Hindistanda yetişen evliyânın büyüklerinden. Nizâmüddîn-i Evliyâ’nın yetiştirdiği Türk asıllı bir velîdir. Künyesi Ebü’l-Hasen ve lakabı Azîmüddîn’dir. Babası, Seyfeddîn Emîr Mahmûd Şemsî, o devrin mühim sîmâlarındandır. 651 (m. 1253) senesinde Hindistan’da Mü’minâbâd şehrinde doğdu. 725 (m. 1325) senesinde 74 yaşlarında olduğu hâlde vefât edip, Dehlî’nin Gıyâspûr mahallesinde, Nizâmüddîn-i Evliyâ’nın türbesi yakınında defn olundu.
Emîr Hüsrev Dehlevî’nin dedeleri, Türkistan’da Lâçin beylerinden idi. Babası Seyfeddîn Mahmûd da, Cengiz’in müslümanlara yaptığı zulüm ve katliâm sırasında Mâverâün-nehr bölgesinden Hindistan’a göç eden Lâçin isimli Türk Kabilesine mensûb idi. Seyfeddîn Mahmûd, göçten sonra Ganj nehri kenarında bulunan ve şimdiki ismi Patıyalı olan Mü’minâbâd kasabasında yerleşti. Dehlî sarayındaki devlet adamlarından îmâdülmülk’ün kızı ile evlendi. Üç oğlu olup, ortancası Emîr Hüsrev Dehlevî idi. Zamanın usûlüne göre en güzel şekilde tahsîl yaparak yetişti. Hâfızası fevkalâde kuvvetli, zekâsı ve anlayışı çok güzel olan Emîr Hüsrev’in şiir söyleme kabiliyeti de fazla idi. Daha o küçük yaşta çok güzel şiirler söylerdi. Babası saray erkânı arasına girip, Dehlî hükümdârı Şah Muhammed Tuğluk’un komutanlarından olmuştu. Babasının sarayda ve ilim, irfan meclislerindeki geniş çevresinden çok iyi istifâde eden Emîr Hüsrev, keskin anlayışı ve parlak kabiliyeti ile dikkatleri üzerinde topladı. Daha sekiz yaşında iken babası vefât edince, yetim kaldı. Bundan sonra onu, annesi tarafından dedesi olan îmâdülmülk himâyesine aldı. Dedesinin yanında devrin ileri gelen âlim, edîb ve şâirleri ile tanıştı. Daha oniki yaşlarında iken, anlıyanlar tarafından şiirleri takdîr ediliyordu. 794 (m. 1292)’de dedesinin de vefât etmesi üzerine Dehlî sarayındaki Türk sultan ve kumandanlarının himâyesine girdi. Tam yedi sultandan sevgi ve alâka gördü. Sultan Mübârek Şah Hallâcî, 720 (m. 1320)’de vefât edince, Nizâmüddîn-i Evliyâ’nın hizmet ve sohbetine koştu ve hakîkî devlet ve saadete kavuştu, öteden beri hâlis bir müslüman idi. Kırk yıl süreyle haram olan bayram günleri hâriç, devamlı oruç tuttuğu rivâyet edilmektedir. Nizâmüddîn-i Evliyâ hazretlerinin işâretiyle, Hızır aleyhisselâmın sohbetiyle de şereflendi. Tam 99 eser yazdı, şiirleri pekçoktur. Gençliğinde meşhûr velî ve şâir Şeyh Sa’dî ile de görüştüğünü kaynaklar yazmaktadır. Hüsrev Dehlevî bununla iftihar ederdi. 725 (m. 1324) senesinde Sultan Gıyâseddîn Tuğluk Şah ile sefere çıkan Emîr Hüsrev, sefer dönüşünde hocasının vefâtı haberini alınca, ızdıraptan kendini kaybetti. Herşeyini fukaraya dağıtti. Hocasının kabri yanında yerleşerek, nihâyet altı ay sonra 725 (m. 1325) senesinde vefât etti. Çok derin bir aşkla sevdiği hocasının ayak ucu tarafına defnedildi. Vefâtında 74 yaşındaydı.
