HACI BEKTÂŞ-I VELÎ

Osmanlı devletinin kuruluş yıllarında yaşıyan evliyânın büyüklerinden. İsmi, Seyyid Muhammed bin İbrâhim Atâ olup, lakabı Bektâş’tır. Horasan’ın Nişâbur şehrinde 680 (m. 1281) senesinde doğdu. Hacı Bektâş-ı Velî’nin nesebi Hazreti Ali’ye dayanır. 738 (m. 1338) senesinde Kırşehir’e yakın bir yerde vefât etti. Vefâtı hakkında başka rivâyetler de vardır. Türbesinin bulunduğu kasabaya sonradan Hacı Bektaş ismi verildi.

Bektâş-ı Velî, daha çocukken ilim öğrenmesi için ailesi tarafından Şeyh Lokmân-ı Perende’ye teslim edildi. Lokmân-ı Perende, Ahmed-i Yesevî hazretlerinin halîfelerinden olup, zâhir ve bâtın ilimlerinde çok derinleşmiş idi. Bektâş-ı Velî’nin daha çocukken birçok kerâmetleri görüldü. Birgün Lokmân-ı Perende onun yanına girdiği zaman, odayı nûr ile dolu görünce şaşırdı. Bektâş-ı Velî’nin iki yanında, Kur’ân-ı kerîm okuyan iki nûrânî zât duruyor idi. Lokmân-ı Perende onun yanına girince, bunlar kayboldu. Lokmân-ı Perende, Bektâş-ı Velî’ye onların kim olduğunu sordu. O da; “Birisi Server-i âlem efendimiz (s.a.v.), diğeri ise Hazreti Ali idi” dedi.

Yine birgün Hacı Bektâş-ı Velî, hocasından ders dinlerken, namaz vakti geldi. Hocası hizmetçisinden abdest almak için su istedi. Bektâş-ı Velî hocasına; “Bir nazar etseniz de, su buradan aksa, dışarıya gitmeye gerek olmasa” dedi. Hocası; “Benim kudretim bunu yapmaya yetmez” dedi. Hacı Bektaş, derhâl Allahü teâlâya duâ etti. Hocası da “Âmin” dedi. O anda medresenin ortasında latif bir su çıkıp, kapıya doğru akmaya başladı. Pınarın başında çok güzel çiçekler açtı.

Bu olaydan bir süre sonra, Lokmân-ı Perende hacca gitti. Arafat’da kıbleye doğru döndükleri esnada, talebelerine; “Yârenler! Bu gün Arefe günüdür. Şimdi bizim evde yemekler pişirilir” dedi. Bu söz, Allahü teâlânın kudretiyle, Bektâş-ı Velî’ye ma’lûm oldu. Tam o sırada hocasının evinde yemekler pişiyordu. Bektâş-ı Velî hemen bir tepsi yemeği aldığı gibi, bir anda hocasına sundu. Hocası Nişâbûr’a dönünce, Bektâş-ı Velî’nin bu kerâmetini herkese anlattı. Ona Hacı lakabını verdi. Bu esnada Horasan’da bulunan âlimler, Lokmân-ı Perende’ye hac mübârekesine geldiklerinde, medresede akan suyu görünce şaşırdılar. Bunun sebebini sordular. Lokmân-ı Perende; “Bu kerâmet, Hacı Bektâş’ındır” dedi. Sonra onun gösterdiği kerâmetlerini gelen âlimlere anlattı.

Onlar bu kadar çok şeyin bir çocuktan zuhur etmesini tuhaf karşıladılar. Orada bulunan Hacı Bektaş-ı Velî, âlimlere; “Ben, Resûl-i ekremin (s.a.v.) soyundanım. Bana bunları çok görmeyiniz. Bunlar, Allahü teâlânın bana bir ihsânıdır” dedi. Onlar, Hacı Bektâş-ı Velîye; “Eğer sır sahibi iseniz, nişanınız nerededir?” diye sordular. Hacı Bektâş-ı Velî, elinin ayasındaki ve alnındaki iki yeşil beni gösterdi Hepsi bu duruma hayret ettiler ve onun büyüklüğüne işâret olan benleri tasdik ettiler.

