İBN-İ HABÎB EL-HALEBÎ

Hadîs ve târih âlimi. İsmi, Hasen bin Ömer bin Hasen bin Habîb bin Ömer ed-Dımeşkî el-Halebî olup, künyesi Ebû Muhammed ve Ebû Tâhir’dir. Lakabı ise Bedrûddîn’dir. 710 (m. 1310) senesi Şa’bân ayında Haleb’de doğdu. 779 (m. 1377) senesi Rebî’ul-âhır ayının onbirinde vefât etti.

İbn-i Habîb, babasının muhtesib vazîfesinde bulunduğu Haleb’de ilim öğrendi. Birçok zâtlardan ilim öğrenen İbn-i Habîb, birçok beldeleri ilim öğrenmek için dolaştı. Kâhire’de Muhammed bin Mu’dâd, Muhammed bin Gali, Abdülmuhsin İbn-üs-Sâbûnî, Yahyâ bin Mısrî’den ilim öğrendi. 733 (m. 1332) senesinde ilk defa, 739 (m. 1338) senesinde de ikinci defa hacca gitti. Bu seyahatler esnasında Mısır ve Suriye’nin çeşitli şehirlerinde ikâmet etti. İbrâhim bin Sâlih ve onun babası Ömer’den ve Fahrüddîn İbni Hatîb’den hadîs-i şerîf dinledi.

Kendisinden de; İbn-i Aşâir, İbn-i Zâhire, İbn-ül-Acemin’in torunu, Muhibbüddîn İbn-üş-Şıhne, Alâüddîn İbni Hatîb en-Nâsıriyye ve birçok âlim hadîs-i şerîf dinlediler ve rivâyette bulundular.

İbn-i Habîb daha sonra Trablus’a gitti. Oradan Şam’a ve sonra da Haleb’e geri döndü. Vefâtına kadar orada ikâmet etti.

İbn-i Habîb birçok eserler yazdı. Yazdığı eserlerden ba’zıları şunlardır: 1- Nesim-üs-Sabâ: Bu eser manzûm ve nesir ile karışık yazılmış bir eserdir. 2- Dürrat-ül-eslâk fî devlet-il-etrâk: Bu eserde Mısır’da hüküm sürmüş olan Memlûklü hükümdârları ve Memlûklü târihi anlatılmaktadır. 3-Cüheynet-ül-ahbâr fî esmâ-il-Hulefâi mülük-il-emsâr, 4- Tezkirât-ün-nebîh fî eyyâm-il-Mensûr ve benîhi, 5- En-Necm-üs-Sâkıb, 6- El-Muktefâ fî zikri fedâil-il-Mustafâ, 7- Keşf-ül-Mürût: Şâfiî mezhebi fıkhına dâir bir eserdir. 8- Füsûl-ür-Rabî’ ve usûl-ül-Bedî, 9-Makâmât-ül-Vuhûş.

En-Necm-üs-Sâkıb adlı eserinden ba’zı bölümler:

Resûlullahın (s.a.v.), Allahü teâlâ indindeki derecesi: Resûlullah (s.a.v.) beşerin en üstünüdür. Allahü teâlâya en yakın ve derecesi en yüksektir. Allahü teâlâ, O’na pek çok faziletler ihsân buyurdu. Her iki dünyâda makamını, zikrini pek yüksek kıldı. En kâmil güzellikleri O’nda topladı. Kendisine yakın kulları arasında da O’nu üstün tuttu. Kur’ân-ı kerîmde O’nu övdü. Yeri, O’nun için temiz yaptı ve mescid kıldı. O’nun, mu’cizesini kıyâmete kadar bâki eyledi. O’nu bütün insanlara Peygamber olarak gönderdi. Ona şefâat-i kübrâyı ihsân eyledi. O’nu âhır zaman Peygamberi kıldı. Onun ismini Arş-ı a’lâya ve Cennetin birçok yerine yazdı. O’nun vasfını pek geniş bildirdi. O’nun sözlerini hikmetler ve derin ma’nâlar ile dolu kıldı. O’nun emrine uyulup, yasakladığı şeylerden sakınılmasını irâde eyledi. Mahlûkuna, O’na itaat eylemesini emreyledi O’nun sünneti seniyyesine ve O’nun yolunda gidenlere uymak için kullarını teşvik buyurdu. O’nun kadrinin ve kıymetinin kendi katında pek yüksek olduğunu bildirdi O’nun kendi resûlü ve kulu olduğuna imân etmeyi bütün insanlara farz kıldı. O’nun vasıtasıyla pekçok hayırlar yarattı. O’nu kendisine yakın kıldı. O’nun vasıtasıyla pekçok hayırlar yarattı. O’nu kendisine yakın kıldı. O’na vahy gönderdi. O’nu hem dünyâda hem de âhırette azîz kıldı. O’nun dinini diğer dinlerden üstün kıldı. O’nu ayıplardan ve eksiklerden muhafaza eyledi. O’nu en güzel şekilde terbiye etti. O’na bilmediklerini öğretti. O’na her müşkil ve mübhem olan şeyin hâllini ve nasıl çözüleceğini gösterdi. O’nu kendisine habîb (sevgili) ve dost yaptı.

Allahü teâlâ, Habîbine ta’zim ve hürmeti emretti. O’nun nasihatlerine yapışmayı, O’nun kadrini ve kıymetini yüksek tutmayı emretti. Allahü teâlâ diğer Peygamberlere verdiği faziletlerin benzerlerini ve daha fazlasını ona ihsân etmiştir. Cebrâil aleyhisselâm; “Şarkı ve garbı dolaştım. Fakat Muhammed aleyhisselâm gibisini görmedim” diyerek, Resûlullahın (s.a.v.) üstünlüğünü beyân etmiştir.

Resûlullah (s.a.v.), en şerefli belde olan Mekke-i mükerremede doğdu. Mekke-i mükerreme, gerek Allahü teâlânın indinde ve gerekse kullarının yanında pek kıymetlidir. O dürr-i yetim oradan çıktı. O güneş, Mekke-i mükerreme semâsının ufkundan doğdu. Muhammed aleyhisselâm, İbrâhim aleyhisselâmın duâsı, Îsâ aleyhisselâmın müjdesi, Kureyş soyunun en temizi, Hâşimoğullarının incisidir. O, Arabların en şereflisi, en üstünü ve en fazfletlisidir.

