üt-tavîl de yanımda idi. Kabrin kerpici düştü. Sâbit’in kabirde namaz kıldığım gördüm. Sabit diri iken, her zaman; “Yâ Rabbî! Bir kuluna kabirde namaz kılmak kerâmetini ihsân edersen, bana da ihsân et!” diyerek duâ ederdi.
Yahyâ bin Maîn şöyle anlattı: “Bana kabir kazan birisi şöyle dedi: Ben şu kabirlere hayret ediyorum. Kabrin birisinden hasta iniltisi gibi bir inilti duydum. Birisinden de bir müezzinin ezan okuduğunu duydum.”
Hadîs âlimi Ebû Bekr Hatîb, Îsâ bin Muhammed Tûmârî’nin şöyle anlattığını nakletti: “Bir gece rü’yâmda Ebû Bekr bin Mücâhid Mukrî’yi gördüm. Kur’ân-ı kerîm okuyordu. Ben ona; “Sen vefât etmiş olduğun hâlde, Kur’ân-ı kerîm okuyorsun” dedim. O da bana; “Ben her kıldığım namazın peşinden ve her Kur’ân-ı kerîmi hatmettikten sonra: Yâ Rabbî! Beni, kabrinde Kur’ân-ı kerîm okuyanlardan eyle diye duâ ederdim, işte şimdi ben, kabrinde Kur’ân-ı kerîm okuyanlardanım” dedi.”
Kabirdekilere sabah akşam Cennet veya Cehennem’deki yerlerinin gösterilmesi: “Allahü teâlâ, Mü’min sûresinin kırkaltıncı âyet-i kerîmesinde meâlen; “Fir’avn’a ve adamlarına, her sabah ve akşam gidecekleri Cehennem ateşi gösterilir. Kıyâmet koptuğu günde: “Fir’avn kavmini en şiddetli azâba sokun” denilecektir” buyuruyor.
İbn-i Mes’ûd (r.a) buyurdu ki: “Fir’avn ailesinin rûhları, siyah kuşların kursaklarında, hergün iki kere Cehenneme arz olunurlar. Onlara; “İşte burası sizin eviniz” denir.”
İbn-i Ömer’in (r.a) rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte, Resûl-i ekrem (s.a.v.); “Her meyyite, her sabah ve her akşam, âhıretteki yeri gösterilir. Cennetlik olana, Cennetteki yeri, Cehennemlik olana, Cehennemdeki yeri gösterilir” buyurdu.
Kabir azâbı: Kabir azaplarından birisi dövmedir. Ebû Ümâme (r.a.) şöyle rivâyet etti: “Birgün Resûl-i ekrem (s.a.v.) Bakî kabristanına geldi. İki kabrin yanında durdu. “Buraya falan erkekle, falan kadını mı defnettiniz?” buyurdu. Orada bulunanlar. “Evet, yâ Resûlallah!” dediler. Sonra Resûlullah efendimiz (s.a.v.):
“Nefsim yed-i kudretinde olan Allahü teâlâya yemîn ederim. Falancaya öyle vuruldu ki, bütün uzuvları, paramparça oldu. Öyle bağırdı ki, insan ve cinlerin dışındaki bütün mahlûk sesini duydu. Eğer gizli tutabilmeydiniz, kabir azâbını benim işittiğim gibi, size de işittirmesi için Allahü teâlâya duâ ederdim. Şimdi şu anda dövülüyor” buyurdu. Orada bulunanlar, “Yâ Resûlallah! Onun günâhı ne idi?” diye sordular. Resûlullah efendimiz (s.a.v.); “Falanca erkek, idrardan sakınmadığı için azâba düçâr oldu. Falan kadın ise, insanlar hakkında gıybet ettiği için azâba düştü” buyurdu.
