İBN-İ DAKÎK-UL-IYD

Hadîs, usûl, nahiv, edebiyat ve Şafiî fıkıh âlimi. Şâir ve hatîb. İsmi, Muhammed bin Ali bin Vehb bin Muti bin Ebi’t-Tâat’tır. Ebü’l-Feth künyesini almış, Kuşeyrî nisbet edilip, Takıyyüddîn lakabı verilmiştir. İbn-i Dakîk-ul-Iyd nâmıyla meşhûrdur. 625 (m. 1228) senesinde Kızıldeniz’le Hicaz arasındaki Yenba’ şehrinde doğdu. Şam ve Mısır’a gitti. 702 (m. 1302) senesinde Kâhire’de vefât etti.

Takıyyüddîn İbni Dakîk-ul-Iyd doğunca, babası Dakîk-ul-Iyd, onu Mekke-i mükerremeye götürdü. Kucağına alıp onunla beraber Kâ’be-i muazzamayı tavaf eyledi. Daha sonra da Allahü teâlâya münâcaatta bulunup, çocuğunun “Âlim ve ilmiyle âmil” olması için yalvardı. Duâsının kabûl olduğu kalbine ilham olundu. Memleketine dönüp, evlâdını en iyi şekilde yetiştirmek için gayret etti. Küçük yaştan i’tibâren ona Kur’ân-ı kerîm öğretti. Arabcayı en iyi konuşan kabileler arasına götürdü. Oğluna, dinin temel bilgilerini, hadîs ve Mâlikî mezhebi fıkıh ilmini öğretti. Kur’ân-ı kerîm kırâatinde çok ilerleyen İbn-i Dakîk-ul-Iyd, hadîs-i şerîf öğrenmek için Dımeşk, İskenderiyye ve daha başka yerlere gitti. Babasından, Behâüddîn Ebû Hasen bin Hîbetullah bin Selâme, Abdülazîm Münzirî, Ebû Hasen Muhammed bin Enceb, Ebû Abdullah bin Abdürrahmân Sûfî, Ebû Ali Hasen bin Muhammed bin Ahmed bin Muhammed Teymi, Ebû Abbâs Ahmed bin Abdüddâim, Ebü’l-Hasen Abdülvehhâb bin Hasen bin Muhammed bin Hasen Dımeşki, Ebû Hasen Ali bin Ahmed bin Abdülvâhid Makdisi, Kâdı’l-kudât Ebü’l-Meâlî, Muhammed bin Ali bin Muhammed Kuraşî, Ebü’l-Meâlî Ahmed bin Abdüsselâm bin Mutahhar, Ebü’l-Hasen Abdüllatîf bin İsmâil Ebü’l-Hasen Yahyâ Attâr, Necîb Ebü’l-Ferec ve daha birçok âlimin ilminden istifâde etti. Hocalarından duyduklarını yazıp ezberledi. Yüzbin hadîs-i şerîfi ezberden bilirdi.

Mâlikî ve Şafiî mezhebi fıkıh bilgilerinde ve usûl bilgilerinde söz sahibi oldu. Târih, Arabî bilgiler ve aklî ilimlerde çok ileri idi. Zamanındaki âlimlerden ba’zıları onun müctehidlik makamına yükseldiğini söylediler, İmâmı Sübkî, “Takayyüddîn İbni Dakîk-ul-Iyd’in her asırda gönderilen ve dîne karışan bid’atleri ayıklayan müceddidlerden olduğunu” söyledi. O, hiç şüphe ve tereddütsüz doğru yolun yolcusu idi. Her yönüyle üstün sıfatlara, maddî ma’nevî güzelliklere sahip idi. Dînî mes’eleleri halletmekte, suâllere uygun cevap bulmakta çok mahir idi. Bir mes’elelenin içinden çıkamayana hemen yardım eder, sıkıntılarını giderirdi. Ortaya sürdüğü delîlleri, söylediği sözleri herkes tarafından hayret ve takdîrle karşılanırdı. Çok az konuşurdu. Söylediklerini açık söyler, herkesin anlamasını te’min ederdi. Hiç kimse ile, hiçbir şekilde münâkaşa yapmaz, anlaşmazlık ve tereddütleri herkesi tatmin edecek bir şekilde hâllederdi. Meşgalesi çok olmasına rağmen hiçbir şekilde ilimden uzak kalmazdı. Hiçbir işi onu ilimden alıkoyamazdı.

Gece sabahlara kadar ilim ve ibâdetle meşgûl olurdu. Hergün fecir doğuncaya kadar ilim ve tefekkürle meşgûl olmayı, zikretmeyi, kendisine aslî vazîfe kabûl etmişti.