Hacı Bektâş-ı Velî, tahsilini tamamladıktan sonra Anadolu’ya geldi Halka doğru yolu göstermeye başlayan ve kıymetli talebeler yetiştiren Hacı Bektâş-ı Velî, kısa zamanda tanınarak büyük rağbet gördü. Bu sırada Anadolu’da dînî, iktisâdi, askerî ve sosyal teşekkül olan ve kendisinin de bağlı olduğu “Ahîlik teşkilâtı” ile büyük hizmetler yapan Hacı Bektâş-ı Velî ve talebeleri, ilk Osmanlı sultanları tarafından da sevildi ve hürmet gördü. Bu sıralarda kuruluş devrinde olan Osmanlı devletinin sağlam temeller üzerine oturmasında büyük hizmetleri ve himmetleri oldu. Sultan Orhan zamanında teşkil edilen Yeniçeri ordusuna duâ ederek, askerlerin sırtlarını sıvazladı. Onlara İslâmiyetten ayrılmamalarını nasihat etti. Böylece Hacı Bektâş-ı Velî’yi kendilerine ma’nevî pir olarak kabûl eden Yeniçeri ordusu, ma’nevî hayâtını ve disiplinini ona bağladı. Hacı Bektâş-ı Velî, asırlarca Yeniçeriliğin piri, üstadı ve ma’nevî hâmisi olarak bilindi Bu bağlılık ve muhabbet, Yeniçerilerin sulh zamanındaki tâlimleri ve harplerdeki gayret ve kahramanlıklarında çok müsbet neticeler verdi. Bütün bunlar, halk ile Yeniçeriler arasındaki yakınlığı kuvvetlendirdi Yeniçeriler, dervişler gibi cihâd azmiyle dolu ve görülmemiş derecede kahraman ve fedakâr oluşlarında, bu hâdiseler müsbet te’sîrler gösterdi Yeniçerilerin;

“Allah, Allah! illallah!
Baş Uryan, sine püryân, kılıç al kan,
Bu meydanda nice başlar kesilir.
Kahrımız, kılıcımız düşmana ziyân!
Kulluğumuz pâdişâha ayan!
Üçler, yediler, kırklar!
Gülbang-i Muhammedî, Nûr-i Nebî, Kerem-i Ali...
Pîrimiz, sultânımız Hacı Bektâş-ı Velî...”

diyerek savaşa başlamaları, bunun manidar bir ifadesidir.

Şöyle anlatılır: “Hacı Bektâş-ı Velî, sık sık Hızır aleyhisselâm ile buluşurdu. Birgün Kayseri’nin yukarı tarafındaki Saklan kalesinin batısında, Hacı Bektâş-ı Velî, Hızır (a.s.) ile buluştu. Orada bir kişinin kavun ve karpuz ektiğini gördüler. Hızır (a.s.) ile Hacı Bektâş-ı Velî, o bostanın kıyısında bir taşın dibine oturdular. Hacı Bektâş-ı Velî. İsmi Behâeddîn Çelebi olan bostan sahibine; “Kardeş!” diye hitâb etti. Bostan sahibi de ona; “Ne buyurursunuz?” dedi. Hacı Bektâş-ı Velî de; “Bostandan bir kavun koparıp getir, yiyelim” dedi. Bostan sahibi Behâeddîn Çelebi; “Başüstüne, inşâallah olunca getiririm” deyince, Hacı Bektâş-ı Velî; “Diktiğin yeri bir kere kontrol et. Belki olmuştur” dedi. Bostan sahibi yine; “İnşâallah” diyerek önceki cevâbı verdi. Bunun üzerine Hızır (a.s.) da; “Bir kere dolaş gör” buyurdu. Behâeddîn Çelebi kendi kendine; “Bir kere dolaşayım” dedi ve bostana girdi. Birden burnuna kavun kokusu geldiğini fark etti. Birinin kökünde, üç tane iri kavunun büyüyerek olgunlaşmış olduğunu gördü. Bunların ikisini koparıp, birisini Hızır’a (a.s.), diğerini de Hacı Bektâş-ı Velî’ye verdi ve; “Ey erenler! O birisini de çoluk-çocuğumuza götürelim” dedi. Hacı Bektâş-ı Velî de bu durumu kabûl etti. Onlar kavunları alıp Kayseri’ye döndüler. Bostancı, işiyle meşgûl olurken, birden aklına; “Bostan daha ekilirken kavun bittiğini cihanda kim gördü? O azîzler kerâmet ehli zâtlardanmış. Bu iş onların kerâmetiyle zâhir oldu. Bana yazıklar olsun ki, mübârek ellerini öpmedim” diye geldi ve bir hayli üzüldü. Bostan ekmekten vaz geçip, bir süre onları aradı. Kendi kendine; “Son pişmanlık fayda vermez” deyip, kalan o bir kavunu koparıp evine gitti. Evinin kapısından içeri girince, Hızır (a.s.) ile Hacı Bektâş-ı Velî’nin misâfir odasında oturduklarını gördü. Selâm vererek odaya girdi. Elindeki o kavunu getirip ortaya koydu. Hemen onların mübârek ellerini öptü. Hacı Bektâş-ı Velî bostan sahibine; “Kavunları kes de yiyelim” dedi. Onlara vermiş olduğu iki kavun da duruyordu. Behâeddîn Çelebi hemen kavunları kesti, bir kısmını ailesine gönderdi. Kalanını misâfirleriyle birlikte yediler ve Allahü teâlâya şükrettiler. Ellerini yıkadıktan sonra, Behâeddîn Çelebi misâfirlerine; “Size kim derler? Bu fakire himmet edin” dedi. Hacı Bektâş-ı Velî; “Bana Bektâş-ı Velî derler. Bu azîze ise Hızır aleyhisselâm derler” dedi. Daha sonra Hacı Bektâş-ı Veli, Behâeddîn Çelebi’yi yanına çağırdı. Hacı Bektâş-ı Velî, onun gözlerini sığayıp, sırtını sıvazladı. Ona hayır duâ etti. Sonra Hızır aleyhisselâm ile Hacı Bektâş-ı Velî, Behâeddîn Çelebi’ye veda edip evden çıktılar. Kapının önünde ikisi de gayb oldular.

