Şafiî mezhebi fıkıh âlimlerinin büyüklerinden ve kâd’ıl-kudât. İsmi, Muhammed bin İbrâhim bin Sa’dullah bin Cemâa bin Ali bin Cemâa bin Hâzim bin Sahr el-Kinânî el-Hamevî olup, künyesi Ebû Abdullah, lakabı Bedrüddîn’dir. İbn-i Cemâa diye tanınmıştır. 639 (m. 1241) senesi Rebî’ul-âhır ayının 4. günü Suriye’de bulunan Hama şehrinde doğdu. 733 (m. 1333) senesi Cemâzil-evvel ayının 21. gününe rastlayan Pazartesi gecesi Mısır’da, Kâhire şehrinde vefât etti. Karâfe kabristanında, İmâm-ı Şafiî hazretlerinin yakınına defn olundu.
İlim tahsiline yedi yaşında başlayan İbn-i Cemâa hazretleri, ilk olarak Mısır’da Reşîd bin Müslime’nin derslerine devam etti. Ondan icâzet (diploma) aldıktan sonra, Mekkî bin Allân, Takıyyüddîn İbni Rezîn, İsmâil Irâkî, Ömer bin Berâzi’î ve başka âlimlerin derslerine devam ederek, onlardan da icâzet aldı. Daha sonra, Hama’da; Şeyh-uş-şüyûh el-Ensârî, İbn-i Ebi’l-Yüsr, İbn-i Abd, İbn-ül-Ezrak, İbn-i Dakîk-ıl-Iyd ve Tâc-ül-Kastalânî gibi zamanın meşhûr âlimlerinden ilim öğrendi. Özellikle fıkıh ilminde çok yükseldi Ayrıca tefsîr, hadîs, usûl, kelâm, târih, edebiyat, nesir, nazım ve diğer ilimlerde çok derin âlim oldu. Zehebî ve başka birçok âlim kendisinden ilim öğrenip rivâyetlerde bulunmuşlardır. Bir ara Kudüs kadılığı vazîfesine ta’yin edilen İbn-i Cemâa, daha sonra Şam’da Kaymeriyye Medresesi’nde ders vermeye başladı. Bundan sonra Kudüs şehrine ikinci defa kadı oldu. Kudüs’de bulunduğu müddetçe, Mescid-i Aksâ’nın hatîbliğini de yürüttü. 690 (m. 1291) senesinde Mısır memleketinin başkadılığına ta’yin olundu. 693’te Şam kadısı ve Şam’daki Büyük Câmi’nin hatîbi oldu. Buradan dönüp, tekrar Mısır kadısı oldu. Çok güzel ve başarılı bir şekilde bu vazîfesini yürüttü. Mısır’da bulunduğu müddetçe boş durmadı. Sâlihiyye ve Nâsıriyye medreselerinde ve İbn-i Tûlûn Câmii’nde dersler verdi. Gayretli ve yıpratıcı çalışmaları neticesi, 727 (m. 1326) senesinde gözleri zayıfladı, göremez oldu. Bu hâlde bile vazîfesine bir müddet daha devam etti. Sonra kadılık vazîfesini bırakıp evinde ders okutmaya devam etti.
İbn-i Cemâa, çok fasih ve beliğ konuşurdu. Hitâbeti ve ikna kabiliyeti pek fazla, dinliyenlere çok te’sîrli idi. Bunun için hangi memlekette bulunsa, bulunduğu yerdeki en büyük câminin hatîbliği her zaman kendisine verilirdi. Kur’ân-ı kerîm okuması da, hitâbeti gibi çok güzel ve te’sîrli idi. Birçok fazilet ve güzel hâllerin kendisinde toplandığı çok yüksek bir zât olan İbn-i Cemâa, yaşadığı uzun hayâtı boyunca, çevresinden dâima takdîr ve i’tibâr topladı. Hiç kimse bu zât sebebiyle bir haksızlık ve sıkıntıya uğramadı. Birçok güzel hâllerin kendisinde toplandığı nâdir şahıslardan birisi idi. Ömrü, İslâmiyete, insanlara hizmet etmek, faydalı olmakla geçmiştir.