Hüsrev Dehlevî, dinimizin emir ve yasaklarına tam uyan, cömert, samimî ve âşık biri idi. Şiir ve nesirlerinde dile ve ma’nâya hâkimiyeti, âhenkliği, tasvîrlerindeki güzellik ve derin kültür seviyesi açıkça görülür. Bu sebeple, hemen bütün doğu İslâm âleminde sevilip takdîr görmüştür. Kısa zamanda Anadolu’ya ulaşan eserleri zevkle okunmuş, Dîvân Edebiyatı Şâirleri tarafından üstâd olarak kabûl edilmiştir.
Bilinen eserleri dört kısım altında incelenmiştir:
1) Dîvânları: Tuhfet-üs-sıgan, Vasat-ül-hayat, Gurret-fil-kemâl, Bakıyye-i nakıyye, Nihâyet-ül-kemâl.
2) Hamsesi: Matla’ul-envâr, Şirîn-ü Hüsrev, Mecnûn u Leylâ, Âyine-i İskenderî, Hişt behişt.
3) Târihî mesnevîleri: Kırân-ı Sa’deyn, Hıdır Han, Duvalrânî, Tuğluknâme, Nûh Sihpir.
4) Mensûr eserleri: İ’câz-ı Hüsrevî. Târih-i Alâî, Efâl-ül-fevâid.
Bu eserlerinin hemen hepsi Hindistan’ın çeşitli matbaalarında basılmıştır. Eserlerinin yazma nüshaları, İstanbul, Bursa, Konya, Kayseri kütüphânelerinde mevcûttur.
Bu zikredilen eserlerinden başka, Cevâhir-ül-bahr, Bahr-ül-ebrâr, Enîs-ül-kulûb, Mir’ât-üs-safâ, Menâkıb-ı Hind, Dehlî Târihi ve Makâlât-ı Çihâr-ı yâr isimli eserleri de vardır.
Emîr Hüsrev Dehlevî (r.a), şâirlerin sultânı, fazilet sahiplerinin önderi, sözleri kuvvetli olan yüksek bir zat idi. Konuşma san’at ve tavırlarındaki ma’na ve işâretlerde, önceki ve sonraki şâirlerden çoğu ona yetişememiştir. Konuşma tarzında, hocasının kendisine buyurduğu; “İsfehanlılar gibi konuş!” emrine uyardı. Gayet fasih ve beliğ olarak, açık, anlaşılır ve net bir şekilde konuşurdu. Bu edebi yönü yanında, tasavvufî hâli de pek yüksek idi. Evliyâlık yolunda üstün derece sahibi idi. Pâdişâhlarla, âmirlerle görüşmesi, kalbinin dünyâ işlerine meyletmesine sebep olmazdı. Bu güzel hâli, eserlerinden daha iyi anlaşılmaktadır. Çünkü günah işleyenlerin kalblerinde bereket pek az bulunur. Belki de hiç bulunmaz. Bunun için, yazdıkları eserlerde bereket olmaz. Ya’nî böylelerinin yazdığı eserler, gönüllerde kabûl görmez ve kalblere te’sîr etmez.
Emîr Hüsrev hazretleri, vakitlerinin çoğunu ibâdet ile geçirirdi. Geceleri sabaha doğru uyanık olur, teheccüd (gece namazı) kılardı. Teheccüd için kalktığında, hergün Kur’ân-ı kerîmden 7 cüz (140 Sayfa) okurdu. Nizâmüddîn-i Evliyâ hazretlerinin en önde gelen talebderindendir.
Emîr Hüsrev’in Hâce Nizâmüddîn’e talebe olması şöyle anlatılır: Emîr Hüsrev’in babası Seyfeddîn Mahmûd, bu çok zeki ve çok akıllı olan oğlunun ma’nevî terbiyesi ve yetişmesi için birgün onu alarak, Hâce Nizâmüddîn hazretlerine götürdü. Emîr Hüsrev çok iyi yetişmiş olmasına rağmen, Hâce Nizâmüddîn’i tanımıyordu. O sırada daha, sekiz veya dokuz yaşlarında idi. Hazreti Hâce’nin dergâhına yaklaştıklarında, kapıdan girecekleri sırada, Hüsrev, kendisinden beklenilmeyen birşey söyledi “Babacığım, kendimi yetiştirecek bir mürşid seçip ona bağlanmak benim mes’elem olduğuna göre, bu mes’elede beni serbest bırakamaz mısın?” dedi. Babası hayret etti ve onu kapının dışında bırakıp, sohbette bulunmak üzere kendisi içeri girdi. Bu sırada Hüsrev çok güzel bir rubai söyledi Kendi kendisine de düşündü ki: “Eğer bu zât, hakîkaten yüksek, evliyâ bir zât ise, mutlaka bu rubaiyi ve benim durumumu Allahü teâlânın izni ile bilir ve bu rubaime tatmin edici şekilde karşılık verir.” Hüsrev’in bu düşünceler ile söylediği rubaisi şu meâlde idi.