Resûlullahın (s.a.v.) vasıfları: Resûlullahın mübârek başı büyük idi. Teni beyaz idi. Mübârek sakalı şerîfleri sık olup, yaradılıştan saçları gibi ondüle idi. Mübârek alınları açık idi. Mübârek dişleri beyaz idi. Mübârek ön dişleri seyrek idi. Söz söylediği zamanda, sanki dişleri arasından nûr, çıkardı. Mübârek bedeni, hem yumuşak, hem de kuvvetli idi. Mübârek kaşları ince idi. Kaşlarının arası açık idi. Mübârek kirpikleri uzun idi. Mübârek kolları etli idi. Mübârek kolları, ayakları ve parmakları uzun idi. Mübârek yüzü, bir miktar yuvarlak idi. Neş’eli olduğu zamanda, mübârek yüzü ay gibi nurlanırdı. Allahü teâlânın kulları arasında ondan daha fasih ve tatlı sözlü kimse görülmedi. Mübârek sözleri gayet kolay anlaşılır, gönülleri alırdı ve rûhları cezb ederdi. Mübârek bedenleri gayet temiz idi. Kokusu amberden daha hoş idi. Çocuklar arasında kokusu ile tanınırdı. O’nun geçtiği yerden geçenler, kokusundan O’nun geçtiğini anlarlardı. Mübârek göz, kulak ve diğer uzuvları gayet kuvvetli idi. Melekleri ve şeytanları görürdü. Aydınlıkta gördüğü gibi karanlıkta da görürdü, önünde olanları gördüğü gibi, arkasında olanları dahi görürdü. Fahri âlem (s.a.v.) güleryüzlü idi. Tebessüm ederek gülerdi. Gülerken, mübârek dişleri görünürdü. Güldüğü zaman, nûru duvarlar üzerine ziya verirdi. Yavaş ve vekarla yürür idi. Yana ve geri bakacağı zaman, bütün bedeni ile dönüp bakardı. Resûlullahın (s.a.v.) sükût hâli uzun idi. Devamlı tefekkür ederdi. Eshâbı ile dâima görüşürdü. Adâlet ve ihsân üzere idi.

Resûlullahın (s.a.v.) fesahati ve hilmi: Resûlullah (s.a.v.) Arab lehçelerini gayet güzel bilirdi. Her kabileye kendi lehçesi ile hitâb ederdi. Fesahat ve belagatı, akıl sahiplerini hayrette bırakırdı.

Resûlullah (s.a.v.), yüksek bir ahlâk üzere bulunuyordu. O’nun ahlâkı, Kur’ân-ı kerîmin bildirdiği ve öğrettiği ahlâk idi. Zâten O, yüksek ahlâkı tamamlamak için gönderilmişti. Resûlullahın (s.a.v.) hilmi pekçok idi. Kendisine gelmiyenlere, O giderdi. Vermeyene verirdi. Kendisine zulmedenleri ve haksızlık yapanları affederdi. Gücü yettiği hâlde, kimseden intikam almazdı. Kendisine meşakkat olan ve istemediği durumlara karşı sabırlı idi. İnsanlardan gelen eziyet ve sıkıntılar O’nda sabırdan başka birşeyi arttırmaz idi.

Münâfıkların kendisi hakkındaki kötü söz ve işlerini görmemezlikten gelirdi. Kendisine dil uzatanlara kötülük ile mukâbele etmezdi. Allahü teâlâ, O’nu onlara karşı muzaffer kılıncaya kadar, onlardan gelen sıkıntı ve eziyetlere sabreyledi.

Resûlullahın (s.a.v.) başkalarına karşı muâmelesi ve şefkati: Resûlullah (s.a.v.) hediye kabûl eder ve verene hediye ile mukâbele buyururlardı. Dâima başkalarına yardım ederdi. Fakirlerin da’vetini de kabûl eder, onlara teşrîf ederlerdi. Medîne-i münevverenin en uzak yerlerinde bulunan hastaları ziyâret ederdi. İhtiyâç sahibi ve âciz kimseler olabileceği ihtimâli üzerine, namazları fazla uzatmazdı. Kendisinden özür diliyenlerin özürlerini kabûl ederdi. Kendisini ziyârete gelenlere pekçok ikramda bulunurdu. Eshâbından ve Ehl-i beytinden herkese terbiye ile “Buyurun” diyerek cevap verirdi. Yanında bulunanlara aynı sevgiyi gösterirlerdi. Enes bin Mâlik (r.a.) buyurdu ki: “Resûlullaha on sene hizmet ettim. Bana, yaptığım birşeyden dolayı, bunu niçin böyle yaptın veya yapmadığım birşey için de, bunu niçin yapmadın” buyurmadı.

Resûlullah (s.a.v.) çok şefkatli idi. Dâima iyiliği emreder ve iyilik sahiblerine yakın dururdu. Kötülüğe, kötülük ile muâmele etmezdi. Kötülük sahibine müsamaha gösterirler, onu affederlerdi, iyilikten gücünün yettiğini yapardı. İbn-i Mes’ûd (r.a.) buyurdu ki: “Resûlullah (s.a.v.) ümmetine meşakkat olacak ve güç gelecek şeyleri emir buyurmamış, onlara dâima kolay şeyleri emretmiştir.”

Resûlullahın tevâzu ve adâleti: Resûlullah efendimiz (s.a.v.) yüksek bir tevâzuya sahipti. Kibirden herkesi çok sakındırırdı. Fakirlere ve muhtaçlara iyilikte bulunurdu. Hizmetçilerle beraber yerdi. Huzûrlarına gelenlere hizmet ederlerdi. Arpa ekmeği için bile olsa, yapılan da’vete icabet ederdi. Kum ve çakıl taşları üzerine yatardı. Çarşıdan almış oldukları şeyleri bizzat kendileri taşırlardı. Eshâbına (r.anhüm) en güzel ve en mükemmel şekilde muâmele ederdi. Bir meclise teşrîf buyurduklarında, meclisin son bulduğu yere otururlardı. Kul ve peygamber olmayı, sultan olmaya tercih etti.

Dostu da, düşmanı da, O’nun adâletine, ilmine ve yüksek bir ahlâka sahip olduğuna şehâdet etmektedir.

Resûlullahın (s.a.v.) susması çok olup, vekar sahibi idi. Az konuşurdu. Güzel olmayan sözlerden yüz çevirrirdi. Meclisi, hidâyet, ilim, hilm ve hayır meclisi idi. O’nun bulunduğu mecliste, gürültü olmaz, her kafadan bir ses çıkmazdı. Adâlet ve edeb yolunda asla ta’viz vermezdi.

Resûlullahın (s.a.v.) zühdü, kanâati ve ibâdeti: Resûlullahın (s.a.v.) zühdü pekçok idi. Bu husûsta en yüksek mertebede bulunuyordu. Dünyânın parlaklığına ve yaldızına ehemmiyet vermezdi. O, her zaman tâat üzere idi. Kanaatkar idi. İşlerinde pek temiz ve nezîh idi. İşlerinde ve hâllerinde, kifâyet miktarını tercih buyururdu. Yiyecek ve giyeceklerinde zarûret miktârı ile yetinirdi. Kalın giyeceklerden giyerlerdi. Fazla yemezdi. Eve gelince yemek istemezdi. Onlara açlığını, susuzluğunu belli etmezdi. Eğer yemek getirirlerse yerdi Su verirlerse içerdi. Ahırete teşrîf ettiklerinde, geriye hiçbir şey bırakmadı. Kendisinden sâdece silâhı, katırı ve bir parça arazi kaldı. Hâlbuki kendisine yerdeki hazinelerin anahtarı verilmişti. Resûlullahın (s.a.v.) ibâdeti pekçok idi. Allahü teâlâdan korkması, Rabbini tanıması derecesinde idi.

