CELÂLEDDÎN-İ HİNDÎ (Kutb-i Rabbânî, Kebîr-ül-evliyâ)

Hindistan evliyâsının büyüklerinden. Zamanında Çeştî yolunun önderi idi. İsmi, Muhammed bin Mahmûd’dur. Aslen Kâzrûn şehrinden olduğu için Kâzrûnî, Hindistan’da Pâni-püt şehrinde yerleştiği için Pâni-pütî, Hazreti Osman soyundan olduğu için Osmânî nisbet edildi. Celâleddîn, Kebîr-ül-evliyâ, Kutb-i Rabbanî lakabları verildi. Hindistan’da Celâl Pâni-pütî diye tanındı. Yüzyetmiş senelik bir ömürden sonra, 765 (m. 1363) yılında vefât edip, Pâni-püt şehrinde defnedildi. Mezarının üstüne büyük bir türbe yapıldı.

Küçük yaşta babası vefât etti. Amcasının terbiyesinde yetişti. Temel din bilgilerini ve âlet (yardımcı) ilimleri öğrendi. Asrın büyüklerinden yüksek din bilgilerini tahsil etti. Şerefüddîn Ebû Ali Kalender hazretlerinin terbiyesine verildi. Yıllarca ilim tahsil edip, riyâzetler çekti. Çöllerde, sahralarda dolaşıp nefsini terbiye etti. Çöllere düşmesine, Ebû Ali Kalender hazretlerinin bir sözü vesile oldu. Birgün Şerefüddîn Ebû Ali Kalender (r.a.) bir yolun kenarında oturuyordu. Kutb-i Rabbanî de güzel bir ata binmiş olarak uzaktan geldi. Ebû Ali Kalender hazretleri, atlı yanına yaklaşınca; “Ne güzel at, ne güzel binici” buyurdu. Bu sözü duyan Celâleddîn (r.a.) birden değişip, bambaşka bir hâle geldi. Hocasının önüne varıp attan düştü. Yakasını yırtıp elbisesini parçaladı. Kalkıp yola revân oldu. Kırk yıl çöllerde, ıssız yerlerde dolaştı. Çok âlim ve evliyâ ile sohbet etti. Herbirinden çeşitli ni’metlere kavuştu. Fakat yine de aradığını bulamayıp memleketine doğru yola çıktı. Herkes aradığını onda buluyor, fakat o, aradığını kimsede bulamıyordu. Bir kervandaki dervişlerle birlikte memleketine doğru giderken, Hansî şehrine vardılar. Zamanın büyüklerinden Sultân-ül-meşâyıh Şeyh Cemâl Hansevî’ye (r.a.), rü’yâsında Celâleddîn’i (r.a.) karşılamak için emir verilip; “Şeyh Celâl Kebîr-ül-Evliyâ Pâni-pütî geliyor, ona hizmet etmekte acele et. Senin silsilenin devamı, onun senin hakkındaki hayırlı duâlarına bağlıdır” denildi. Daha kervan şehre girmeden, gelenleri karşılamaya çıktı. Hizmetçisine de tarif edip; “Şöyle şöyle dervişler göreceksin, onların hepsini al gel” diyerek gönderdi. Dervişler, eşyâlarını taşıttıkları Celâleddîn’i (r.a.) eşyaların başında bırakıp geldiler. Cemâl Hansevî, onları görünce; “İçinizden kimse ayrıldı mı?” diye sorup, Celâleddîn’in (r.a.) kaldığını öğrendi. Gidip onu da evine da’vet etti. Hepsine çok izzet ve ikramda bulundu. Dervişleri gönderdikten sonra, Kutb-i Rabbanî Celâleddîn Pâni-pütî hazretlerinden duâ istedi. Aczini ortaya koyup, onun duâsına çok ihtiyâcı olduğunu söyledi.

Çok ısrar etti. Hazreti Kutb-i Rabbanî, Cemâl Hanzevî’ye (r.a.) duâ edip, Fâtiha okudu. Onun bu duâsı bereketiyle, Cemâl Hansevî hazretlerinin silsilesi, oğlu Nûreddîn vasıtasıyla devam etti. Kutb-i Rabbanî, derviş arkadaşlarının yanına döndü. Dervişler, onun büyüklüğünü anlayıp, çok edeb gösterdiler. Eşyâları alıp kendileri taşımak istediler. Ancak Celâleddîn (r.a.) râzı olmadı. Yine zorla eşyâları yüklendi. Yola koyuldular. Onlardan önde yürüyen Celâleddîn’in (r.a.), eşyâları taşımasına hayret edip baktıklarında, eşyaların, başının üstünde asılı olduğunu ve devamlı onu ta’kib ettiğini gördüler. Ona olan bağlılıkları daha da kuvvetlenip, eşyâları alarak özür dilediler. Affedilmelerini istediler. Hazret-i Kutb-i Rabbanî; “Ey azîzler, bize sizden hiçbir sıkıntı gelmedi. Belki sizin sohbetinizde, aranızda mahfûz kaldım. Bir kusur olmuşsa bile, affedilmiştir” buyurdu.