Allahü teâlâya ulaştıran en sağlam yol olduğundan takvâya, ya’nî haram ve şüphelilerden sakınmaya yapıştı.. Zamanının âlimlerinden hiçbirinin takat getiremeyecekleri araştırma ve inceleme işini üstlendi. Elde ettiği mevki ve makamlarla oyalanmayı bırakarak ve çekişmelerden uzak kalarak, din ve ilim yolunda oldu. İlmi ve onunla amel etmeyi kendisine en üstün görev kabûl etti. İşte bundan dolayıdır ki, yüz sene sonra, bir büyük zât onun hakkında şöyle buyurmuştur. “İnsanlar arasında onun gibisini görmedim, İlim, din ve nezâket sahibi idi. Bundan dolayı da, kadri, makam ve ünü büyük oldu. Hakîkaten kim ilim ağacı ekerse, şeref meyvesi toplar, işte bu zât, herkesin kabûl ettiği faziletlerin hepsini kendisinde topladı. Her güzel iş kendinde idi. Hakîkaten kendisi hakkında; “Zaman, onun gibisine pek rastlamadı” denilse yeridir.” Muhaddîs Fethuddîn Muhammed el-Ya’merî, onun hakkında şöyle buyurdu: “Onun gibisini görmedim. Ondan daha büyük bir başka zâttan okumadım. Bütün ilimlere sahip bir zât idi. İlimlerin bütün dallarında mütehassıs idi. Hadîs-i şerîfleri ayırmakta, râvîleri hakkında ma’lûmât sahibi olmakta akranlarından önde idi. Zamanının bir tanesi idi. Bu mes’eleyi en iyi bilendi.” Kitâb ve sünnetten hüküm çıkarmak ve çıkarılan hükmü açıklamak konusunda iyi bir derecede idi. Akılları durduran, başkalarının içinde boğulup kaldıkları konuları açıklamakta herkesi hayrette bırakacak bir akla ve fikre mâlik idi. Kâdılığı esnasında verdiği kararlarla çok iyi bir örnek olmuştu. Bu hayırlı işlerinden bir tanesi şöyle idi: O zamanda hâkimler, mahkemeye üzerlerine bir şal alarak çıkarlardı. Kâdı Takıyyüddîn, üzerine yünden yapılmış bir kumaş alarak çıktı. Bu hâl, ondan sonra diğer kadılar tarafından devam ettirildi. Zamanının idârecilerine mektûp yazarak, onlara nasîhat eder kötülüklerden sakındırır, Allahü teâlânın emir ve yasaklarına uymalarını tavsiye ederdi. İhmîm şehri kadısı Muhlis Behnisî’ye yazdığı mektûbu meşhûrdur. Hakkı ve hakîkati her yerde kabûl ederdi. İnsaf sahibi bir kimse olup, muhatabının kendisine üstünlüğünü hiç çekinmeden söyler, onu takdîr ederdi. Devlet adamlarına da ziyâretlerde bulunur, onlara emr-i ma’rûf yapardı. Birgün Mısır sultânını ziyârete gitti. Mısır Sultanı Lâcin, kendisini makamında bekliyordu. Şeyh hazretlerinin yavaş yavaş yürümesi üzerine, görevliler, sultânın beklemekte olduğunu, acele etmesini söylediler. O da; “Hızlı yürümek borcum mu?” dedi ve sultânın yanına varınca, doğru, sultanın oturduğu tahta oturdu. Hâlbuki o tahta sultandan başkası oturamazdı. Sonra kalkıp oradan indi ve üstünü sildi ve ellerini yıkadı. Sultan ellerini öptü. Şeyh hazretleri, bunun üzerine sultana buyurdu ki: “Bu hareketinin, âlimlere karşı olan tevâzûunun bereketini görürsün” buyurup, Sultâna hayır duâda bulundu.

İbn-i Dakîk-ul-Iyd; geceleri uyumazdı. Ba’zan sabahlara kadar aynı âyetleri okuyarak, Allahü teâlânın büyüklüğüne tefekkür ederdi. Hattâ birgün Mü’minûn sûresini okurken, bu sûrenin 101. âyetini tâ güneş doğuncaya kadar tekrar etmişti. İbn-ül-Kettânî anlatır: “Birgün huzûruna çıkmıştım. Bana cildli bir kitâb verdi ve “Geçtiğimiz gece mütâlâası ile meşgûl olduğum kitaptır” buyurdu.

