BEHÂEDDÎN MUHAMMED BİN MUHAMMED BUHÂRÎ (Şâh-ı Nakşibend)

Evliyânın büyüklerinden ve müslümanların gözbebeği olan yüksek âlimlerden. İnsanları Hakka da’vet eden, doğru yolu göstererek saadete kavuşturan ve kendilerine “Silsile-i âliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin onbeşincisidir. Muhammed Bâbâ Semmâsî’nin ve Emîr Külâl’in talebesidir. İsmi, Muhammed bin Muhammed’dir. Bahâeddîn ve Şâh-ı Nakşibend gibi lakabları vardır. Allahü teâlânın sevgisini kalblere nakşettiği için, “Nakşibend” denilmiştir. Seyyid olup, soyu şöyledir: Babası Seyyid Muhammed Buhârî, onun babası Seyyid Muhammed Celâl Burhâneddîn, onun babası Seyyid Abdullah, onun babası Zeynel’âbidîn, onun babası, Seyyid Kâsım, onun babası Seyyid Şa’bân, onun babası Seyyid Burhâneddîn, onun babası Seyyid Tâkî, onun babası İmâm-ı Mûsâ Kâzım, onun babası İmâm-ı Ca’fer-i Sâdık hazretleridir. Behâüddîn Şâh-ı Nakşîbend hazretleri, 718 (m. 1318) senesinde Buhârâ’ya beş kilometre kadar uzakta bulunan Kasr-ı ârifân’da doğdu. 791 (m. 1389)’de Kasr-ı ârifân’da Rebî’ul-evvel ayının üçüncü günü olan Pazartesi günü vefât etti. Kabri oradadır, İslâm âlimlerinin en meşhûrlarından olup, tasavvufda en yüksek derecelere ulaşmıştır. Hem zamanında, hem de kendinden sonraki asırlarda onun sebebi ile pekçok insan hidâyete kavuşmuştur.

Zamanının büyük evliyâsı olan Muhammed Bâbâ Semmâsî, henüz o doğmadan, doğduğu yer olan Kasr-ı ârifân’a gelmişti. Bu gelişinde, burada bir büyük zâtın kokusu geliyor. Bu beldede büyük bir evliyâ yetişecek diyerek işâret etmiş, tarikatın İmâmı olacak emsalsiz bir zâtın buradan zuhur edeceğini talebelerine ve sevenlerine müjdelemişti. Babası şöyle anlatmıştır: “Oğlum Bahâeddîn’in doğmasından üç gün sonra, Hâce Muhammed Bâbâ Semmâsî hazretleri, bütün talebeleri ile Kasr-ı ârifân’a gelmişti. Ben onu çok sever ve muhabbet beslerdim. Kasr-ı ârifân’a teşrîf edince, yeni doğmuş olan oğlum Behâeddîn’i alıp huzûruna götüreyim ve himmet isteyeyim, böylece feyze kavuşur dedim. Bu niyetle Behâeddîn’i kucağıma alıp, Hâce Muhammed Bâbâ Semmâsî hazretlerinin huzûruna götürdüm. Hâce Muhammed Bâbâ Semmâsî, Behâeddîn’i elimden alıp, bağrına bastı ve buyurdu ki: “Bu yavru, benim oğlumdur. Ben bunu, ma’nevî evlâtlığa kabûl ettim.” Sonra yüzünü talebelerine çevirip, talebeleri arasında en meşhûr talebesi olan Seyyid Emîr Külâl’e şöyle dedi: “Size, bu yerde bir büyük zâtın kokusu geliyor derdim. Bu defa bu tarafa gelirken de, buraya yaklaştığımızda size demiştim ki, daha önce duyduğum koku iyice arttı. Hakîkat şudur ki, size bahsettiğim mübârek zât doğmuştur. İşte o mübârek koku, bu melek yavrunun kokusudur. Bu yavru, büyük bir zât olsa gerektir” buyurdu. Böylece henüz daha üç günlük çocuk iken, zamanının en büyük evliyâsı ve mürşid-i kâmili olan Hâce Muhammed Bâbâ Semmâsî hazretlerinin müjdesine, himmetine ve feyzine kavuştu. Henüz daha küçük yaşta iken, evliyâlığa âit yüksek nûrlar ve eserler temiz alnında açıkça görünür, hidâyet ve irşâd nişanları yüksek simasından belli olurdu.

Annesi şöyle anlatmıştır: “Oğlum Behâeddîn dört yaşında iken, evimizde yavruluyacak bir inek vardı. Behâeddîn, doğumuna bir müddet daha olan o ineği göstererek, öyle anlıyorum ki, bu inek beyaz başlı bir buzağı doğuracaktır dedi. Birkaç ay sonra inek, dediği gibi bir buzağı doğurdu.”