Ebû Hüreyre (r.a) şöyle anlattı: “Resûl-i ekrem (s.a.v.) buyurdu ki: “Biliyor musunuz, “Her kim benim zikrimden yüz çevirirse, ona maişetten bir dank vardır ve onu kıyâmet günü, kör olarak haşrederiz” (meâlindeki) Tâhâ sûresinin yüzyirmidördüncü âyet-i kerîmesi niçin indirildi biliyormusunuz? Maişetten dank nedir?” Eshâb-ı Kirâm; “Allah ve Resûlü daha iyi bilir” dediler. Resûl-i ekrem (s.a.v.); “Maişetten dank, kafirin kabirde azâb görmesidir. Nefsim yed-i kudretinde olan Allahü teâlâya yemîn ederim ki, kafirin mezardaki azâbı, doksandokuz ejderha iledir. Ejderhanın ne olduğunu bilir misiniz? Her birinin doksandokuz başı olan, doksandokuz yılandır. Onu sokarlar, emerler ve üflerler. Kıyâmete kadar böyle devam eder” buyurdu.
Ebû Sa’îd-i Hudrî’nin rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte ise, Resûl-i ekrem (s.a.v.); “Kâfire kabrinde doksandokuz yılan musallat kılınır. Bunlar, kafiri kıyâmet kopuncaya kadar sokarlar. Eğer bu yılanlardan birisi, yeryüzüne üfürse idi. Yeryüzünde yeşil birşey bitmezdi” buyurdu.
Ubâde bin Sâmit’in rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte, Server-i âlem (s.a.v.); “Kim Allahü teâlâya kavuşmak isterse, Allahü teâlâ da ona kavuşmak ister. Kim bunu istemezse, Allahü teâlâ da onu istemez” buyurdu. Bunun üzerine biz; “Yâ Resûlallah! Hepimiz ölümü istemeyiz” dedik. Resûl-i ekrem (s.a.v.) şöyle cevap verdi: “Bu, ölümü istememek değildir. Mü’min dünyâdan ayrılacağı zaman, akıbetinin iyi olacağına dâir müjdeler kendisine verilir. Böylece Allahü teâlâya kavuşmak ister. Bu kavuşma, onun en çok istediği şeydir. Fakat kâfir ve fâcir, son nefesinde, sonunun iyi olmadığını görür ve cenâb-ı Hakka kavuşmağı istemez. Allahü teâlâ da ona kavuşmayı istemez.”
Berâ bin Âzib şöyle anlattı: “Resûlullah (s.a.v.) ile beraber Ensârdan birisinin cenâzesine gittik. Meyyit kabre konup üzeri toprakla kapatılınca, Resûlullah (s.a.v.) oturdu. Biz de etrâfına oturduk. Sanki başlarımızın üzerinde kuş vardı. (O derece sessiz, saygılı ve dikkatli dinliyorduk.) Resûl-i ekremin (s.a.v.) elinde bir çubuk vardı. Onunla yeri kazıyordu. Sonra mübârek başını kaldırıp; “Kabir azâbından Allahü teâlâya sığınırız” diye iki veya üç sefer buyurdu.
Ebû Meysere Amr bin Şerahbîl şöyle anlattı: “Birisi vefât etmişti. Kabrine konunca, yanına melekler geldi. Ona, “Biz sana yüz sopa vuracağız. Bu sana Allahü teâlâlanın azâbındandır” dediler. Bunun üzerine o şahıs meleklere, namazını, orucunu ve diğer hayır ve hasenatını saydı. Melekler, ona vuracakları sopa sayısını, Allahü teâlânın izni ile on sopaya indirdiler. O şahıs tekrar onlardan, bu on tane sopayı da hafifletmelerini istedi. Onlar da Allahü teâlânın izni ile sonunda bir sopaya indirdiler. Melekler bir sopa vurduklarında, o kişi bayıldı. Aradan epeyce bir zaman geçip kendisine geldiği zaman niçin bu sopayı kendisine vurduklarını meleklere sordu. Onlar da ona; “Sen birgün bevl etmiştin. Üzerine bevl sıçratmıştın. Fakat sen onu yıkamamıştın. Yine, yardım istiyen bir mazlûmun sesini duymuştun da, ona yardım etmemiştin. Bundan dolayı sana bu sopayı vurduk” dediler.”