Resûlullah (s.a.v.), kıyâmet gününde ilk önce kabirden çıkacaktır, insanlar ümidsiz hâle düştükleri zaman, onlara O müjde verecektir, onların şefaatçisi olacaktır. Onlar sustuktan zaman, O konuşacaktır. En önce Resûlullah efendimiz (s.a.v.) Cennete girecektir. O, Kevser havuzunun sahibidir. Kevser havuzunun kokusu, miskden daha hoştur. Onun suyu, baldan daha tatlı ve sütten daha beyazdır. Resûlullah (s.a.v.) hem ilk şefaat eden, hem de şefaati ilk kabûl olandır. Yerdeki ağaçlardan daha çok kimseye şefaat eder.

Resûlullahın (s.a.v.) mu’cizeleri: Mekkeliler, Resûlullahtan (s.a.v.) kendilerine bir mu’cize göstermesini istemişlerdi. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.v.) onlara, ayın ikiye bölünmesi mu’cizesini gösterdi. Mekke müşrikleri bu mu’cizeyi görünce üzüldüler. Eshâb-ı Kirâm ise sevindi Ebû Cehl ahmaklığından dolayı, ayın bu şekilde bölünmesinin sihir olduğunu söyledi ve inanmadı. Gerçekten ayın ikiye bölünüp bölünmediğini anlamak için, uzaklara insanlar gönderdiler. Uzakta bulunanlar da o saatte ayın bölündüğünü söyleyince, bu mu’cizenin sihir olmadığı ortaya çıktı.

Resûlullah efendimizden (s.a.v.) su istenmesi: Bir gazâ sırasında Eshâb-ı Kirâm susuz kalınca, Peygamber efendimizden (s.a.v.) su istediler. Peygamber efendimiz (s.a.v.) mübârek sağ elini, bulunan çok az suya soktu. Parmaklarının arasından, pınarlar gibi su akarak suyun bulunduğu kap devamlı taştı. Herkes bu sudan abdest aldı. Onlar binbeşyüz kişi idiler. Yüzbin kişi olsa, Resûlullahın bereketi ile o su onlara yine kâfi gelirdi.

Resûlullaha (s.a.v.) yeni doğmuş bir çocuk getirilmişti. Resûlullahın (s.a.v.) huzûrlarında konuşup, Resûlullahın Peygamberliğine şehâdet getirdi.

Katâde’nin (r.a.) gözü, Uhud muharebesinde elmacık kemiği üzerine akmıştı. Resûlullah (s.a.v.) onu, tekrar yerine koydu. Ondan sonra o gözü, Resûlullahin (s.a.v.) bereketiyle en iyi ve sağlam gözü oldu.

Bedr muharebesinde, İslâm düşmanı Ebû Cehl, Mufiz bin Afra’nın elini kesmişti. Resûlullah (s.a.v.) onun kesik elini yapıştırdı. Allahü teâlânın izni ile kolu eskisinden daha sağlam oldu.

Resûl-i ekrem (s.a.v.), Eshâb-ı Kirâmdan birisine duâ buyurmuşlardı. Resûlullahın mübârek duâlarının bereketi tâ torunlarına kadar ulaştı.

Resûlullah efendimiz (s.a.v.), Abdürrahmân bin Avf’a bereket ile duâ buyurmuşlardı. Bu duânın bereketiyle, Abdürrahmân bin Avf’ın (r.a) evinin etrâfı mallarla doldu. Hattâ bir defasında, yediyüz deveyi fakirlere sadaka olarak verdi.

Resûlullah efendimizin (s.a.v.) mu’cizelerinden birisi de, Allahü teâlânın O’na gayb ile ilgili ba’zı şeyleri bildirmesidir. Resûlullah efendimiz vukû’ bulacağını haber verdiği şeyler olmuştur. Resûl-i ekrem (s.a.v.) kendisinden sonra fitnelerin çıkacağını, Hazreti Osman’dan sonra, Hazreti Ali’nin de şehid olacağını, Emevîlerin emir olacaklarını, Kıyâmet alametlerini, Hazreti Mehdî’nin çıkacağını, Ammâr’ı (r.a) âsilerin şehîd edeceklerini, hâricilerin zuhur edeceğini, yüzlerinin traşlı olacağı bozuk kaderiyyenin ve Eshâb-ı Kirâma dil uzatanların çıkacağını ve doğru yoldan ayrılacaklarını bildirmiştir.

Mekke müşrikleri, putlarını inkâr ettiği için, Resûlullahı (s.a.v.) öldürmek üzere ittifâk etmişlerdi. Resûl-i ekrem (s.a.v.) evinden çıkarken, onlara doğru toprak serpti. Onlar, Server-i âlem (s.a.v.) yanlarından geçtiği hâlde, farkında bile olmadılar. Onlar, hâlâ Resûlullahı (s.a.v.) evinden çıkması için beklediler.

Eshâb-ı Kirâmdan ve Resûlullahın (s.a.v.) ümmetinden sâlih kimselerden zuhur eden kerâmetler de Resûlullahın (s.a.v.) mu’cizelerindendir.

Resûlullahı tasdik etmek, Allahü teâlâdan başka ilâh olmadığına inandıktan sonra, Resûl-i ekremin (s.a.v.), Allahü teâlânın kulu ve resûlü olduğuna inanmak da farzdır. Resûlullaha îmân; O’nun peygamberliğine şehâdet etmek, Allahü teâlâdan getirdiklerinin hepsini ve buyurduklarını tasdik etmektir. Kalb ile tasdik ve dil ile ikrâr bir arada bulununca Îmân tamâm olur. Resûlullahın (s.a.v.) peygamberliğine ve bildirdiklerine imân ettikten sonra, O’na itaat etmek de lâzımdır. Çünkü O’na itaat, Allahü teâlâya itaatla beraberdir. Server-i âleme itaat edip, O’nun sünnet-i seniyyesi üzere yürüyen kimse, doğru yoldadır. O’nun emirlerine uyan, en büyük sevâba ve mükâfatlara kavuşur. O’na muhalefet edip, emirlerine karşı gelenler, en büyük azâba ve cezaya uğrarlar. Resûlullaha itaat etmek, O’nun sünnet-i seniyyesine uymak, O’nun getirdiklerini kabûl etmek, O’nun bildirdiklerini her tarafa yaymaktır.