Tahsili: Behâeddîn Buhârî hazretlerinin ilk hocası, daha doğar doğmaz kendisini ma’nevî evlâtlığa kabûl eden ve hakkında çok müjdeler veren Hâce Muhammed Bâbâ Semmâsî’dir. Önce ondan istifâde etti. Daha sonra bu hocası, onun yetiştirilmesini en meşhûr talebesi Seyyid Emîr Külâl’e havale etti. Yedi sene Seyyid Emîr Külâl’in sohbetine devam etti. Sonra da onun izni ile Mevlânâ Ârif Dikgirâ’nın sohbetine devam etti. Yedi sene de onun yanında kaldı. Bundan sonra Kusam Şeyh ve Halîl Atâ’nın sohbetlerinde bulundu. Bir müddet de Halîl Atâ’nın yanında kaldı. Ayrıca Mevlânâ Behâeddîn Kışlâkî’den hadîs ilmini öğrendi. Ayrıca Abdülhâlık Goncdüvânî hazretlerinin rûhâniyetinden de feyz aldı. Üveysî olarak yetiştirildi. Böylece tasavvufda ve diğer ilimlerde çok iyi yetişti.

Kendisi şöyle anlatmıştır: “Çocukluk çağından bülûğ çağına kadar, büyük hocam Muhammed Baba Semmâsî’nin sohbetinde bulundum. Onsekiz yaşına girdiğim sırada, dedem beni evlendirmek istedi. Hocam Muhammed Bâbâ Semmâsî’yi düğünüme da’vet etmek için beni Semmas’a gönderdi. Semmas’a varıp hocamı görmekle şereflendim ve elini öptüm. Sohbetinin bereketinden bende öyle bir hâl hâsıl oldu ki, hocamın sohbetine can atıyordum. O gece kalbimdeki bu arzu ve istek ile gece yarısından sonra kalkıp abdest aldım ve hocamın mescidine gidip, iki rek’at namaz kıldım. Başımı secdeye koyup çok duâ ettim.

Dilimden şu duâ çıktı: “Allahım, bana belâ yükünü çekmeye kuvvet ver. Mihnet ve muhabbetini çekmeye takat, güç ver.” Sabah olunca hocamın huzûruna vardım. Bana bakıp, gece olup bitenleri söyledikten sonra; “Ey evlâdım duâda şöyle demek lâzımdır (Yâ Rabbî, râzı olduğun şeyi bu zaîf kuluna fazlın ve kereminle ihsân et.) Çünkü Allahü teâlânın rızâsını kazanan kimseye belâ gelmez. Eğer Allahü teâlâ, hikmet-i ezelîsiyle sevdiği bir kuluna belâ gönderirse, yine kendi inâyetiyle o sevgili kuluna kuvvet ve tahammül ihsân eder ve o belâya tutulmasının hikmetini bildirir. Belâ istemekde güçlük vardır.” Daha sonra sofra kurulup, yemek yendi. Hocam, sofradan bir somun ekmeği alıp bana verdi. Ekmeği çekinerek aldım. Bu çekingenliğimi görüp; “Bu ekmeği almakta çekiniyorsun. Fakat bu ekmek, yolda lâzım olacaktır” buyurdu. Nihâyet da’vetimiz üzerine talebeleriyle birlikte köyümüz Kasr-ı ârifân’a gitmek üzere yola çıktık. Ben, hocamın bindiği hayvanın üzengileri yanında yürüyordum. Rûhum öylesine zevkle dolu idi ki, kalbimde hiçbir dünyâ düşüncesi yoktu. Kalbim, aşk ve şevkle dolu olarak heyecanla çarpıyordu. Allah sevgisinden başka herşey kalbimden çıkmıştı. Bu sırada kalbim dünyâya meyledecek olsa, hocam hemen; “Kalbini ayrılıktan koru” buyururdu. Hocamın bu kerâmetini ve keşfini gördükçe, muhabbetim kat kat artıyordu. Yolumuz bir köye uğradı. O köyde hocamın dostlarından biri bizi karşılayıp evine da’vet etti. Hocam da bu da’veti kabûl edip, o zâtın evine indi. Ev sahibinin, mahcubiyetinden ızdırap içinde yüzü kızardı. Bu hâlini gören hocam, o kişiye, “Senin ızdırabının sebebi nedir?” dedi. O da; “Efendim, size yemek ikram etmek istiyorum, fakat sütten başka birşeyim yoktur” dedi. Bunun üzerine hocam bana; “Behâeddîn, sana verdiğim ekmeğe ihtiyâç hâsıl oldu. O ekmeği ver” dedi. Ekmeği çıkarıp verdim. Ev sahibi de sütü getirip sofraya koydu. Ekmeği süte batırarak yedik ve hepimiz doyduk. Bu kerâmeti karşısında hocamıza hayranlığımız arttı. Sonra kalkıp Kasr-ı ârifân’a gitmek üzere yola devam ettik.”