“Velîlerin bir nazarı kimyadır, Karataş, nazar ile yakut olur.” O saatte Behâeddîn Çelebi, yüksek merhaleler katedip, velîlik mertebesine ayak bastı. Kalb gözü açıldı. Bir anda şarktan garba olan yerleri seyr eyledi. Kendisine Bostancı baba dendi. Birçok kerâmetler gösterdi. Türbesi Kayseri’de olup ziyâret yeridir.”

Şöyle anlatılır: “Hacı Bektâş-ı Velî, hergün gelip, şimdiki dergâhının bulunduğu yere otururdu. Onu sevenler, “Galiba Hacı Bektâş-ı Velî hazretleri burada bir dergâh bina edilmesini istiyor, o yüzden gelip buraya oturuyor” dediler. Daha sonra Hacı Bektâş-ı Velî’nin hizmetini gören Sarı İsmâil’e, Hacı Bektâş’ı sevenlerden biri, buraya bir dergâh yaptırmaya niyet ettiğim söyledi. Sarı İsmâil de, gelip durumu hocasına arz etti. Hacı Bektâş-ı Velî; “Ona söyle. Bir usta getirsin. Biz istediğimiz büyüklükte bir dâire çizelim. Ayrıca yeterli miktarda taş getirtip, yonttursun, hazır etsin dedi. Sarı İsmâil, bu durumu o şahsa bildirince, çok sevindi ve hemen bir mimar getirdi. Hacı Bektâş-ı Velî de kalkıp, mübârek eliyle şimdiki dergâhın bulunduğu yeri çizdi. O mimar da, dergâhın inşâsı için yetecek kadar taş getirtip, yontturdu. Taşların yontulma işinin bittiği gecenin sabahı, herkes, dergâhın yapılmış olduğunu gördü. Dergâhı yaptıracak olan kimse, derhâl Sarı İsmâil’in yanına gelip; “Ben bu binanın yaptırılması için usta getirdim, taş getirdim ve yaptırma sevâbına kavuşmak istedim. Fakat her kimse bir gecede yaptırmış” diyerek üzüntülerini belirtti Sarı İsmâil, durumu derhâl hocası Hacı Bektâş-ı Velî’ye bildirdi Bunun üzerine Hacı Bektâş-ı Velî; “Ey İsmâil! O beni sevene söyle, bu dergâhı zâhirden birisi gelip yaptırmadı. Allahü teâlânın izni ile bir anda yapıldı. Sevâbı yine onun amel deflerine yazılmıştır” dedi. İsmâil durumu derhâl o kimseye bildirdi. O zât da Allahü teâlâya şükür secdesi yaptı.”

