HÜSEYN BİN MUİZ BELHÎ

Tasavvuf mütehassısı ve Hindistan evliyâsının büyüklerinden. Adı Hüseyn bin Muiz, nisbeti Belhî’dir. Babası Muiz-i Belhî diye bilinirdi. Amcası Şeyh Muzafferin terbiyesinde yetişti. Onun halifesi oldu. Şeyh Serâfeddîn’in sohbetlerine kavuştu. Önceleri Delhi’de ilim öğrenmek ve ilim öğretmekle meşgûl idi. Amcası Muzaffer’le birlikte hac yolculuğuna çıkması, onun hayâtını değiştirdi iki cihanın efendisini (s.a.v.) ziyâretle şereflendi. O mübârek toprakların bereketiyle, nice yüksek derecelere kavuştu. Böyle üstün bir şerefe nail olduktan sonra, asıl vatanına döndü. Sekizinci asrın, ortalarında vefât etti.

Yüksek ilim sahibi birçok talebe yetiştirdi. İnsanlara, Allahü teâlânın dinini öğretmek, kalblere Allah aşkını yerleştirmek için çalıştı. Talebelerine yazdığı, inceliklerle, dolu mektûpları toplandı. “Mektûbât” adı verildi Bu mektûplarında tevhîd sırlarını seçmenin ve Allahü teâlâdan başkasından uzaklaşmanın sebeplerini bildirdi. Dili güzel, beyânı fevkalâde olan bu eserdeki mektûplardan birkaçı aşağıdadır:

Bu fakîr, gençtik çağını, ilim öğrenme zamanını hevâ ve heves kötülük ve isyan içinde, İsrâiloğulları kavmi gibi şaşkın ve hayretler içerisinde geçirdi Birgün Şeyh Muzaffer merhum hacca gidiyordu. Bu fakîri de birlikte götürdü. Beş sene, gece-gündüz terbiye ve irşâd eyledi. Ma’rifet ve hakîkatleri, gözü, yarasa gözü gibi olan bu zavallıya gösterdi Gerçi bu çaresizin kabiliyeti yoktu, ama Peygamberlere zaman bakımından yakın olmanın te’sîri büyük olduğu gibi, mekân bakımından da yakın olmanın büyük bir te’sîri vardır. Onun te’sîriyle kabiliyet hâsıl oldu. Öyle şeyler gördü ki; “Benim bildiğimi siz bilseydiniz, çok ağlar, az gülerdiniz” hadîs-i şerîfinden başka sözle ifâdesi mümkün değildir. Sonra ilâhî takdîrle Hindistan’a geldim. O ma’nâya bir gevşeklik geldi Tam bir yıldır içime, aradığını bulamama hasreti doldu, ayrılık ateşi körüklendi. Yâ Rabbî, hangi vesîle, hangi behâne ile o devlete kavuşsam diyorum. Bu diyarda dünyâ bana verilse, kâinâttakiler emrimde olsa, uzaklık sarayında dosttan ayrı yaşamak ve yabancılığa alışmakla rahata kavuşmak, muhabbetin şartı, sevginin vefası olamaz. Beyt:

Çaresiz kalbim ne güne dek kırık duracak,
Ayrılık yarasından hastalığı ne kadar sürecek?

Üstadımdan, Mekke’de iken işittim: “Hindistan’da Allah adamı yoktur” buyurdu. “Diyorlar ki, hiçbir yer yoktur ki, orada bir merd bulunmasın. Her yer böyle zâtların bereketi ile durmaktadır” diye arz ettim. “Onlar sahillerdir. Allah adamları başkadır. Eğer ben Hindistan’da birini görseydim, kapısında mücavir olurdum” buyurdu.

Başka bir mektûp:

Kâdı Emced’in oğluna nasihatlerini bildirir: “Bir şeyler gönderin ve birşeyler yazın da, sizinle olmadığım zamanlar onları okumakla rahatlayayım” diye istekte bulunuyorsunuz. Yolumuzun büyükleri, konuşacak ve yazacak birşey bırakmadılar. Size nasihatim şudur ki; dâima nefsinize karşı olun, her zaman gayretinizi, hevâ ve heveslerinize muhalif yapın. Ameli ganîmet bilin. Bu amel, yapılacak iş, dâima kalbinizi kontroldür. Kalbinizde O varsa, O’nun zikri duruyorsa, onu İslâm bilin, gaflet varsa küfr sayın. A’zâlarınızı, bedeninizi küçük ve büyük günahlardan temiz tutun. Gece-gündüz tövbenizi ve îmânınızı yenileyin. Kalbinizi iyi yoklayın. Bu fakirden almış olduğunuz vazîfelere devam edin. Her işin başı tövbedir. Tövbe makamlarının sonu yoktur. Makamlar için tövbe, bina için toprak gibidir. Toprağı olmayanın binası da yoktur. Bizim ve sizin için en önemli şey, gözünü, kulağını, elini, dilini, günahlardan ve Allahü teâlânın emir ve yasaklarına uygun olmayan şeylerden temiz tutmamız, gece-gündüz; “Bugün dilim temiz kaldı mı?” düşünce ve araştırmasında olmamızdır. Bunun gibi a’zâlarımızdan hangisi temiz kaldı, hangisi kirlendi diye incelememiz, kirlenenler için tövbeyi ve imânı yenilememiz lâzımdır. Bu derdle, bu üzüntü ile meşgûl olursanız, bütün cihanın ibâdeti sizin isminize yazılır. Bu zamanda kime; temiz ve helâl yemek, a’zâlarını günahlardan temiz tutmak ni’meti verilmişse, o, vaktimizin Cüneyd’idir. Eğer insaf edilirse, sözün özü budur. İşin esâsı da budur. Diğerleri akarsu üzerindeki yazı gibidir. Bu ma’nâ ve devlet ele geçerse, yahut arada bir elverirse, o zaman şükür vâcib olur. Elvermediği zamanlarda da tövbe lâzım olur. Bugün İslâm sıratında, köprüsünde yürüyen, yarın hakîkî sırattan da selâmetle geçer. Dînin emir ve yasaklarında ayağı kayanın, şüphesiz orada da ayağı kayar. Beyt:

Cennet ve Cehennem buradan götürülür,
Rahatlık ve sıkıntı buraya göre olur.

