CELÂLEDDÎN TEBRÎZÎ

Hindistan evliyâsının büyüklerinden. Tebrîz taraflarında doğduğu için Tebrîzî nisbet edildi. Celâleddîn lakabı verildi. İlim tahsiline hocası Ebû Sa’îd Tebrîzî’nin yanında başladı. Hocasının vefâtından sonra, Şihâbüddîn Sühreverdî hazretlerinden ilim öğrenip feyz aldı.

Ferîdüddîn-i Attâr hazretlerinin nazarlarından istifâde etti. Hâce Mu’înüddîn-i Çeştî hazretlerinin vefâtından önce Hindistan taraflarına gitti. Onun sohbetleriyle de şereflendi. Kutbüddîn Bahtiyar Kâkî ve Behâüddîn Zekeriyyâ ile sohbet etti. Bedâyin şehrine gitti. 747 (m. 1346) yılından önce Bengal bölgesinde vefât etti. Yaşı yüzelliye yaklaşmıştı.

Şihâbüddîn Sühreverdî’nin (r.a.) yanında zâhirî ve bâtınî, maddî ve ma’nevî ilimleri öğrenen Celâleddîn Tebrîzî (r.a.) hocasına kimsenin yapamayacağı hizmetleri yaptı. Şihâbüddîn hazretleri, her sene hacca giderdi. Sonunda yaşlandı. Zaîf ve güçsüz oldu. Onun için bulundurulan yiyecekler, bünyesine pek uygun değildi. Bu sebepten Şeyh Celâleddîn Tebrîzî, hocası için bir tencere ile tencere altı yapıp başının üzerinde taşırdı. Bunu öyle yapmıştı ki, başını yakmazdı. Hocası yemek isteyince, hemen önüne sıcak yemek koyardı. O mübârek kimsenin duâsı bereketiyle çok yüksek makamlara kavuştu. Şihâbüddîn Sühreverdî (r.a) birgün hacdan dönmüştü. Bağdadlılar, huzûruna geldiler. Herbiri fakirlere verilmesi için para ve diğer hediyeler getirdiler. Bu arada bir ihtiyâr geldi ve eski elbisesinin cebinden bir gümüş çıkarıp verdi. Şeyh Şihâbüddîn, o bir gümüşü aldı, hediyelerin en üstüne koydu. Sonra orada bulunanlara; “Kime ne lazımsa bunlardan alsın” buyurdu. Her biri kalkıp, para kesesi ve elbiseleri aldılar. Şeyh Celâleddîn Tebrîzî de orada idi. Ona işâret edip; “Sen de birşey al” buyurdu. Şeyh Celâleddîn kalktı, ihtiyârın getirmiş olduğu bir gümüşü aldı. Şeyh Şihâbüddîn bunu görünce; “Bunların hepsini sen aldın” buyurdu.

Şihâbüddîn Sühreverdî hazretlerinin yanında kemâl mertebesine kavuşan Celâleddîn Tebrîzî hazretlerinin kerâmetleri meşhûr oldu. Hülâgü’nün işgal ettiği Bağdad’da, halîfe olan Mu’tasım’ın katledileceğini, Allahü teâlânın izniyle, bir gün önceden işâretle haber verdi. Ertesi sabah halîfe hunharca katledildi.

Celâleddîn Tebrîzî (r.a.), kırk sene gündüzleri hep oruç tuttu. On günde bir kendi ineğinden sağdığı sütten bir miktar içer, başka hiçbirşey yemezdi. Bütün gecelerini namazla geçirirdi. Gecede bin rek’at namaz kıldığı olurdu.

Allahü teâlânın dînini yaymak ve O’nun kullarını ebedî olan Cehennem azâbından kurtarmak için çalışırdı.

Mü’înüddîn Çeştî hazretlerinin hizmetinde bulunmak ve feyzlerinden istifâde etmek için Hindistan taraflarına gitti. Dehlî’de bulundu. Onun yüksek derecesi, hâllerinin açıklığı, ba’zı kimselerin kıskançlığına sebep oldu. Bunlar arasında zamanın Dehlî Şeyh-ül-İslâmı da vardı. Necmeddîn Sugrâ adındaki bu kimse, onu çirkin bir suçla itham eyledi. Sonunda onu Bengal tarafına sürdürdü. Bengal’e gelince, birgün bir su kenarında oturuyordu. Kalktı, yeniden abdest aldı ve orada olanlara, “Gelin, Dehlî Şeyh-ül-İslâmının cenâze namazını kılalım. Zîrâ bu saatte vefât etmiştir” dedi. Gerçekten böyle söylediği an vefât etmişti. Namazdan sonra yüzünü insanlara çevirip: “Dehlî Şeyh-ül-İslâmı bizi şehirden çıkardıysa, Rabbimiz de onu dünyâdan çıkardı” buyurdu.