Avn bin Abdullah şöyle nakletti: “Kul kabre girdiği zaman, ona önce namazdan sorulur. Eğer onu geçebilirse, diğer amellerine bakılır. Eğer namazı gecemezse, başka hiçbir ameline bakılmaz.”
İbn-i Abbâs’ın (r.a.) rivâyet ettiği hadis-i şerîfte, Resûl-i ekrem (s.a.v.); “Bevlden çok sakınınız. Muhakkak kabir azâbının çoğu bundandır” buyurdu.
Enes bin Mâlik’in rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte, Peygamber efendimiz (s.a.v.); “Kabir azâbı şu üç şeydendir: Gıybet, koğuculuk ve bevl” buyurdu.
Âlimlerden bir zât, üzerine bevl sıçratmak, gıybet ve koğuculuğun kabir azâbına sebep olmasındaki sırrı şöyle açıkladı: Kabir, âhıret konaklarının ilkidir. Onda, kıyâmet gününde kulun karşılaşacağı mükâfat ve azâba dâir bir nümûne vardır. Kıyâmet gününde, azap görmeye sebep olan günahlar iki çeşittir. Bunlar; Allahü teâlânın hakkı ve kullara âit haklardır. Kıyâmet gününde, Allahü teâlâya âit haklardan ilk istenecek ve suâle çekilecek olan namazdır. Kul haklarından ise ilk suâl edilecek, olan, kan dökmektir. Kabirde bu iki hakkın mukaddimeleri hakkında hüküm olunur, ya’nî suâl olunur. Namazın sahih olabilmesinin şartlarının başında, necâsetten temizlik gelir. Necâsetten temizlenmedikçe namaz olmaz. Kan dökmenin başlangıcı, koğuculuk ve namuslara tecâvüz etmektir. Bu ikisi, kullara karşı yapılan eziyetlerin en hafifidir. Ve büyük eziyetlere başlangıçtır. Bu sebeble, kabir âleminde hesaba ve cezaya bu ikisinden başlanır.
Ebû Sa’îd’in (r.a) rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte, Resûl-i ekrem (s.a.v.); “Kabir, kafire öyle daraltılır ki, dimağı, parmaklarından ve etinden çıkar” buyurdu.
Kabir ni’meti: “Ebû Hüreyre’nin (r.a.) rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte, Server-i alem (s.a.v.); “Muhakkak ki mü’min, kabrinde yeşil bir bahçededir. Kabri ona, enine ve boyuna olmak üzere yetmiş arşın genişletilir. Ayın ondördündeki ay gibi kabri ona aydınlatılır” buyurdu.
Ubâde bin Sâmit (r.a.) buyurdu ki: “Devamlı Kur’ân-ı kerîm okuyan mü’mine ölüm gelince, Kur’ân-ı kerîm onun yanına gelir ve baş ucunda durur. Bu sırada o yıkanmaktadır. Yıkanma işi bittikten sonra, göğsü ile kefeni arasına girer. Kabrine konduğu zaman, ona Münker ve Nekîr ismindeki iki suâl meleği gelir. O zaman Kur’ân-ı kerîm, meyyitin göğsü ile kefeni arasından çıkıp, meyyit ile Münker ve Nekîr isimli meleklerin arasına girer. Münker ve Nekîr, Kur’ân-ı kerîme; “Sen önümüzden çekil, biz ona suâl soracağız” derler. O zaman Kur’ân-ı kerîm onlara; “Vallahi ben ondan ayrılmam. Eğer onun hakkında birşey ile emr olundu iseniz, siz bilirsiniz” der. Sonra meyyite bakar ve; “Beni tanıyor musun?” diye sorar. Meyyit; “Hayır” cevâbını verince, Kur’ân-ı kerîm ona; “Ben senin, okumak için gecelerini uykusuz, gündüzlerini susuz geçirdiğin, şehvetlerine uymadığın, gözlerini başka