Elden geldiği kadar adımı, dînimizin dâiresi içinde bulundurup, sağlam durmalı, dışarı çıkmamalıdır. Böylece sûret ve ma’nâ’nın saadetini tatmalıdır. Koskoca ömür fısk ve fücurla geçti. Bir ömürde, Allahü teâlânın beğeneceği on rek’at namaz müyesser olmadı. Hakîkaten oruç denilebilecek birgün oruç ele geçmedi. Bizim hâlimiz, sabahleyin müslüman kalkmak, bütün günü günahlarla geçirmek ve yatarken tekrar müslüman olmaktır. Rubâî:

Fısk ve fücurdur bizim hergün işimiz,
Haramla doldu bizim tabağımız bardağımız,
Zaman bize gülüyor, ömürse ağlamakta,
Tâat, namaz, orucumuz hep yas tutmakta.

Bugün tâat ve ibâdet üzüntüsü ile karşılaşma yoktur. Gün be gün, saat be saat düşmekte olan îmânın tamamen elden gitmemesi için, Kelime-i şehâdetle yenilemek lâzımdır. Eğer bu îmân dilde, tevhîd lisânda ise, tevfîk, kolaylık olmaz ve son nefeste saadet elden kaçırılır.

Ömür sona erişti. Yaş yetmişbir oldu. Ay ve yıl ümîdi kalmadı. Hocamıza olan sevginizle bu fakiri ne zaman hatırlarsanız, îmân, tevhîd, iyilik ve afiyetimize duâ buyurunuz.”

Bir başka talebesine yazdığı mektûbunda buyurdu ki: “Haktan başka yol tutan, boşuna sıkıntı çekmiş olur. Ona evrâd, namaz, Kur’ân-ı kerîm okumak ve zâhir ibâdetleri yapmak yoluna girmek faydalı olur. Adamların işi başkadır, adam kılığına girenlerin işi başkadır. Seni Haktan alıkoyan şey, senin taptığın şeydir” buyurulmuştur.

İşin esası, âdetleri ve kötü huyları değiştirmektir. Bu abdest gibidir. Bu olmazsa, namaz da, oruç da işe yaramaz. Bu işte esas taharettir, temizliktir. Bu ele geçmemişse, hiçbir şey elde edilmemiştir. Yazıyorsunuz ki: “Soğuk dokunuyor, emredilirse pirâhen, gömlek giyeyim” diyorsunuz. Gömlek, hırka ve benzeri şeyler, âdetle ilgili şeylerdir. Bu fakîr, yüksekleri ister olduğumdan, giyme husûsunda tercihde bulunmamın bir ma’nâsı olmaz. Hadîs-i şerîfte; “Allahü teâlâ sûretlerinize bakmaz” buyuruldu. Ne icâbediyorsa, giyersiniz. Bizim talebeye irşâdımız, nasihatimiz; az yemek elbisesine bürünmeleridir. Mi’denin yarısı dolu, yarısı boş olmalıdır. Daha fazlası, tecrübe ve terbiyeye bağlıdır. Ama ba’zan aç, ba’zan tok olursa, senelerce de olsa, fayda vermez. Mi’de, dediğimiz gibi boş olur, yahut gece kalkıp, gönül rahatlığı ile meşgûl olunabiliyorsa, bu faydalıdır ve kalbin safâsına sebeptir. Ama az yemek, az içmek, az konuşmak, rabıta ve zikr beraber olursa, kalbin cila ve parlaklığını arttırır, inlemek, ağlamak, birşey değildir. Esas olan, kalb bağını korumaktır. Bu, yüksek ve mühim bir hâldir.”

Başka bir mektûpları: “Allahü teâlâ, himmetleri, arzuları yüksek olanları sever. Himmetin yüksek olması demek, hergün emrolunanları daha çok yapmak, himmet kuşunu rubûbiyet fezasından başka yerde uçurmamak demektir. Abdullah-i Tüsterî hazretleri, kendini muhâtab alır: “Ey Abdullah! Nefsin isteklerine muhalefet gibi kıymetli birşey yoktur” derdi. Bu büyükler, kendileri ile mücâdele ettiler. Nefisleri ile barışmadılar. Öyle ki, bir zaman ona uyarak bir adım atmış olsalar, i’tikâd olarak değil, hâl olarak bellerinde zünnâr görürlerdi. Dışlarını içlerine uydururlardı, böylece nifaktan kurtulurlardı. Câsiye sûresi 45. âyetinde meâlen; “Nefsinin isteklerini, zevklerini ilâh edineni gördün ya!” buyuruldu. Gönlünü halkdan çevirip, Hakka bağlamak, evliyânın ve enbiyânın işidir.”

¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾

1) Ahbâr-ül-ahyâr sh. 128