İmâm-ı Sübkî, İbn-i Dakîk-ul-Iyd’in ilminin, tahmin edilenden çok ileri olduğunu bildirdikten sonra buyuruyor ki: “Mısır’ın Kûs şehrindeki Necibiyye Medresesi kitaplığında, zamanın en seçme kitapları bulunurdu, İbn-ül-Kusâr’ın 30 cildlik “Uyûn-ül-edille” isimli eseri de bundan biriydi Bu kitaplarda İbn-i Dakîk-ul-Iyd’in okurken koyduğu işâretleri vardı. Sâbıkıyye Medresesi kitaplığındaki kitaplarda da aynı işâretler vardı. Vâhidî’nin “Besît’inde, “Kebîr” isimli kitapta, “Mu’cem-üt-Taberânî”de, “Târih-ül-Hatîb”de, Beyhekî’nin “Sünen-i kebîr” inin her bir cildinde aynı şekilde İbn-i Dakîk-ul-Iyd hazretlerinin bunları tetkik ederken koyduğu işâretleri gördüm.”

Kitap okumaya, bilhassa fıkıh kitaplarına çok düşkündü. Sirâcüddîn ed-Denderâvi şöyle haber verdi: “Râfi’inin “Şerh-i kebîr”i piyasaya çıkınca, 1000 dirhem vererek Takıyyüddîn hazretleri bu kitabı satın almıştı. Bu kitabı mütâlâa etmek için namazların sâdece farzlarını kılıyordu. Kitabın mütâlâasını bitirinceye kadar böyle yaptı.”

Kitaplarında zikrettiği garîb olaylar, değişik yorumlar ve nakiller, diğer birçok kitabda yoktur. Araştırma ve incelemesi fevkalâde yüksek idi. Bu konuda kendisine denk hiçbir araştırıcı yoktu. Bunu, kendisini sevmeyenler, kusur bulanlar da kabûl etmiştir. Kâdı Zeynüddîn anlattı: “Şeyh, bir defasında Mısır’a geldi. Sonra Kâhire’ye gitmeyi isteyince; “Yanında Vesît isimli kitap bulunanız var mı?” diye sordu. Birisi cildli şekilde “Vesîf’i ona verdi. O da bir sayfasını açtı. Sonra biz, onunla derse gittik. Derste, o sayfayı açıkladı. Esîrüddîn; “O kadar geniş açıklıyordu ki, herbir lafzına bir cüz (20 sayfa kadar) açıklama yapıyordu. Birçok hadîsleri rivâyet silsilesi ile beraber okuyordu. Bu açıklamalında, birçok maddî ve ma’nevî konular bildiriyordu. Ben öyle anladım ki, o, ictihâd derecesinde bir ilme sahipti” dedi.

Açıklamaları, çok geniş ve ilmî hazînelerdi. Ba’zan konusu ağır olan husûsları açıklamak için birçok faydalı bilgileri bildirir, konu anlaşılabilir hâle getirmek için, mes’elenin en ince teferruatına kadar dalardı. Bunu belirtmek için, Şemseddîn Muhammed bin el-Kammâh şöyle bildirmiştir “Biz birçok dersinde bulunduk. O, “İlmâm” isimli eserini açıklardı. Bir kelimesi için çok uzun açıklamalarda bulunurdu.”

Şihâbüddîn Ahmed bin İdrîs el-Karâfî el-Mâlikî; “Şeyh Takıyyüddîn hazretleri, kırk sene sabah namazına kadar hiç uyumadı. Kuşluk vaktinde bir miktar yatar, böylece dinlenirdi” derdi. Takıyyüddîn İbni Dakîk-ul-Iyd, her zaman kendisini hesaba çeker, nefis muhâsebesi yapardı. Kıyâmet günü hesabını vermek mecbûriyetinde kalacağı hiçbir söz söylememeğe, hiçbir işi yapmamağa gayret ederdi. Ömrünün sonlarına doğru, 695 (m. 1295) yılında Kûs kadılığını kabûl etmesi ve kadılık yapması sebebiyle ba’zı kimselerin dedikodusuna hedef oldu. Bu yüzden sıkıntılara ma’rûz kaldı. Bu sıkıntılara, sabırla ve teslimiyetle göğüs gerdi. İnsanlara karşı olan affı ve merhameti herkesin takdîrini kazandı.

Burhâneddîn el-Mısrî anlatır: “Kûs şehrinde uzun zaman ikâmet ettim. Bir vakfın mütevellisi idim. Takıyyüddîn’in kardeşi Şemseddîn, bunu elimden alıp bir başkasına verdi. Bu olay benim bir hayli ağırıma gitti. Şeyh Takıyyüddîn hakkında bir hiciv yazdım. Bir defasında arkasında gidiyordum, birden bana döndü ve “Ey fakîh! Bana gelen haberlere göre, beni hicvetmişin” dedi. Ben bunun üzerine bir müddet sustum. O devam ederek; “Hicvini oku” dedi ve ısrar etti. Ben de; “Yazıklar olsun zühd senden tamamen gitmiş. Anladım ki, sen göründüğün gibi değilsin. Dünyâya yöneldin, dünyâ adamları ile oturup kalkıyorsun. Eğer bunda cebr olsaydı, o zaman ma’zur olurdun” dedim. Bu hicvi dinledikten sonra bir müddet sustu. Sonra; “Seni böyle söylemeğe teşvik eden nedir?” dedi. Ben de; “Ben fakir bir adamım. Bir vakfın işlerini yürütüyordum. Bunu benden falan kişi aldı” dedim. “Bu durumu bilmiyordum. Sen yine eski işindesin” dedi. Ben de eski işime yine bir müddet devam ettim. Bu esnada hacca gitmeyi arzu ettim, izin istemek için yanına gittim. Arkasında durdum. Bana dönerek; “Başka hicivlerin var mı?” buyurdu. Ben de; “Yok, yalnız hacca gitmek istiyorum. Müsâadenizi almak için geldim” dedim. “Selâmetle git. Sana kızgın değiliz” buyurdu.