şeye bakmaktan, kulaklarını başka şeyleri dinlemekten menettiğin Kur’ân-ı kerîmim. Beni sâdık bir dost olarak bulacaksın. Seni müjdelerim. Sana Münker ve Nekîrin suâlinden sonra, artık bir düşünce ve hüzün yoktur” der. Sonra Münker ve Nekîr isimli melekler meyyitin yanından çıkar. Kur’ân-ı kerîm ise, Rabbinin huzûruna varır. Allahü teâlâdan, döşek ve yaygı diler. Allahü teâlâ, Cennetten döşek, yaygı, kandil ve yasemin verilmesini emreder. Onları bin tane melek taşır. Kur’ân-ı kerîm, o meleklerden önce meyyitin yanına gelir. Ona; “Benden sonra yalnızlık duydun mu? ben Rabbimin huzûrunda idim. Rabbim senin için Cennetten döşek, yaygı, bir kandil ve yasemin verilmesini emr buyurdu” der. Bu sırada melekler, onun yanına girerler. Getirdikleri döşeği altına sererler. Yaygıyı ayaklarının altına, yasemini de göğsünün üstüne koyarlar. Kandili de meyyitin sağ tarafına koyarlar. Kabri, Allahü teâlânın dilediği kadar genişletilir.”
Ebû Hüreyre’nin (r.a) rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte, Peygamber efendimiz (s.a.v.) “Kabir ya Cennet bahçelerinden bir bahçe veya Cehennem çukurlarından bir çukurdur” buyurdu.
Allahü teâlâ, kabir ehlinin azâbını ve onların gördükleri iyi durumları, kullarından dilediğine göstermektedir. Bu gibi hâdiseler, hem Server-i âlem (s.a.v.) zamanında, hem de O’ndan sonra pekçok vâki olmuştur.
Abdullah bin Ömer (r.anhümâ), babasının şöyle anlattığını bildirdi: “Müşrik kabirlerinden birisine uğramıştım. Bu sırada kabirden, ateşler içerisinde ve boynunda ateşten zincir bulunan bir kişinin çıktığını gördüm. Yanımda bir su kabı vardı. O kişi beni görünce; “Ne olur bana su ver, üzerime su dök” diyordu. Bu sırada kabirden bir kişi daha çıktı ve; “Ona su verme, Çünkü o kâfirdir” dedi. Boynundaki zinciri alıp, onu çekerek kabre götürdü. Sür’atle ben Resûlullahın (s.a.v.) yanına geldim. Durumu kendilerine arzettim. Resûl-i ekrem (s.a.v.); “O gördüğün Ebû Cehl’dir. Kıyâmete kadar böyle azâb çeker” buyurdu. Amr bir Dînâr şöyle anlatır: “Bir kişinin kız kardeşi vefât etmişti. Yıkanıp, namazı kılındıktan sonra, kabre götürülüp defnedildi Vefât eden kadının erkek kardeşi eve gelince, para kesesini kabirde unuttuğunu hatırladı. Arkadaşlarından birisini alarak, kabrin yanına gitti. Biraz aradıktan sonra keseyi buldu. Bu sırada arkadaşına; “Sen biraz bana müsâade et, ötede beni biraz bekle. Ben, kızkardeşimin ne hâlde olduğuna, kabrinde herhangi birşeyin olup olmadığına bir bakayım” dedi. Kabrinin üzerindeki toprağın bir kısmını aldı. Bir de ne görsün, kabir tutuşmuş yanmakta! Hemen üzerini tekrar kapatıp, düzeltti. Hemen annesinin yanına, gitti. Kızkardeşinin, dünyâda iken herhangi kötü bir hâlinin olup olmadığını sordu. Annesi ona şöyle dedi: “O, namazlarını hep sonraya bırakır, geciktirirdi Zannederim, abdestsiz olarak namaz kılardı.”