Celâleddîn Tebrîzî hazretleri, Bedâyin şehrine vardığı sıralardaydı. Birgün evin önünde otururken, sokakta bir yoğurtçu göründü. O, yoğurt satmak behânesiyle eşkiyalık yapıp milleti soyan bir adamdı. Celâleddîn (r.a.), ona acıdı. Merhametinden keskin nazarlarla bakıp; “Muhammed aleyhisselâmın dîninde, böyle adamlar da olur” buyurdu. Adam, hemen tövbe etti. Şeyh, ismini Ali koydu. Evine gidip yüzbin gümüş getirdi. Celâleddîn Tebrîzî hediyesini kabûl etti ve buyurdu ki: “Bu gümüşleri yine sen sakla, söylediğimiz yere harcarsın.” Vel-hâsıl bu gümüşleri herkese, her muhtaca, verdiriyordu. Kimine yüz, kimine elli, kimine daha az, kimine daha çok verin diyordu. En az verdiği beş gümüş idi. Bu dağıtma işi bir müddet devam etti. Bütün gümüşleri verdi. Sâdece bir gümüş kaldı. Tövbekâr olan bu talebesi, bundan sonrasını şöyle anlatır: Kalbimden; “Bende bir gümüş kaldı. Hocamın en az ikramı ise beş gümüştür, bir kimseye daha verin derse, ben ne yapacağım” diye düşünüyordum. Böyle düşünürken, bir dilenci çıka geldi. Şeyh bana: “Bir gümüşü de ona ver” buyurdu.

Ferîdüddîn-i Genc-i Şeker (kuddise sirruh), çocukken çok zikr eder ve kendinden geçmiş bir hâlde bulunurdu. Öyle ki, ona insanlar; “Kâdı dîvâne çocuk” derdi. Bir defa Celâleddîn Tebrîzî oraya geldi. “Burada bir derviş var mıdır?” dedi. “Bir çocuk vardır. Dîvâne şeklindedir. Büyük mescidde düşmüş hâldedir” dediler. Şeyh Celâleddîn onu görmeye gitti ve eline bir nar verdi. Çocuk oruçlu idi. O narı oradakilere taksim ettiler. Nardan bir tane yere düşüp kaldı, iftar vaktinde, çocuk yaştaki Ferîdüddîn-i Genc-i Şeker, o bir tane ile orucunu açtı. O gün derecesi pek yükseldi. Kendi dedi ki: “Eğer o narı tamamen yeseydim, kim bilir ne fâidelere kavuşurdum.” Şeker-Genc, Şeyh Kutbüddîn’e bu hikâyeyi anlattı. Şeyh buyurdu ki: “Baba Celâleddîn ne verdiyse, senin için olan, yediğin o bir nar tanesinde verdi.”

Bir vakitler Çin taraflarına gitti. Oranın insanlarının da huzûr ve saadete kavuşmaları için çalıştı. Bir dağ köyünde ikâmet etti. O köylüler ve çevre sakinleri hep kâfir idi. Onun bereketiyle, bulunduğu köy ve çevresindekiler müslüman olmakla şereflendiler. Bir dergâh inşâ ettiler. Yıllarca orada insanlara feyz menbaı oldu. Devlet ileri gelenleri ve diğer kimselerden birçok talebeleri oldu. Tayy-i mekân ve tayy-i zaman sahibi olup, gitmek istediği yere Allahü teâlânın izniyle kısa zamanda varırdı. Dünyâ sanki ayağının altındaydı. Her gün sabah namazını Mekke’de kılardı. Her sene Arefe ve bayram günü insanların gözünden kaybolur. Hacca giderdi. Kimse onun nereye gittiğini bilmezdi.

Meşhûr seyyah ve âlim İbn-i Batûta, Seyahatnamesinde anlatır: “Çin taraflarında Celâleddîn hazretlerinin ziyâretine gittim. Onun ikâmet ettiği yere iki gün mesafe kala, talebelerine misâfir oldum. Akşamleyin bana, nereden gelip nereye gittiğimi sordular. Onlara; “Ben Acem memleketinden gelip, Çin memleketine Celâleddîn hazretlerinin ziyâretine gidiyorum” deyince, onlar da onun talebeleri olduklarını söylediler. Bana; “Her gece yatsı namazından sonra Celâleddîn hazretleri yanımıza gelir, bir saat yanımızda kalır ve ondan sonra gider” dediler. Ben bu hâle çok sevindim ve hakîkaten yatsı namazından sonra talebeler bir telâş içine girdiler ve Celâleddîn hazretleri geldi. Biz orada onunla müşerref olduk, bir saat sohbet ettiler ve kalkıp gittiler. Sabah olunca, ben yine onun bulunduğu dağ köyüne hareket ettim. Yanına vardığım zaman elini öptüm. Benim memleketimi suâl etti. Ben de, Acemistan olduğunu söyledim. Sonra şehrimi suâl etti. Bulunduğum şehri de ona söyledim. Sonra talebelerine; “Bu, benim bir Arab misâfirimdir. Ona çok izzet ve ikramda bulunun” buyurdu. Ben de; “Efendim! Ben Arab değilim, ben Acemim” dedim. Bana; “Yâ İbn-i Batûta! Senin falan deden Bağdad’dan oraya gitmiştir. Onun için senin aslın Arabdır. Ben de ona istinaden size Arab dedim” buyurdu. Daha önce, benim öyle birşeyden haberim yoktu. Memleketime döndükten sonra araştırdım. Baktım, hakîkaten o hazretin buyurduğu gibi dedem, Bağdad’dan oraya hicret etmiş ve bizim esas soyumuz Arab imiş.