“Öyle bir şâhsın ki, sarayının kubbesine,
Farzet ki bir güvercin kondu ve geri döndü.
Bu garîb âşık kapınızdadır.
Girsin mi, yoksa geri mi dönsün?”
O zamanda Hindistan’da bulunan evliyânın en büyüklerinden olan Sultan-ül-meşâyıh Hâce Nizâmüddîn-i Evliyâ hazretleri, Hüsrev’in durumunu Allahü teâlânın izni ile anlayıp, hizmetçisini çağırdı. Dışarıda, kapının dışında bekleyen gence, düşüncesine cevap olmak üzere şu rubaiyi okumasını emretti:
“Hemen içeri gir! Ey doğru sözlü insan,
Olalım birbirimize yakîn, teknefes.
Eğer câhil bir insan, hem de ahmak isen,
Hiç durma!
Geldiğin yoldan hemen geri dön.”
Hizmetçi gidip Hüsrev’e rubaiyi okudu. Arzu ettiği cevâba fazlasıyla kavuşan Hüsrev, gayet neş’elendi Derhâl içeri girip, Hazreti Hâce’ye talebe oldu. Tam bir teslimiyet içerisinde hocasına bağlandı. Oğlunun geri kalmasındaki inceliği daha sonra anlayan Seyfeddîn Mahmûd, bu hâdiseden sonra onu daha çok sevmeye başladı.
Hocasına olan muhabbet ve bağlılığı pekçok idi. Tam bir teslimiyet ile hocasının sohbetlerinde bulunur ve çok istifâde ederdi. Hocası da bunu çok sever, ona ayrıca husûsen teveccüh eder, yakınında bulundururdu. Diğer talebeler içinde, hocalarına en yakın olan bu idi. Her gece yatsı namazından sonra hocasının husûsi odasına girer, orada husûsi sohbette bulunurdu. Talebe arkadaşlarından birinin bir arzusu var ise, onu arzederdi.
Emîr Hüsrev’in hocasına olan sınırsız sevgi ve bağlılığını gösteren çok güzel menkıbeleri olup, bunlardan biri şöyle anlatılır: “Bir defasında, Hâce Nizâmüddîn’in her tarafa yayılan cömertliğini duyan fakir bir adam, Hindistan’ın uzak bir yerinden yola çıkıp, mâlî sıkıntısını hâlletmek için, ondan çok miktarda yardım almak ümidiyle Dehlî’ye geldi Fakat, tesâdüfen o gün hazret-i Hâce’nin, bir çift eski ayakkabısından başka verebilecek birşeyi yoktu. Zavallı adam, bu yüce şahsiyetten asla böyle bir hediye beklemiyordu; fakat onu reddetmeye de cesâret edemedi Bununla beraber, içinden, çok rahatsız oldu ve bu büyük zâttan böyle kıymetsiz bir hediye aldığı için, büyük bir hayâl kırıklığına uğradı. Aşırı bir kederle ve bu mevzû üzerinde düşünceye dalarak ayrıldı. Geri dönüşünde, yol üstünde gece dinlenmek için bir handa kaldı. Yine tesadüfen aynı gece Emîr Hüsrev, Bengal’den bir iş gezisinden, Dehlî’ye dönüyordu, ihtişamlı ma’iyet, hizmetçiler ve zenginliklerle oraya varıp, aynı handa kaldı. Emîr Hüsrev, mücevher ve kıymetli taşların ticâretini yapıyor ve Dehlî’nin en zengin kişisi olarak biliniyordu. Ertesi sabah Emîr Hüsrev kalktığında, hayret edip; “Şeyhimin kokusunu duyuyorum” diye bağırdı. Han didik didik arandı ve sonunda tenhâ bir köşede, geceleyin Dehlî’den gelen fakir bir yolcu bulundu. Dehlî’de kaldığı zaman hazret-i Nizâmüddîn-i Evliyâ’nın yanına gidip gitmediği sorulduğunda, adam üzüntülü bir şekilde; “Evet, hakîkatte ben bu uzun seyahati, sâdece o büyük velîyi görmek ve sıkıntılarımı hâlletmesi, onun cömertlik ve ihsânından fâidelenmek için yaptım. (Eski ayakkabıları göstererek) Fakat üzgünüm ki, beni sâdece kendisinin bu kıymetsiz ayakkabıları ile gönderdi” diye cevaplandırdı. Aşk ve muhabbetle yanan Hüsrev, derhâl adamdan; bütün bu büyük servet, köleler ve sahip olduğu herşey karşılığında ayakkabıları kendisine vermesini istedi. Nakledildiğine göre, o zaman Emîr Hüsrev, diğer kıymetli eşyalarından başka 500.000 gümüş para taşıyordu. Zavallı adam, tabii bunu bir şaka olarak kabûl etti. Fakat Hüsrev, üzerinde durarak, yemînle teklifini tekrarladı ve hemen, sevgili hocasının ayakkabıları karşılığında bütün servetini vererek pazarlığı bitirdi.