Çok cömert bir zât idi. Değişik vakitlerde, çeşit çeşit mal ve parayı sadaka verirdi.

Hadîs öğrettiği talebelerinden Muhammed bin Havâsibî anlatır: “Hocam bana her zaman bir şeyler verirdi. Birgün hiçbir şeyim kalmamıştı. Bunun üzerine bir kâğıda; “Hizmetçiniz Muhammed el-Kûsî çok ihtiyâç içinde kalmıştır” diye yazdım. Kendisine gönderdim. O da benim için birşey yazdı. Sonra ikinci günü ben tekrar; “Hizmetçiniz İbn-ül-Havâsibî” diye yazdım. O da benim için birşey yazdı. Sonra üçüncü gün oldu, ben tekrar, “Hizmetçiniz Muhammed” diye yazdım. Bunun üzerine beni çağırıp; “İbn-ül-Havâsibî kimdir?” dedi. “Bendenizim” diye cevap verdim. O, tekrar; “Kûdsî kimdir?” diye sordu. Ben de yine; “Bendenizim” dedim. Bunun üzerine; “Farklı isim kullanmak sûretiyle beni kandırmış oluyorsun?” buyurdu. Ben de; “Zarûret durumu efendim” dedim. Bu cevâbıma tebbessüm etti ve yine birşeyler verdi. Sonra: “Benden birşey istemenin usûlü şudur istemek, dînimizin müsâadesi dâhilinde olursa; ben cimri olamam” buyurdu.

İbn-i Dakîk-ul-Iyd, 701 (m. 1302) senesinde vefât ettiği zaman bütün insanlar ona karşı vazîfelerini yapmak için koştular. Mısır askerî birlikleri, bölükler hâlinde namazını kıldılar. Zamanın meşhûr şâirleri, onun için mersiyeler yazdılar. Herbiri, bu büyük âlimin ölümünden duyduğu üzüntüyü dile getirmeye çalıştı.

Takıyyüddîn İbni Dakîk-ul-Iyd, pekçok talebe yetiştirdi. Allahü teâlânın dînini daha çok kimsenin öğrenmesi için gayret sarfeyledi. Kendisinden; Kâdı’l-kudât Şemseddîn Muhammed bin Ebi’l Kâsım Tûnusî, Kâdı’l-kudât Şemseddîn Muhammed bin Ahmed, Kâdı’l-kudât Alâüddîn Ali bin İsmâil Konevî, Esîrüddîn Ebû Hayyân Muhammed Gırnâtî, İbn-i binti Ebû Sa’îd, Tâcüddîn Muhammed bin Düşnâvî, Fethuddîn İbni Seyyidinnâs Ya’murî, Şerâfüddîn Muhammed bin Kâsım İhmîmî, Kutbüddîn Abdülkerîm bin Abdünnûr Halebî ve daha birçok âlim hadîs-i şerîf ve diğer ilimleri tahsil etti. İbn-i Dakîk-ul-Iyd, Mısır’ın belli başlı medreselerinden olan, Fâzıliyye, Kâmiliyye, Salâhiyye ve Kûs Dâr-ül-hadîsi gibi medreselerde taliplerine ilim öğretti.

Câmi’u kerâmât-il-evliyâ kitabının müellifi olan Yûsuf bin İsmâil Nebhânî (r.a.), İbn-i Daldk-ul-Iyd’in kerâmetlerinden ve yüksek hâllerinden şöyle bahseder:

Moğolların İslâm memleketlerine doğru gelmesi üzerine, sultânın, ulemânın toplanıp “Buhârî-i şerîfi okumalarına dâir mektûbu Mısır bölgesine geldi. Bunun üzerine “Buhârî-i şerîf okunmaya başlandı. “Buhârî-i şerîfin büyük bir kısmı okunduktan sonra, geriye kalan bir oturumluk okuma Cum’a gününe te’hîr edildi. Cum’a günü olunca, Takıyyüddîn İbni Dakîk-ul-Iyd, “Buhârî-i şerîfi okuyanlardan birisine; “Buhârî-i şerîfi okuma işini ne yaptınız?” diye sorunca; “Bir miktar kaldı. Onu da, bugün tamamlayacağız.” Onlara; “Dün ikindi vakti işin neticesi belli oldu. Şöyle şöyle oldu” dedi. Nitekim, Takıyyüddîn İbni Dakîk-ul-Iyd’in dediği gibi oldu. Mısır’da savaş durumunda olan Moğol askerleri geri çekildi. Onların tehlikesi, Allahü teâlânın izni ve Buhârî-i şerîfin bereketiyle uzaklaştırıldı.