Şöyle anlatılır: “Hacı Bektâş-ı Velî’nin medhini ve kerâmetlerini işiten kimseler, onu görmek için dergâhına gelirdi. Akşehir’de bir velî zât vardı. İsmi Mahmûd Hayran Sultan idi. Hacı Bektâş-ı Velî’nin üstünlüğünü duyunca, bir aslanın üstüne binip, eline kamçı olarak bir yılan alıp, üçyüz talebesi ile Hacı Bektâş-ı Velî’yi görmek ve ziyâret etmek için yola çıktı. Bu durumu Hacı Bektâş-ı Velî’ye haber vererek; “Akşehir’den bir aslana binip, eline yılanı kamçı olarak almış bir zât, üçyüz talebesi ile geliyor” dediler. Bunun üzerine Hacı Bektâş-ı Velî, “O, canlıya binip bize geliyor ise, biz de cansıza binip, onu karşılamaya gidelim” dedi ve hemen dergâhından çıktı. Dergâha yakın bulunan taşın üzerine seccadesini sererek üzerine oturdu ve; “Allahü teâlânın izniyle bizi ziyârete gelenlerden yana yürü” buyurdu. Bu söz üzerine taş, derhâl yerinden ayrılıp, kuş gibi görülüp, yürümeye başladı. Mahmûd Hayran Sultân ve talebeleri, Hacı Bektâş-ı Velî’nin taş üzerine binip karşıdan geldiğini görünce, hayretler içinde kaldılar. Mahmûd Hayran Sultan, derhâl aslandan inip, yılanı serbest bıraktı. Bu durumu gören Hacı Bektâş-ı Velî, taşa; “Dur” diyerek işâret etti. Taş şimdiki bulunduğu yerde durdu. Hacı Bektâş-ı Velî, taşın üzerinden aşağıya indi. Seyyid Mahmûd Hayran hemen Hacı Bektâş-ı Velî’nin elini öptü. Taşın dibine, ikisi beraber yan yana oturdular. Etrâflarını talebeleri sardı. Bir hafta süreyle sohbet ettiler. Daha sonra Seyyid Mahmûd Hayran Sultan, izin istiyerek Akşehir’e döndü. Hâlâ Hacı Bektâş-ı Velî’nin bindiği taş, “Tekin Kaya” ismiyle meşhûrdur.”

Hacı Bektâş-ı Velî’nin derslerini ve sohbetlerini ta’kib ederek onun tarikatına bağlananlara, tasavvuftaki usûle uyularak “Bektaşî” denildi. Bu temiz, i’tikâdları düzgün olan ve ibâdetlerini yapan Bektâşîler zamanla azaldı. Daha sonra yapılan bir takım değişiklikler sebebiyle, hakîkî Bektaşîlik unutuldu ve zamanımızdan yüz sene önce ise hiç kalmadı. Herkes tarafından sevilen, hürmet ve i’tibâr edilen bu isim, Hurûfî denilen sapık kimseler tarafından da siper olarak kullanıldı. İslâmiyeti yıkmak için kurulan bozuk yollardan biri olan Hurufîliğin kurucusu olan Fadlullah Hurûfî, Timur Hân tarafından öldürülünce, dokuz yardımcısı kaçarak Anadolu’ya geldiler. Bunlardan Aliyyül-A’lâ ismindeki kimse, bir Bektaşî tekkesine geldi “Câvidân” adlı kitaplarını gizlice yaymaya, câhilleri aldatmaya başladı. Hacı Bektâş-ı Velî’nin yolu budur dedi. Hâlbuki Hacı Bektâş-ı Velî’nin yolundan ayrılmayan hakîkî Bektâşîler, bunlardan tamamen ayrıldılar. Hurûfîlik, haramlara helâl, nefsin arzu ettiği kötü arzulara, serbesttir dediği için, bozuk rûhlu insanlar arasında çabucak yayıldı. Sözlerine “Sır” deyip, çok gizli tutulmasını emrederlerdi. Sırları yabancılara açanları öldürdükleri bile vâki olurdu. Sırları “Câvidân” kitabında a, c, v, z,... gibi harflerle işâret edilmektedir. Hurûfiler, Bektaşîlik ismini kendilerine perde yaparak, bu perde arkasında çalışmışlardır.

Bektaşî tarikatı adı altında saklanan Hurûfîler, müslümanları aldatmak için, birkaç yoldan saldırıyorlardı:

1- Fadl-ı Hurûfî’ye, ilâh, tanrı diyorlardı. “Tanrılık, ezelde görünmez bir kuvvet idi. Önce harfler şeklinde, sonra Peygamberler şeklinde, nihâyet Fadl’da açığa çıktı” derler.

2- Hazret-i Ali’nin sözleri diyerek uydurduktan sözler ve düzdükleri uydurma hadîsler ile; “Ali’yi sevenlere günah zarar vermez, ibâdete lüzum yoktur, haramlar helâldir” derler.

3- Bütün dinlerin bir olduğunu, Fadl-ı Hurûfî’nin, Muhammed aleyhisselâmdan ve Hazreti Ali’den (hâşâ) üstün olduğunu söylerler.

4- Bunlara göre namazı bir kerre kılmak, orucu bir kerre tutmak ve guslü de ömründe bir kerre yapmak farzdır.

“Gusl edip vücûdunuzu hırpalamayın” derler.