Fakir adamın nasıl memnun olduğunu uzun uzun anlatmaya lüzum olmadığı açıkça bellidir. O, hazret-i Nizâmüddîn’in hayırseverliğinden hayâl ettiğinin yüzlerce katını, yine onun hürmetine başka biri vasıtasıyla almıştı. Bu, Hindistan tasavvuf târihinde, zengin bir talebenin hocasına karşı gösterdiği gerçek bağlılığın çok nâdir bulunur misâllerinden biridir.
Emîr Hüsrev, Dehlî’ye vâsıl olduğunda, hocasının ayakkabılarını, büyük bir hürmetle el üstünde taşıyarak, hazret-i Nizâmüddîn’in huzûruna çıktığında, yolda olan hâdiseyi kendisine arzedip ayakkabıları satın aldığını söyledi. Hazret-i Hâce; “Ona ne kadar para verdin?” dedi. O da; “Benim bir şeye yaramaz servetimin hepsini” diye cevap verdi. Hâce hazretleri tebessüm edip; “Onları ucuza almışsın” buyurunca, Emîr Hüsrev; “Efendim, çok şükür ki, onlara sahip olan adam, yalnız servetimi teklif etmekle tatmin oldu. Hürriyetimi de isteseydi, benim sevgili hocamın bu mukaddes ve paha biçilmez hâtırasına sahip olmak için memnuniyetle onu da verirdim” dedi.
Hiçkimse, aynı zamanda iki ata binemez. Fakat Hüsrev, zenginlik getiren bir mesleğe sahip olmasına rağmen, sâdık bir sûfi olarak, ilâhî bir ihsânla, çok güzel bir sûrette bir imtihanı başardı. Hocasının muhabbeti uğruna zenginliğini feda etti. Kendi zamanındaki birkaç Dehlî sultanının sarayında en çok ihsâna mazhar olup, baş şair olarak en yüksek mevkide bulunduğu gibi, hocasının en kıymetli talebesi olarak kalmayı da başaran Hüsrev’in dehâsı takdîre şayandır.
Nizâmüddîn-i Evliyâ hazretleri, Hüsrev’e yazdığı mektûplardan birisinde buyuruyor ki: “Bedenin a’zâlarını koruduktan, onların sıhhatli olmalarını te’min ettikten sonra İslâmiyetin beğenmediği herşeyden sakınmalı, haram ve mekrûhlara kat’iyyen yanaşmamalıdır”. Allahü teâlâ herşeyi kıymetli yaratmıştır. Ama birşeyi en kıymetli yaratmıştır. O da vakittir. Bunun için vakitleri en iyi şekilde değerlendirmeye çalışmalı, en kıymetli şeyi âhıret saadetini elde etmekte kullanmalıdır. Her an geçip gitmekte olan bu kıymetli ömrü ganîmet bilmeli, zamanı boş ve uygunsuz şeyler ile geçirmemelidir. Bir iş yapacağı zaman, istihâre ve istişâre etmeli, bilenlere danışmalıdır. Bir iş yaparken, kalbinde inşirah (açılma, genişleme, rahatlık) bulunmazsa o işi yapmamalı, vaz geçmelidir. Kalbinde inşirah bulunmayarak yapılan işin neticesinin dâima sıkıntı olacağını iyi düşünmelidir.”