“Hocam Muhammed Bâbâ Semmâsî vefât edince, dedem beni Semerkand’a götürdü. Orada bulunan büyük âlimleri ve evliyâ zâtları ziyâret edip, benim için duâ ve himmet istedi. Sonra Kasr-ı ârifân’a döndük. O günlerde Ali Râmîtenî hazretlerinden gelip, emaneten saklanmakta olan taç bana verildi. O anda kalbim Allahü teâlânın muhabbeti ile dolup, taştı. Sonra hocam Seyyid Emîr Külâl, Kasr-ı ârifân’a geldi. Bana çok iltifâtta bulunup; “Hâce Muhammed Bâbâ Semmâsî, bana; “Oğlum Behâeddîn’in yetişmesi ile ilgilen. Ondan şefaatini esirgeme! Eğer onun yetişmesinde kusur edersen, sana hakkımı helâl etmem” buyurdu. Ben de bu vasıyyeti üzerine senin yetişmen ile ilgileneceğime söz verdim” dedi. Seyyid Emîr Külâl hazretleri Behâeddîn Buhârî hazretlerinin yetişmesi ile titizlikle meşgûl olup, onu tasavvufta yüksek derecelere ulaştırdı. Hattâ birgün ona şöyle buyurdu: “Yüce mürşidim Hâce Muhammed Bâbâ Semmâsî’nin sizin terbiyeniz ile ilgili vasıyyetini yerine getirdim. Sizi istenilen şekilde yetiştirdim. Hem hâl bakımından, hemde ilim bakımından yüksek bir himmete sahib bulunuyorsun. Şimdi nereye gitmeyi arzu edersen gidebilirsin. Herkimden olursa olsun, sohbetinde bulunmak ve istifâde etmek husûsunda serbestsin. Tarafımızdan size izin ve ruhsat verilmiştir. Bizde olan hâl ve makamları size fazlasıyla verdim. Bostanı senin için kuru ettim. Ya’nî göğsümde, kalbimde olanların hepsini sana verdim. Rûhâniyet kuşunu, insanlık yumurtasından (dar nefs çerçevesinden; çıkardım. Ama senin himmet kuşun, yükseklerde uçuyor. Şimdiden sonra icâzetlisin” buyurmuştur.

Bunun üzerine Mevlânâ Ârifin sohbetine gidip, yedi sene de onun yanında bulundu. Sonra Halîl Atâ hazretlerinin yanına gidip, oniki sene de onun sohbetinde bulundu. İki defa hacca gitti, ikinci haccında Herat’a gidip, Mevlânâ Zeynüddîn hazretleriyle üç gün sohbet etti. İkinci hacca gidişinde Hicaz’dan dönüp, bir müddet Merv şehrinde ikâmet etti. Daha sonra Buhârâ’ya dönüp orada yerleşti. Emîr Külâl hazretlerinin vefâtından sonra, insanlara doğru yolu gösterip, rehberlik vazîfesini yaptı.

Şâh-ı Nakşibend hazretleri şöyle anlatmıştır: “Bir gece rü’yâmda, Türk âlimlerinden Hâkim Atâ, beni yetiştirmesi için talebelerinden birine havale etti. Sâliha bir ninem var idi. Bu rü’yâmı ona anlattım. “Oğlum, senin Türk âlimlerinden nasîbin vardır” dedi. Bunun üzerine rü’yâda gördüğüm o dervişin simasını hatırımda tuttum ve karşılaşacağım günü bekledim. Birgün Buhârâ pazarında, Hâkim Atâ’nın rü’yâmda beni yetiştirmesi için kendisine havale ettiği zât ile karşılaştım. İsmi Halîl Atâ idi. Ben onu derhâl hatırlayıp, tanıdım. Fakat bir türlü yanına yaklaşıp sohbet edemedim. Bundan dolayı üzgün bir hâlde eve döndüm. Akşam bir kimse evime gelip, Halîl Atâ seni çağırıyor dedi. Bu habere çok sevindim ve bir miktar hediye bulup, hemen huzûruna gittim.

Sohbetiyle şereflendim. Bana çok iltifât etti. Daha önce gördüğüm rü’yâmı anlatmak isteyince; “Senin hatırında olanı biz biliyoruz, anlatmana gerek yok” buyurdu. Bundan sonra uzun zaman sohbetine devam ettim. Çok feyz alıp, istifâde ettim. Bir müddet sonra Mâverâünnehr Sultânı’nın vefât etmesi üzerine, oranın halkı, Halîl Atâ’yı sultanlık yapması için Buhârâ’dan Mâverâünnehr’e da’vet ettiler. O da bunu kabûl etti, ben de onunla beraber gittim. O tahta oturdu. Ben de onun hizmetine devam ettim. Kendisinde çok kerâmetler görülüyordu. Bana şefkat ve muhabbet gösterip yetiştirdi. Böylece orada altı sene süren sultanlığı sırasında da hizmetinde bulundum. Kendisine o kadar yakın oldum ki, her sırrına vâkıf olup, işlerinde idâreci oldum. Görünüşte diğer hizmetçiler gibi çalışırdım. Hâlimi bildirmezdim. Altı sene sonra bu büyük âlim tahttan indi. Sultanlığı sona erdi. Bundan sonra -Zeyvertûn köyüne yerleştim.”