Bu arada Şeyh Cemâl, henüz oradan fazla uzaklaşmıyan kâfileye tekrar adamlar gönderip, evine da’vet etti. Dönmek istemediyse de, çok yalvardılar. Birkaç gün daha onda misâfir oldu. O günler, hazretin muhabbetinin coştuğu ve sarhoş olduğu zamanlar idi. Vatanına dönmek istemiyordu. Şeyh Cemâl, nasihatler edip râzı etti. “Baba, Sen Allahın sevgilisisin. İnsanların olgunlaşmasını sana verdi. Senin böyle hayran durman uygun değildir. Memleketinize gidip oturmanız iyi olur. Bu günlerde oraya bir kemâl sahibi gelecek. Sizin fütuhatınız onun elinde olacaktır. Onun hizmetinde muradınıza kavuşacaksınız. Bana da izin olsa, ben de gelir feyzlenirdim. Bugün hangi yoldan olursa, Pâni-püt’a gidiniz dedi. O, Sultân-ül-evliyâ Kutb-i âlem Cemâl Hansevî’nin ısrarına dayanamayıp memleketine döndü. O kemâl sahibi bir kimse olarak bildirilen zât, Şems-ül-evliyâ Hâce Şemsüddîn Türk Pâni-püü’den başkası değildi. Sonunda o mübârek zâtın sohbetine kavuşmakla şereflendi.

Bir başka rivâyete göre ise; birgün yukarıda bildirilen Kutb-i ebdâl, Şeyh Şerâfeddîn Ebû Ali Kalender’den, irşâd etmesini çok yalvardı. Kutb-i ebdâl; “Ey azîz oğlum! Senin kalbinin açılması, başkasının eliyle olur. O da bugün yarın bu şehre gelir” dedi. Bekledi. Birkaç gün sonra vilâyet sahibi, hidâyet semâsının güneşi Şems-ül-evliyâ Hâce Şemseddîn Türk (kuddise sirruh), üstadının izni ile Pâni-püt’e teşrîf etti. O beldeyi vilâyet nûrları ile aydınlattı. Celâleddîn-i Hindî, ilâhî bir ilhamla onun huzûruna gitti. Talebeliğe kabûl edildi. Çetin riyâzet ve mücâhedeler çekti, hilâfetle şereflendi, yüksek derecelere kavuştu. Hocasından hiç ayrılmak istemedi. Hâce Şemseddîn buyurdu ki: “Sen benim oğlumsun. Allahü teâlâdan, benden sonra benim yerime senin oturmanı istedim. Senin rehberliğin ile çok insanlar maksadlarına kavuşurlar. Yalnız Resûlullahın sünnetini, ya’nî evlenmeyi yerine getirmek, iki dünyâ saâdetlerindendir. Tâ ki, yarın Resûlullaha (s.a.v.) karşı mahcûb olmayasın.” Kutb-i Rabbanî; “Buyurduklarınız doğrudur. Tekrar özür dilemem yakışık almaz. Ancak çocuklarımın, kıyâmette beni mahcûb edecek ameller işlemesinden korkuyorum” diye arz etti. Şems-ül-evliyâ; “Buna üzülme! Allahü teâlânın emri ile sana söz veriyorum ki, iyileri sana, kötüleri bana âittir. Onların cevâbını yarın ben vereceğim. Dünyâda da kimin bir müşkülü olursa, gelsin, bana hatırlatsın, ona yardım ederim. Sana bu işte bu kadar yüklenmemin sebebi şudur ki, ben Levh-i mahfûzda gördüm. Senden çok sayıda evlâd dünyâya gelecek. Bu husûsta bir şüphen varsa, gel, başını kaftanımın altına sok ve gör” buyurdu. Emre uydu. Başını kaftanının altına soktu ve gözü Levh-i mahfûzu gördü. Orada evlâdının sayılamıyacak kadar çok olduğunu gördü. Onları silmek için elini uzattı. Birden görmesi durdu. Şems-ül-evliyâ, o anda elini tuttu ve; “Ey azîz oğlum, Allahü teâlânın irâdesine karışma. O kudret ve kudsiyet sahibi, senin amel defterine evlâd yazınca, sen onu silemezsin” buyurdu. Kutb-i Rabbanî, hocasının ayaklarına kapandı. İstiğfar etti ve; “Emîr, hazret-i pîrin emridir. Onun rızâsı nede ise, bu kul onu kendi saadeti bilir” dedi ve evlenmeye râzı oldu. Lâkin bir şart koştu. “Sağır, kör, topal ve benzeri kadın olursa, benim nikâhıma onu verin” dedi. Araştırmalardan sonra, Kirnâl şeyhzâdelerinde onun aradığı gibi temiz, afif, zahide ve benzeri üstün vasıflarda bir kız bulundu. Şems-ül-evliyâ, Kutb-i ebdâl, akrabalar, ileri gelenler, Kutb-i Rabbanî ile birlikte Kırnâl’e gittiler, düğün yapıp, Pâni-püt’e döndüler. Kutb-i Rabbânî’nin hanımına ilk sözü; “Ey hanım, bana bak, kalk bana abdestsuyu getir” oldu. Hanım hemen yüzünü açıp, kalktı ve abdest suyu getirdi. Abdest aldırdı ve emir gereği kendisi de abdest aldı. Sonra o hazret, ağzının temiz suyunu o afîfenin ağzına sürdü, Kur’ân-ı kerîmi önüne koydu ve “Oku!” buyurdu. Hemen okudu. Bu hanım, mücâhede ve riyâzetle meşgûl oldu. İşte bu hanımdan, beş oğlu ve iki kızı dünyâya geldi.