Siyer-ül-evliyâ’da bildirildiğine göre, Emîr Hüsrev hazretleri, hocasından kendisine gelen husûsi iltifâtları yazıp toplamıştır. Sultân-ül-meşâyıh Hâce Nizâmüddîn hazretleri, bir defasında Emîr Hüsrev’e hitaben; “Seni o kadar çok seviyorum ki, başka herkesten daralabilirim. Fakat senden daralmam” buyurdu. Başka bir defa da buyurdu ki: “Herkesten daralabilirim, hattâ kendimden bile. Fakat senden daralmam.”
Birgün diğer talebelerden birisi cür’et edip hazret-i Hâce’ye; “Efendim! Hüsrev’e yaptığınız nazarlarınızdan birini, benim için de yapın!” dedi. Hazreti Hâce buna cevap vermedi. “Kabiliyet getir! istidâdın onun gibi olursa, aynı teveccüh sana da yapılır” demek istedi.
Hâce Nizâmüddîn birgün, Emîr Hüsrev’e; “Bana duâ et! Seni benim yan tarafıma defnederler.” buyurdu. Bu söz, daha sonra birçok defa kendisine hatırlatılmış, o da; “İnşâallah öyle olacaktır” buyurmuştur. Bir defasında Emîr Hüsrev buyurdu ki: “Hocam bu talebesi ile (ya’nî Emîr Hüsrev ile) ahd etti, sözleşme yaptı ve Cennete giderse, beni de beraberinde götüreceğini söyledi”
Birgün Hâce Nizâmüddîn, gördüğü bir rü’yâyı talebesi Emîr Hüsrev’e şöyle anlattı: “Şeyh Necibüddîn Mütevekkil’in evinin önünde, pencerenin altından temiz, berrak bir su akıyordu. Bu fakir de (ya’nî Hâce Nizâmüddîn) yüksek bir yerde oturuyordum. Çok hoş ve ümidli bir hâl beni kapladı, öyle bir vakitte kalbimden sen geçtin. Kendim için ihsân ettiği ni’meti, sana da vermesi için Allahü teâlâya duâ ettim. Biliyorum ki, duâm kabûl oldu ve o hâl inşâallah sende peyda olacak, meydana gelecektir.”
Hazreti Hâce, yine birgün Emîr Hüsrev’i yanına çağırarak, gördüğü bir rü’yayı şöyle anlattı: “Cum’a gecesi rü’yâmda; Şeyh-ül-İslâm Behâüddîn-i Zekeriyya hazretlerinin oğlu Şeyh Sadreddîn’i gördüm. Bana doğru geliyordu. Ben de tevâzu ile yanına vardım. O daha çok tevâzu eyledi. Bu sırada uzaktan sen göründün. Yanımıza geldin. Ba’zı kıymetli bilgiler anlatmaya başladın. Bu sırada müezzin ezan okumaya başladı. Ben de uyandım. Gör ki, bu (senin için) ne yüksek mertebedir.” Emîr Hüsrev diyor ki: “Hâce hazretleri böyle anlatınca, ben mahcubiyet ve çaresizlik içinde arzettim ki: “Efendim! O yüksek mertebede bulunmak bu hizmetçinin ne haddîne. Neyim varsa, hepsi sizin ihsânınızdır.” Bu sözler üzerine, hocam içlerini çeke çeke ağlamaya başladılar. Onların bu hâli karşısında ben de kendimi tutamayıp ağladım. Bundan sonra Hazreti Hâce emretti. Husûsi bir külah getirdiler. Mübârek eliyle bu hizmetçisine (Emîr Hüsrev’e) giydirdi ve “Büyüklerin sözlerini her zaman kalbinde bulundur. Hiçbir zaman hatırından çıkarma!” buyurdu.
Nizâmüddîn-i Evliyâ hazretleri şu meâldeki iki beyti, çok sevdiği talebesi Emîr Hüsrev için söylemiştir:
“Hüsrev ki nazm ve nesr de misli pek
azdır,
Söz mülkü melikliği bizim Hüsrev’e hasdır.
Bu bizim Hüsrev’imizdir, Nasır Hüsrev
değildir,
Zira Nâsır’ın üstadı bizim Hüsrev’ imizdir.”
Nizâmüddîn-i Evliyâ hazretleri, bir defasında buyurdu ki: “Eğer mümkün olsaydı, Hüsrev’le birlikte uyumayı ve aynı mezarda olmayı tercih ederdim.”