Yine şöyle anlatmıştır: “Tasavvuf hâllerinden cezbeye tutulduğum ilk günlerde, mübârek bir zât ile yakınlığım oldu. Bu zât bana; “Seni Hakkın âşinâlarından görüyorum” deyince, “Umarım ki, sizin teveccühünüz ve yardımınızla âşinâlardan olurum” dedim. Dedi ki; “Arzular karşısında nefsin ile ne hâldesin?” “Bulursam şükrederim, bulamazsam sabrederim” dedim. “Bu kolay bir iştir. Asıl iş, nefsini bir yerde hapsedip, ekmek ve su vermeyeceksin ve nefsin o hâle gelmiş olacak ki, sana serkeşlik etmesin, boyun eğsin” buyurdu. Bunun üzerine o zâta yalvardım. Bu hâle kavuşmam için teveccüh etmesini istedim. Buyurdu ki: “Nefsinin, başkalarından ümitsiz ve yalnız kalacağı bir sahraya gideceksin, Allahü teâlâya ibâdet ile meşgûl olacaksın ve orada üç gün kalacaksın, dördüncü gün ta’rîf edeceğim bir dağa gideceksin, karşına çıplak ata binmiş bir kimse çıkacak. Sen o zâta selâm verip geç. Üç adım geçtiğin zaman sana o; “Ey genç! Dur sana ekmek vereyim” diyecek. Sen hiç aldırmayıp, ekmeği almadan geçip gideceksin. Bu zâtın emri üzerine, söylediği gibi üç gün sahrada yalnız kalıp ibâdet ile meşgûl oldum. Dördüncü gün ta’rîf ettiği dağın eteğine gittim. Giderken ta’rîf ettiği gibi ata binmiş bir zât karşıma çıktı. Selâm verip, geçtim. Bana; “Delikanlı sana ekmek vereyim” dedi. Ben asla aldırmadım ve ekmeği almadan geçip gittim. Sonra, bana bunları yapmamı tavsiye eden zâtın huzûruna gittim. Buyurdu ki: “Behâeddîn! Bundan sonra insanların hatır ve gönüllerini alıp, düşkünlerin hizmetinde bulunup, zayıflara ve gönlü kırık olanlara ikram ve hürmette bulunacaksın! ilim öğrenme husûsunda gayret ederek, kimsesizlere yoldaş olup, onlara karşı tevâzu göstereceksin!” Bu zâtın bu emirlerini de yerine getirdim. Uzun zaman bu yolda devam ettim. Sonra tekrar huzûruna çıktım. Buyurdu ki: “Behâeddîn! Bundan sonra da hayvanlara bakacaksın. Onlar, seni yaratan Rabbinin mahlûklarıdırlar. Eğer yük çeken hayvanların vücutlarında yara görürsen tedâvi edeceksin.” Bu emre de uyarak çok gayret gösterdim. Yolda eğer önüme bir hayvan gelse, o geçinceye kadar dururdum. Hayvanın önüne geçmezdim ve geceleri izlerine yüzümü sürüp, Allahü teâlâya yalvarırdım. Bütün bunlar, içimdeki nefs düşmanının kırılması, ıslâh olması için idi. Yedi sene böyle devam ettim. Sonra tekrar o zâtın huzûruna gittim. Buyurdu ki: “Behâeddîn! Bundan sonra yolların hizmetiyle meşgûl ol, yolları süpürüp temizle, yollarda gelip geçenlere eziyet veren şeyleri kaldır. İğrenç şeyleri yollardan alıp, görünmez bir yere at. Yollardan gelip geçenler zahmet çekmesinler ve rahatsız olmasınlar.” Bu emrine de uyarak, bir müddet de bu işle meşgûl oldum. Bu zât ne emretmişse, büyük bir bağlılık ile her emrini yerine getirdim. Bu hizmetleri yaparken, Allahü teâlânın nice ni’metleri ve ihsânları bana göründü. Nefsim iyice ezildi. Nefsâniyetten ve mâsivâdan (Allahü teâlâdan başka herşeyden) kurtulup, rûhâniyet derecesine eriştim. Bu sırada bana Allahü teâlâdan pekçok sırlar tecellî etti.”