Zehebî diyor ki: “Hadîs ilminde dirayet sahibi (çok yüksek) idi. Fıkıh ve usûl-i fıkhı da iyi bilirdi. Aklı, zekâsı yüksek, ikna kabiliyeti fazla idi. Haram ve şüpheli şeylerden sakınır, takvâ üzere bulunmayı tercih ederdi. Dünyâya rağbet etmezdi. İstikâmet (dosdoğru olmak) sahibi idi. Vakitlerinin ekserisi, Allahü teâlâya ibâdet etmek ve O’nu çok zikretmekle geçerdi. Maddî durumu müsait olduğu için devletten maaş almaz, kendi imkânları ile idâre ederdi. İmkânları var iken ayrıca maaş almasını, devlete yük olmak olarak değerlendirirdi. Zâhirî ve bâtınî ilimlerde ma’rifet sahibi idi. Her ilimden nasîbi vardı. Her fende mahir idi. İnsanların gönüllerinde taht kurmuş idi. Herkes tarafından sevilirdi. Tatlı dilli, güler yüzlü, güzel görünüşlü, beyaz ve yumuşak benizli, yuvarlak sakallı idi. İhtiyârlığında dahî sıhhatli ve dinç bir zât idi. Allahü teâlânın ni’metlerini göstermek için güzel elbise giyerdi. Gayet sessiz, sakin, vakûr ve heybetli bir zât idi. Tasavvuf yolunda da yüksek derece sahibi idi. Birçok defa hac etti. Bütün işlerinde, hele ibâdetlerinde gayet temkinli ve ihtiyâtlı davranırdı. Yemede, içmede, giyim kuşamda lüksden, modaya uymaktan sakınır, tasarruf ve iktisâd ile hareket ederdi. Dünyâ malından kendisine kâfi olan ile yetinir, fazlasında ve hele insanların ellerinde bulunanda kat’iyen gözü olmazdı, insanlar onun edebinden ve ilminden çok istifâde ettiler. Bir taraftan insanlara ders, fetvâ ve hüküm verirken (kadılık yaparken), diğer taraftan da, gelecek insanların istifâde etmeleri için çeşitli ilimlere dâir birçok eserler te’lîf etmiş olup, ba’zılarının isimleri şunlardır: “îzâh-ud-delîl”, “Et-Tıbyân li mühimmât-il-Kur’ân”, “Tecnîd-ül-ecnâd”, “Tahrîr-ül-ahkâm fî tedbîr-i ceyş-il-İslâm”, “Tezkiret-üs-sâmi’ vel-mütekellim”, “Tenkîh-ül-münâzara”, “Huccet-üs-sülûk”, “Er-Reddü alel-müşebbihe fî kavlihî teâlâ (Er-Rahmânü alel-arşistevâ)”, “Et-Tâatü fî fadîlet-il-cemâa”, “Gürer-üt-tıbyân fî tefsîr-il-Kur’ân”, “El-Fevâih-ül-lâiha min sûret-il-Fâtiha”, “Keşf-ül-gumme”, “El-Mesâlik fî ulûm-il-menâsik”, “El-Mukannes fî fevâid-i tekrâr-il-kasas”, “El-Menhel-ür-revî fî ulûm-i hadîs-in-Nebevî”. Bunlardan ayrıca, Kur’ân-ı kerîm âyetlerinden lafz ve ma’nâ yönüyle birbirine benzeyenlerin aralarındaki farkları çok güzel şekilde açıklayan Keşf-ül-me’ânî isimli eseri ile, astronomi ilmine dâir er-Risâle fil-kelâm alel-usturlâb isimli eseri ve başka kitapları vardır.