Büyüklerin hâlini anlamıyan bir kimse, Takıyyüddîn İbni Dakîk-ul-Iyd’e karşı edepsizlik yaptı. Uygun olmıyan sözler söyledi. Takıyyüddîn (r.a.), onun fazla Yaşamayıp, üç gün sonra vefât edeceğini söyledi ve yanındakileri teskin etti. Dediği gibi, o edepsiz kimse, üç gün sonra vefât etti.

İbn-i Dakîk-ul-Iyd’in kardeşine eziyet edildi. Takıyyüddîn, bu hâdiseyi duyunca çok üzüldü. Gâibden bir ses, o kötülüğü yapan kimsenin helak olacağını söyledi. Çok geçmeden o kimse vefât etti.

Bir kimse, Takıyyüddîn’den (r.a.) para istemeye gelmişti. Takıyyüddîn (r.a.) kendisinde para kalmadığını, bittiğini söyleyince, o şahıs; “Sen insan kayırıyorsun. Eğer senin şehrinden, Kûs halkından olsaydım, bana istediğim parayı verirdin” dedi. Takıyyüddîn (r.a.), onun sözüne çok üzüldü. Biraz sonra o şahsın katırı, tekmesiyle sahibinin ölümüne sebep oldu.

Yine bir kimse, Takıyyüddîn’i çok üzdü. Yüzüne karşı çok kötü şeyler söyledi Takıyyüddîn hiç cevap vermedi. O şahıs, vefâtına kadar başını belâdan kurtaramadı.

İbn-i Dakîk-ul-Iyd’in en büyük kerâmeti, Allahü teâlânın dînine sarılması. Resûlullahın (s.a.v.) sünnet-i şerîfine tâbi olması, Selef-i sâlihînin yolunda olması idi. “Yaptığım bir iş ve söylediğim bir söz olmasın ki, yarın kıyâmet gününde huzûr-i ilâhîde cevâbını hazırlamamış olayım” buyurur, böylece diğer insanlara örnek olurdu.

Emîr Seyfeddîn Hussâmî anlatır. “Birgün sahraya çıkmıştım, İbn-i Dakîk-ul-Iyd’i, titrer ve korkulu bir vaziyette, kabir başında okuyor, duâ ediyor ve ağlıyor bir vaziyette buldum. Sebebini sordum. O da buyurdu ki: “Bu, şu anda yanında bulunduğum kabirdeki zât, dostlarımdandı. Benden ders alırken öldü. Dün gece rü’yâmda gördüm. Hâlini sordum. Dedi ki: “Beni niçin bu kabre koydunuz? Kaplan gibi yırtıcı, benekli bir köpek kabrime geldi. Beni korkutmaya başladı. Çok korktum. Bu esnada sevimli yumuşak bir zât geldi ve köpeği kovdu. Bana arkadaşlık ederek yanıma oturdu. Bunun üzerine ona; “Sen kimsin?” dedim. O da; “Her Cum’a günü okuduğun Kehf sûresinin mükâfatıyım” dedi.”

Takıyyüddîn İbni Dakîk-ul-Iyd (r.a.) buyurdu ki: “Kâdı o kimsedir ki, her işe kıymetine göre değer verir. Herbir duruma da ancak lâyık olduğu hakkı verir.”

Buyurdu ki: “Allahü teâlâ, Tahrîm sûresi 6. âyet-i kerîmesinde meâlen buyuruyor ki: “Ey îmân edenler! Kendilerinizi ve evlerinizde olanları Cehennem ateşinden koruyunuz. O ateşin odunları insanlar ve taşlardır. Orada görevli, sert ve acımasız kızgın melekler vardır. Onlar, Allahın emirlerine isyan etmezler. Ne ile emrolundularsa onu yaparlar.” işte bu âyet-i kerîme, din sahiplerine bildirilen bir emirdir. Allahü teâlâ, bu nasihati kabûle bizi muvaffak eylesin. Bu nasihati kabûl edene, kendisine her yönüyle yaklaştıracak faziletleri ihsân buyursun.”

