İBN-İ HÂC

Hadîs ve Mâlikî mezhebi fıkıh âlimi. İsmi, Muhammed bin Muhammed bin Muhammed bin el-Hâc olup, künyesi Ebû Abdullah’tır. Nisbeti, el-Absesî el-Fâsî’dir. Doğum târihi bilinmemektedir. 737 (m. 1336) senesinde seksen yaşından büyük olduğu hâlde Kâhire’de vefât etti.

İbn-i Hac, memleketinde ilim tahsil ettikten sonra Mısır’a gitti. Buradaki âlimlerden de ilim öğrendi. Daha sonra hac farizasını yerine getirmek için Mekke’ye gitti, İmâm-ı Mâlik hazretlerinin Muvattâ kitabını Hâfız Takıyyüddîn Ubeyd bin Si’ridî’den dinledi. Büyük âlim Ebû Muhammed bin Ebî Hamza’nın derslerine uzun zaman devam etti. Bu zâtın sohbetlerinin bereketiyle büyük bir âlim olan İbn-i Hâc’ın, ömrünün sonlarına doğru gözleri rahatsızlandı ve görmez oldu. Buna rağmen talebelere ders okutmakla meşgûl oldu.

İbn-i Hac, çok kıymetli eserler yazmıştır. Bunlardan ba’zıları şunlardır:

1- Şümûs-ül-envâr ve kunûz-ül-esrâr,

2- Bulüg-ül-kasd vel-Mennâ fî havvâssı esmâ-illâh-il-husnâ, 3- Medhal-üş-Şer’-iş-şerîf: Bu eser üç cilddir. İbn-i Hac bu eserinde, insanların yaptığı uygunsuz işleri, bid’atları anlatmaktadır. Ayrıca insanların terk ettikleri veya bilmedikleri, tenbellik ve ihmalkârlık ile yapamadıkları ba’zı dinî husûsları yazmaktadır, İstanbul’daki Süleymâniye Kütüphânesi Hekimoğlu kısmı 542 numarada kayıtlı olan bu eserden ba’zı bölümler:

Evliyâ ve sâlihleri ziyâret: İnsanın evliyâ ve sâlih kimseleri ziyâretten uzak kalmaması gerekir. Allahü teâlâ, yağmur damlaları ile yeri diriltip canlandırdığı gibi, böyle zâtlar hürmetine de ölü kalbleri diriltir. Katı gönüller onların vâsıtası ile yumuşar, zor işler kolaylaşır. Zira onlar, Allahü teâlânın kapısında, O’nun rızâsı üzerinde bulunan kimselerdir. Onlara gelen geri çevrilmez. Onlarla beraber olan, onlarla tanışan ve onların sevgisini kazanan kimse asla zarara uğramaz. Çünkü onlar, Allahü teâlânın kullarına açılmış olan rahmet kapıları gibidirler. Böyle sâlih ve evliyâ bulununca, onların bereketinden istifâde etmeyi ganîmet bilmelidir. Onları görmek ni’meti ile şereflenen kimselerde, anlayış ve zihin açıklığı hâsıl olur. Bunu anlatan, anlatmaktan âciz kalır, işte insan, böyle büyük bir bereket ve hayırdan kendini mahrûm etmemelidir. Ancak burada önemli bir şart vardır ki, o da her zaman sünnet-i seniyyeden kıl payı olsun ayrılmamaktır. Bid’at ve dalâlet ehlinden çok sakınmalıdır. Onların ziyâretine dahî gitmemelidir.

İşlerde niyetin doğru olması: Allahü teâlâ, Beyyine sûresinin beşinci âyet-i kerîmesinde meâlen; “Hâlbuki onlar, ancak Allaha, O’nun dininde ihlâs sahibleri olarak, diğer bütün dinlerden İslama yönelerek ibâdet etsinler, namazı gereği üzre kılsınlar ve zekâtı versinler diye emrolunmuşlardı. İşte bu emredildikleri şey dosdoğru hak dindir” buyuruluyor. Âlimler de şöyle buyurdular. “İhlâs, niyet ile olur. Âdemoğlunun bir zâhirî bir de batınî a’zâları vardır. Zâhirî olarak ibâdet etmek ve Allahü teâlânın emirlerine uymak gerekir. Batınî olarak ise, Allahü teâlâdan başka ilâh olmadığına, Muhammed aleyhisselâmın, Allahü teâlânın Resûlü olduğuna samîmi olarak inanmak gerekmektedir, ibâdetler için de asıl olan, ihlâs ile yapmaktır. Bu ise, kalb ile olmaktadır. Buna göre zâhirî a’zâlar, bâtına tâbidir. Batın doğru olursa, zâhir de ona bağlı olarak doğru olur. Bâtında bozukluk olursa, bu bozukluk zâhirde kendisini gösterir, öyleyse mü’minin, bâtınını doğru yapmak, onu düzeltmek husûsunda çok gayret sarf etmesi gerekir. Resûlullah efendimiz (s.a.v.) bir hadîs-i şerîfte buyurdu ki: “İnsanın bedeninde bir et parçası vardır. Bu iyi olursa, bütün uzuvları iyi olur. Bu kötü olursa, bütün organlar bozuk olur. Bu kalbtir.” Yine Resûl-i ekrem buyurdu: “Ameller, niyetlere göredir.”

