Mâlikî mezhebi fıkıh ve tefsîr âlimlerinden. İsmi, Muhammed bin Ahmed bin Muhammed bin Muhammed bin Muhammed bin Ebî Bekr bin Merzûk el-Acîsî et-Tilmsânî, künyesi Ebû Abdullah ve lakabı Şemsüddîn’dir. 711 (m. 1311)’de Tilmsân’da doğdu. 781 (m. 1379) senesinde Kâhire’de vefât etti.
Tilmsân beldesinde yetişip büyüyen İbn-i Merzûk hazretlerinin, büyük dedeleri Medyen ahâlisindendir. Abded’de otururlardı. Orada dedelerinden miras olarak kalan toprakları, arazileri vardı. Beşinci dedesine nisbetle İbn-i Merzûk diye tanınmıştır. Bu Merzûk, Ebû Abdullah Muhammed bin Ahmed’in dedeleri arasında, vilâyet sahibi, evliyâ bir zât olarak tanınır. Çok küçük yaşlarda ilim tahsiline başlayan İbn-i Merzûk, ilk olarak Tilmsân’da Ebû Bedreddîn bin Ebî Abdullah ve onun kardeşi olan Ebû Mûsâ hazretlerinden ilim öğrendi. 718 senesinde babası ile birlikte doğuya doğru göç etti. Bicâye’de Nâsıruddîn’den ders aldı. Babası Mekke-i mükerremede yerleşti. İbn-i Merzûk ise, ilim tahsili için Kâhire’ye döndü ve orada yerleşti. Burada Burhâneddîn es-Safâkusi ve kardeşinden ders okudu. Hadîs-i şerîfin taleb ve rivâyet dallarında, tefsîr, fıkıh, usûl, nahiv ve başka ilimlerde büyük âlimlerden oldu. 733 (m. 1332) senesinde asıl memleketi olan Kuzey Afrika’ya, Tilmsân’a döndü. Buranın vâlisi onu çok iyi karşıladı. Abdâd’da çok büyük bir câmi yaptırdı. Câminin hatîbliğine, İbn-i Merzûk’un amcasını getirdi. Onun vefâtından sonra, buranın hatîbliği İbn-i Merzûk’a verildi. İbn-i Merzûk’un hitâbeti (konuşma kâbiliyeti) pek fazla idi. Bu vazîfesi esnasında, sultan ile olan münâsebeti ve yakınlığı da bir hayli arttı. Sultânın iki oğlunu da okutuyordu. Bir taraftan çok güzel bir şekilde vazîfesini yürütürken, diğer taraftan da, orada bulunan meşhûr âlimler ile görüşüp sohbetlerinde bulunuyor, onlardan ilim öğreniyordu. Birara sultan, onu sefir (elçi) olarak Endülüs’e gönderdi. Kayravân harbinden sonra, Fas Sultânı Ebû Enan’a elçi olarak geri döndü. Oradan da Tilmsân’a geçti ve Abdâd’da yerleşti. Bu sırada, Ebû Saîd Osman bin Abdürrahmân ile kardeşi Ebû Sabit, Tilmsân’a hâkim idiler. Zamânın sultânı Sultan Ebü’l-Hasen ise Cezayir’de bulunuyordu. Burada büyük bir asker toplanmıştı. Ebû Sa’îd, kardeşine haber vermeden, İbn-i Merzûk’u sulh yapmak üzere, elçi olarak Ebü’l-Hasen’e gönderdi. Kardeşi Ebû Sabit bunu duyunca, hiç hoş karşılamadı. Bunun üzerine İbn-i Merzûk’u yakalamak üzere adam gönderdiler. Sonra Endülüs’e geçmesine müsâade ettiler. İbn-i Merzûk Endülüs’e vardığında, Gırnata Sultânı Ebü’l-Haccâc’ın sarayında misâfir edildi ve kendisine çok hürmet ve ikramda bulunuldu. Sultan bunu kendi himâyesine alıp, Mescid-i hamrâ’nın hatîbliğine ta’yin etti.