Yazılarından en meşhûru, zamanının kadılarından İhmîm şehri kadısı el-Behnisî’nin “El-Muhallâ”sına yazdığı mukaddimedir. Burada, Besmele’den sonra şöyle buyurmaktadır:

“Kitabıma Allahü teâlâya hamd ettikten sonra başlıyorum. Rabbimiz, gözlerin hainliğini ve kalblerin gizlediklerini bilir. Dünyâ lezzet ve zevklerine dalıp âhıreti unutarak aldanan kimseler, işledikleri günahların hemen peşinden cezalandırılmadıklarını görerek, Allahü teâlânın kendilerini cezasız bırakacağını zannederler. Hâlbuki, Allahü teâlâ, âhıretin sıkıntıları ile insanları uyarıyor ve Hac sûresi 43. âyet-i kerîmede meâlen buyuruyor ki: “Rabbinin katında bir gün, sizin saydığınız bin sene gibidir.” işte bu âyetle, düyâyı âhırete tercih edenlerin pazarlıklarının yanlışlığına dikkat çekiyor. Allahü teâlâ, bu ikâzına dikkat etmemizi ve faydalanmamızı nasîb eylesin. Bu nasihatleri, Cehennem ateşine karşı siper edinmeliyiz. Bu tehlikeye düşmekten ve orada kalmaktan korkuyorum. Bu durumdan Allahü teâlâya sığınırız. Bu âyetin bildirilmesinin maksadı; kalblere yerleşmiş olan gafletten kurtulmamızı, Rabbimize karşı mes’ûl olduğumuz vazîfeleri yapmaktan çeşitli düşüncelerle geri kalmamamızı, bizi kendisinden uzaklaştıracak bu dünyâya bağlanmamamızı bildirerek bizi uyarmakta, ibret almamızı istemektedir, özellikle zayıf insanlara hüküm verme görevini alan hâkimler daha da dikkatli olmalıdır. Bu kimseler halkın nazarında büyük görünürler. Allaha yemîn olsun ki, durum mühim, vaziyet vahimdir. Allahım bizi şaşırtma! Bir kimse, şayet âhıreti arkasına atar, arzu ve isteklerine boyun eğer, bütün gayret ve düşüncelerini dünyalık işine teksif ederse, bu kimsenin isteğinin sonu makam sevgisidir. İnsanların gönlünde yer etmekdir. Şık gözükmek, iyi giyinmek ve insanların kendisine saygı duymalarını sağlamaktır. Bu durumda, hiçbir şekilde aşağılık hâllerini ve maksadlarının bozukluğunu hissetmezler, işte, bunlara söylenecek söz yoktur.

Nitekim Rabbimiz, Nemi sûresi sekseninci âyet-i kerîmede meâlen; “Sen ölülere birşey işittiremezsin” ve Fâtır sûresi yirmiikinci âyet-i kerîmede meâlen; “Kabirde olanlara sen duyurucu değilsin” buyurdu. İşte böyle olanlar, hakîkî ölülerdir. Allahtan kork! Şuarâ sûresi ikiyüzonsekizinci âyet-i kerîmede meâlen; “Kalktığın vakit Allah seni görmektedir.” buyuruldu. Bütün isteklerini Allahın rızâsına muvafık eyle. Allahın ihsânından mahrûm olan kimse merhamet olunmuş değildir. Ben ve siz, Habîb-i Acemî’nin dediği gruptanız. Nitekim ona birisi şöyle demişti: “Keşke yaratılmasaydık.” O da, buna cevaben buyurdu ki: “Madem ki yaratıldınız, size emredilenleri yapıp kurtulun.” Eğer bütün bunlardan sonra hâlâ işin tehlikesini anlamadıysan ve bu tehlikeyi idrâk etmekten dünyâ seni meşgûl ediyorsa, şu emri düşün: Peygamberimiz (s.a.v.) “İki kişiye emir olma, yetimin malına elini sürme” buyurdu. Lâ havle velâ kuvvete illâ billâhîl aliyyilazîm. Heyhat! Kalem yazmaz oldu. Allahın emri vâki olur ve hükmüne mâni hiçbir şey de yoktur. İşte bundan dolayı insanlar, hazret-i Ebû Bekr’den yanık ciğer kokusu hissettiler. (Ya’nî hazret-i Ebû Bekr, bu durumları düşünerek “Ah!” demişti de nefesi yanık ciğer gibi kokmuştu.) Hazret-i Ömer de; “Keşke, anası Ömer’i doğurmasaydı.” Hazret-i Osman da bunu kabûl ederek; “Kılıcını kınına sokan kişi hürdür” buyurmuşlardır, önünde dolu hazineler bulunan hazret-i Ali de; “Bu kılıcımı benden kim satın alacak? Eğer bir gömlek satın alacak birşey bulabilseydim, bu kılıcımı satmazdım” buyurmuştur. Bu korkudan hazret-i Ömer bin Abdülazîz’in aort damarı çatlamış ve bu korku sebebiyle vefât etmişti. Selef-i sâlihînden ba’zıları gevşekliğe düştüğü zaman, evlerinde bulundurdukları sopa ile kendilerini döverlerdi. Bilmiyorum, bu başı boşluğu görüyor musun? Ya’nî biz Allaha yakın insanlarız da, onlar mı uzak idiler? Evet değerli kardeşim, bütün bu yüksek kalbi hâllere, huşû’ ve hudû’ ile, açlığa ve susuzluğa tahammül etmek, geceleri uykudan uzak kalmakla ulaşabilirsiniz. Benim seni da’vet ettiğim bu yüceliğe ulaşma ve bu hâlleri kazanma yolculuğunda sana yardım edecek şey, özel bir vakit ta’yin edip bu vakitte zikir ve tefekkürle meşgûl olmandır. Kalbinin parlaması için sana hazırlanma imkânı verecek zamanlar tesbit etmen gerekir. Dünyalık işler kalbe yerleşirse, bunları söküp atmak zor olur. Bunları en iyi bilen kişi, dünyalıktan yüz çevirir. Öyle ise bütün gayretini âhırete hazırlamağa ve kabirde suâl soracak meleklere cevap hazırlamağa gayret et! Nitekim, Allahü teâlâ, Hicr sûresi döksanüçüncü âyet-i kerîmede meâlen şöyle buyuruyor: “Rabbine yemîn ederim ki, onları mutlaka yaptıkları şeyden hesaba çekeceğiz.”