Yine buyurdu ki: “Şayet testereyi boğazıma dayayıp, talebem Hüsrev’den vazgeçmemi isteseler, başımı verip Hüsrev’i terketmemeyi tercih ederdim.”
Hazret-i Hâce Nizâmüddîn-i Evliyâ Cennet yolcusu olduğa zaman, Emîr Hüsrev orada yoktu. Tuğluk Şâh’ın berâberinde Luknov taraflarına gitmişti. O yolculuktan dönüp acı haberi öğrenince, şaşkına döndü. Üzerine yıldırım düşmüş gibi oldu. Yanıyor, yanıyordu. Ayakta duramıyordu. “Sübhânallah! Güneş batmış. Hüsrev hayatta!” diye haykırdı. Mal mülk nâmına nesi varsa, sevâbı hocasının rûhuna olmak üzere hepsini fakirlere sadaka olarak verdi. Çok ağlıyordu. Bir defâsında; “Ben kendim için ağlıyorum. Hocamdan sonra ben çok yaşayamam” dedi. Hâce hazretleri, 725 (m. 1325) senesi Rebî’ul-âhır ayının 18. günü vefât efmiş idi. Emîr Hüsrev de, altı ay sonra Şevval ayının 18. günü vefât edip sevdiklerine kavuştu.
Zamanında Hindistan’ın ma’nevî sultânı olarak bilinen Emîr Hüsrev, birçok güzel vasıfların kendisinde toplandığı çok nâdir rastlanan simalardan biri idi.
Emîr Hüsrev, birkaç lisanın ustasıydı ki, bu lisanlarda övülecek derecede mümtâz idi. Ana dili Türkçe ve Farsça olmakla birlikte, Arabîde, Arablarla müsabakaya girecek derecede kendisini yetiştirmiş idi. Aynı zamanda çok iyi bir Sanskrit âlimi idi. Sanskritce lisânını da çok iyi bilirdi.
Şiirdeki mehâret ve dehâsı yanında o, aynı derecede bir nesir üstadı idi. Düzyazı yazmanın kaideleri ve prensipleri üzerine bir şaheser olan meşhûr Nûh Sihpir’i o yazmıştı.
Edebi bakımdan bu kadar üstün, meşhûr ve zengin olmasına rağmen Emîr Hüsrev (r.a.), Hazreti Hâce Nizâmüddîn-i Evliyâ’nın sohbetlerinde, huzûrlarında tatmış olduğu ma’nevî âb-ı hayat karşılığında, bütün dünyevi zenginliklerden seve seve memnuniyetle yüz çevirip, bütün servetini mübârek hocasının bir çift ayakkabısı karşılığına gönül rahatlığı ile feda edebilen çok yüksek bir veli idi.
Bütün evliyâ zâtlar gibi, Hâce Nizâmüddîn de, Hindistan’da yaşayan her tabakadan insanlar arasında, karşılıklı muhabbet ve i’timâdın geliştirilmesine çok alâka göstermişti idâre edenler (âmirler) ile idâre edilenler arasında sevgi bağının kurulmasını tavsiye eder ve bunun için gayret gösterirdi. Bu husûsta ilk şart, konuşarak anlaşmak idi ve Hindistan’da çok çeşitli lisanlar konuşuluyordu. Bunun için, bu çeşitli lisanlara tam bir vukûfiyeti bulunan Emîr Hüsrev’den, bütün Hind halkının aralarında anlaşmayı sağlayacak ve kolaylaştıracak yeni bir lisan bulmasını istediler. Bunun üzerine Emîr Hüsrev çalışmaya başlayarak, kuzey bölgesinde konuşulan mahallî dil ile Fârisî karışımı bir dil meydana getirdi ve bu karışım Urducanın esâsını teşkil etti. Zamanla ve daha sonra gelen nesiller tarafından kullanılarak, bu yeni karışım, daha ince ve kültürel bir dil olan Urdu lisânı hâline geldi Emîr Hüsrev’in Fârisî ve Hintçe karışımı hazırladığı bu yeni lisanda ilk şiir söyleyen yine kendisi oldu.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Ahbâr-ül-ahyâr sh. 105
2) Kâmûs-ül-a’lâm cild-3, sh. 3045
3) Siyer-ül-evliyâ sh. 98
4) Rehber Ansiklopedisi cild-5, sh. 108
5) Nefehât-ül-üns tercümesi sh. 677