Burada 754 (m. 1353) senesinde, Tilmsân ve civarının da hâkimiyetini eline alan Ebû İnân’ın kendisini da’vet etmesine kadar kaldı. Sultan onu meclisinin ileri gelenleri arasına kattı. Bir yerde yalan söylemesini istedi. O da söylemedi. Söylemediği için sultan kızdı ve onu hapsetti. Daha sonra serbest bırakılan İbn-i Merzûk (r.a.), Ebû Sâlim isminde birisinin saltanatı eline almasıyla, devlet kademelerinde çok yüksek makamlara getirildi Sultan, birçok işini buna bıraktı. 764 (m. 1362) senesinde Tunus’a gitti. Burada çok iyi karşılanıp, kendisine Muvahhidîn Câmii’nin hatîbliği vazîfesi verildi Sultan Ebû Yahyâ, 769 (m. 1367)’da vefât edince, Kâhire’ye gitti. Orada kendisini âlimler ve devlet adamları hürmet ve ikram ile karşıladılar. Sultan Eşref ile görüştü. O da buna ba’zı mühim vazîfeler verdi. Vazifeleri esnasında ve diğer zamanlarda, fazilet sahibi, yüksek ve kıymetli bir zât olarak bilinip tanınmıştır. Hayatı boyunca güzel ahlâk üzere bulunmuştur. Kendisiyle iş görülmesi kolay, beraberliği iyi, sevgisi çok, kalbi temiz, iyilik sever, güzel bir ev sahibi, tatlı dilli, güler yüzlü, açık ve doğru sözlü bir zât idi. İfâdesi düzgün olup, devlet ileri gelenleri ile birlikte bulunduğunda, onlara dînimizin emirlerini bildirir, hak yoldan ayrılmamaları için nasihat ederdi. Vekarını, ağır başlılığını sarsmadan, uygun olan şekilde şaka ve latife yapardı. Dost ve sevenlerine yardım ve bağlılığı çok, mütevâzî, iyilik yapmayı seven bir zât idi. Evi, sohbetine gelip kendisinden istifâde etmek isteyen talebeleri ile dolup taşar, kendisi de, yine bu şekilde sohbet için yapılan da’vetleri kabûl ederdi. Hattat idi. Yazı yazması çok güzel idi. Kur’ân-ı kerîm okuması da fevkalâde idi. Nesirde de, şiirde de mahir ve becerikli idi. Doğruluktan ayrılmazdı. Bir taraftan, o günkü durumların icâbı olarak sultanlarla beraber olup çeşitli vazîfelerde bulunurken, diğer taraftan ilim ile meşgûl olmayı, ilim öğrenip öğretmeyi de ihmâl etmezdi. Hacca gittiği sene, hacdan sonra orada bir miktar kaldı. Orada bulunan büyük âlimlerle görüşüp sohbetlerinde bulundu. Kendilerinden ilim öğrenip rivâyette bulunduğu ve icâzet aldığı hocalarının sayısı pekçoktur. Mısır’a döndüğünde, Necmiyye, Dâr’atmeşiyye ve Şeyhûniyye medreselerinde ders verdi. Çok yakışıklı, heybetli, herkese fâideli olmaya çalışan, kadri yüce bir zât idi. Tam yetişmiş, mükemmel bir zât olup, sözleri ve hareketleri insanlarda çok te’sîrli olduğundan, bulunduğu beldenin en büyük câmisinin imâm ve hatîbliği devamlı olarak buna verildi. Çok talebe yetiştirdi. İbn-ül-Hatîb, İbn-i Merzûk’dan çeşitli ilim meclislerinde, Buhârî’yi ve diğer hadîs kitaplarından ba’zılarını dinlediğini, onun bulunduğu meclislerin ayrı bir tatlılık ve güzellikte olduğunu haber vermektedir, İbn-i Merzûk hazretleri, çeşitli ilimlere dâir birçok eser yazmış olup, ba’zılarının isimleri şöyledir: “Şerhu umdet-ül-ahkâm”, “Şerh-üş-Şifâ”, “Şerh-ül-ahkâm-üs-sugrâ”, “İzâh-ül-merâşid”, “El-İmâme”, “Mefâtih-ül-Merzûkiyye”, “Akîdetü Ehl-it-tevhîd”, “Müsnedü sahîh-ül-Hasen”, “Şerhu câmi-ül-Sahîh-il-Buhârî”, “İzâh-us-sâlih”.