Abdullah bin Muhammed, bir arkadaşının şöyle anlattığım nakletti: “Kaybettiğim bir eşyamı aramaya çıkmıştım. Bir kabrin yanında iken, akşam namazı vakti girdi O kabrin yakınında bir yerde akşam namazını kıldım.” Namaz kıldıktan, sonra, o kabirden bir inilti geldiğini duydum. Kabre yaklaştığımda, o iniltinin; “Ah ne olaydı, dünyâda iken orucumu tutup, namazımı kılaydım” dediğini duydum. Bu bana çok te’sîr etti. Orada bulunan birini çağırdığımda, o da benim duyduğum gibi duydu. Sonra evime gittim. Ertesi gün akşam vakti tekrar buraya geldiğimde, o kabirden aynı sözleri duydum. Evime dönünce, bu olayın te’sîrinden iki ay kadar hasta yattım.”
Ölünün, kabrinde ölüm acısını duyması: Ka’b-ül-Ahbâr (r.a) buyurdu ki: “Ölü, kabrinde olduğu müddetçe, ölüm acısı ondan gitmez. Ölüm acısı, mü’minin duyduğu acıların en şiddetlisi, kafire isâbet eden acıların ise en hafifidir.”
Evzâî (r.a) buyurdu ki: “Ölü, kabrinden diriltilinceye kadar ölüm acısını duyar.”
Kabir ehline dâir güzel hâlleri: Ebû Sa’îd-i Hudrî şöyle anlattı: “Bakî’ kabristanında Sa’d bin Muâz’ın (r.a) kabrini kazanlar arasında ben de vardım. Kabir kazma işi bitinceye kadar misk kokusu duyduk.”
Mugîre bin Habîb anlatır: “Abdullah bin Gâlib vefât etmişti. Defnedilirken, kabrinden misk kokusu duyuldu. Yakınlarından birisi, o zâtı rü’yâsında görünce, ona, kabrinde duydukları misk kokusunun ne olduğunu sordu. O da; “O koku, Kur’ân-ı kerîmi çok okumamdan dolayı hasıl olan kokudur” dedi.
Ebü’l-Ferec İbni Cevzî anlattı: “Şerîf Ebû Ca’fer bin Ebû Mûsâ, İmâm-ı Ahmed bin Hanbel’in kabrinin bitişiğine defnediliyordu. Bu sırada Ahmed bin Hanbel’in kefeni görüldü, hâlbuki, Ahmed bin Hanbel yüz sene önce vefât etmişti.”
Allahü teâlâ, ba’zı sâlih kimselere lütuf ve ihsân ederek, onlara, civarlarında bulunan mevtalara şefaat ettirir. Civarında bulunanlar, o sâlih kişi ile komşuluklarından dolayı fâide görürler.
Abdullah bin Nâfi’ Medînî şöyle anlatır: “Medîneli bir kişi vefât etti ve defnedildi Birisi onu rü’yâsında gördü. Sanki onun, Cehennem ehlinden imiş gibi bir hâli vardı. Bu sebeple, onu rü’yâsında gören şahıs çok üzüldü. Aradan yedi veya sekiz gün geçince, onu rü’yâsında tekrar gördü. Bu sefer Cennet ehlinden olduğu anlaşılan bir, hâli vardı. Ona şimdiki bu iyi hâle nasıl kavuştuğu sorulunca, vefât etmiş olan şahıs ona şöyle cevap verdi: Yanımıza sâlihlerden bir zât defnedildi. Civarında bulunan komşularından kırk kişiye şefaatçi oldu. Ben de onların arasında idim.”
Ebü’l-Ferec İbni Cevzî anlatır: “Birisi rüyasında Ma’rûf-i Kerhî’nin kabrini ve etrâfını gördü. Ma’rûf-i Kerhî’nin, defn edildikten sonra, etrâfındaki kırkbin kişiye şefaat edip, onların ateşten kurtulmalarını sağladığını anladı.”