Rabbanî ilhamla, Şems-ül-evliyâ Hâce Şemseddîn Türk’ün sohbet ve hizmetini seçen, onun teveccühü ile kısa zamanda kemâl mertebelerine ulaşan ve kutb-ül-aktâb olan Kutb-i Rabbanî, dünyâya hidâyet sunup, insanları yakınlık mertebelerine kavuşturdu. Üstadı Şems-ül-evliyâ Hâce Şemseddîn Türk Pâni-pütî, Şeyh Celâleddîn Kebîr-ül-evliyâ’ya (r.a.) icâzet verip, kendi yerine ta’yin etti. İcâzetnamesinde, talebelerine onun hizmetinde bulunmalarını, duâlarına kavuşmak için çırpınmalarını bildirdi. Hocası, icâzetnamede onun silsilesini şöyle açıkladı: “Resûlullah (s.a.v.), Hazreti Ali, Hasen-i Basrî, Abdülvâhid bin Zeyd, Fudayl bin Iyâd, İbrâhim-i Edhem, Hüzeyfe-i Mer’aşî Hübeyret-il-Basrî, Mimşâd-i Dîneverî, Kutbüddîn Ebu İshâk Şâmî, Kudveddîn Ebû Ahmed Çeştî, Ebû Muhammed, Nâsıreddîn Ebû Yûsuf, Hâce Mevdûd, Hacı Şerîf Zendânî, Osman Hârûnî, Mu’înüddîn-i Çeştî Sencerî Ecmîrî, Kutbüddîn Bahtiyar Kâkî Dehlî, Feridüddîn Mes’ûd Şeker-Genc, Alâeddîn Ali Ahmed Sâbir Kalyânî, o da fakîre hilâfet vermiştir. Ben de, hırka, asa, makas ve kâseyi, maddî ve ma’nevî irşâdlarımla, halîfem Muhammed bin Mahmûd bin Ya’kûb’a verdim. Ona, Çeştî isimlerinden olan Celâleddîn ile hitâb ettim. Onu şu anda makamına oturttum. Bundan sonra kimseyi bu görevle vazîfelendirmem. Bendeki her vazîfeyi ona teslim eyledim Ona icâzet verdim ve hepinizi ona ısmarladım” buyuran yüksek hocası Şemseddîn Türk Pâni-pütî, talebelerini de, kimsenin erişemeyeceği üstün derecelere yükselmiş olan talebesi Celâleddîn Pâni-pütî’ye teslim etti. Onun üstünlüğünü, zamanın büyükleri i’tirâzsız kabûl ederlerdi. Kutb-i Rabbanî Celâleddîn hazretlerinin hizmetlerine koşarlar, pekçok ni’metlere kavuşurlardı. Duâsı kabûl olunanlardandı. Her sözü söylemez, dilinden çıkan birçok şey, Allahü teâlânın izniyle arzusuna uygun vâki olurdu.

Şemseddîn Türk Pâni-pütî hazretlerine çok hizmetler etti, dayanılmayacak riyâzet ve mücâhedelere girişti. Sonunda kalbden kalbe gelen halifeliğe ve İsm-i a’zama kavuştu. Evlâd yerine post-nîşîn oldu. Hânekâh ve münevver-i ravda hizmetleri ona âit oldu. Dünyalığı da çok görünürdü. Mutfağında hergün çeşit çeşit yemekler hazırlanır, yemek sofrasında bin kişi hâzır bulunurdu. Binden aşağı düşse; hizmetçiler, emre uyarak sokak ve çarşılardan eksik olan kadar adam getirirlerdi. Canı ava çıkmak istese, ava giderdi. Ba’zan onbeş, ba’zan bir ay avda kalır, orada da o miktar yemek gâibden mevcûd olur, o kadar insan da sofrada hazır olur ve yemek yerdi. Bu yol ve tasarrufu ile birlikte, evinde fakirlik hâkim olup, bir günlük yiyecek bulunmazdı. Bu hâli bilenler; “Aman yâ Rabbî, bu ne ev, bu ne ikram, bu ne büyük bir tasarrufdur” derlerdi.