Celâleddîn hazretlerinin yanında bir müddet kaldım. Birçok kimsenin onu ziyâret için geldiklerini gördüm. Onların içinde inanmıyanlar da vardı. Onun sohbetinde bulunan bu inançsızlar, Allahü teâlânın izni ile hidâyete kavuşurlar, müslüman olurlardı. Öyle kalabalık olurdu ki, gelen misâfirleri evi almaz, mağarada yatarlardı.

Celâleddîn hazretlerinin üzerinde güzel bir elbise vardı. Kalbimden; “Keşke, şu elbiseyi bana verse de bereketlensem” diye geçirdim. Başka birgün huzûruna vardığımda, bana; “Ey İbn-i Battûta, bu elbiseler bana hocamdan yadigârdır. Buna rağmen iki parçadan birini sana vereceğim” deyip, elbisenin şal olan parçasını bana verdi. Ben onun bu söz ve hareketine hayret ettim. Çünkü ben, bu isteğimi yalnız kalbimden geçirmiş, kimseye söylememiştim.

Gideceğim zaman, onun bulunduğu yere vardım ve vedalaşmak istedim. Yanında edeble oturan bir şahıs gördüm. O anda beni yanına almadı. Bir müddet sonra beni huzûruna çağırdı. Talebelerine suâl edip, yanında bulunan şahsın kim olduğunu sordum. Yanında edeble oturan şahıs, kâfir olan, bu beldelerin pâdişâhı idi. Kısa bir zaman sonra yine Celâleddîn Tebrîzî’nin yanına gittiğimde, o pâdişâhın müslüman olduğunu öğrendim.

Ertesi sene yine Çin tarafına seyahat edip Hanbalık’a (Pekin’e) gittim. Sagurcî zaviyesine vardım. Orada Burhâneddîn isminde büyük bir zât vardı. Onun ziyâretine gittim. Üzerime Celâleddîn hazretlerinin hediyesi olan şalı almıştım. O mübârek zâtın elini öpmek istedim. O benim yüzüme bakıp elini öptürmedi. Tutup, benim elimi kendisi öptü. Sebebini sorduğumda; “Ben, senin elini üzerindeki şal için öptüm. İlkönce şalı tanıdım. Ancak nereden elde edebileceğinizi düşündüm. Hocama rabıta ettim. Kendisinin hediye ettiğini söyledi. Ben de hocamın şalına hürmeten senin elini öptüm” dedi. Burhâneddîn hazretlerinin yanında bir müddet kaldım. Sohbetlerinde hep Celâleddîn hazretlerinden bahseder, onun çok büyük bir âlim ve evliyâ olduğunu söylerdi. Bu durumdan sonra Celâleddîn hazretlerinin büyüklüğü kalbime daha çok yerleşti. Buradan yine onun bulunduğu dağlık bölgeye gittim ve onu ziyâret ettim. Beni görür görmez; “Yâ İbn-i Batûta! Şimdi de benim kardeşim olan Burhâneddîn’den anlat, onun durumu nasıldır acaba?” dedi. Ben de iyi olduğunu ve selâmlar gönderdiğini söyledim. Sonra; “O, çok mübârek bir zâttır. Üzerinde hocasının şalı bulunan kimseye elini öptürmez ve o onun elini öper” dedi. Ben bu hâle çok hayret ettim ve şaşırdım. Bir müddet sonra yine ziyâretine gittiğimde; “Bundan birkaç ay evvel vefât etti” dediler.”

Celâleddîn-i Tebrîzî (r.a.) vefât etmeden önce, vefâtını haber verdi. Vefâtından bir gün önce yanına gelen talebelerine; “Yarın öğle vakti, inşâallah ebedî sefere çıkacağım, onun için vedalaşmak isterim. Zîrâ, bu dünyâda bir daha birbirimizi görmeyeceğiz” buyurdu. Hakîkaten, ertesi gün öğle vakti, namaz kılarken, son rek’atin son secdesinde rûhunu teslim etti. Talebelerine vasıyyetinde; “Benim size nasihatim, Allahü teâlâdan korkarak, O’nun emir ve yasaklarına riâyet etmenizdir” buyurdu.

Celâleddîn-i Tebrîzî (r.a.) Behâeddîn Zekeriyyâ’ya (r.a.) yazdığı bir mektûbunda; “Allahü teâlâdan başka şeye gönül bağlamak, dünyâya tapmak demektir” buyurdu.

¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾

1) Câmi’u kerâmât-il-evliyâ cild-1, sh. 382

2) Ahbâr-ül-ahyâr sh. 50

3) Rıhletü İbn-i Battûta, Beyrut 1960, sh. 612