Hurûfîlerin zikirleri, ibâdetleri okumaları yoktur. Her sabah pirin evinin meydan odasında toplanırlar, birisi, bir elinde tepsi içinde adam sayısınca şarap kadehi ve birer dilim ekmek, peynir alarak odaya girer. Bu gelen, gülbank okuyarak karşılanır. Herkes saygı ile bunları alıp yer ve içer, bütün ibâdetleri bundan ibârettir.

Bektaşî deyince, iki türlü insan anlaşılır. Birincisi; hakîkî, doğru Bektaşî olup, Hacı Bektâş-ı Velî’nin gösterdiği yolda, hak yolda giden temiz müslümanlardır. Bektâşîlerin ikincisi; sahte, yalancı Bektâşîlerdir. Bunlar, bozuk yolda olan hurûfilerdir. Halk arasında anlatılan Bektaşî fikraları, bu sahte ve yalancı Bektâşîlere âittir.

Hacı Bektâş-ı Velî’nin “Makâlât” adlı Arapça bir eseri vardır. Sonradan nefes adıyla yazılan ve ona nisbet edilen şiirler onun değildir.

Makâlât’tan ba’zı bölümler:

Alemlerin Rabbi olan Allaha hamd, yaradılmışların en iyisi olan Muhammed’e, O’nun Ehl-i beytine ve Eshâbına salât ve selâm olsun. Bilesin ki Allahü teâlâya giden yollar, yarattıklarının nefesleri sayısıncadır. Gerçeğe ulaşmış kişiler, bunların arasından şu dört mertebede bulunan bir yolu tercih edip seçmişlerdir. Birincisi dîn-i İslâm, ikincisi tarikat, üçüncüsü ma’rifet, dördüncüsü hakîkat. Bu mertebeler, ancak İslâm dînine uygun olduğu müddetçe tamam olur.

Resûl-i ekrem (s.a.v.) buyurdu ki: “İslâm dîni bir ağaçtır. Tarikat onun dalları, ma’rifet yaprakları, hakîkat de meyvalarıdır.” Ağaç mevcût olmazsa, dalları ve meyvaları da var olmaz. Bu sûretle anlaşılır ki, İslâm dîni asıl, diğerleri kısımlarıdır. Kısımların varlığı, ancak aslın varlığının sayesinde olur. Asıl olmayınca, kısım da olmaz. Bu, kulun, belirtilen merhalelerin hiçbirinde İslâm dîninden ayrı olamayacağına işârettir. İslâm dîninin sınırından dışarı çıktığı hâlde, kendisini hâlâ doğru yolda sanırsa, ziyana uğrayan, helak olan mülhidlerden olur. Aynı zamanda, hem sapık, hem de insanları yoldan saptırıcı olanlardan olur. Kazananlardan ve Allahü teâlâya ulaşanlardan olmaz da, şeytanın teb’asından olur. Bu da apaçık bir hüsranın ta kendisidir.

Bu dört mertebe, kırk tane makam ihtivâ eder. Kul, Allahü teâlâya ancak bu makamları geçerek ulaşır. Bunların on tanesi İslâm dîninde, on tanesi tarîkatte, on tanesi ma’rifette, on tanesi de hakîkattedir.

Üçüncü bâb: Bu bâbda İslâm dîninin makamları anlatılır. İslâm dîninin birinci makamı îmân etmektir.

Îmân; Allaha, O’nun meleklerine, kitaplarına, Peygamberlerine, kıyâmet gününe, hayır ve şerrin Allahü teâlâdan geldiğine inanmaktır, inanmak; dil ile söylemek, kalb ile bu söylemeyi doğrulamaktır. Çünkü, Allahü teâlânın varlığını ve birliğini dil ile söylemeyen kimse imansızdır. Dili ile söylediği hâlde, kalbi ile tasdik etmeyen ise münâfıktır ve Allahü teâlânın buyurduğu gibi, Cehennemin en alt tabakasındadır.

Îmân, akıl üzeredir. Çünkü akıl, bedenin hükümdârı, îmân da onun vekîli ve yardımcısıdır. Hükümdâr gitse, yardımcısı da kalmaz. Meselâ, îmân bir hazinedir. Şeytan hırsız, akıl ise bu hazinenin bekçisidir. Bekçi giderse, hırsız hazinenin içindekileri çalar. Denilmiştir ki, imân kuzu, akıl çoban, şeytan ise kurttur. Çoban gitse, kurt kuzuyu yer.

Allahü teâlânın her bir Âdemoğlu için üçyüzdoksan melek görevlendirdiğini tasdik etmek imândandır. Ey insanoğlu! Kendi cinsinden birisi yanında kötü bir iş yapmaktan utanıyorsun da, kendi cinsinden bir kimse olmayınca kötü iş yapmaktan çekinmiyor ve görevli meleklerden hiç utanmıyorsun. Onlara inanıp tasdik ettiğin nerede kalıyor?