Büyük âlim Ebû Abdullah Nazrî şöyle buyurur: “Görülmüyor mu ki; iki kişiden birisi Allahü teâlâya, diğeri puta secde etmektedir. Bu ise niyetlerin birbirinden farklı olmasından ileri gelmektedir. Zira birisi Allahü teâlâya diye secde ediyor. Bu ibâdettir. Diğeri ise puta diye secde ediyor. Bu da küfürdür.”

O hâlde mü’minin, baştan niyetini iyi ve doğru yapması gerekir. Mü’min şayet çok hayırlı amel yapmak istiyorsa, niyetini iyi ve doğru yapması lâzımdır, insanlar umûmiyetle fiilleri bakımından birbirlerine benzerler, aynı şeyleri yaparlar. Fakat niyetlerine ve maksadlarına göre birbirlerinden ayrılırlar.

Sâlim bin Abdullah, Ömer bin Abdülazîz’e şöyle yazdı: “Ey Ömer! Allahü teâlânın kuluna yardımı, kulun niyetine göredir. Eğer kulun niyeti tam ve doğru ise, Allahü teâlânın ona ihsânı tam olur. Eğer kulun niyeti noksan ise, Allahü teâlânın ihsânı da, o derecede olur.”

Yine sâlihlerden birisi, bir zâta şöyle yazdı: “Amellerinde niyetini düzelt. İhlâs üzere ol. Böyle yaparsan, az amelin sana kâfi gelir.”

Ebû Hamîd Gazâlî “Erbeîn” adlı eserinde şöyle buyurdu: “İbâdet, niyet ve amelden meydana gelir. Niyet ibâdetin iki parçasından birisidir. Niyet, diğer parçasından daha üstündür. Zira a’zâlarla yapılan amellerden maksad, hayra yönelip, şerden uzaklaşması husûsunda kalbe te’sîr etmektir. Bu sebeble ibâdet ederken alnı yere koymaktan murâd, sâdece alnı yere koymak değil, bilakis kalbin hudû’udur (boyun eğmesidir). Kalbin hudû’unu te’min etmek de ise, a’zâların, meselâ alnı yere koymak te’sîrli olur. Yine zekâtı vermekten murâd, elindeki malı yok etmek değil, bilakis cimrilik hastalığını gidermektir. Bütün amellerinin niyetini devamlı yap. Bir amel için gerekirse birkaç niyet yap.”

Âlimlerden bir zât şöyle buyurdu: “Cennete, Cenneti uman girer, Allahü teâlâ, Cehennemden korkup, oraya girmemek için lâzım gelen işleri yapmaya çalışanı Cehennemden uzak kılar. Merhamet edene merhamet olunur.”

Lokman Hakîm oğluna şöyle vasıyyette bulundu: “Ey oğlum! Allahü teâlâdan çok kork. Fakat rahmetinden ümid kesme. Allahü teâlânın rahmetinden çok ümitli ol, fakat azâbından emîn olma. Bunun üzerine Lokman Hakîm’in oğlu babasına; “Ey babacığım! Benim bir kalbim var. Bu dediğini nasıl yaparım” deyince, Lokman Hakim; “Ey oğlum! Eğer mü’minin kalbi yarılsa idi, onda bir Allahü teâlânın rahmetinden ümit nûru, bir de Allahü teâlânın azâbından korku nûru bulunurdu. Eğer bu ikisi tartılsa idi, biri diğerinden ağır gelmez idi. Birbirine müsavî oldukları görülürdü.”

Abdullah bin Dinar şöyle anlattı: Lokman Hakim oğluna şöyle dedi: “Ey oğul! Ateş gelirken ondan nasıl emîn olunur. Dünyânın insandan ayrılması muhakkak iken, dünyâya nasıl meyledilir. Ölümden nasıl gaflette olunur, ölümün geleceğinden asla şüphe yoktur. Sen uyuduğun gibi öleceksin. Ey oğul! İnsanın üç şeyi vardır. Rûhunu Azrail aleyhisselâm alır. Hayır veya şer, ameli kendisine âittir. Bedenini ise kurtlar yer ve toprak çürütür.”

Ebû Hanîfe (r.a.) buyurdu ki: “Ölüm zamanında Ademoğlundan şeytanın çaldığı şey imândır. Şeytan şöyle der: “Ademoğlundan şu üç şeyi elde ettiğim zaman, daha başka birşey istemem. Bu üç şey şunlardır: Ademoğlunun kendisini beğenmesi, yaptığı amelleri çok görmesi ve günâhlarını unutması.”