Gayretinde bir gevşeklik görürsen, kendinde bu yüksek hâllere kavuşmaktan uzaklaşma gibi bir hâl hissedersen, Allahü teâlâdan yardım dile! Huzûruna el kaldır. Çünkü O, kendisine gelenleri boş çevirmez. Ve O’nun ilminde kalblerin gizlilikleri saklı değildir. Çünkü Mülk sûresi ondördüncü âyet-i kerîmede meâlen buyuruyor ki: “Yaratan hiç bilmez mi?” işte bu benim sana nasîhatimdir. Eğer sen taşkınlık gösterirsen, Rabbine karşı senin için görevimi yaptığıma delîlim olacaktır. Kendim ve senin için Rabbimden; nasihat kabûl eden bir kalb, zikreden bir lisân ve keremine, ihsânına râzı olmuş bir kalb istiyorum.”

Takıyyüddîn İbni Dakîk-ul-Iyd, İbn-i Hâdb’in “Muhtasar’ına yaptığı şerhin mukaddimesinde buyurdu ki:

“Kur’ân-ı kerîmi bizlere indiren, doğruyu bildiren, doğru kapıları açan, sevâb yollarını bizlere gösteren Allahü teâlâya hamdolsun. Ben şehâdet ederim ki O’ndan başka ilâh yoktur. O’nun ortağı ve benzeri yoktur.

Yine şehâdet ederim ki, Muhammed (s.a.v.), Allahü teâlânın kulu ve Resûlüdür. Uzun müddet bir peygamberin gelmediği, doğru yolun unutulduğu, insanların nefislerinin arzu ve isteklerini beğenip, bunlara daldıkları, sâdece dünyâya i’tibâr edildiği, putlara tapıldığı bir sırada, Allahü teâlâ, en şerefli ve temiz soyluların arasından Muhammed aleyhisselâmı seçti. O’nu, azâbı ile korkutucu, hakkı kabûl edip, ona itaat edene müjdeleyici yaptı. O’nu mu’cizelerle te’yid eyledi (destekledi). Bu mu’cizelerle O’nun Peygamberliği hakkındaki şüpheleri hakîkat nûrları ile aydınlattı. Kalbler mutmain oldu.

Bu eser, hükümleri, helâli ve haramı bildirir. Bu esere çok ihtiyâç olduğundan, böyle bir eseri meydana getirmek için bütün gayreti, gücü ve imkânları bunun için safretmeyi icâb ettirir. Çünkü, bu bilgilerin mühim mes’elelerden olması, onlardan bahsetmenin, onları anlatmanın ne kadar zor olduğunu gösterir ve Allahü teâlânın rızâsına uygun hüküm vermek için çok dikkatli olmayı, bu husûsta düşülecek hatâlardan korkulmayı gerektirir.

İşte hükümleri, doğru ve dînin sahibinin muradı üzere verebilmek gerçekten pek zordur. Sonra, insanın yaratılışında var olan noksanlık, devamlı çalışma ve çeşitli düşünceler sebebiyle, zihinde meydana gelen yorgunluk ve insanın şahsî ve umûmî muhtelif mes’eleler üzerinde düşünmesi sebebiyle, zihin meşgûliyeti de nazar-ı i’tibâra alınırsa, hükümler ile ilgili husûslar hakkında doğru olarak söz söyleyebilmenin ağır bir iş olduğu açıkça görülür.