Kabir âleminde, ölülerin birbirleri ile buluşup birbirlerini ziyâret etmeleri: Ebû Katâde’nin (r.a.) rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte, Resûl-i ekrem (s.a.v.); “Biriniz, din kardeşinin cenâze işlerini görürse, kefenini güzel yapsın! Çünkü onlar, kabirleri içinde birbirlerini ziyâret ederler” buyurdu. Râşid bin Sa’d anlattı: “Birisinin hanımı vefât etmişti Rü’yâsında ba’zı kadınları gördü. Fakat aralarında kendi hanımı yoktu. O kadınlara hanımını sorunca, onlar; “Siz onun kefenini kısa yaptınız. Bu sebeple o, bizim yanımıza çıkmaktan utanıyor” dediler.”
İbn-i Ebiddünyâ anlattı: “Âsım el Cuhderî’nin ailesinden birisi, Âsım el-Cuhderî’yi vefâtından altmış gün sonra rü’yâsında gördü. Ona; “Sen vefât etmedin mi?” diye sordu. Âsım el-Cuhderî; “Evet” dedi ve şunlara söyledi. “Vallahi ben, Cennet bahçelerinden bir bahçedeyim. Ben ve arkadaşlarımdan bir cemâat, her Cum’a gecesi ve sabahı, Ebû Bekr bin Abdullah’ın yanında toplanıyoruz.” O zaman akrabası olan zât ona; “Rûhlarınız mı, yoksa bedenleriniz mi toplanıyor?” diye sorunca, o; “Bedenlerimiz çürüdü, rûhlarımız toplanıyor” dedi. Yine Âsım el-Cuhderî’nin akrabası ona; “Bizim sizi ziyâret ettiğimizi biliyor musunuz?” diye sorunca, o; “Bütün Cum’a günü ve akşamı, Cumartesi günü güneş doğuncaya kadar biliyoruz” dedi. Akrabası, Âsım el-Cuhderî’ye; “Niçin diğer günlerde bilmiyorsunuz?” diye sorunca, Âsım el-Cuhderî; “Cum’a gününün fazileti ve şânının, kıymetinin büyüklüğünden dolayı” dedi.
Mevtaların, dirilerin sözlerini işitmeleri, kendilerine selâm veren ve ziyâret edenleri tanımaları, öldükten sonra onların ve dünyadaki akrabalarının hâllerini bilmeleri: ölülerin işitmelerine ve görmelerine gelince; şehidlerin, kabirlerinde diri oldukları, Kur’ân-ı kerîmde açıkça bildirilmiştir. Veliler, Allahü teâlânın kerâmet olarak ihsân etmesi ile işitir ve görürler. Allahü teâlâ, sevdiği kulları için, âdetinin, kânunlarının dışında şeyler yaratır, önce Peygamberlerin ve hele bunların en yükseği olan Muhammed aleyhiaselâmın, şehidlerin ve velîlerin, mezarlarında işittiklerine ve görmelerine inanmıyan câhilleri susturmak için, kafirlerin bile mezarda duyduklarını ve işittiklerini bildireceğiz. Buhârî’nin bildirdiği hadîs-i şerîfte; “Meyyit mezara konulup, mezar başındakiler dağılırken, onların ayak seslerini işitir” buyuruldu. Buhârî ve Müslim’de yazılı olan hadîs-i şerîfte, Bedr’de öldürülen kâfirlerin, birkaç gün sonra, bir çukura konulması emr olundu. Bundan birkaç gün sonra, Resûlullah (s.a.v.) çukurun başına gelip durdu. Çukurdakilere, isimlerini ve babalarının isimlerini birer’ birer söyliyerek; “Rabbinizin, size söz verdiğine kavuştunuz mu? Ben, Rabbimin söz verdiği zafere kavuştum” buyurdu. Hazreti Ömer bunu işitince; “Yâ Resûlallah! Leş olmuş kimselere mi söylüyorsun?” deyince, Resûl-i ekrem (s.a.v); “Beni hak peygamber olarak gönderen Rabbim Hakkı için söylüyorum ki, siz beni onlardan daha çok işitmiyorsunuz. Fakat cevap veremezler” buyurdu. Buhârî’nin ve Müslim’in bildirdikleri hadîs-i şerîfte; “Meyyit, yakınlarının kendisine bağırarak ağlamasından azap duyar” buyuruldu. Diğer bir hadîs-i şerîfte ise; “Ey müslümanlar! Mezardaki kardeşlerinize yüksek sesle ağlıyarak onları incitmeyiniz!” buyuruldu.