İbn-i Kâsım, bir zâtın şöyle anlattığını nakleder: “Îsâ aleyhisselâma arkadaşlarından birisi; “Sen su üzerinde nasıl batmadan yürüyorsun?” diye sordu. Îsâ aleyhisselâm; “Günah işlemezsen, sen de yürürsün” buyurdu. Bunun üzerine Îsâ aleyhisselâmın arkadaşı; “Hiç günah işlemedim” dedi. Îsâ aleyhisselâm da; “Öyleyse su üzerinde sen de yürürsün” dedi. Sonra arkadaşı su üzerinde yürümeye başladı ve bir süre yürüdükten sonra, geri döndü. Yine birgün Îsâ aleyhisselâmın arkadaşı, su üzerinde yürürken batmaya başladı. O sırada Îsâ aleyhisselâmdan yardım istedi. Îsâ aleyhisselâm onu sudan çıkardı ve ona; “Sen daha önce su üzerinde gidip gelmiştin de birşey olmamıştı. Şimdi sana ne oldu? Hem sen hiç günah işlemediğini iddia etmiştin” dedi. O zaman Îsâ aleyhisselâmın arkadaşı; “Evet hiç günah işlemedim. Fakat kalbime, benim de senin gibi olduğum düşüncesi geldi de, onun için bu duruma düştüm” dedi.

Riyâ: Bir talebenin başlangıçta dikkat edeceği en önemli şey, nefsini muhafaza etmesi, başına gelecek olan âfetlerden sakınmasıdır. Çünkü, zâhirî ve batınî mâniler pekçoktur. İlk sakınılacak şeyler; riya, ucb, şöhret ve kibirdir. Bunlar öldürücü zehirdir. Zîrâ bunlardan az birşey amellerin gitmesine sebep olur. Bunlar insanda, karıncanın yürüyüşünden daha sessiz ve gizli, fakat ortaya çıkardığı ve görünen âfeti çok büyüktür. Kişide riya, dünyâya olan meyl ve dünyâyı âhırete tercih etmesinden ve nefs muhâsebesini ihmâl etmesinden meydana gelir. Kişide nefs muhâsebesi azalınca, riyadan kurtulamaz. Yaptıklarını Allah için değil de, dünyalık elde etmek için yapar. Allahü teâlâ, nefs muhâsebesini ihmâl etmeyi ve amelleri zayi etmeyi yasaklamıştır. Nitekim, Muhammed sûresinin otuzüçüncü âyet-i kerîmesinde meâlen; “Ey îmân edenler! Allaha ve Peygambere itaat edin. (Küfür ve nifak gibi şeylerle) amellerinizi boşa çıkarmayın” buyuruluyor. İnsan, Allahü teâlânın emri olan amelde ihlâsı terkedince, riya ile ihlâsı birbirinden ayıramaz. Aklına geldiği gibi yapar. Ameller, ancak ihlâsla, samimî olarak yapılınca kıymet kazanır. Kişi amellerini samimiyetle yapıp yalanı terk edince; riya, ucb ve diğer şerre sebep olan şeyleri görme husûsunda basîret sahibi olur. Âlimlerden birisi şöyle buyurdu: “Şeytan, Âdemoğluna günah işletmek için çalışır. Bunu yaptıramazsa, onu aldatıp derece derece kötülüğe yaklaştırmak için, ona nasîhat eder. Sonra bunda başarılı olamazsa, onu bid’atlere düşürmek için çok gayret sarfeder. Buna da muvaffak olamazsa, ona bir helâli haram, bir haramı da helâl saydırmak için uğraşır. Bunda da muvaffak olamazsa, ona abdestinde yaklaşmak ister. Onu, abdestinde, namazında ve orucunda şüpheye düşürmeye çalışır.”

Kula lâyık olan, amelini sırf Allah için yapmasıdır. Riya; yapılan bir işin, insanlar tarafından medhedil-mesini veya o iş sebebiyle, insanlar arasında kendisi için bir mertebe ve bir i’tibâr sahibi olmayı istemektir.

Amel bakımından insanlar üç kısımdır: 1- Hayırlı bir amel yaparken kendilerini unutanlar. Bunlar, yaptıkları iyilik ile bilinmeleri, için yaparlar. Bunlar helak olanlardır. 2-Allahü teâlâdan korkarlar ve Allahü teâlânın katında makbûl olana i’tibâr ederler. Amellerini ihlâsla yapmaya çalışırlar. Amellerin bozuk olmasından sakınırlar, insanlardan medh ve övgü beklemezler. Onlardan makam ve mevki istemezler. Bir işi ne insanlar için yaparlar, ne de terkettikleri birşeyi insanların rızâsı için terk ederler. 3- Bunların ihlâsları kuvvetli olup, içleri ve dışları birbirine uyar. Yaptıklarını Allah için yaparlar. Dünyâyı iyi tanımışlardır. Ona i’tibâr etmezler.”