Tayy-i zaman ve tayy-i mekân sahibi idi. Allahü teâlânın izniyle, kendisine uzaklar yakın olur, zaman uzar ve kısalırdı. Çok zaman, Cum’a namazlarını Kâ’be-i şerîfte kıldığı halk arasında meşhûrdu.

Nice büyük kimseler, Celâleddîn hazretlerinin büyüklüğünü daha küçük yaştan i’tibâren anlayarak, onun yetişmesine yardımcı olmak için zaman zaman ziyâretine giderlerdi. Bunlardan biri de Kutb-i ebdâl Şeyh Şerâfeddîn Ebû Ali Kalender idi. Kutb-i Rabbanî Celâleddîn Pâni-pütî’yi çocuk iken de çok sever, hergün ziyâretine gider, ona teveccüh ederdi. Eğer evde bulamazsa, hemen gittiği yeri öğrenir, oraya giderdi. Yine birgün onun ziyâretine gitti. Bağa gittiğini söylediler. O da atına binip bağa vardı. Onun geldiğini gören Şeyh Celâleddîn, bir kap içinde bir miktar yem getirdi. Ebû Ali Kalender (r.a.); “Evlâdım, bu nedir?” diye sordu. Celâleddîn de; “Atınız için yem getirdim” dedi. “Öyleyse, önce ata bir sor, bakalım aç mı, tok mu?” buyurunca, ata döndü. Daha birşey sormadan at konuşmaya başlayıp; “Tokum, efendim, yem yedirdikten sonra sırtıma bindi” dedi. Çocuk yaştaki Celâleddîn (r.a.), bu hâle çok hayret etti. Kap elinde kaldı. Kutb-i ebdâl Ebû Ali Kalender (r.a.); “Ey evlâd! Kapta getirdiğiniz hediyeyi, biz de size bağışladık ve Allahü teâlâdan, bu kaptaki taneler kadar sana evlât vermesini diledik” buyurdu. Gerçekten de Celâleddîn hazretlerinin sayılamayacak kadar çok çocukları, torunları oldu. Bundan dolayı kendisine ikinci Nûh (a.s.) dahî diyenler oldu.

Sevenleri anlatır: Şeyh Ahmed Kalender adında bir derviş, kemâl sahibi bir kimse bulabilmek için Hindistan’a gitti. Lüki-Çengel denilen yerde ikâmet etti. Âlim ve talebe bulunduğunu duyduğu her yere mektûp yazıp, onları da’vet etti. Onun da’veti üzerine, oraya çok kimse gelip toplandı. Kutb-i Rabbanî de gitti. Bir sofra yayıp herkesi sofranın başına da’vet etti. Sofradaki kazan kapakları açılınca, yemeklerin haram ve şüpheli şeyler oldukları görüldü. Her kazanın içinde, eti pişirilen hayvanın başı da vardı. Orada bulunanlar bu hâli görünce, ellerini yemeklere uzatmadılar. Uzun zaman hayrette kaldılar. Hepsi Kutb-i Rabbânî’ye döndüler ve; “Ne yapmak lâzım?” diye arz ettiler. “Dostlar! Niye şaştınız. “Hak teâlâ, kullarını koruduğu şeylerden kulları yemesin diye, onlara, onları haram eyledi” diyen siz değil miydiniz? Şimdi emredin de, o gibi şeyler bu sofradan çıksın gitsin” dedi. Bu söz ağızlarından çıkmakla, eti pişen ve kellesi kazanda bulunan bütün hayvanlar, canlanıp yerinden fırladı ve doğru kapıya koştu. Kazanlar boş kaldı. Ahmed Kalender bu büyük kerâmeti görünce, kalktı, Kutb-i Rabbânî’nin ellerine sarıldı ve; “Ey hazret, fakir bunun için bu ziyâfeti tertîb etmiştim. Kemâl sahibi arıyordum. Allahü teâlâ benim istediğimi verdi. Bu ni’metin şükrünü hangi dille yapayım” dedi. Sonra ziyâfeti tertîb eden Ahmed Kalender, bütün âlimleri hürmetle uğurladı. Kutb-i Rabbanî orada bir müddet kaldı. O sâdık tâlib, dilediğine hazretin hizmetinde bir defada kavuştu ve kâmil evliyâdan oldu. Kutb-i Rabbanî ona hilâfet verdi ve Mültân’a gönderdi. Kendisi de Pâni-püt’e geldi.