Behâeddîn Buhârî Şâh-ı Nakşibend hazretleri, tasavvuftaki ilk hâllerini şöyle anlatmıştır: “Tasavvuf hâllerinden cezbe hâli çoğalıp kararsız düştüğüm günlerde, geceleri ay ışığında kabristanda dolaşırdım. Bir gece, devamlı ziyâret edilmekte olan üç büyük zâtın mezarını gördüm. Her birinin kabrinde yanmakta olan birer kandil vardı. Kandillerin yağı ve fitilleri olduğu hâlde çok sönük yanıyorlardı.

Fitillerini hareket ettirmek lâzımdı ki, parlak yanıp, çok ışık versinler. O kandilleri öylece bırakıp, Hâce Muhammed Vâsî’nin kabrinin başına gittim. Bana orada Hâce Ahmed Eçkarnevî’nin kabrine gitmem işâret olundu, oraya gittim. Onun kabrinin başına, bellerinde kılıç takılı olan iki kişi geldi. Beni tutup, bir hayvana bindirdiler. Hayvanın yönünü Mezdâhin tarafına çevirip, gittiler. O gece sabaha doğru Mezdâhin mezarlığına ulaştım. Orada da diğer kabirlerdeki gibi bir kandil yanıyordu. Fakat o da sönük yanmaktaydı. Kıbleye karşı dönüp oturdum. Bu sırada bana kendimden geçme hâli geldi. Kıble tarafında bir duvar gördüm. Duvar yarılıp, yeşil örtüler ile süslenmiş bir taht ve bu taht üzerinde bir zât oturmuş idi. Etrâfında ise kalabalık bir cemâat vardı. İçlerinde Muhammed Bâbâ Semmâsî hazretleri de vardı. Sâdece onu tanıyordum. Anladım ki, kürsünün etrâfında bulunanlar, vefât etmiş olan ve bu yolun büyüklerinden olan zâtlardır. Fakat kürsünün üzerinde oturan kimdir diye merak ediyordum. Ben böyle düşünürken, kürsü etrâfında bulunan cemâatten biri bana şöyle dedi: “Kürsü üzerinde oturan mübârek zât, Hâce Abdülhâlık Goncdüvânî’dir. Etrâfındaki cemâat ise, onun halîfeleri; Hâce Ahmed Sıddîk, Hâce Evliyâ Gülân, Hâce Ârif Rîvegerî, Hâce Muhammed İncîrfagnevî, Hâce Ali Râmîtenî’dir.” Onları ve hocam Muhammed Bâbâ Semmâsî’yi göstererek; “Sen bunların zamanında yetiştin, bunları bilirsin, bunlar sana icâzet ve tâc verdiler” dedi. “Onları tanırım, fakat bıraktıkları tacın nerede olduğunu bilmiyorum” dedim. “O senin evindedir. Onu sana kerâmet olarak verdiler ki, bir belâ gelecek olsa, onun bereketiyle belâ def edilir” buyurarak müjdeledi. Cemâatten bana dediler ki: “Dikkat et, kulak ver, şimdi sana Abdülhâlık Goncdüvânî hazretleri nasîhat edecek! O nasihatten başka birşeyle Hak yolunda ilerlenemez. Hâce hazretlerinin elini öpmek için izin istedim. Bana izin verildi. Kalkıp yaklaştım. Selâm verip, edeble elini öptüm. Sonra huzûrunda edeble ayakta durdum. Tasavvufda ilerlemek husûsunda buyurdu ki: “Kabirlerin başında kandillerin sana öyle gösterilmesi, senin bu yolda kabiliyet sahibi olduğuna alâmettir. Fakat, fitil gibi olan kabiliyeti hareketlendirmek lâzımdır ki, bu kabiliyet ortaya çıksın. Hakkın gizli sırları sana açık olsun. Her durumda dînimizin caddesinde yürümek, azîmet ve sünnet-i seniyye üzere olmak lâzımdır. Emîrlere ve yasaklara uymak husûsunda istikâmet üzere olacaksın. Bid’atlerden ve ruhsatla amel etmekten uzak duracaksın. Hadîs-i şerîfleri öğrenip, amel edersin” buyurdu. Sonra cemaattan bana dediler ki: “Yarın acele Nesef tarafına gideceksin. Seyyid Emîr Külâl’in hizmetinde bulunacaksın. Oraya giderken yolda ihtiyâr bir zât ile karşılaşacaksın. O sana sıcak bir çörek verecektir. Ekmeği al, fakat onunla hiç konuşma. O ihtiyârı geçtikten sonra bir kervana, sonra da ata binmiş olan bir kimseye rastlayacaksın, o kimse senin önünde tövbe edecek. Sen, o evindeki mübârek tacını al, Emîr Külâl’e götür.”