Sohbet (Beraber olmak): Ebû Abdürrahmân Sülemî, “Adâb-üs-sohbet” adlı eserinde, sohbetin birkaç şekli bulunduğu, herbirinin de ayrı ayrı âdabı olduğunu anlatırken buyurur ki:

“Allahü teâlâya karşı vazîfelerimiz: Emîrlerine uyup, yasak ettiği şeylerden uzak olmak, O’nu hiç hatırımızdan çıkarmamak, Kur’ân-ı kerîmi çok okumak, O’nun kazasına rızâ göstermek, O’ndan gelen belâ ve musibetlere sabretmek, yarattıklarına şefkat ve merhamet göstermektir.

Resûlullah efendimize (s.a.v.) karşı vazîfelerimiz şunlardır: O’nun sünneti seniyyesine uymak, bid’atlerden sakınmak, O’nun Ehl-i beytine, mübârek zevcelerine, mübârek soyundan gelenlere ve onun Eshâbına ta’zim ve hürmette bulunmak ve O’na karşı muhalefetten çok sakınmaktır.

Evliyâya karşı vazîfelerimiz şunlardır: Onlara hürmet etmeli, hizmetlerinde bulunmalı, sözlerini tasdik etmeli, onlara muhalefet etmemelidir. Zira hadîs-i kudsî’de buyuruldu ki: “Bir velî kuluma düşmanlık eden, benimle harb etmiş olur.” Ana-babaya karşı vazîfelerimiz şunlardır: Onlara malla ve canla iyilikte bulunmalı, sağlıklarında onların hizmetlerini görmeli. Onlar için duâ etmeli, vefâtlarından sonra, vasıyyetlerini yerine getirmelidir. Ebû Useyd Saîdî (r.a.) şöyle anlatır: “Birgün Resûl-i ekremin (s.a.v.) huzûrunda idik. Beni Seleme kabilesinden bir kişi geldi ve; “Yâ Resûlallâh! Annem ve babam vefât ettikten sonra, onlar için yapacağım bir iyilik kaldı mı?” dedi. Resûl-i ekrem (s.a.v.); “Evet, onların cenâze namazını kılman, onlar için istiğfar etmen, verdikleri sözleri yerine getirmen, ahbâblarına hürmet edip akrabalarını ziyâret etmen ve sıla-i rahm yapman, öldükten sonra haklarında yapacağın iyiliklerdendir” buyurdu.

Arkadaşlarımıza karşı vazîfelerimiz şunlardır: Onlara güleryüzlü olmalı, iyilikte bulunmalı, kusurlarını örtmelidir. Onların yaptığı az bir iyiliği çok, bizim onlara yaptığımız iyilikleri ise az görmelidir. Onlara kin beslemekten, hasedden, taşkınlık ve sıkıntı vermekten, kısaca onların hoşlanmayacağı her işten ve hareketten sakınmalıdır.

Aile ve çoluk-çocuğumuza karşı vazîfelerimiz şunlardır. Onları güzel terbiye etmeli, ahlâken iyi yetişmelerini te’min etmeli, Kur’ân-ı kerîmi ve lâzım olan din bilgilerini öğretmeli, onlara yumuşak davranmalıdır. Allahü teâlâ, Tahrîm sûresinin altıncı âyet-i kerîmesinde meâlen; “Ey îmân edenler! Kendinizi ve aile efradınızı öyle bir ateşten koruyun ki, onun tutuşturucusu insanlar ve taşlardır. (O ateşin) üzerinde öyle melekler vardır ki, çok sert ve çok kuvvetlidirler. Allahü tealâ onlara ne emretti ise, ona isyan etmezler ve emredildikleri şeyi yaparlar” buyuruyor.

Âlimlere karşı vazîfelerimiz şunlardır: “Her zaman onlara hürmette bulunmalı, sözlerini kabûl etmeli, mühim işlerde onlara müracaat etmelidir. Allahü teâlâ onları, Nebisinin (s.a.v.) vekîlleri ve vârisleri kılmıştır. Resûlullah efendimiz de (s.a.v.) bu husûsta; “Âlimler Peygamberlerin varisleridir” buyuruyor.

Misâfire karşı vazîfelerimiz şunlardır: Misâfire, tatlı sözlü ve güleryüzlü olmalı. Ona karşı sevinçli ve neş’eli durmalı. Emrine hazır olduğunu ifâde eden bir hâlde olmalı. Yemek yedirmelidir.

Kabir ziyâreti: Peygamber efendimiz (s.a.v.) bir hadîs-i şerîfte; “Kabir ziyâreti, ölümü hatırlatır” buyurdu. Kabristana girdiği vakit, ölülere şöyle selâm verilir: “Esselâmu aleyküm yâ ehleddiyâr min-el-mü’minîne vel-müslimîn, yerhamullahü müstekdimîne minnâ vel-müste’hırîne. Ve innâ inşâallahü ankarîbin biküm lâhikûne. Es’elullahe lenâ ve leküm-ül-âfiyete.” Sonra “Allahümmegfir lenâ ve lehüm” denir. Az veya çok duâ edilir. Maksad onlara duâ etmektir, ölüler duâya çok muhtaçtırlar. Çünkü onların amelleri artık kesilmiştir. Tekrar amel yapma imkânları yoktur. Sonra kabrin kıble tarafında, meyyite dönerek oturulur. Oturduktan sonra, Allahü teâlâya hamdü sena ve Resûlullah efendimize salât ve selâmdan sonra, meyyit için, bildiği kadarıyla duâ eder.

