Evliyânın büyüklerinden. İsmi, Ali bin Abdullah et-Tevâşi olup, künyesi Ebü’l-Hasen’dir. 748 (m. 1347) senesinde Halî denilen yerde vefât etti. Burada kabri meşhûrdur. Onu tanıyanlar ve ismini duyanlar, uzak yerlerden ziyâret ve istifâde için buraya gelirler. İmâm-ı Şircî Zebîdî şöyle demektedir: “Kabrini ziyârete gitmiştim. Orada nûr ve bereket gördüm. Ancak bunu ifâde etmek mümkün değildir.”
Ebü’l-Hasen Tevâşî, bir Cum’a günü namaza gitmişti. Yanında talebelerinden bir cemâat vardı. Bu sırada yanına felsefe ile meşgûl olmakla tanınan birisi geldi. Ebü’l-Hasen Tevâşî’ye dil uzattı. Ebü’l-Hasen kendisini sevenlerden birisinin onun yakasına yapışacağını anlayınca; “Onu bırakınız. Onda, kendisine kâfi gelecek şey mevcûttur” buyurdu. O anda dil uzatan felsefecinin üzerinde bir ateş parladı. Orada hazır bulunanlardan birisi onun üzerine su dökmeye başladı. Yanan ateş söndü. Buna rağmen adamın vücûdunun bir kısmı yandı. Bu hâdise, o beldede yayılıp, herkes tarafından duyuldu.
Ahmed bin Mûsâ bin Acil, bir kâfile ile Mekke-i mükerremeye gidiyordu. Halî şehrine gelince, yolda tehlike olduğu haberi kâfileye ulaştı. Bunun üzerine Ahmed bin Mûsâ bin Acil, Ebü’l-Hasen Tevâşî’ye, istişârede bulunması için birini gönderdi. O şahıs ona, yolculuğu karayoluyla mı, yoksa deniz yoluyla mı yapmalarını soracaktı. O şahıs, Ebü’l-Hasen ile görüşüp durumu anlatınca, Ebü’l-Hasen Tevâşî; “Ahmed bin Mûsâ bin Acil’e söyle, yolculuğunu dilediği taraftan yapabilir. Ona hiçbir zarar gelmeyecektir” dedi. Dediği gibi Ahmed bin Mûsâ bin Acil sağ-sâlim Mekke-i mükerremeye gitti.
Büyük âlim Yâfiî şöyle anlatır: Birgün Ebü’l-Hasen Tevâşî ile beraber bulunuyordum. O anda hatırımdan, Ebü’l-Hasen mi, yoksa falanca zât mı daha üstün olduğu düşüncesi geçti. O anda Ebü’l-Hasen bana, Resûl ile Nebî arasındaki farkı sordu. Ben, bildiğim kadar anlatmaya çalışırken, gayet güzel, veciz ve şümûllü bir ifâde ile ikisinin arasındaki farkı benden önce îzâh. Etti. Daha sonra evliyâ arasında da fark bulunduğunu, bir kısmının talebe yetiştirdiğini ve kerâmet gösterdiğini, bir kısmının ise fazîlet sahibi bir zât olduğu ve talebe yetiştirmeyip kerâmet göstermediğini anlattı. Onun yaptığı bu izahlardan sonra, onunla, hatırıma gelen diğer zâtın arasındaki farkı anladım.”
Menâyî şöyle anlatır. “Onun zamanında devlet ileri gelenlerinden ba’zıları halka zulüm yapıyordu. Ebü’l-Hasen Tevâşî; “Eğer zulümden vazgeçmezlerse, onlara ateş gelecektir” diye bildirildi. Ne zaman geleceğini sorduklarında: “Cum’a gecesi” dedi. Cum’a gecesi müezzin ezan okumaya çıkınca, devlet ileri gelenleri kendilerine doğru yavaş yavaş yaklaşmakta olan bir ateş gördüler. Korku ile Ebü’l-Hasen Tevâşî hazretlerinin huzûruna koştular. Yüzlerini topraklara sürerek yalvardılar ve zulümden vazgeçtiklerini bildirdiler. Ebü’l-Hasen onların dileğini kabûl edince, Allahü teâlânın izni ile o ateş ortadan kayboldu.”
Birisine, şeytan devamlı musallat olur ve onu rahatsız ederdi. Bu durumu gelip, Ebü’l-Hasen hazretlerine anlattı. O da; “Şayet yine sana musallat olursa, benim ismimle bağır” dedi. Şeytan kendisine tekrar musallat olmuştu. Ebü’l-Hasen Tevâşî ismini söyler söylemez, şeytan ondan uzaklaştı ve bir daha yanına yaklaşmadı. Büyük âlim Yâfiî, târihinde şöyle demektedir: “Son olarak onun yanına gittiğimde, bir kitaba sığmayacak şekilde, ondan zâhir olan kerâmetlere, ma’rifetlere ve sırlara şâhid oldum.”
Ebü’l-Hasen Tevâşî’nin üç oğlu vardı. Bunlar, Abdullah, Muhammed Sünnî ve Ebû Bekr’dir. Abdullah isimli oğlu, babası gibi Allahü teâlânın sevdiği kullarından idi. Onun birçok kerâmetleri görülmüştür. Zaman zaman onunla, akideleri bozuk olan kimseler arasında ba’zı münâzaralar olurdu. Bozuk akide sahiblerine, yanlış yolda olduklarını çok güzel îzâh ederdi.
Birgün Abdullah hazretleri, bozuk akîde sahiblerine; “Benim ile, sizin âlimim diye geçinen büyüğünüzü bir eve koyun ve o evi ateşleyin. Kim hak üzerine ise onu ateş yakmaz. Yolu bozuk olan ise yanar. Kimin hak üzere olduğu o zaman belli olur” dedi. Fakat onlar bu işi yapmayı kabûl etmediler. Çünkü onlar, onun sözündeki doğruluğu ve velilikteki kemâlâtını biliyorlardı.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Câmi’u kerâmât-il-evliyâ cild-2, sh. 183