Pâni-püt müftüsü Şeyh Abdüssemî’ anlatır: Bir gün Kutb-i Rabbanî hazretleri oturuyordu. Bu sırada ihtiyâr bir kadın, elinde boş bir ibrikle, güç belâ su taşımaya gidiyordu. Kutb-i Rabbanî kıymetli bakışlarını ona çevirdi ve hâline acıdı; “Anacağım, sana yetecek kadar suyu taşıyacak kimsen yok’ mu?” buyurdu. “Efendim, bir kimsem olsaydı, yahut ücretle su taşıtacak kadar param olsaydı, bu sıkıntıyı hiç çekermiydim?” dedi. Kutb-i Rabbanî, hemen kalktı, ibriği elinden aldı, kuyunun başına gidip, doldurdu. Omuzuna alıp, kadının evine götürdü ve; “Yâ Rabbî, bu suya bereket ihsân et” diye duâ etti. O günden sonra, o ihtiyâr kadın bu sudan ne kadar harcadıysa, hiç eksilmedi ve yaşadıkça su taşımak zahmeti çekmedi.”

Birgün bir kimyager, Kutb-i Rabbânî’nin oğullarından birine gelip, fakir hâlde görünce, ona; “Kimyâyı benden öğrenin” dedi. Oğlu babasının huzûruna gidip mes’eleyi söyledi. Hazret-i Kutb-i Rabbanî odanın duvarına doğru tükürdü. Bütün oda altınla doldu. Sonra: “Ey oğlum, o kimya benim ne işime yarar, onda can tehlikesi vardır. Bu kimyâ-i saadeti öğrenin ki, ağzınızın suyu, düştüğü yerde altın olsun” buyurdu.

Bir zaman doğu tarafına sefere çıkmıştı. Birgün bir yere indi. Gördü ki, o köyün halkı, mallarını toplamış, kaçmak üzereler. Halkın ne için kaçtığını sordu. Onlardan biri; “Sultan çok vergi istiyor. Biz de veremiyoruz. Başka çâremiz kalmadı. Köyü terk edeceğiz” dedi. “Reîsinizi bana çağırın” buyurdu. Gidip reîsi çağırdılar. Reîs geldi. “Ey reîs, eğer şu kadar altın bulunur, sultânın istediğini verdikten sonra, sizin için de bir miktar kalırsa burada kalır mısınız?” buyurdu. Reîsleri; “Bu iş, bizim için imkânsız, lâkin Allah dostlarının teveccühüyle çok kolaydır” dedi. Bunun üzerine Kutb-i Rabbanî; “Önce köyü bana sat, benim olsun, sen rahat et” buyurdu. O bunu canına minnet bilip kabûl etti. Sonra, “Köyünüzde ne kadar âlet varsa, toplayın” buyurdu. Hemen toplandı. “Bunların hepsini, içine tezek konmuş tandıra atın ve tandırı yakın” buyurdu. Öyle yaptılar. “Şimdi gidin, sabahleyin gelin bunları alın” buyurdu. Kendisi uyudu. Gecenin yansı geçince ve insanlar uykuya dalınca, oradan kalktı ve memleketine döndü. Sabah olunca, köylü tandırın yanına geldiler. Atılan her âleti, saf altın olarak buldular ve bozdurup vergi borçlarını ödediler ve rahata kavuştular. Öyle ki, çocukları bile zengin olup, o günden sonra sıkıntı çekmediler.