Yine Allahü teâlânın kitaplarına inanmak îmândandır. O kitaplardaki emirler ve yasaklar da gerçektir. Sen bunu kabûl ediyorsun, ama içindeki emirlere uymuyor ve yasaklarından sakınmıyorsun. Böylece Allahü teâlânın azâblarından ve cezalarından korkmadığını ortaya koyuyorsun. Kalbin, büyüklenmek, kıskanmak, gazâb, gıybet, kahkaha, alay, söz taşımak gibi kötü huylarla dolu. Bunlar, Allahü teâlânın Kitâbı’ndaki yasaklar arasındadır. O hâlde senin o Kitâb’a inandığın nerede kaldı?

Allahü teâlânın dostlarını ve kerâmetlerini tasdik etmek imândandır. Zira onlar, kendi nefslerinin arzularını, dünyâyı sevmeyi, yemek ve giyinmekten zevk almayı bıraktılar. Fakirliği, sıkıntıyı, zorluğu, açlığı, sessizlik ve düşkünlüğü tercih ettiler. Allahü teâlâya yaklaştıkça, Rablerinden korkuları ve saygıları daha çok oldu. Allahü teâlâ, o velilerin hatâlarını yüzlerine vurmadı. Sen ise, hergün türlü türlü günahlar işliyorsun da, hesaba ve sorguya çekilmiyeceğini, kıyâmetin kopmıyacağını veya mezardakilerin tekrar dirilmiyeceğini veya sa’îdlerin şakilerden ayrılmıyacağını mı sanıyorsun? Haramdan kaçınmıyor, bulduğunu yiyip, giyiyorsun. Yaradanının ni’metlerini yiyor, ama emirlerine uyup, yasaklarından kaçınmıyorsun. Hiç Allahü teâlânın kızmasından ve cezalandırmasından korkmuyor musun ki, kötü olan işleri yapmaya devam ediyorsun?

Allahü teâlâ buyuruyor ki: “Ben, cömert, günah örtücü, ni’metler bağışlayıcı, yardım edici, kendinden yardım umulan Allahım. Her kulumun işlediği günahları görürüm, fakat yüzüne çarpmam, tövbe edinceye kadar sabrederim. Tövbe etmeden ölse bile, işi bana kalmıştır, istek ve dileğin, onun bağışlanmasından yana olursa, affeder ve ona şefkat gösteririm, aksi takdîrde ise onu ateşe sokar ve elem verici azâbla azâblandırırım. Ama beni isteyen, seven, ömrünü bana hizmetle geçiren, benden ayrıldığına ağlayan, bana kavuşmayı dileyen kimseye gelince; ben de onu ister, sever, ona lütufta bulunur, ayrılıktan kurtarır, kendime ulaştırırım. Nihâyet onda aynılık meydana gelir, gayrılık kaybolur. Çünkü kendi varlığını aradan silmiş, yok etmiştir. Her şeyde beni görür. Ama istemesi riya ile olursa, onu hem dünyâdan, hem de âhıretten mahrûm kılarım.”

İslâm dininin ikinci makamı; ilim öğrenmektir. Üçüncü makamı; namaz kılmak, oruç tutmak, zekât vermek, gücü yeterse hacca gitmek, gazâya katılmak ve gusl abdesti almaktır. Dördüncü makamı; helâl rızık kazanmak ve faizi haram bilmektir. Beşinci makamı; evlenmektir. Altıncı makamı; hayz ve nifas bilgilerini öğrenmektir. Yedinci makamı; Ehl-i sünnet ve cemâat ehlinden olmaktır. Sekizinci makamı; şefkat ve merhamettir. Dokuzuncu makamı; temiz giyinmek ve temiz yemektir. Onuncu makamı; emr-i ma’rûf ve nehy-i münkerdir.

Dördüncü bâb: Bu bâbda, tasavvuf yolunun makamları anlatılır. Tasavvuf yolunun ilk makamı, bir âlime cân-ı gönülden bağlanıp, tövbe etmektir. Tövbe, cân-ı gönülden ve pişmanlık içinde yapılmalıdır. Tövbe ederken gözyaşı dökmelidir. Tövbeyi kabûl edecek olan Allahü teâlâdır. Tövbe ettikten sonra O’na tevekkül etmelidir, ikinci makâmı, talebe olmaktır. Üçüncü makamı, mücâhededir. Dördüncü makamı, hocaya hizmettir. Beşinci makamı, korkudur. Altıncı makamı, ümidli olmaktır. Yedinci makamı, şevktir ve fakirliktir.