Eğer ziyâret edilen meyyit, bereketi umulan mübârek bir zât ise, dileklerinin kabûl edilmesi için onu vesile ederek, onun hürmetine dileklerimi kabûl eyle diye Allahü teâlâya duâ eder. Tevessüle, Resûlullah efendimizle başlamalıdır. Zîrâ Resûlullah efendimiz (s.a.v.) tevessülde esastır. Resûlullah efendimiz ile ve kıyâmete kadar Resûlullah efendimize tâbi olan âlim ve evliyâya tevessül edilir. İmâm-ı Buhârî, Enes bin Mâlik’den şöyle rivâyet etti: “Ömer bin Hattâb (r.a.), kuraklık zamanında, Peygamber efendimizin amcası Hazreti Abbâs’ı vesile ederek Allahü teâlâdan yağmur istedi ve şöyle duâ etti: “Yâ Rabbî! Resûlullahın amcasını vesile ederek senden yağmur istiyoruz.” Bir süre sonra yağmur yağmaya başladı.

İhtiyâçların giderilmesi, günahların af ve mağfiret olunması husûsunda meyyitlerden salih olanlar vasıtasıyla tevessül edilebilir. Ya’nî onlar vesile edilerek, onların hürmetine Allahü teâlâdan dilekler istenir. Sonra, kendisine, ana-babasına, hocalarına, akrabalarına, o kabristanda bulunanlara, müslümanlardan vefât etmiş ve hayatta kalanlara, kıyâmet gününe kadar onların soylarından gelecek olanlara, orada hazır bulunmıyan müslümanlara duâ edilir. Sâlih kimseleri vesile ederek, Allahü teâlâya çok duâ etmelidir. Allahü teâlâ onları dünyâda seçtiği ve ikram ettiği gibi, âhırette de onlara çok derece verecek, lütuf ve ihsânda bulunacaktır, ihtiyâcı olan kimse, böyle sâlih kimselerin kabrine gidip, onları vesile ederek duâ etmelidir. Zira onlar, Allahü teâlâ ile kulları arasında vâsıtadırlar. Büyük zâtlar ve âlimler, asırlarca, sâlih kimselerin kabirlerini ziyâret etmek sûretiyle bereketlenmişlerdir. Bu ziyâretin bereketini madden ve ma’nen görmüşlerdir.

Ebû Abdullah bin Nu’mân (r.a.), “Sefînet-ün-necât li ehl-il-ilticâ” adlı eserinde, Şeyh Ebü’n-Necâ’nın kerâmetlerini anlatırken şöyle der: “Sâlih kimselerin kabirlerini ziyâret, hem ibret almak, hem de bereketlenmek için makbûldür. Hayatlarında olduğu gibi, vefâtlarından sonra da sâlih kimselerin bereketinden istifâde edilmesi mümkündür. Sâlih kimselerin kabirlerinin yanında duâ etmek ve onların şefaatini istemek, âlimlerce de tatbik edilmiştir.”

Haceti olan, sâlih kimselerin kabirlerine gitsin ve onları vesile ederek Allahü teâlâdan ihtiyâcının giderilmesini istesin. Resûlullah efendimizin (s.a.v.); “Yalnız üç mescide ziyâret için gidilir” hadîs-i şerîfi ile i’tirâz olunamaz. Zîrâ, büyük âlim İmâm-ı Gazâlî, “İhyâ-i ulûmuddîn” adlı kitabının sefer bahsinde şöyle buyurmaktadır “İbâdet için sefere çıkılırsa, bu ibâdet ya cihâd olur veya hac olur. Peygamberlerin (a.s.), Sahâbe-i Kirâmın (r.anhüm), Tabiînin, diğer âlimlerin ve evliyânın kabirlerini ziyâret etmek de bunlar arasına girer. Hayatta iken sohbetlerine, meclislerine gitmek sûretiyle bereketinden istifâde edilen kimselerin, vefâtlarından sonra da, kabirleri ziyâret edilmek sûretiyle onların rûhâniyetlerinden istifâde edilir. Bu maksad için sefere çıkmak caizdir. “Yalnız üç mescide ziyâret için gidilir” hadîs-i şerîfi buna mâni değildir. Çünkü bu hadîs-i şerîf, mescidler hakkındadır.

İbn-i Ebû Zeyd’in, bir risalesine yapmış olduğu şerhinde Abdî şöyle der: “Mescid-i harama ve Mekke-i mükerremeye kadar yürümek için nezretmenin dinde bir aslı vardır. Bu asıl da, hac ve umredir.”