Keşf-ül-me’ânî isimli eserinde, Allahü teâlânın Besmele-i şerîfede bulunan Rahmân ve Rahim isimlerini açıklarken buyuruyor ki: “Rahmân” kelimesi, “fa’lân” vezninde bir kelimedir. Bu vezin, bir şeyin çokluğunda mübalağa etmek için kullanılır. Bununla beraber, devamlılık bildirmesi gerekmez. Ya’nî genellikle gelip geçici şeyler için kullanılır. Geçici bir hâli bildirir. Meselâ aynı vezinde olan “Gadbân” kelimesi, bir şeye aşırı kızmış, çok sinirlenmiş bir kimsenin hâlini bildirir. Fakat bu kızgınlığının devamlı olarak hep öyle olduğunu bildirmez. Ya’nî çok şiddetli olmakla beraber, kızgınlığının geçici olduğunu gösterir. Allahü teâlânın Rahmân sıfatı da böyledir. Rahîm ism-i şerîfi ise, “fa’îl” vezninde bir kelimedir. Bu vezinde olan kelimeler ise o sıfatın, o kelimenin ma’nâsının devamlı olduğunu gösterir. Meselâ, bir insanın, nâzik, kibar, hoş hâl sahibi olduğunu bildirmek için, fa’îl vezninde olan “Zarif kelimesi kullanılır ki, bu sıfatlarının devamlı olduğunu, geçici olmadığını ifâde eder.
Bu izahlara göre Rahmân, Allahü teâlânın rahmetinin çok bol ve geniş olduğunu, fakat bu isme bağlı olan rahmetinin bir müddet sonra son bulacağını göstermektedir. Rahmân bu ma’nâya gelmektedir. Rahim ise, Allahü teâlânın rahmetinin fevkalâde, fazla fazla, bol ve geniş olduğunu, bununla beraber, Allahü teâlânın bu isme bağlı olan merhametinin daimî ve sonsuz olacağını, hiç bitmeyeceğini ifâde etmektedir. Bu ma’nâlara bağlı olarak, Rahmân ism-i şerîfinin ma’nası; Allahü teâlâ, mü’min, kâfir ayırd etmeksizin dünyâda bütün insanlara acıyarak, fâideli şeyleri yaratıp herkese göndermektedir. Kıyâmet koptuktan sonra, bu rahmeti son bulacaktır. Rahim ism-i şerîfinin ma’nâsı ise; Allahü teâlânın sonsuz rahmetinin, âhırette mü’min olanlara, imân ile ölmüş olanlara, hiç bitmeden, devamlı olarak geleceğini, bunun nihâyeti olmayacağını göstermektedir. Rahim ismi, Rahmân ismine göre ma’nâsı daha geniş ve devamlı olduğu hâlde, Besmele-i şerîfede önce; Rahmân’in sonra Rahîm’in söylenmesinin sebebi, Rahmân’ın ma’nâsının önceye (dünyâya) Rahîm’in ma’nâsının ise sonraya (âhirete) mahsûs olduğundandır, iste bu sebepten dolayı, Allahü teâlâ için, “Rahmân-üd-dünyâ” ve “Rahîm-ül-âhıret” denir, İmâm-ı Sübkî hazretleri bu ifadeleri naklederken; “İbn-i Cemâa’dan önce bu incelikleri böyle izah eden başka bir zât bilmiyoruz” buyurmaktadır.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Tabakât-üş-Şâfiiyye (Sübkî) cild-9, sh. 139
2) Tabakât-üş-Şâfiiyye (Esnevî) cild-1, sh. 386
3) Mu’cem-ül-müellifîn cild-8, sh. 201
4) Ed-Dürer-ül-kâmine cild-3, sh. 280
5) Tabakât-ül-müfessirîn cild-2, sh. 48
6) El-Bidâye ven-nihâye cild-14, sh. 163
7) Fevât-ül-vefeyât cild. 3, sh. 297
8) Hüsn-ül-muhâdara cild-1, sh. 425
9) Şezerât-üz-zeheb cild-6, sh. 105
10) El-A’lâm cild-5, sh. 297
11) Esmâ-ül-müellifîn cild-2, sh. 148
12) Zeyl-i Tezkiret-il-huffâz sh. 107
13) Keşf-üz-zünûn sh. 155, 839, 1162, 1630, 1663, 1793, 1887, 2003,
14) İzâh-ul-meknûn cild-1, sh. 155, 229, 231, 274, 331, 393, cild-2, sh. 76, 145, 208, 209, 362, 367, 378, 547, 627