Beşinci bâb: Bu bâbda ma’rifetin makamları anlatılır. Ma’rifetin birinci makamı, edebdir. İkinci makâmı, korkudur. Üçüncü makamı, az yemektir. Dördüncü makamı, sabır ve kanâattir. Beşinci makamı, utanmaktır. Altıncı makamı, cömertliktir. Yedinci makamı, ilimdir. Sekizinci makamı, ma’rifettir. Dokuzuncu makamı, kendi nefsini bilmektir.

Onuncu bâb: Bu bâbda, Adem aleyhisselâmın yaratılışı anlatılır. Haberde şöyle gelmiştir. Biz Âdem aleyhisselâmın zürriyetinden yayıldık. Cenâb-ı Hak, Âdem’i yaratmak istedi ve meleklerine bildirdi. (Ey Habîbim), o vakti hatırla ki, Rabbin meleklere: “Ben yeryüzünde (hükümlerimi yerine getirecek) bir halîfe (bir insan) yaratacağım” demişti. Melekler de; “Biz seni hamdinle tesbih ve noksanlıklardan tenzih etmekte olduğumuz hâlde, orada fesad çıkaracak ve kanlar dökecek kimse mi yaratacaksın?” demişlerdi. Allah; “Ben sizin bilemiyeceğiniz şeyleri bilirim” buyurdu” meâlindeki, Bekâra sûresi otuzuncu âyet-i kerîmesi bu durumu açıklamaktadır.

Allahü teâlâ, Âdem’in özünü Medine toprağından, başını Beyt-ül-makdis toprağından, yüzünü Kâ’be toprağından, kulağını Tûr-i Sina toprağından, gözlerini Beyt-ül-Haram toprağından, alnını Medine’nin doğu tarafının toprağından, burnunu Şam toprağından, ağzını Medine’nin batı tarafının toprağından, dudaklarını, Tunus toprağından, dilini Buhârâ toprağından, dişlerini Hârezm toprağından, boynunu Çin toprağından, kollarını Yemen toprağından, sağ elini Mısır toprağından, sol elini İran toprağından, tırnaklarını Hitay toprağından, parmaklarını Bistam toprağından, göğsünü Irak toprağından, karnını Kuzistan toprağından, arkasını Hemedan toprağından, uyluklarını Türkistan toprağından, dizlerini Kırım toprağından, topuklarını Rum toprağından, ayaklarını Firengistan toprağından yarattı.

Ve dahî, hadîs ile vârid olmuştur ki, Resûl-i ekrem (s.a.v.) buyuruyor ki: “Allahü teâlâ, Âdem’i altmış türlü topraktan yarattı. Eğer bir topraktan yaratsa idi, bütün insanlar aynı sûret ve vasıf üzere olurlar, birini diğerinden ayırd etmek mümkün olmazdı.”

Allahü teâlâ, Âdem’in başını kudret nûru ile, gözlerini ibret nûruyla, alnını sücûd nûruyla, dilini zikir nûruyla, dişlerini Muhammed Mustafâ’nın (s.a.v.) nûru ile, dudaklarını tesbih nûru ile, ensesini kuvvet nûru ile, arkasını yiğitlik nûru ile, göğsünü ilim nûru ile, karnını hilm nûru ile, bağrını hoşnudluk nûru ile, dizini rükû’ nûru ile, ayağını tâat nûru ile, dalağını üns nûru ile, ellerini sehâvet nûru ile, tırnağını şefaat nûru ile, gönlünü tevhîd ve îmân nûru ile bezedi, ta’zim nûru ile düzeltti, vuslat nûru ile götürdü ve Âdem’in toprağını Azrail aleyhisselâmın eline verdi. Rahmet suyu ile yoğurdu, mağfiret suyu ile sıvadı.

Allahü teâlâ, Âdem aleyhisselâma rûh vermek istediğinde, rûha onun bedenine girmesini emretti. Rûh önce dimağına girip, yüz sene kadar kaldı. Daha sonra gözlerine indi. O gözlerle bakıp, kendi bedeninin, pişmiş gibi kurumuş toprak olduğunu gördü. Kulaklarına indiğinde, meleklerin tesbihini işitti. Sonra genzine indi. O zaman aksırdı. Aksırdıktan sonra rûhu ağzına ve diline indi. O zaman Allahü teâlâ ona Elhamdülillah demesini bildirdi. O da söylediğinde; “Yerhamüke yâ Adem!” diye Allahü teâlâ mukâbelede bulundu. Rûh daha sonra göğsüne indi. Hemen ayağa kalkmak istedi. Fakat kalkamadı. Allahü teâlânın, meâlen; “İnsan pek aceleci olmuştur” buyurduğu tecellî etmiş oldu. Rûh, Âdem aleyhisselâmın karnına indiğinde, canı yemek içmek istedi. Daha sonra da rûh, bütün cesedine dağıldı. O zaman et ve kemik hâline geldi.