Nakl olunur ki, birgün dağbaşında bir yere gitti. Bir cûkî (Hind fakiri) gördü. Oturmuş, gözü kapalı duruyordu, önüne vardı. Cûkî gözünü açtı. Baktı ki, karşısında bir fakir durur. Cebinden bir taş parçası çıkarıp ona uzattı ve “Buna “Fâris” derler. Hangi demire sürsen, onu altın yapar” dedi. Hazret onu aldı ve yanlarındaki pınarın havuzuna attı. Cûkî bu hâli görünce, şaşaladı. Kalktı ve hazreti hırpaladı, ağır lâflar söylemeye başladı ve: “Ağam, bu taş parçasını binlerce gayret ve mihnetle buldum. Yazık ki, kıymetini bilmedin. Ben sana acıdım da, onu verdim. Fakirlikten, darlıktan kurtulmanı istedim. Şimdi senin kurtuluşun, ne yapıp yapıp o taşı bulup bana vermendedir. Senin işine yaramadı ise, niçin bana iade etmedin?” dedi. Hazret; “Ey Cûkî! Mademki o taşı sen bana bağışladın, o benim malım oldu. Ne istersem yaparım” buyurdu. Cûkî: “Doğru söylersin, ama gözümün önünden gitseydin, istediğin gibi yapardın. Sen tutup benim yanımda onu suya attın, beni çok kızdırdın. Sen taşımı vermezsen, yakanı bırakmam” dedi. Adamın istediği olmazsa, rahat edemiyeceğini anlayıp: “Ey kıt düşünceli! O pınara git ve taş parçanı al! Ancak şu şartla ki, orada o cinsten birçok taş görebilirsin. Seninkinden başkasına tama’ edip, el uzatmayacaksın” buyurdu. Cûkî kabûl etti. Pınara geldi. Orada milyonlarca Fâris taşının olduğunu gördü. En üst taraflarında onun taş parçası duruyordu. Hayran ve şaşkınlığından ne yapacağını şaşırdı. Kendi taşına aldı. Kendi taşına kanâat etmeyip, bir taş daha aldı. İkinci aldığını gizlemek istedi. Kutb-i Rabbanî, kalb nûru ile onun hâlini anladı ve; “Ey taş yürekli, kör kalbli (basiretsiz)! Sana öyle yapmayacaksın demedim mi? Sözünde durmadın” buyurdu. Cûkî pişman oldu. Hemen gelip taşların ikisini de hazret-i Kutb’un önüne koydu ve yüzünü Kutb-i Rabbânî’nin mübârek ellerine sürdü ve; “Ey hazret! Seni bu ihtiyâçsız hâle getiren ilim ve marifetten bana da bir parça ver ve teveccüh eyle” dedi. Kalb gözü ile, cûkînin saadet vaktinin geldiğini anladı. Önce ona İslâmı anlattı. O da sıdk ve ihlâsla Kelime-i tayyibeyi söyledi ve müslüman oldu. Sonra hazret-i Kutb’un talebesi olmakla şereflendi, hizmetinde ve sohbetinde bulundu. Mücâhede edip, kısa zamanda kâmil bir velî oldu.

Kutb-i Rabbanî Celâleddîn Pâni-putî hazretlerinin, ilk evlendiği hanımından beş oğlu iki kızı olmuştu. Oğulları; Hâce Abdülkâdir, Hâce İbrâhim, Hâce Şiblî, Hâce Kerîmüddîn, Hâce Abdülvâhid idi. Temiz, afif ve zahide iki kızları Kirnâl şehzâdeleriyle evlendi. Onikinci torunu, Senâullah-i Pâni-pütî, pek kıymetli “Tefsîr-i mazharî” kitabının yazarıdır.