Resûlullah efendimizin (s.a.v.) sünnet-i seniyyesine yapışan Cehennemden kurtulur. Ahırette iyilerle beraber haşr olunur. Sünnet-i seniyyeye uyan, Kur’ân-ı kerîme de uyar. Herkesin bozulduğu zamanda, sünnet-i seniyyeye yapışana yüz şehîd sevâbı vardır. Sünnet-i seniyyeden yüz çeviren, Resûlullahın yolundan ayrılmış olur. Kim nefsini sünnet-i seniyyeye uymaya mecbûr ederse, mes’ûd ve bahtiyar kimselerden olur. Sünnet-i seniyyeye muhalefet edip, karşı çıkan, hüsrana uğrar. Dinden olmayıp, sonradan ortaya çıkan bid’atlerden çok sakınmalı. Çünkü her bid’at dalâlettir, sapıklıktır. Sünnet-i seniyyeyi bilip ona uymak sûretiyle, kalbleri uyanık bulundurmalıdır. Sünnet-i seniyye iyi bilinirse, neyin dalâlet ve sapıldık olduğu kolayca anlaşılır.

Resûlullaha (s.a.v.) sevgi ve hürmet: Her mü’minin Resûl-i ekremi (s.a.v.) sevmesi lâzımdır. Bir kimse Resûlullahı canından, malından, evlâdından, ana ve babasından ve dostlarından daha çok sevmedikçe imânı kâmil bir mü’min olamaz. Resûlullah efendimizi (s.a.v.) seven, içinde imânın tadını duyar, Resûlullaha sevenler arasına katılır. Allahü teâlânın kendilerine lütuf ve ihsânda bulunduğu kimselerle arkadaş olur. Çünkü kişi, sevdiği ile beraberdir. Eshâb-ı Kirâm (r. anhüm), Resûlullah efendimizi (s.a.v.) canlarından daha çok seviyorlardı. O’na kavuşmayı, O’na yakın olmayı, herşeye tercih ediyorlardı. O’na hürmette kusur etmemek için bütün güçleri ile çalışıyorlardı. O’na çok salât ve selâm okuyorlardı. Hele Ebû Bekrin (r.a.) Resûlullaha (s.a.v.) olan sevgi ve muhabbeti pek meşhûrdur. Hazreti Ömer, Resûlullahı canından daha çok sevdiğini yemîn ile söylemiştir. Hazreti Osman ve Hazreti Ali’nin de Resûlullaha olan sevgi ve muhabbetleri ma’lûmdur. Hazreti Ali’den şöyle bildirilmiştir “Vallahi, Resûlullah. (s.a.v.) bize, mallarımızdan, çocuklarımızdan, babalarımızdan ve analarımızdan, hararetten yanan ciğerlerin serin suya olan iştiyâklarından daha sevgilidir ve kıymetlidir.” Amr bin As (r.a.) şöyle buyurmuştur: “Hiçbir kimse bana Resûlullahtan daha sevgili olmamıştır.” İbn-i Ömer’e bize en sevdiğin kimseyi söyler misin? denince, yetiş ey Muhammed (s.a.v.) demekten kendini alamadı. Ashâb-ı Kirâmın bir kısmı da, Resûlullah efendimize (s.a.v.) tâbi olmaları ve sevmelerinden dolayı Bedr’de, Uhud’da ve Hendek muharebelerinde müşrik olan oğlu ve akrabaları ile muharebe etti.

Resûlullah efendimize sevginin alâmeti, Resûlullaha (s.a.v.) hürmet ve ta’zim, O’nun ümmetine şefkat, sâlihlerine iyilik etmek, onlara nasîhatta bulunmak, onlara faydalı olup, zararları onlardan def etmektir. Resûlullahı (s.a.v.) sevenlerden olanlara, O’nun emirlerine uyup, yasaklarından kaçanlara, gerek sıkıntı ve gerekse genişlik zamanlarında O’nun âdabı ile edeblenenlere, O’nun emrettiklerini nefsinin arzu ve isteklerine tercih edenlere, Allah için sevinip, Allah için sevenlere, O’nun sünneti ile amel etmeye devam edenlere, şehvetinin isteğinin aksine, Resûlullahın (s.a.v.) sünnet-i seniyyesi istikâmetinde gidenlere, O’nun sünnet-i seniyyesinin (dinin emir ve yasaklarını) öğrenen ve onlarla amel edenlere, O’nun ahlâkı ile ahlâklananlara, O’nun sevdiklerini sevenlere, Resûlullahın Ehl-i beytine ve Eshâb-ı Kirâma hürmet edip onları sevenlere, bid’atlerden ve bid’at ehlinden uzak kalanlara ne mutlu.

Resûlullah efendimize hürmet ve ta’zim: Allahü teâlâ, Resûl-i ekreme (s.a.v.) hürmet ve ta’zimi farz kıldı. Onun huzûrunda, O’ndan önce konuşmayı, O’na karşı edebe uymayan işlerde bulunmayı yasakladı. Eshâb-ı Kirâma, Resûlullahın (s.a.v.) ağzından çıkanları dikkatle dinlemelerini emretti. Herhangi bir şekilde muhalefet etmekten seslerini O’nun sesinden fazla çıkarmaktan menetti. O’na hayatta iken de, vefâtından sonra da hürmet etmelerini emretti. O’nu, birbirlerini çağırdıkları gibi çağırmamalarını emretti. O’na, sevdiği isimler arasında en güzeli ile hitâb etmelerini emretti. O’nun yanında sesini alçaltarak konuşanları övdü ve onları af ve mağfiret buyuracağını ve büyük mükâfata kavuşturacağını va’detti. Bu sebeple Eshâb-ı Kirâm (r.anhüm), Server-i aleme (s.a.v.) çok hürmet ve ta’zimde bulunurlardı. Ebû Bekr ve Ömer (r.anhümâ), Resûlullaha (s.a.v.) gözlerini kaldırıp bakamazlardı. Etrâfında otururlarken sanki başlarının üzerinde kuş varmış gibi otururlardı. Resûl-i ekrem abdest aldığı vakit, Resûl-i ekremin abdest suyunu alabilmek için birbirleri ile yarış ederlerdi. Resûlullahın (s.a.v.) saçından bir kıl düşünce, onu alabilmek için çok gayret gösterirlerdi. O’nun emirlerine uyabilmek için canla başla çalışırlardı. Resûlullahın (s.a.v.) kapısını parmakları ile değil, tırnakları ile çalarlardı. Bir şey soracakları vakit, Resûlullaha hayâlarından dolayı onu sormaya cesâret edemezlerdi.