Ebû Zer (r.a.) birgün Resûlullah efendimize (s.a.v.); “Yâ Resûlallah! Yolum mevtaların olduğu yerden geçiyor. Acaba onlara birşey söyliyecek miyim?” diye sordu. Bunun üzerine Resûl-i ekrem (s.a.v.) şöyle söylemesini buyurdu: “Esselâmü aleyküm! Yâ ehlelkubûr min-el-müslimine vel-mü’minîn entüm lenâ selefün ve nahnü leküm tebeün ve innâ inşâallah biküm lâhikûn.” Ebû Zer (r.a.);
“Yâ Resûlallah! Onlar işitirler mi?” diye sorunca, Server-i âlem (s.a.v.); “Onlar işitirler, fakat cevap veremezler” buyurdu.
Ebû Hüreyre’nin (r.a.) bildirdiği hadîs-i şerîfte; “Bir kimse, tanıdığının mezarı başına gidip, selâm verince meyyit onu tanır ve selâmına cevap verir. Tanımadığı kimsenin kabrine gidip, selâm verince, meyyit selâmına cevap verir” buyuruldu.
Ölülerin definden önceki hâllerini bilmeleri: Ebû Saîd-i Hudrî’nin rivâyet ettiği bir hadîs-i şerîfte, “Şüphesiz meyyit, kendisini yıkayanı, taşıyanı ve kabre indireni bilir” buyuruldu.
Huzeyfe (r.a.) buyurdu ki: “Cesed yıkanırken, rûh bir meleğin elindedir. O melek, cesed ile beraber kabre kadar gider.”
Mücâhid (r.a.) buyurdu ki: “Kişi öldüğü zaman, bir melek onun rûhunu tutar. Meyyit, yıkanmasından ve taşınmasından, kabre kadar olan şeyleri görür.”
Bekr el-Müzenî buyurdu ki: “Bana şöyle ulaştı: Vefât eden herkesin rûhu, bir meleğin elindedir, insanlar onu yıkar ve kefenlerler. Meyyit bu sırada ehlinin yaptıklarını görür. Elinden gelse idi, onları, ağlayıp inlemekten men ederdi”
Meyyitlerin, kabirde iken, hayattaki akraba ve yakınlarının hâllerini bilmeleri: Hadîs âlimi Abdürrezzâk’ın bildirdiği hadîs-i şerîfte; “Yaptığınız işler, kabirde olan yakınlarınıza ve tanıdıklarınıza bildirilir. İyi işlerinizi görünce sevinirler. Böyle olmıyan işleriniz için; “Yâ Rabbi! Bizi doğru yola kavuşturduğun gibi, bu kardeşimizi de kavuştur. Ondan sonra rûhunu al!” derler” buyuruldu.
Diğer bir hadîs-i şerîfte; “Yaptığınız işler, mezardaki yakınlarınıza ve tanıdıklarınıza gösterilir. İşleriniz iyi ise, sevinirler. İyi değilse, “Yâ Rabbî! Bunlara, iyi iş yapmalarını kalblerine ilham eyle” derler” buyuruldu.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Mu’cem-ül-müellifîn cild-5, sh. 118
2) Ed-Dürer-ül-kâmine cild-2, sh. 321
3) Şezerât-üz-zeheb cild-6, sh. 339
4) Esmâ-ül-müellifîn cild-1, sh. 527
5) Letâif-ül-meârif. Süleymâmye Kütüphânesi Molla Çelebi kısmı, No: 138
6) Ehvâl-ül-kubûr. Süleymâniye Kütüphânesi Reşîd Efendi kısmı, No: 159
7) Kıyâmet ve Âhıret sh. 227,