İbn-i Merzûk Muhammed bin Ahmed bin Muhammed hazretleri, yazmış olduğu kıymetli risalelerinden, birisinde buyuruyor ki:
“Her hâlimizde Allahü teâlâya hamd ederiz. Eshâb-ı Kirâmın meşhûrlarından, Abdullah bin Amr bin Âs ve Abdullah bin Ömer bin Hattâb’ın (r.anhümâ) bildirdikleri bir haber şöyledir: “Peygamber efendimiz (s.a.v.), Mekke’nin yüksek bir yerinde bulunan Seniyye tepesinde durdular. O zaman orada hiçbir kabir yoktu. Buyurdular ki: “Allahü teâlâ, yetmişbin kişiyi hesapsız olarak Cennete koyacaktır. Bunlardan herbiri de yetmişbin kişiye şefaat edecekler ve onlar da hesaba çekilmeden Cennete gireceklerdir. Herhangi bir cezaya da uğramayacaklardır. Yüzleri de, ondördüncü gecesindeki ay gibi parlaktır.” Bunun üzerine Hazreti Ebû Bekr, “Yâ Resûlallah! Onlar kimlerdir?” diye suâl edince, Peygamber efendimiz; “Onlar, ümmetimin garîblerinden, işte buraya defnedilecek olanlardır” buyurdu. İbn-i Merzûk hazretleri anlatmaya devam ederek buyuruyor ki Benim babam da, bu hadîs-i şerîfi işittikten bir hafta sonra vefât etti ve buraya defn olundu. Allahü teâlâ ona rahmet eylesin. (Hadîs-i şerîfte bildirilen müjdeye kavuştuğuna göre,) acaba çocuğunun (İbn-i Merzûk’un hatâlarının affı için şefaat etmez mi? doğuda, batıda, ilim ve din yolunda ömür tüketmiş olan, İskenderiyye şehrinden Kuzey Afrika memleketlerinde sahih hadîs-i şerîfleri nakleden ve ilim öğrenip bu ilimleri yaymaya çalışan Resûlullahın (s.a.v.) minberinde oturup O’nun (s.a.v.) sünnetini ihyâ İçin gayret eden, 12 seneye yakın Harâmeynde kalan, Kâ’be-i muazzama içinde hatim okuyan ve Mekke’de ilim öğreten (bu oğlu) için acaba şefaat etmez mi? Estağfirullah yâ Rabbi! Günahlarım çok büyük. Günahlarımı Rabbim de biliyor. Fakat ben tövbe ediyorum. O’na güveniyorum. Rabbim rahmet sâhibidir. Vesselâm.”
Bu ifâdeler, İbn-i Merzûk’un yüceliğini, din ve dünyâdaki yerini, yüksekliğini göstermektedir, İbn-i Merzûk (r.a.) yazdığı başka bir risalede de buyuruyor ki: “Seyyid Muhammed el-Mürşidî babamın hocalarından idi. Bu zâtla, babamla doğuya yaptığımız seyahatte karşılaştık. Ben o zamanlar ondokuz yaşında idim. Cum’a namazı vaktinde huzûrlarına vardık. Âdetleri üzere mescidde İmâmlık yapacak husûsi birisi bulunmaz, hazır olan cemâatten birisi imâm olurdu. O gün de orada fıkıh âlimlerinden birçok zât vardı, öyle ki, cemâatinin tamâmı âlimler olan câmi, belki de bundan başka yoktu. Namaz vakti yaklaştıkça, herkesin heyecanı artıyor, acaba imamete kim geçecek diye meraklanıyorlardı. Nihâyet Seyyid Muhammed hazretleri göründü. Sağına soluna baktı. Ben onu ilk defa görüyordum ve babamın arkasında kendimi gizliyerek oturuyordum. Gözü bana ilişince. İsmimi söyliyerek bana hitâb etti ve; “Buraya gel” dedi. Yanına vardım. Yalnız bir yere çekildik. Beni farz, vâcib ve sünnetlerden imtihan etti. Abdestim olduğu hâlde, tekrar ihlâs ile güzel bir abdest aldım. Bu abdestim, onun çok hoşuna gitmiş, beraberce mescide girdik. İmâm olmam için beni öne itti ve âdetlerince