Resûlullaha (s.a.v.) hayatlarında olduğu gibi, velâtlarından sonra da hürmet ve saygı lâzımdır. Selef-i sâlihîn, Resûlullahın (s.a.v.) bir hadîs-i şerîfini duydukları zaman, derhâl onu alırlar, ezberler ve ma’nâsına göre amel ederlerdi. O’nun “hadîs-i şerîfi okunduğu zaman, hürmetle dinlerlerdi. Bir kısmı, Resûlullaha (s.a.v.) dâir birşey işittiği zaman, olduğu hâlde kalır, pür dikkat dinlerdi. Bir kısmı, huşû’ ve hudû’ hâline bürünürdü. Bir kısmının gözlerinden yaşlar akardı. Bir kısmı, anlatılandan dolayı hayran kalırdı. Bir kısmının rengi atıp, sapsarı olurdu. Bir kısmı, abdestsiz asla hadîs-i şerîf yazmazdı. Bir kısmı, yatarak veya ayakta hadîs-i şerîf okumayı hoş görmezdi. Bir kısmı, kendisinden hadîs-i şerîf okuması istendiği zaman, derhâl gusl abdesti alır, temizliğini yapar ve yeni elbiselerini giyerdi.

Ey insanoğlu! Resûlullaha, huzûrda imişsin gibi hürmet ve ta’zimde bulun. Resûlullah (s.a.v.), yanında anıldığı zaman edebli ol. Günahlarının af ve mağfireti için O’nun şefaatini iste.

Resûlullahın (s.a.v.) Âline ve Eshâbına sevgi: Resûlullahın (s.a.v.) temiz Ehl-i beytine, akrabasına, O’nun seçkin soyuna, Eshâb-ı Kirâma, mü’minlerin anneleri durumunda olan mübârek zevcelerine hürmet ve ta’zim, Resûlullaha olan, hürmet ve ta’zimdendir.

Ey Âdemoğlu! Resûl-i ekremin (s.a.v.) Ehl-i beytine, âlimlere hürmet ve ta’zimde bulunduğun gibi, hürmet ve ta’zimde bulun. Resûlullah efendimizin (s.a.v.) Ehl-i beytini ve Hazreti Ali, Ca’fer bin Ebî Tâlib, Ukayl bin Ebî Tâlib, Hazreti Abbâs’ı (r.anhüm) sevenleri sev. Onlara buğz edenleri sevme. Onları sevmeyi ni’met bil. Bu sevgi, îmâna delîldir. Kureyşe iyilikle muâmele et.

Resûlullah (s.a.v.), Eshâb-ı Kirâmı sevmeyi emretti. Onların Allahü teâlâ katındaki derecelerinin pek yüksek olduğunu bildirdi.

Ey insanoğlu! Server-i âlemin Eshâbı hakkında her zaman hüsn-i zanda bulun. Onların aralarında meydana gelen hâdiselerden dolayı, hiçbirisinin şânına yakışmayacak söz söylemekten çok sakın. Dâima onların güzel hâllerinden bahset. Faziletlerini anlat. Onlara düşmanlık eden, onları sevmeyen bid’at ehli kimselerden uzak kal.

Resûl-i ekrem (s.a.v.), Eshâbı hakkında şöyle buyurdu: “Benden sonra Hazreti Ebû Bekr ve Hazreti Ömer’e uyunuz!, “Sizden biriniz, Uhud dağı kadar sadaka verse, Eshâbımdan birisinin verdiği yarım sa’ sadaka sevâbına ulaşamaz.”

Eshâb-ı Kirâmı mehd ve senada bulunan kimse, nifaktan uzaktır. Onlara uyan, doğru yolu bulur. Çünkü Resûlullah efendimiz (s.a.v.); “Eshâbım, gökteki yıldızlar gibidir. Hangisine uyarsanız kurtulursunuz” buyuruyor. Onlara hürmet ve ta’zimde bulunan, ebedi âhıret yurdunda kerâmet elbiseleri giyer. Onlar hakkında, Resûlullahın hakkına riâyet edeni, Allahü teâlâ, hem dünyâ, hem de âhırette muhafaza eder.

Allahü teâlâ, Eshâb-ı Kirâmı, Resûl-i ekremin (s.a.v.) yüksek sohbetlerinde bulunmalarının hürmetine üstün kıldı. Onları, nebiler ve resûller hariç, bütün insanlardan üstün kıldı.

Resûlullah efendimizin (s.a.v.) kabr-i şerîflerini ziyâret: Resûlullahın (s.a.v.) kabr-i şerîflerini ziyâret güzel bir sünnettir. Resûl-i ekremin kabri şerîflerinin ziyâret edilmesi husûsunda müctehid âlimler icmâ’ etmişler, pek büyük fazilet ve sevâbın olduğunu bildirmişlerdir. Resûlullahı (s.a.v.) vefâtından sonra ziyâret eden kimse, sanki hayâtında ziyâret etmiş gibidir. Server-i âlemin (s.a.v.) kabr-i şerîflerini ziyâret eden, O’nun yakınları arasına girer, Resûlullahın (s.a.v.) şefaatine kavuşur. Medîne-i münevverede ikâmet eden kimse, Resûl-i ekremin bulunduğu o mübârek topraktan nasîbini alır. Orada vefât eden, O’nun şefaatine kavuşur. Medîne-i münevverede, Resûlullahın (s.a.v.) mescidine gitmeli, kabr-i şerîfi ziyâret etmeli, Resûlullaha ve O’nun iki mübârek halifesi Hazreti Ebû Bekr ve Hazreti Ömer’e selâm vermeli, gerekli olanlar yapılmalı, Resûl-i ekremin (s.a.v.) mescidinde sesi yükseltmemeli, edebi asla terketmemeli, Resûlullaha olan hürmet ve ta’zimde Selef-i sâlihîn gibi olmalıdır. Resûlullahın (s.a.v.) Ravda-i mutahharasından, minberinden ve mübârek ayaklarının bastığı o yerlerin bereketlerinden istifâde etmelidir. Cebrâil aleyhisselâmın vahy getirdiği o yerlere bakmakla, oraları görmekle gözleri şereflendirmelidir.

Mescid-i Nebevî, takvâ üzere kurulmuş ve yapılmış bir mesciddir. Orada Ravda-i mutahhara vardır. Burası, Cennet bahçelerinden bir bahçedir. Kur’ân-ı kerîm ve sünnet-i nebeviyye nûrları dünyânın her tarafına buradan yayıldı. Burada bir yer vardır ki, burası Mescid-i haramdan sonra yeryüzünün en kıymetli yeridir. Çünkü orada, Fahr-i âlemin (s.a.v.) mübârek vücûdu bulunmaktadır. Bu mescidde çok namaz kılmalıdır. Bu sebeble çok ni’metlere kavuşulur. Burada kılınan namaz, başka yerlerde kılınan bin namazdan üstündür.