Bu konuşmalardan sonra bendeki o hâl gidip, eski hâlime döndüm. Derhâl başında bulunduğum kabrin yanından ayrılıp, Zeyvertûn tarafına gittim. Evime varıp, bana bırakılmış olan tacı istedim. Getirip verdiler. Onu giyince hâlim değişti. Bambaşka bir hâle girdim. Tacı alıp yola çıktım. Sabah namazı vaktinde Mevlânâ Şemseddîn’in mescidine ulaştım. Sabah namazını orada kılıp, o gün Eyne adındaki köyde kaldım. Ertesi gün güneş doğarken Nesef tarafına hareket ettim. Yolda daha önce büyüklerin işâret ettiği gibi bir ihtiyâra rastladım. Bana bir ekmek verdi. Ekmeği alıp, hiç birşey söylemeden geçip gittim. Sonra bir kervana rastladım. Kervanın başları bana; “Ey yiğit, nereden geliyorsun?” dediler. Ben de; “Eyne köyünden geliyorum” dedim. Ne zaman yola çıktığımı sordular. “Güneş doğarken yola çıktım” dedim. Kervana rastladığım vakit kuşluk vakti idi. Kervandakiler bu sözümü işitince hayret edip; “Eyne köyü buraya dört fersah (yaklaşık 24 km.) mesafededir. Sabah vakti çıkılsa, ancak buraya ikindiden sonra gelinebilir” dediler. Kervanı da geçip gittim. Kervanı geçtikten sonra bir atlıya rastladım. Bana; “Sen kimsin? Seni görünce içime bir korku düştü” dedi. “Ben öyle bir kimseyim ki, sen benim önümde tövbe edeceksin” dedim. O atlı yanıma gelip tövbe etti. Şarap yüklü bir beygiri vardı. Beygirin üzerindeki şarabı yere döktü. Onu da geçip yoluma devam ettim. Nesef taraflarında bir köye uğradım. Seyyid Emîr Külâl’in orada olduğunu öğrendim. Hâcegân büyüklerinin mübârek tacını çıkarıp arz ettim. Bir müddet sükût etti, sonra; “Bu tâc, Hâcegân büyüklerinin mübârek taçlarıdır” buyurdu. “Evet efendim” dedim. Bu tâc-ı şerîfi almakta iki şart vardır. Birinci şart; bunu korumak, ikincisi; icâbını yerine getirmek. Bu iki şart, büyüklerin (Hâcegân’ın) yolunda bulunmak ve bize hizmettir. Bundan sonra ben de bu şartlara uymak üzere tacı alıp kabûl ettim.”

Yine şöyle anlatmıştır: “Tasavvufda ilerlemek için çalıştığım ilk günlerde, bir yerde iki kişinin konuşup sohbet ettiğim görsem, gider onlara katılırdım. Onları dinlerdim. Eğer Allahü teâlâdan, Resûlullahtan, Kur’ân-ı kerîmden konuşup, hayır olan işlerden bahsederlerse, memnun olur ferahlık duyardım. Boş şeyler konuşanlardan ise, keder ve üzüntü duyarak uzaklaşırdım.” Yine şöyle anlatmıştır: “Hak yolda ilerleyip, günahlardan arınmağa ve olgunlaşmağa çalıştığım günlerde, birgün yolum bir kumarhâneye uğradı. İnsanların toplanıp kumar oynamakta olduklarını gördüm. Bunlardan iki kişi kumara öylesine dalmışlardı ki, hiçbir şeyin farkında değildiler. Böylece bir müddet devam ettiler. Nihâyet birisi kaybettikçe kaybetti. Neyi varsa ortaya koydu, onları da kaybetti. Dünyalık neyi varsa hepsi bitti. Buna rağmen, kumar oynadığı kimseye şöyle diyordu: “Bu kadar kaybıma rağmen, bu oyunda başımı dahî versem oyundan vazgeçmem.” Kumarbazın, kumar oynayıp bu kadar zarar ve ziyan görmesine rağmen, o oyuna olan hırsı bana ibret oldu. Hak yolunda yürüyüp daha da olgunlaşabilmek için, bende öyle bir gayret hâsıl oldu ki, o günden i’tibâren Hak yolunda talebim hergün biraz daha arttı.”