İbn-i Hubeyre, “İttifâk-ül-eimme” adlı eserinde şöyle demektedir: “İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe, İmâm-ı Mâlik, İmâm-ı Şafiî ve Ahmed bin Hanbel (r.aleyhim), Resûlullah efendimizin kabrini ziyâretin müstehâb olduğunu söylemişlerdir.”

Büyük âlim Abdülhak, “Tehzîb-üt-tâlib” kitabında, Ebû İmrân Fâsî’den şöyle nakleder: “Resûlullahın (s.a.v.) kabr-i şerîfini ziyâret vâcibdir.” Abdülhâk, buradaki vacibi, müekked sünnet olarak açıklamıştır. Âlimlerin sözünün hülâsası; Resûlullah efendimizin kabr-i şerîfini ziyâretin, kıymetli bir kurbet olduğudur. Sırf Resûlullahın (s.a.v.) kabr-i şerîfini ziyâret kasdedilerek sefere çıkılır. Bu en büyük ibâdetlerdendir. Bu niyetle sefere çıkan kimseye çok afiyetler olsun. Yâ Rabbî! Resûlullahı (s.a.v.) ziyâret ni’metinden bizi mahrûm etme. Âmin.

Hocam Ebû Muhammed’den şöyle duydum: “Resûlullahın (s.a.v.) Mekke-i mükerremeden, Medîne-i münevvereye hicret edip, orada âhırete teşrîf buyurmalarının hikmetine bakınız. Allahü teâlânın hikmeti, O’nun eşya ile şereflenmesi değil, eşyanın O’nunla şereflenmesi seklindedir. Şayet Resûlullah efendimiz Mekke-i mükerremede kalıp, burada Rabbine kavuşmuş olsa idi, belki Resûlullahın (s.a.v.) Mekke-i mükerreme ile şereflendiği, Mekke-i mükerremenin Resûlullah efendimizden üstün olduğu hatıra gelebilirdi. Allahü teâlâ, Resûlullah efendimizin, mahlûkların hepsinden daha üstün olduğunu kullarına beyân etmeyi murâd edince, Resûlullah efendimizin Medîne-i münevvereye hicreti meydana geldi. Böylece Medîne-i münevvere, Resûlullah efendimizle şereflenmiş oldu. Âlimlerin icmâ’ı ile sabittir ki, Mescid-i haramdan sonra en üstün yer, Resûlullah efendimizin mübârek bedenini içinde bulunduran yerdir. Şu iyi bilinmelidir ki; Resûlullah efendimizin üzerinde gezip dolaştığı ve Resûlullah efendimiz ile ilgisi olan herşey, Resûlullah efendimizle olan durumunun miktarına göre şeref kazanacaktır. Resûl-i ekrem, Medîne-i münevverenin şifâ olduğunu buyurmuşlardır. Bu, Resûlullah efendimizin Medîne-i münevverede hasta ziyâreti ve muhtaçlara yardım için dolaşmalarından dolayıdır.

Bu sebeble Resûlullah (s.a.v.), mescidinde daha çok dolaştıkları için, buranın şerefi ve kıymeti daha fazladır. Orada kılınan namaz, bin namaz yerindedir. Aynı şekilde Resûlullahın (s.a.v.) mübârek evleri ile minber arasındaki dolaşması, oraya basması, mescidin diğer yerlerine nazaran daha fazla olduğu için, buraya Cennet bahçelerinden bir bahçedir buyurulmuştur. Resûl-i ekrem: “Beytim ile minberim arası, Cennet bahçelerinden bir bahçedir” buyurdu.

Buraya kadar zikrettiğimiz, âlimlerin ve sâlihlerin kabirlerini ziyâret âdabı idi. Peygamberlerin (a.s.) kabirlerini ziyâretin âdabına gelince; Onları ziyâret için gelen kimse, zillet, kırıklık, muhtaç ve boynu bükük bir vaziyette olmalıdır. Kalbi onlarla meşgûl olmalı ve kalb gözü ile onları görüyormuş durumunda olmalıdır. Zira Peygamberlerin (aleyhimüsselâm) bedenleri çürümez ve değişikliğe uğramaz. Ziyâret eden, önce Allahü teâlâya hamdü sena, sonra Resûlullah efendimize salât ve selâm okur. Sonra Allahü teâlâdan, Eshâb-ı Kirâm için rızâsını, sonra kıyâmete kadar onlara tâbi olanlara rahmetini diler. Sonra ihtiyâcının giderilmesi, günahlarının af ve mağfiret olması husûsunda, Allahü teâlâya, onları vesile ederek duâ eder. Bu dileklerinin kabûl olması husûsunda onlardan yardımlarını ister. Fakat, onların bereketi ile bu dileğinin kabûl olacağından şüphe etmez. Bu husûstaki hüsn-i zannını tam ve sağlam yapar. Çünkü onlar, Allahü teâlânın kullarına açılmış rahmet kapıları durumundadır. Onların yanına gitmek imkânı olmıyanlar, onlara selâm gönderirler. Muhtaç oldukları şeyleri, af ve mağfiret olunmalarını istedikleri ve daha başka dileklerini söylerler.