Kutb-i Rabbanî son zamanlarda hep istiğrak hâlinde idi. Şöyle ki, namaz vaktinde hizmetçiler mübârek kulağına yüksek sesle; “Hak, Hak, Hak” diye bağırırlar, kendine gelir, abdest alıp namaz kılar, tekrar istiğrak hâline girer, kendinden geçerdi. Birgün beş oğlu da yanında idi. O hazret, hizmetçinin işâreti olmadan, gözünü açtı ve büyük oğlu Hâce Abdülkâdir’e doğru baktı ve; “Ömrümden bir kısmını, bugün ömrü sona ermiş olan adaşım Seyyîd Celâl Mahdûm Cihâniyân Buhârî’ye bağışlayacağım. Bu husûsta ne dersiniz?” buyurdu. Şeyh Abdülkâdir: “Babamın ömrü uzun olsun, ben bütün ömrümü ona vermeyi saadet bilirim. Babamın ömrü niçin başkasına nasîb olsun, ben buna râzı olamam” dedi. Hazret diğer oğlu Şeyh İbrâhim’e sordu. O da böyle cevâb verdi. Sonra diğer oğlu Şiblî’ye sordu. O hemen: “Babamın ömrü uzun olsun, ama Hak teâlânın hükmü, hazretinizin buyurduğu gibi ise, hiç düşünmemek ve emir red olunmamak gerek ki, yarın mahcubiyet olmasın. Bin sene dünyâda kalınsa da, ihtiyâr ve irâdesini sevdiğine ısmarlamaktan daha iyi ne vardır?” dedi. Hazret, bu sözden çok memnun oldu ve “Aferin” dedi. Sonra hepsine gitmeleri için izin verdi. Kendisi istiğrak hâline döndü. Oğulları emre uyup gittiler. Ancak Abdülkâdir yanından kalkmadı. Bir ân geçmişti ki, Kutb-i Rabbanî kendine geldi. Oğlunu yanında buldu. “Madem ki, burada kaldın, gel beraber gidelim” buyurdu. Hemen kalktılar. “Oğlum, ayağını ayağımın üzerine koy, gözlerini kapa” buyurdu. Öyle yaptı. Bir saat geçmemişti ki, “Gözünü aç” buyurdu. Gözünü açtı. Babası ile birlikte Dehlî’de idiler. Seyyid Celâleddîn Mahdûm Cihâniyân’ın (kuddise sirruh) olduğu yere vardılar. Hazret-i Cihâniyân sekerât halindeydi. Son anlarını yaşıyordu. Seyyidin talebesi olan Dehli pâdişâhı Sultan Fîrûz, abdest için çıkmıştı. Hazret-i Kutb-i Rabbanî teşrîf edip, hazret-i Seyyid’in yatağının başı ucunda durdu. Selâm verdi. Seyyid Celâl, hemen gözünü açtı, selâmını aldı. Hazret-i Kutb-i Rabbanî, onu kucakladı ve kalk buyurdu. Seyyid kalktı. Hazret-i Kutb-i Rabbanî; “Abdest al ve iki rek’at namaz kıl” buyurdu. Öyle yaptı. Bitirince iltica elini Kutb’un tarafına uzatınca, o hazret iki elini tutup kaldırdı. On parmağı iz bıraktı ve ömründen on senesini ona bağışladı. Selâm verip, geldiği yolla Pânî-püt’e döndü. Seyyid Celâl, tam sıhhate kavuştu. Fîrûzşâh abdest alıp, hemen hocasının yanına geldi. Ne olduğunu sordu. “Kardeşim Şeyh Celâleddîn Pâni-püti geldi. Bana duâ etti ve ömründen birkaç sene bağışladı. Sıhhate kavuştum. O da memleketine döndü” buyurdu. Sultan; “Ben ne talihli insanım ki, Allahü teâlâ bizim zamanımızda böyle büyük evliyâ verdi” dedi ve hocasından, Kutb-i Rabbânî ile görüşmek ve duâlarını almak için izin istedi. Seyyid izin verdi. Ve; “Ne mutlu sana ki, öyle bir ârif-i kâmili ve vaktin kutbunu ziyâret edeceksin. Elini, öpmek şerefiyle şerefleneceksin” buyurdu. Dehlî pâdişâhı Fîrûzşâh yola çıktı ve o hazretin huzûruna gitti. Emrine hazır oldu. Bir saat oturdu. “Ey Şeyh, Allahü teâlâyı gördün mü?” diye sorunca, Kutb-i Rabbanî; “Allahü teâlâyı bu dünyâda bu gözle görmek, dînimize göre muhaldir. Lâkin Hak teâlânın zillini gördüm” buyurdu. Sultan bu söze çok sevindi, hâli hoş oldu ve; “Evini mal ve para ile doldurun” diye adamlarına işâret etti. Bunun üzerine sultânın adamları pekçok mal getirdiler. Fakat Kutb-i Rabbanî kabûl buyurmadı ve; “Biz dervişleriz, kapıcımız, bekçimiz yoktur. Bunları nasıl muhafaza edelim. Birisi bunlar için gelir de helak olur. Kendi üzerine belâ almak akıl kârı değil, Allahü teâlâ bunları size verdi. Muhafazasını siz daha iyi bilirsiniz” dedi. Pâdişâh ne kadar ısrar ettiyse de, kabûl etmedi. Sultân bunları hazretin en fakir oğluna götürdü. Hazretin oğlu bunları görünce, işâretle ne olduklarını sordu, “Neye yararlar” dedi. İnsanlar işâretle, “Bunlarla karın doyar” dediler. Bu ifâdeden o mahdûm tebessüm etti ve; “Bunlar bizim işimize yaramaz. Canı veren, ağzı ve mi’deyi yaratan, insanlara minnete hacet bırakmadan rızkı da gönderir. Ondan başkasına ihtiyâç arz etmem” dedi. Sultân hayretler içinde kalıp, ağlayarak dışarı çıktı. Para ve malların, Kutb-i Rabbânî’nin kapısı önünde saçılmasını emr etti. Öyle oldu. Oraya gelene gidene verdiler. Sonra sultan, gözü yaşlı olduğu hâlde, izin isteyip Dehlî’ye döndü.

Ârif-i Rabbânî hazret-i Mahdûm Cihâniyân, o hazretin duâsıyla yeniden sıhhate kavuşunca, bir zaman sonra şevk ve muhabbetinin çokluğundan, hazret-i Kutub’la görüşmek için Pâni-püt’e gitti. Görüştüler. Bir müddet orada kaldı. Çile çekti, ni’mete kavuştu. Sonra Kutb-i Rabbânî’nin izni ile Mahdûm Cihâniyân, Üçe’ye gitti ve orda 785 (m. 1384) senesinde Zilhicce’nin onbirinci günü Hakkın rahmetine kavuştu.