Yine şöyle anlatmıştır: “Tövbe edip, tasavvufa yönelişim şöyle olmuştur: “Aileme ve çocuklarıma karşı kalbimde sevgi ve muhabbetim çok fazla idi. Birgün evimde otururken, aileme ve çocuklarıma pek fazla iltifât ve muhabbet gösterdim. Bu sırada aniden kulağıma gizli bir ses geldi. “Herşeyi bırakıp Allaha dönme zamanı daha gelmedi mi?” denildi. Bu sesi duyunca hâlim değişiverdi. Oturduğum yerde duramaz oldum. Hemen yakındaki nehre gidip, elbisemi yıkadım ve gusl ettim. Sonra iki rek’at namaz kıldım. Bir daha günah işlememek üzere tam bir tövbe yaptım. Herşeyden el çekip, Allahü teâlâya döndüm. Nice seneler kıldığım o iki rek’at namazın arzusundayım. Bu yola girdikten sonra Zeyvertûn köyünde oturdum. Beş vakit namazımı bu köyün câmisinde kılıyordum. Birgün nasıl olduysa, bir vakit namazı cemâatle kılmayı kaçırmışım. Câminin, âlim ve takvâ sahibi bir İmâmı vardı. Bana dedi ki: “Ben seni, ibâdet meydanının safını dolduran erlerinden zannederdim. Meğer sen, saf dolduran er değil, saf kıran imişsin.” İmâma dedim ki: “Zât-ı âliniz benim hakkımda böyle düşünüyorsunuz, fakat ben yaldızlı ve parlak bir tuncum.” Ben böyle deyince, İmâm efendi bana şu beyti okuyarak cevap verdi:

“Kalbinin yönünü aşk pazarına çevir,
Demirin hâlis olması ateş iledir.”

Bu söz kalbime öyle te’sîrli oldu ve içime öyle bir dert salıp, beni öyle bir aşka düşürdü ki, ben bu aşk ile kararsız kaldım. Bundan sonra Allahü teâlâ bana lütuf ve kereminden kapılar açtı. Önceki dostlarımdan birkaçı, bir gece yoluma çıktılar. Bana her biri bir şeyler söyledi. Böylece benim kendilerine uymam için çok uğraştılar. Onlara tâbi olmak isterken, Allahü teâlânın inâyeti ile bir âyet-i kerîme de bildirildiği gibi, Allahü teâlânın açmış olduğu kapıyı kapatmaya ve kapamış olduğu kapıyı açmaya kimsenin gücü yetmez dedim. Bu söz, eski dostlarıma çok te’sîr etti. Onlar da benim bulunduğum yola girdiler. Benim bütün gayretim, Allahü teâlâdan başka herşeyi bırakıp, Allahü teâlâya (rızâsına) kavuşmaktı. Allahü teâlâya sonsuz hamdü senalar olsun ki, bana inâyet-i Rabbânî erişerek maksadıma kavuşturdu.”

Şâh-ı Nakşibend hazretleri şöyle anlatmıştır: “Talebeliğimin ilk günlerinde, büyük hocam Hâce Muhammed Bâbâ Semmâsî hazretlerinin emrettiği şeylerin hepsini yerine getirdim. Bunların fâidelerini ve te’sîrlerini kendimde gördüm. Hocam bana, Resûlullahın (s.a.v.) ve Eshâb-ı Kirâmın yolunda bulunmamı söylemişti. Ben bu vasıyyeti tuttum. Bu husûsta son derece dikkat ve gayret gösterdim. Âlimlerin meclisine devam edip, nasihatlerini dinledim. Âlimlerin eserlerini okuyup, bildirilenlere göre amel ettim. Allahü teâlânın ihsanıyla bunların fâidesini gördüm. Tasavvufda en faydalı ve maksada çabuk kavuşturan şey, Allahü teâlâya cân-ı gönülden, kendinden geçerek duâ ve niyaz etmek, yalvarmak ve Allahü teâlânın rızâsını istemek, nefsi ezmek, onu mağlup etmektir. İşte bizi bunun için bu kapıdan içeri aldılar. Her ne bulduksa, bu sebeble bulduk. Bu mekânda sarı yüz ve eski elbise ararlar. Atlas ve ipeğin pazarı buradan başka yerdedir. Bir sâlih, hakîkat yolunda kendi nefsini Fir’avn’ın nefsiyle mukayese etmeli ve kendi nefsini onun nefsinden yüzbin defa daha aşağı görmeli. Eğer böyle olmazsa, o sâlih hakîkat yolunun ehli olamaz. O yolda yokluk, nefse tezkiye kolay değildir. Fakat bu, yolda maksada ulaşmak için bir ipucudur. İşte ben de bunun için, nefsimi varlıkların her tabakasına nisbet edip, bu yolda yürüdüm. Nefsimi kâinattaki her şey ile karşılaştırdım. Hakîkatte herşeyi, her varlığı, her mahlûku daha üstün ve daha hoş gördüm. O hâle geldi ki, nefsim ile varlıklardan herhangi biri arasında kıyâs yaparak düşündüm. Kendimi aşağı ve âciz gördüm. Bu, benim içimdeki her türlü kir ve pası temizledi. Kâinatta ne varsa hepsinden fâide gördüm. Fakat nefsimden hiçbir fâide görmedim. Nefsimin önüne geçmemiş olsaydım, onu terbiye etmeseydim ve kendi isteği ile başbaşa bıraksaydım, beni bu kapıdan içeri almadıkları, bu makama koymadıkları gibi, nefsimin daha bana nice zararları olacaktı.”