Âlimler buyurdular ki; “Resûlullah efendimizi ziyâret eden kişi, kendisini, hayatta iken Resûlullahın (s.a.v.) huzûrunda imiş gibi düşünür. Resûlullahın (s.a.v.) hayatta olması ile, vefât etmiş olması arasında fark yoktur. Ya’nî, Resûlullah (s.a.v.), vefâtından sonra da ümmetini görür, onların hallerini, niyetlerini bilir. Böyle bilmek ve görmek, Allahü teâlâya mahsûs denirse, cevap olarak şöyle deriz: “Ahırete giden mü’minler, ekseriyetle dünyâdakilerin hâllerini bilirler. Buna dâir pekçok şey anlatılmıştır. Onların, dirilerin hâlini bilmesinin, dirilerin amellerinin kendilerine arz edilmesi şeklinde olması muhtemeldir. Başka şekilde de olabilir. Bunlar gayb ile ilgili şeylerdir. Resûlullah (s.a.v.), amellerin arz olunma mes’elelerini haber vermişdir. Bunun olması kesin, fakat ne şekilde olduğu belli değildir. Herşeyin doğrusunu Allahü teâlâ bilir. Bu husûsta Resûlullah efendimizin şu hadîs-i şerîfi bize açıklama olarak kâfidir “Mü’min, Allahü teâlânın nûru ile bakar. Allahü teâlânın nûruna hiçbir şey mâni olamaz.”

Ebû Abdullah Kurtubî’nin Tezkire’sinde, şöyle bildirilir Sa’îd bin Müseyyib buyurdu ki: “Hiçbir gün yoktur ki, o gün sabah ve akşam, ümmetinin amelleri Resûlullaha (s.a.v.) arzedilmesin, Resûlullah (s.a.v.), ümmetini sîmâlarıyla tanımasın. Bu sebeble, Resûlullah efendimiz ümmeti hakkında şâhiddir. Çünkü Allahü teâlâ, Nisa sûresinin kırkbirinci âyet-i kerîmesinde meâlen; “Her ümmetten peygamberlerini birer şâhid getirdiğimiz ve seni de onların üzerine bir şâhid yaptığımız zaman bakalım kafirlerin hâli ne olacak!” buyuruyor.

Ameller, Cum’a günü Peygamberlere, ana ve babalara arzolunur. Resûlullah efendimize (s.a.v.) ümmetinin amelleri hergün, Cum’a günü ise, diğer Peygamberlere arz olunur. Resûlullah efendimizi vesile ederek Allahü teâlâya duâ etmek, yalvarmak, günahların affına sebep olur. Zîrâ Resûlullah efendimizin (s.a.v.) şefaatinin bereketi ile, pekçok ve büyük günahlar af ve mağfiret olunur. Kim böyle inanmazsa, Resûlullah efendimizin şefaatından mahrûm kalır. Zira Allahü teâlâ, Nisâ sûresinin altmışdördüncü âyet-i kerîmesinde meâlen; “Biz her peygamberi, ancak Allahın izni ile kendisine itaat olunmak için gönderdik. Eğer onlar, nefslerine zulmettikleri zaman sana gelseler de, günahlarına Allahdan mağfiret dileseler, Peygamber de kendileri için af isteseydi, elbette Allahı, tövbeleri ziyâde kabûl edici, çok bağışlayıcı bulacaklardı” buyuruyor.

Kim, Resûlullahın (s.a.v.) kabr-i şerîfine gelir, kapısında durur, O’nu vesile ederek Allahü teâlâya duâ eder, Allahü teâlâdan af ve mağfiret dilerse, Allahü teâlâ o kimseyi af ve mağfiret eder. Allahü teâlâ böyle va’d buyurmuştur. Buna inanmayan, Allah ve Resûlüne (s.a.v.) karşı gelmiş olur.

Ba’zı büyük zâtlar, Resûlullah efendimizin ziyâretine geldikleri hâlde, Resûlullaha (s.a.v.) olan edeblerinden dolayı, Resûl-i ekremin huzûruna girmemiş, dışarıdan ziyâret edip gitmişlerdir. Bunlardan birisine, niçin Resûlullahın (s.a.v.) huzûruna girmediği sorulunca; “İki cihanın efendisinin huzûruna benim gibiler nasıl girer? Resûlullahın (s.a.v.) huzûruna girmeye kendimde güç bulamıyorum” diye cevap vermiştir.