Resûl-i ekreme salât ve selâm okumak: Server-i âleme salât ve selâm getirmenin fazileti pek büyüktür. Salât ve selâma devam etmeli ondan gafil olmamalıdır. Bilhassa Cum’a günleri çok salât ve selâm okumalıdır. Allahü teâlâdan birşey istiyen kimse, önce Allahü teâlâya hamd ve sena ettikten sonra, Resûlullaha (s.a.v.) salât okumalıdır. Böyle bir duâ kabûle pek lâyıktır. İki salât ile (duânın başında ve sonunda olmak üzere) yapılan duâ geri çevrilmez. Resûlullah efendimize (s.a.v.) bir salât okuyana, Allahü teâlâ on rahmet eder. O kimsenin on hatâsı affolur. On derece yükseltilir. On sevâb yazılır. Melekler de ona salât okurlar, ya’nî o kimse için istiğfar okurlar, o kimsenin af ve mağfiretini Allahü teâlâdan isterler. Server-i âleme (s.a.v.) çok salât okuyan kimsenin günahları af ve mağfiret olunur. Bir kitapta Resûl-i ekreme (s.a.v.) salât yazan kimse çok sevâba kavuştuğu gibi, Resûlullahın (s.a.v.) ismi bu kitapta kaldığı müddetçe, melekler o kimse için istiğfar okurlar. Resûlullah efendimize (s.a.v.) on kere salât ve selâm okuyan kimse, bir köle azâd etmiş gibi olur. Resûlullah (s.a.v.), kabri yanında salât okuyan kimsenin okuduğu salâtı duyar. Allahü teâlânın yeryüzünde dolaşan melekleri vardır. Bunlar, ümmetinin okudukları salâtı Resûlullah efendimize (s.a.v.) iletirler.

“Muktefâ fî zikri fedâil-il-Mustafâ” adlı eserinden ba’zı bölümler:

Allahü teâlâya hamd, Resûlüne, O’nun Âline ve Eshâbına salât olsun. Sözlerin en güzeli; Allahü teâlânın kitabı Kur’ân-ı kerîm, en doğru yol; Resûlullahtan (s.a.v.) bildirilen yoldur. Me’sûd o kimsedir ki, Allahü teâlânın kitabı Kur’ân-ı kerîme ve Resûlullahın (s.a.v.) emirlerine uyar.

Resûlullah efendimizin (s.a.v.) babası Abdullah bin Abdülmuttalib’dir. Annesi Vehb bin Abdi Menâf bin Zühre bin Kilâb’ın kızı Âmine’dir. Hazreti Âmine, Resûlullah efendimize hâmile iken O’nun ağırlığını hiç hissetmedi. Resûlullaha hamile olması sebebiyle, Kendisinde usanma bıkkınlık meydana gelmedi. Hazreti Amine’ye birgün uyku ile uyanıklık arasında iken güzel ve tatlı sözlü birisi gelip, ona, insanların ve kâinatın efendisine hâmile olduğunu bildirdi.

Resûlullah efendimizin babası Abdullah, Kureyş ticâret kervanı ile Şam’a ticâret için gitmişti. Artık işlerini bitirmişler, dönüyorlardı. Medîne-i münevvereye gelince, hastalandı ve burada vefât etti.

Resûlullah (s.a.v.), Rebî’ul-evvel ayının ikinci Pazartesi günü fecir doğarken dünyâya teşrîf buyurdu. Resûlullahın (s.a.v.) dünyâya teşrîf buyurması ile, şeytanın semâdan haber çalması engellendi. O’nun doğması ile, her yer sarsıldı. Resûlullahın annesi Âmine ve dedesi Abdülmuttalib, O’nun dünyâya teşrîf etmesine çok sevindiler. O’nun bereketinin ve kıymetinin çok yüksek olacağının farkına vardılar.

Resûlullah efendimize ilk süt emziren Ebû Leheb’in azâdlısı Süveybe Hâtun’dur. Resûlullahın bereketiyle azâd edildi. Resûlullah efendimiz daha sonra ona ikramlarda bulunmuş, ziyâret etmiştir. Süveybe Hâtun’dan sonra Resûlullahı (s.a.v.) Halime Hâtun emzirmiştir. Resûlullah (s.a.v.) Halime Hâtun’un yanında, Sa’d kabilesinin bulunduğu yerde kaldılar. Resûlullahın (s.a.v.) hürmetine pekçok bereketler ve bolluklar görüldü. Resûlullah (s.a.v.) Halime Hâtun’un yanında dört yaşına kadar kaldı. Sonra annesi Âmine Hâtun’a teslim edildi.

Resûlullah (s.a.v.) altı yaşına gelince, annesi Âmine ile beraber Medîne-i münevverede bulunun dayılarına ziyârete gittiler. Beraberlerinde Ümmü Eymen de vardı. Anneleri, bütün gücü ile Resûlullah efendimizin rahatını te’min etmek için gayret gösterirdi. Medîne-i münevverede bir ay kaldıktan sonra dönerlerken, yolda Ebvâ denilen yerde, Resûlullah efendimizin annesi vefât etti. Buraya defnedildi.

Resûlullah efendimizin annesi vefât edince, dedesi Abdülmuttalib’in yanında kaldı. Abdülmuttalib, Peygamber efendimizi kendisine çok yakın tutardı. O’nun sözlerini dinlerdi. O’nun muhafaza ve hizmetine çok ehemmiyet verirdi. Vefât edeceği zaman, Resûl-i ekreme (s.a.v.) bakması için oğlu Ebû Tâlib’e vasıyyette bulundu.

Amcası Ebû Tâlib, Server-i âlemi (s.a.v.) çok severdi. O’nun bereketini farkeder ve görürdü. Resûlullahı (s.a.v.) çocuklarına tercih ederdi. Bir defasında Kureyşin ileri gelenleri ile sefere çıkmıştı. Beraberinde Resûl-i ekremi de götürmüştü. Onlar bu yolculukları sırasında Resûlullah (s.a.v.) ile sohbet edip konuşurlarken yorgunlukları giderdi. Resûl-i ekremin bereketi ile bu yolculukları gayet güzel ve sıkıntısız geçmiştir. Kâfile, Bahira denilen bir papazın yanına uğradı. Bahira, Resûlullah efendimizin mübârek ellerini tuttuktan sonra; “Bu, Allahü teâlânın âlemlere rahmet olarak gönderdiği peygamberdir” dedi. O’nun gelişi ile ağaçların ve taşların secdeye vardıklarını, bir bulutun onu gölgelendirdiğini, O’nda, geleceği bildirilen peygambere dâir kitaplarda yazılı sıfatları gördüğünü söyledi. Resûlullah (s.a.v.), bu sırada daha oniki yaşında bulunuyordu. O’nu, Allahü teâlâ muhafaza ediyordu. O, kavminin mürüvvet bakımından en üstünü, ahlâken iyisi, hilm ve emânet bakımındanda en büyüğü idi. Asla münâkaşa etmez, yalan söylemezdi. Çok yüksek hasletleri kendisinde bulundurduğu için “Muhammed-ül-emîn” denirdi.