hatîb efendinin hutbe okurken dayandığı kılıncı bana kuşattı. Ben hiç hazırlıklı olmadığım için, ne okuyacağım diye düşünüyordum. Bana; “Kalk! Bismillah de!” buyurdu. Ben de kalktım. Hutbeye çıktığımda, hiç hazırlanmadığın şeyleri rahatça söyleyebiliyordum. Ara sıra cemâate bakıyordum. Herkes, sözlerimin te’sîri ile sanki kendilerinden geçmiş bir hâlde dinliyorlardı. Namazdan sonra bana; “Güzel hutbe okudun. Hutbeyi senin okuman, bize göre sana yaptığımız bir ikramdır. Bizi ihyâ ettin” buyurdu. Sonra biz hac yaptık. Mekke-i mükerremede yerleştik. Bir müddet sonra babam bana, amcam ve akrabalarım ile beraber olmam için Tilmsân’a dönmemi, yolda giderken, hocası Seyyid Mürşidî’ye uğramamı emir ve tenbîh etti. Yolda o zâtın yanına uğradım. Bana babamı sordu. Selâm ve hürmetlerini bildirip; “Ellerinizden öpüyor” dedim. Bunun üzerine bana; “Öne doğru gel! Şu hurma ağacına dayan! Ebû Midyen Magribî hazretleri bu ağacın altında üç sene kaldı” buyurdu. Daha sonra bana; “Ey Muhammed! Baban bizim kardeşlerimizden ve sevdiklerimizdendir. Fakat sen” dedi ve bu kelimeyi üç defa tekrarladı. Bu, benim için, devlet adamlarına fazla yakınlık kurduğumu, bunun ise mahzurlarının bulunduğunu bildirmek için bir îkâz idi. Daha sonra da; “Ey Muhammed! Sen babanı düşünüyorsun. Kendisi hasta olduğu için, şimdilerde hâlinin nasıl olduğunu merak ediyorsun. Memleketini de düşünüyorsun. Baban iyidir ve sıhhat üzeredir. Şu anda Resûlullahın (s.a.v.) minberinin yanında, sağında Halîl el-Mekkî ve solunda Mekke-i mükerreme kadısı Ahmed efendi oldukları hâlde oturuyorlar. Babanı merak etme! Memleketine gelince, Allahü teâlâ orada bulunanların ihtiyâçlarını (sıkıntılarını) giderdi” buyurdu. “(Orada bulunan) hocam nasıl?” dediğimde; “Allahü teâlâ, senin hocan hürmetine Tilmsân’ı büyük bir belâdan korudu. Orası muhâsara edilmiş idi. Şu anda gâlib olan kumandan, orada bulunanlar için daha iyidir” dedi. Sonra oturdu. Ben de oturdum. Bana; “Ey hatîb! Sen hatîb ol! Sen hakîkaten hatîbsin. Kuzey Afrika’da, İskenderiyye’deki büyük câmide hatîb olman gerekir” dedi. Bana küçük küçük ekmekler verdi. Sonra beni uğurladı. O küçük ve az görünen ekmekler, o büyük zâtın bir kerâmeti olarak yol boyunca bana yetti. Hiç açlık çekmedim.”
Baba ve dedelerinin olduğu gibi, İbn-i Merzûk hazretlerinin de evi, bir ilim ve irfan yuvası idi. Çocuklarından ve torunlarından da çok âlim ve veli yetişmiştir.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Ed-Dârer-ül-kâmine cild-3, sh. 360
2) Şezerât-üz-Zeheb cild-6, sh. 271
3) Mu’cem-ül-müellifîn cild-9, sh. 16
4) El-A’lâm cild-5, sh. 328
5) Ta’rîf-ül-halef bi-ricâli ehl-is-selef cild-1, sh. 141
6) Esmâ-ül-müellifîn cild-2, sh. 170
7) İzâh-ül-meknûn cild-1, sh. 155, 344, cild-2, sh. 93, 482, 510, 521, 650
8) El-Büstân sh. 184
9) Ed-Dîbâc-ül-müzehheb sh. 305
10) Neyl-ül-ibtihâc sh. 267
11) Keşf-üz-zünûn sh. 104, 105, 406, 550, 1164, 1170, 1333, 1628
12) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 1019