Halîfe, İmâm-ı Mâlik’e (r.a.) yanına gelmesi için binek gönderdiği zaman, bineğe binmeyi kabûl etmeyerek;

“Resûlullah efendimizin mübârek ayakları ile bastığı yere, katırın tırnakları ile nasıl basarım” dedi, İmâm-ı Mâlik (r.a) halifenin yanına gidince, halife ona; Mescid-i Nebiye girince, kıbleye mi, yoksa Resûlullaha mı (s.a.v.) dönüleceğini sorunca, İmâm-ı Mâlik (r.a.); “Yönünü Resûlullaha dönersin” buyurdu.

Kâdı Ebü’l-Fadl Iyâd şöyle der: “Resûlullahın (s.a.v.) kabr-i şerîfini ziyâret, müslümanlara sünnettir. Bu husûsta icmâ’ meydana gelmiş olup, faziletli ve teşvik olunan bir iştir.”

İbn-i Ömer’den bildirilen hadîs-i şerîfte, Resûlullah efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “Kabrimi ziyâret edene, şefaatim vâcib oldu.”

Enes bin Mâlik’in (r.a.) bildirdiği hadîs-i şerîfte; “Medîne-i münevvereye, sırf Allah rızâsı için beni ziyâret etmeye gelen kimse, kıyâmet günü bana komşu olur ve ona şefaat ederim” buyuruluyor. Başka bir hadîs-i şerîfte ise; “Kim beni vefâtımdan sonra ziyâret ederse, beni diri iken ziyâret etmiş gibi olur” buyurulmuştur.

İmâm-ı Mâlik (r.a.), Resûlullaha (s.a.v.) selâm vereceği ve duâ edeceği zaman kabr-i şerîfe yaklaşır, Resûl-i ekreme selâm verirdi. Eli ile kabr-i şerîfe dokunmazdı.

Nâfiî şöyle anlatır: “İmâm-ı Mâlik, Resûl-i ekremin kabr-i şerîfine gelir, şöyle selâm verirdi. “Esselâmü alen-Nebiyyi! Esselâmü alâ Ebî Bekr! Esselâmü alâ Ebî Hafs!” Sonra giderdi Onu böyle selâm verirken yüz defadan fazla gördüm.”

İbn-i Kasûn da şöyle demektedir: “Medînelileri, Medîne-i münevverenin dışına çıktıkları veya dışarıdan geldikleri zaman, Kabr-i şerîfe gelip selâm verdiklerini gördüm. Ben de böyle yaparım.”

Ahmed bin Sa’îd el-Hindî, eserinde şöyle demektedir: “Kabr-i şerîfin yanında duran kimse, ona dokunmaz, yapışmaz, uzun müddet de orada kalmaz. Hücre-i se’âdet, parmaklıkların içerisindedir. Buraya gelip, uzun müddet orada durulduğu zaman izdiham meydana gelir ve başkası rahatsız edilmiş olur. Uygun olanı, parmaklıkların iç kısmına girmemektir. Burada işlenen bid’atlerden müslümanları men etmelidir. Ba’zı kimseler, Kâ’be-i muazzamayı tavaf eder gibi, Hücre-i se’âdetin etrâfını dolaşıyorlar, tavaf ediyorlar, öpüyorlar, yüz ve gözlerini sürüyorlar; Oraya mendillerini ve elbiselerini atıyorlar, böyle yapmakla kendilerine bereket hâsıl olacağını sanıyorlar. Bunlar, tamamen bid’attir. Çünkü, Resûlullah efendimizden bereketlenmek ve ma’nevî yönden istifâde etmek, ancak O’na tâbi olmakla olur. Bunun için âlimler, Kâ’be-i muazzamanın duvarlarını, mescidlerin duvarlarını, Mushaf-ı şerîfi v.b. şeyleri mesh etmek (el sürmek) sünnete muhalif olduğu için, bu işleri mekrûh görmüşlerdir. Çünkü, Kabr-i şerîf ziyâret edilirken, hürmet ve ta’zim Resûlullah efendimizedir. Resûl-i ekreme ta’zim ise, sünnet-i seniyyeye uymakla olur. Aynı şekilde Mushaf-ı şerîfe ta’zim, onu öpmekle değil, onu okumak ve onunla amel etmekle olur. Yine mescide ta’zim, onun duvarlarına el sürmekle değil, onda namaz kılmakla olur. İçerisinde Allahü teâlânın veya Resûl-i ekremin ism-i şerîfi bulunan bir kâğıt, yolda görüldüğünde, ona ta’zim, onu öpmekle değil, onu şânına uygun olmayan yerden alıp, yüksekçe ve ayak altında kalmıyacak biryere kaldırmakla olur. Bir veliye ta’zim ve hürmet, onun elini ayağını öpmekle değil, onun sözünü dinlemek ve dediklerini yapmakla olur. Aynı şekilde, Resûlullah efendimize ta’zim, O’nun huzûrunda bir bid’ati yapmakla değil, onun sünnet-i seniyyesine uymakla olur.”

¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾

1) El-A’lâm cild-7, sh. 35

2) Ed-Dürer-ül-kâmine cild-4, sh. 237

3) Medhal-üş-Şer’-iş-şerîf