Selef-i sâlihîn bu korkulu yola girmişler, ancak; onlar, bu yolda çok dikkatli olarak herhangi bir hatâya düşmekten, yanlış bir iş yapmaktan korkarak yürümüşlerdir. Bu husûsa o kadar titizlik göstermişler ki, takvâlarının çokluğundan dolayı, sorulan fetvâları birbirlerine havale etmişler, sorulan birçok suâlden sâdece birkaçına cevap vermişler, diğerlerini bilmediklerini söylemişler, sorulan suâllere yanlış cevap verdilerse, yarın âhırette hâllerinin ne olacağını düşünerek göz yaşları dökmüşler, bu mes’eleyi iyice araştırmadan, üzerinde konuşmamışlar.

Fakat onlardan sonra iş, bu husûslarda müsamahalı hareket etmeye döndü. Kalemlerden ipler çözüldü. Yanlış sözler söylendi Selef-i sâlihînin fetvâ verirken yaptıkları sakınma ve korkmaları ortadan kalktı. Eğer birisine bir mes’ele sorulur da, o da yanlış cevap vermekten korkarak duraklama gösterirse, câhil veya vesveseci olarak kabûl edildi. Sür’atli ve çabuk cevap vermek; ilmin çokluğu olarak, cevap vermekten çekinmek ve geri durmak ise; bilginin azlığına delîl olarak kabûl edildi Bu husûsta söz sahibi olanlar için iki hâl ortaya çıktı; ya onlar Selef-i sâlihînden daha âlim olduklarını iddia edecekler, yahut da kalblerine Selef-i sâlihînin kalblerine gelen Allah korkusunun gelmediğini kabûl edecekler. Bu ise, yarın kıyâmet gününde perişan olmayı icâb ettiren birşeydir.”

Gece sabahlara kadar ibâdet etmek, Kur’ân-ı kerîm okumak ve kitap mütâlâa etmekle meşgûl olan İbn-i Dakîk-ul-Iyd, gecede bir veya iki cild kitabı mütâlâa ederdi. Ömrü boyunca birçok kitap yazdı, İslâm âleminde meşhûr olmuş kitaplara, pek faydalı şerhler ve ilâveler yaptı. Şiir ve nesirin her dalında eser yazdı. Eserlerinden ba’zıları şunlardır: “İhkâm-ül-ahkâm” (Hadîs-i şerîflere dâirdir. Basılmıştır.), “El-İlmâm bi-ehâdîs-il-ahkâm” (Matbûdur.), “El-İmâm fî şerh-il-İlmâm”, “El-İktirâh fî beyân-il-ıstılâh”, “Tuhfet-ül-lebîb fî şerh-ıt-takrîb” (Matbûdur.), “Şerh-ül-erba’în hadîsen lin-Nevevî”, “İktinâs-us-Sevânih”, “Şerh-i Mukaddimât-il-Matrizî” (Usûl-i fıkha dâirdir.), “Şerh-i Muhtasar li-İbn-i Hâcib”. Akaide dâir bir kitabı ve daha birçok kitap ve hutbeleri vardır. Bilhassa hadîs-i şerîflerle ilgili tamamlanmamış yirmi cildlik bir eser olan “İlmâm bi-ehâdîs-il-ahkâm” adlı kitabı İslâm âleminde çok takdîr toplamıştır. Kendisinden başka hiç kimseyi görmeme hastalığına yakalanmış olan İbn-i Teymiyye bile, bu eseri takdîr edip, İslâm âlimleri karşısında aczini i’tirâf etmiştir.

¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾

1) Tabakât-üş-Şâfiiyye (Sübkî) cild-9, sh. 209

2) Tabakat-üş-Şafiiyye (Esnevî) cild-2, sh. 227

3) Ed-Dürer-ül-kâmine cild-4, sh. 91

4) Fevât-ül-vefeyât cild-3, sh. 442

5) Tezkiret-ül-huffâz cild-4, sh. 1481

6) Miftâh-üs-se’âde cild-2, sh. 219

7) Hüsn-ül-muhâdara cild-4, sh. 317

8) Ed-Dîbâc-ül-müzehheb sh. 324

9) Mu’cem-ül-müellifîn cild-11, sh. 80

10) Câmi’u kerâmât-il-evliyâ cild-1, sh. 136

11) İhkâm-ül-ahkâm şerhi. Umdet-ül-ahkâm, Kâhire 1953

12) Tam İlmihâl Se’âdeti Ebediyye sh. 578

13) Fâideli Bilgiler sh. 145