Resûlullah (s.a.v.) yirmibeş yaşında iken, Hazreti Hadîce vâlidemizin adına ticâret yapmak için Şam’a yolculuk yaptı. Beraberinde, Hazreti Hadîce’nin hizmetçisi Meysere de var idi. Resûlullah efendimizi (s.a.v.) bu yolculuk sırasında iki melek gölgelendiriyordu.

Resûlullah (s.a.v.) kırk yaşına geldiği zaman, peygamberlik vazîfesi verildi. Her taraf nübüvvet nûru ile aydınlandı. Resûlullaha (s.a.v.) vahy, önce doğru rü’yâlar şeklinde gelmeye başladı. Resûl-i ekrem, Hirâ dağına gider, orada yalnız kalırdı. Nihâyet O’na Cebrâil (a.s.) göründü. O’nu, peygamber olduğu haberi ile müjdeledi. O’na; “Oku! Herşeyi yaratan Rabbinin ismiyle ki, O, insanı pıhtılaşmış kandan yarattı. Oku, senin Rabbin kalemle yazı yazmayı öğreten, insana bilmediğini öğreten, bol kerem ve ihsân sahibidir” meâlindeki Alâk sûresinin ilk beş âyetini okudu. Ayağı ile yere vurdu. Çıkan su ile O’na abdest almasını öğretti. İki rek’at namaz kılmasını söyledi. Sonra gitti. Cebrâil (a.s.) O’na geldiği gün, Ramazân-ı şerîfin onyedisi ve Pazartesi günü idi. Resûlullaha (s.a.v.) Peygamberliği bildirilip, Cebrâil (a.s.) O’na gelmeye başlayınca, yanından geçtiği ağaçlar ve taşlar O’na selâm verirdi. “En yakın akrabalarını âhıret azâbı ile korkut” meâlindeki Şuarâ sûresi ikiyüzondördüncü âyet-i kerîmesi nâzil oluncaya kadar, üç sene gizli olarak insanları İslama da’vet etti. Bundan sonra, İslâma da’veti açıktan yaptı. Allahü teâlâ tarafından kendisine bildirilenleri insanlara tebliğ etti. Ümmetine nasîhat eyledi. Emâneti yerine getirdi. Resûlullah (s.a.v.), insanları Allahü teâlâya imâna da’vet ediyordu, imân edenlerin âhırette ebedi azaptan kurtulacağını, Allahü teâlânın rızâsına kavuşacağını bildiriyordu. Onları kendisini tasdik etmeye ve kendisine tâbi olmaya çağırıyordu. Kureyş müşrikleri ise, insanlara Resûl-i ekreme itaat etmemelerini emrediyorlar, Resûlullahı ve O’na imân edenleri dinlememelerini söylüyorlardı. Resûlullah (s.a.v.), onların arasında on sene tebliğ vazîfesini yaptı.

Hazreti Hadîce ve Hazreti Ali’den sonra, azâdlı kölesi Zeyd bin Harise, eski dostu ve yakın arkadaşı Hazreti Ebû Bekr, Hazreti Osman, Abdürrahmân bin Avf, Sa’d bin Ebî Vakkâs, Zübeyr bin Avvâm, Talhâ bin Ubeydullah ilk müslüman olanlardır. Hazreti Hadîce’den sonra müslüman olan bu sekiz kişiye “Sâbikûn-i İslâm”, ya’nî ilk müslümanlar denir.

Hazreti Ömer’in müslüman oluşu: Hazreti Ömer’in, müslüman olmadan önce İslâma olan düşmanlığı çok şiddetli idi. Hattâ birgün kılıcını kuşanıp, Resûlullah efendimizi öldürmek için yola çıkmıştı. Yolda Nuaym bin Abdullah’a rastladı. Nuaym’dan, kızkardeşi Fâtıma ile eniştesi Sa’îd’in müslüman olduğunu, Habbâb bin Eret’in de onlara Kur’ân-ı kerîm öğretmekte olduğunu öğrendi. Buna çok kızan Ömer, doğru kızkardeşinin evine gitti. Onların Kur’ân-ı kerîm okuduklarını işitti, içeriye girince, kızkardeşine ve eniştesine vurdu. Daha sonra okudukları Kurân-ı kerîm sahifesini istedi. Ve eline alıp okudu. O anda Ömer’in kalbi yumuşadı. Yumuşak bir sesle; “Bu ne güzel ve yüksek sözler” dedi. Onlara, Resûlullahın nerede bulunduğunu sordu. Onlar da Resûlullahın (s.a.v.) Safa’da Eshâbdan birinin evinde olduğunu söylediler. Hazreti Ömer oraya doğru yola çıktı. Resûlullahın bulunduğu eve gelince, içeri girmek için izin istedi. İzin verilip içeri girince, orada bulunanlara selâm verdi. Resûlullah efendimizin huzûrunda müslüman oldu. Hazreti Ömer’in müslüman olması, müslümanlar için bir fetih oldu. O gün İslâmın kuvvetlenmesinde çok te’sîrli oldu.

Resûlullah efendimizin (s.a.v.) peygamberliği artık her tarafa yayılmıştı. Bu haber tâ İran İmparatoru Kisrâ’ya kadar varmıştı. Bunun üzerine Kisrâ, Yemen Vâlisi Bâzân’a şöyle haber gönderdi: “Kureyş’in arasından birisinin çıkıp, peygamberlik iddiasında bulunduğunu duydum. O’nun bulunduğu yere git. Eğer bu iddiasından vazgeçmezse, başını bana gönder.” Bâzân, Kisrâ’nın bu haberinin bulunduğu mektûbu, Resûlullaha gönderdi. O zaman Resûl-i ekrem Bâzân’a şu cevâbı verdi: “Şüphesiz, Allahü teâlâ, onun katlini, öldürüleceğini va’d etti.” Bâzân bir müddet bekledi. Durumun nasıl olacağına baktı. Bir süre sonra Kisrâ, oğlu tarafından öldürüldü. Bunun üzerine Bâzân, kendisinin ve arkadaşlarının müslüman olduğunu bildirdi.