Kutb-i Rabbânî Celâleddîn Pâni-püti hazretleri pekçok talebe yetiştirdi. Kırk tane kâmil halîfesi vardı. Bunlardan ba’zıları şunlardır: Kendi oğlu Hâce Abdülkâdir, Seyyid Mahmûd’un türbesi yanında medfûndur. Yüksek anneleri de oradadır. Yine kendi oğlu Hâce İbrâhim, babasının türbesinde sol tarafında yatmaktadır. Yine kendi oğlu seccade sahibi Şiblî de aynı yerde Kutb-i Rabbânî’nin sağında yatmaktadır. Hâce Kerîmeddîn, Seyyid Mahmûd’un kabri yanında, yüksek anneleri ve büyük kardeşleri Abdülkâdir ile birlikte yatmaktadır. Hâce Abdülvâhid, ravdanın dışında o hazretin büyük penceresine bitişik yatmaktadır. Şeyh-ül-meşâyih mahdûm Şeyh Zeynâ-ki büyük dedesi, Kutb-i Rabbânî’nin büyük dedesi ile Kâzrûn’dan gelmiş olup, bahçıvanlık yapardı. Enderi kasabasındadır. Şeyh Ahmed Kalender, Mültan kalesi arkasındadır. Kıdvet-ül-evliyâ Şeyh Ahmed Abdülhak, Rudlevî kasabasındadır. Çeştî silsile-i âliyyesi ondan istikâmet bulmuştur. Hazret-i Şeyh Behrâm, Beytûlî kasabasındadır. Hazret-i Şeyh Şehâbeddîn Cihencânevî, Cihencâne kasabasındadır. Seyyid Mûsâ Behârî, Behâr yöresindedir. Kâdı Muhammed evliyâ Sultânpûrî, Kirnâl’ın Sultanpûr’undadır. Kâdı Muhammed’in torunu Şeyh Şuayb, Sûlîbeyt’te medfûndur. Yüksek oğulları uzun yıllar Kutb-i Rabbânî hazretlerinin postnişîni olarak talebe yetiştirdiler. Şeyh Hasen, Perkene’nin Nebhere’sindedir. Şeyh Abdüssamed Senamî, Senam’dadır. Hazret-i Şeyh Nizâm Senâmî, Senâm’dadır. Şeyh Perpenûrî, Senam’dadır. Seyyid Mahmûd, Kutb-i ebdâl’in ravdası bitişiğindedir. Şeyh Sirâceddîn, Kutb-i ebdâl’in kabrinin kuzeyinde eski pencere bitişiğindedir. Şeyh Kinyâoğlu, şehrin bitişiğinde Rânî mahalline yakın yerdedir. Kim bir ihtiyâç ve sıkıntısı için ondan toprak alsa, götürse, Hakkın lütfu ile isteği hâsıl olmaktadır.

Büyük oğulları Hâce Abdülkâdir (kuddise sirruh), babası sağ iken vefât etti. Bu yüzden Hâce İbrâhim bir müddet seccade sahibi oldu. Sonra kendi rızâsıyla, Kıdvet-ül-evliyâ Hâce Şiblî hazretlerini sâhib-i seccade eyledi. O, Kutb-i Rabbânî’ye lâyık bir halef olduğundan ve yüksek babası tarafından dergâh ve misâfirlik masrafları kendisinin uhdesine verildiğinden ve herkesi güzel ahlâkı ile bağladığından, babasının halifeliği ve postnişînliği onda kalıp, kararlı, güzel ve faydalı oldu. Torunlarından “Siyer-ül-aktâb” kitabının yazan, Hidâye bin Abdürrahîm bin Bina Hakîm bin Hasen bin Abdüssamed bin Ebû Ali bin Hâce Yûsuf bin Hâce Abdülkâdir bin Kutb-ül-aktâb Celâleddîn Muhammed Kebîr-i evliyâ Osmânî Pânî-pütî Çeştî Sâbirî, yüksek dedesini öven birçok şey yazdıktan sonra, şu kıt’ayı ilâve eder:

“Bu ne söz, bu ne dil, bu ne bilgidir,
Diyen de, demeyen de pişmandır.
Gönül nerde, bu kol kanat nerede,
Ben kimim, Celâl’i ta’zîm nerede.”

Uzun zaman Hindistan’ı nûrları ile aydınlatan ve insanları ebedî saadet iksirine kavuşturmak için uğraşan Kebîr-ül-evliyâ, Kutb-i Rabbanî Celâleddîn Pâni-püti (r.a.), birçok kıymetli eserler de yazdı. “Fevâid-ül-füâd” ve “Zâd-ül-ebrâr” adlı eserleri çok ince bilgileri ihtivâ etmekte, severek okuyanların kalblerini serinletmekte ve gönüllere huzûr ve sürûr vermektedir.

¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾

1) Siyer-ül-aktâb sh. 197

2) Hediyyet-ül-ârifîn cild-2, sh. 163

3) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 993, 1064

4) “The big five of India in sufism”, National Press, India, 1972 sh. 124, 126