Daha sonra Allahü teâlâ, bütün meleklerine, Âdem aleyhisselâma secde etmelerini emretti. Bütün melekler Âdem’e secde ettiler. Sâdece İblîs secde etmedi. “Allahü teâlâ, İblîs’e; “Niçin Âdem’e secde etmedin?” diye suâl edince, o da; “Ben Âdem’den hayırlıyım, çünkü beni ateşten yarattın, onu çamurdan yarattın” dedi” (A’râf-12). Bunun, üzerine Allahü teâlâ, onu dergâhından sürdü. Daha sonra Allahü teâlâ, Âdem’e buyurdu ki, “Yâ Âdem! Yukarı bak!” Âdem aleyhisselâm yukarı bakınca, Arş’ı a’lâda “La ilahe illallah Muhammedün Resûlullah” kelime-i tayyibesinin yazılı olduğunu gördü. Bunun üzerine Âdem aleyhisselâm; “Yâ ilâhî! Lâ ilahe illallah, senin birliğindir. Ya Muhammed kimin adıdır?” diye sordu. Allahü teâlâ; “O benim Habîbimdir ve senin oğlundur” buyurdu. Âdem aleyhisselâm çok sevinerek, şükür secdesi yaptı. Sonra Âdem aleyhisselâm sağ yanına baktı, üç latîf şahıs gördü. Onlara; “Adınız nedir ve makamınız nerededir?” diye sordu. Birisi; “Adım akıldır ve makamım başda ve beynin üstündedir” dedi. Birisi; “Adım hayadır ve makamın yüz üstündedir” dedi. Diğeri de; “Adım ilimdir ve makamın göğüs içindedir” dedi. Bunun üzerine Âdem aleyhisselâm onlara; “Gelin yerli yerinize girin” dedi. Onlar da derhâl yerlerine girdiler. Sonra Âdem aleyhisselâm sol yanına baktı. Üç şahıs gördü ve onlardan ürktü. Onlara; “Adınız nedir ve makamınız nerededir?” diye sordu. Onlardan ilki; “Adım öfkedir. Makamım başla beyin arasındadır” deyince, Âdem aleyhisselâm; “Baş, aklın yeridir. Başta senin yerin yok dedi. O da; “Ben gelince akıl gider” dedi. Diğeri; “Adım tama’dır. Makamım yüzün üstündedir” deyince, yine Âdem aleyhisselâm; “Orası hayanın yeridir. Orada senin yerin yoktur” dedi. O da; “Ben gelince haya gider” dedi. Sonuncusu; “Adım haseddir. Makamım göğüs içindedir” deyince, Âdem aleyhissdâm buna da; “Orası ilim yeridir. Orada senin yerin yok” dedi. O da; “Ben gelince ilim gider” dedi.

Şimdi şöyle bilmek gerek, imân Rahmânîdir. Zan ise şeytânîdir. Zan gelirse, imân gider. Îmân gelirse, zan gider. Tevhîd kelimesini hurma ağacına benzettiler. Onun için hurma ağacı her yerde olmaz. Ma’rifet o ağacın köküne benzer. Köksüz ağacın yemişi olmaz. Ma’rifetsiz gönlün ise hiç hayrı olmaz. Yer üzerinde ağacı kâim tutan köktür. Tevhîd kelimesini dil üzerinde kâim tutan ise, gönül içindeki ma’rifettir. Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “Ağaçlardan bir ağaç vardır. Mü’minin gönlüne benzer ve onun yaprağı dökülmez” Eshâb-ı Kirâm, çeşitli ağaç isimlerini saydılar. Resûl-i ekrem (s.a.v.); “Onlar değil! O ağaç, hurma ağacıdır. Hiçbir zaman onun yaprağı dökülmez” buyurdu.

¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾

1) Şakâyık-ı Nu’maniyye zeyli (Mecdî Efendi) sh. 44

2) Rehber Ansiklopedisi cild-7 sh. 8

3) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 452, 456, 1008

4) Makâlât Süleymâniye Kütüphânesi. Denizli kısmı. No: 313/4

5) Mir’ât-ül-mekâsıd sh. 42

6) Tiryâk-ül-Muhibbîn sh. 47

7) Künh-ül-ahbar cild-5, sh. 53

8) Tıbyân-ül-vesâil cild-1, sh. 129

9) Ed-Devlet-il-Osmaniyye min fütûhât-il-İslâmiyye cild-2, sh. 117

10) Kâşif-ül-esrâr sh. 3