Hicret-i şerîf: Mekke müşrikleri müslümanlara karşı eziyet ve sıkıntılarını arttırmışlardı. Müslümanlar, bu durumu Resûlullaha (s.a.v.) arz ettiler. Hicret için izin istediler. Genç, ihtiyâr, müslümanlar gizlice Medîne-i münevvereye gitmeye başladılar. Medîne-i münevvereye varan Mekkeli muhacir kardeşlerine, Medîneli müslümanlar her türlü yardımı yapıyorlardı. Birgün Resûlullahın da (s.a.v.) Mekke-i mükerremeden çıkıp, hicret eden müslümanlarla buluşacağını, bu sûretle müslümanların daha rahat hareket ederek kuvvet bulacağından korkan Mekkeli müşrikler, Dârunnedve denilen konakta toplandılar. Resûlullahı (s.a.v.) öldürmeye karar verdiler. Ancak Allahü teâlâ onlara bu fırsatı vermedi. Resûl-i ekrem, Hazreti Ebû Bekr ile beraber Mekke-i mükerremeden ayrıldılar. Sevr mağarasına vardılar. Resûlullahın (s.a.v.) Mekke’den ayrıldığı haberini alan Mekke müşrikleri, her tarafı aramaya başladılar. Hattâ Sevr mağarasının yanına kadar geldiler. Resûl-i ekremle (s.a.v.), Hazreti Ebû Bekr, mağarada üç gece kaldılar. Sonra Allahü teâlânın izni ile yola çıktılar. Yollarına devam ederken, peşlerinden Sürâka bin Mâlik’in gelmekte olduğunu gördüler. Fakat Resûlullah efendimizin bir mu’cizesi olarak, Sürâka’nın atının ayakları kuma battı. Sonra Resûlullahtan af dilemesi üzerine, Resûl-i ekremin duâlarının bereketi ile bu durumdan kurtuldu. Resûlullahın (s.a.v.) peşinden aramaya gelenleri geri çevireceğine dâir söz verdi. Nihâyet Resûlullahın (s.a.v.) hicret-i şerîfleri Medîne-i münevverede son buldu. Resûlullah (s.a.v.) Medine’ye teşrîf buyurunca, şimdi Mescid-i Nebevî’nin olduğu yer, son durağı oldu. Herkes Resûlullahı kendi evlerine da’vet ediyorlardı. Medine’deki müslümanlar Resûlullahın teşrîfi ile çok sevindiler.

Resûl-i ekrem burada, Mekkeli Muhacirler ile Medîneli Ensârı birbirine kardeş yaptı.

Müslümanlar Medine’de kuvvetlenmişlerdi. Beş vakit namaz kılıyorlardı. Yalnız namaz vakitlerinde, sâdece “Essalâtü Câmia” deniyordu. Resûlullah, namaz vaktinin bildirilmesi konusunda, Eshâb-ı Kirâm arasında meşveret yaptı. Eshâbdan ba’zıları namaz vakitlerini bildirmek için çan çalınması teklifinde bulundular. Bu fısk ve isyan ehlinin şiârı olduğu için, Server-i âlem bunu hoş görmedi. Nihâyet Abdullah bin Zeyd’e rü’yâsında şimdi okunan ezan öğretildi. Abdullah bin Zeyd, rü’yâsında öğretilen ezanı Fahr-i âleme arz edince, Resûlullah (s.a.v.) bu ezanı Hazreti Bilâl’e okumasını emretti. Aynı rü’yâyı Hazreti Ömer de görmüştü. Server-i âlem bundan dolayı Allahü teâlâya hamd etti. Hazreti Ömer’in ve Abdullah bin Zeyd’in rü’yâlarının birbirine muvafık gelmesine de sevindi. Hazreti Bilâl-i Habeşî sabah ezanında “Es-Salâtü hayrun minen-nevm” ilâve etti. Resûlullah efendimiz ise buna mâni olmadı. Hazreti Bilâl-i Habeşî’ye yüksek derecesinden dolayı sevinmesini lisân-ı hâl ile söyledi.

Ehl-i Suffe; maddî durumları zaîf müslümanlardı. Medîne-i münevverede onların kabileleri, evleri ve malları yoktu. Mescid-i Nebevî’de kalıyorlardı. Resûlullah efendimiz onlarla yakından ilgilenir, ihtiyâçlarını te’min ederdi. Onları yemeğe da’vet eder, Eshâb-ı Kirâma, onlara ikram ve ihsânda bulunmaları için tavsiyede bulunurdu.

Resûlullahın (s.a.v.) ba’zı vasıfları: Resûlullah (s.a.v.), yüksek bir ahlâk üzere bulunuyordu. Karşılaştığı kimseye selâm verirdi. Gülme yerine tebessüm ederlerdi. Konuştukları zaman, çok derin ve geniş ma’nalı konuşurlardı. İyiyi görür ve onu te’yid eder, çirkini çirkin görürdü. Birşey isteyene verirdi. Ekseriyetle sükût hâli üzere bulunurdu. Allahü teâlâyı zikri pekçok idi. Dâima hüzün ve tefekkür hâli üzere bulunurdu. Eshâbını arayıp sorardı. Her kavmin durumuna göre ikramda bulunurdu, insanların ihtiyâçlarını giderir, onlara sevgi gösterirdi. Onlara ba’zan müjde verir, ba’zan korkuturdu. Onlara yakınlık gösterirdi. Onları kendinden asla nefret ettirmezdi.

Resûlullah efendimizin meclisleri, haya ve hilm, sabır, emânet ve ilim meclisi idi. Orada büyüğe saygı ve hürmet, küçüğe şefkat ve merhamet gösterilir, garîb olana yardımcı olunur, sesler yükseltilmezdi. Resûlullah efendimiz (s.a.v.) konuşurken, orada bulunanlar, sanki başlarında bulunan bir kuşu, ufak bir hareket ve sesle kaçırmamak için nasıl sessiz ve hareketsiz dururlarsa, öyle dururlardı. Resûlullah (s.a.v.) sustuğu zaman, sâdece fayda ve hayır olan şeyi konuşurlardı. Server-i âlem, kimseyi zemmetmez ve ayıplamazdı. Kimsenin ayıbını açmazdı. Bir ihtiyâç için gelenin, ihtiyâcını görürdü. Onun ihtiyâcını görecek şey kendisinde yoksa, tatlı ve güzel sözlerle onu gönderirdi. Dili, boş ve günah olan şeyleri söylemekten men etmeyi emrederdi. Namaz onun gözünün nûru idi.

¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾

1) Mu’cem-ül-müellifîn cild-3, sh. 266

2) Ed-Dürer-ül-kâmine cild-2, sh. 29

3) Şezerât-üz-zeheb cild-6, sh. 262

4) El-A’lâm cild-2, sh. 208

5) Keşf-üz-zünûn cild-1, sh. 26, 277, 379, 554, 623, cild-2, sh. 1495, 1524, 1810, 1951,

6) Brockelmann Gal-2, sh. 36

7) En-Necm-üs-sâgıb

8) Muktefâ fi zikri fedâil-il-Mustafâ, Süleymâniye Kütüphânesi Lâleli kısmı. No: 2101