Yine şöyle anlatmıştır: “Bir kış günüydü. Beni bir cezbe hâli kapladı. Kendimden geçip, kırlarda, sahra ve dağlarda, yalın ayak, başı açık gezip, dolaşmaya başladım. Ayaklarım yarılıp, parçalandı. Bu hâlde iken bir gece hocam Emîr Külâl ile sohbet etmek arzusu uyandı. Bu arzu ile huzûruna gittim. Talebeler etrâfında toplanmış, hocam da baş tarafta oturuyordu, içeri girdim, aralarına katıldım. Emîr Külâl; “Bu kimdir?” dedi. “Behâeddîn’dir” dediler. Talebelerine beni meclisten dışarı çıkarmalarını söyledi. Onlar da beni dışarı çıkardılar. O zaman nefsim son derece azdı ve taşkınlık yapmak istedi. Az kalsın nefsim irâdeme galip geliyordu. Fakat Allahü teâlânın ihsânıyla, nefsimi serkeşlikten ve i’tirazdan menederek; “Ey Nefis! Ben bu horlanmayı Allah için kabûl ettim. Beni, Allahü teâlâ elbette bundan dolayı mükâfatlandırır” dedim. Sonra başımı Emîr Külâl hazretlerinin kapısının eşiğine koydum. Sabaha kadar öyle kaldım. Üzerime kar yağdığı hâlde kalkmadım. Sabah namazı vakti Emîr Külâl dışarı çıkarken, ayağını kapının eşiğine atınca karlar arasında kalan başıma bastı. Beni o hâlde görünce teveccühte bulunup müjde verdi. Beni içeri alıp teselli ederek ayaklarımdaki dikenleri mübârek elleriyle çıkardı. Yaralarıma ilâç sürdü. “Oğlum! Bu saadet libâsı ancak sana lâyıktır” buyurdu. Rûhanî feyz, işte bende o zaman hâsıl oldu. Ben de şimdi, her sabah evimden mescide çıkarken, bir talebemi o hâlde görmek isterim, fakat şimdi talebe kalmadı. Hepsi şeyh oldu.”

Yine şöyle anlatmıştır: “Gençliğimde Allahü teâlâya yalvarıp; “Yâ Rabbî! Bana yardımını ihsân et. Bu yolun ağırlığını çekmeye kuvvet ver. Bu yolda ne kadar riyâzet ve mücâhede varsa yapayım” diye duâ ettim. Allahü teâlâ duâmı kabûl buyurup, bana öyle bir kuvvet ve kudret ihsân etti ki, bu yolun ne kadar zahmeti ve meşakkati varsa hepsine katlandım. Ne yapmak lazımsa, Allahü teâlâya hamd olsun yaptım. Şimdi ihtiyâr hâlinde, riyâzetten ve nefsimle mücâdeleden kurtulmuş bulunuyorum... Evliyâ-i Kirâmın rûhlarına teveccüh eder, hepsinin rûhâniyetlerinin eserini görürdüm.”

Menkıbeleri: Behâeddîn Buhârî hazretleri, bir defasında Şeyh Seyfeddîn adlı bir zâtın ırmak kenarında bulunan kabri karşısında kalabalık bir cemâatle sohbet ediyordu. O cemâatte bulunanlardan bir kısmı Behâeddîn Buhârî hazretlerinin tasavvufdaki yüksek derecesini bilmiyorlardı. Söz evliyâ zâtların hâllerinden açılmıştı. Bir hayli süren bu konuşmada, evliyânın meşhûrlarından olan Şeyh Seyfeddîn ile Şeyh Hasen Bulgari arasında geçen kerâmetler anlatıldı. İçlerinden biri dedi ki: “Eskiden velilerin tasarrufu, kerâmeti çok olurdu. Acaba bu zamanda da onlar gibi tasarruf ehli var mıdır? “Bunun üzerine Behâeddîn Buhârî hazretleri buyurdu ki: “Bu zamanda öyle zâtlar vardır ki, şu ırmağa yukarı ak dese ırmak tersine akmaya başlar.” Bu sözler Behâeddîn Buhârî hazretlerinin mübârek ağzından çıkar çıkmaz, önlerinde akmakta olan ırmak ters akmaya başladı. Bunun üzerine Behâeddîn Buhârî hazretleri; “Ey su! Ben sana yukarı ak demedim” buyurdu. Irmak tekrar eski yöne akmaya başladı. Bu kerâmetini o kadar çok kimse gördü ki, bu sebeple çokları Behâeddîn Buhârî hazretlerinin büyüklüğünü anlayıp, tam bir teslimiyetle ona bağlandılar ve saadete kavuştular.

Bir defasında Nesef de büyük bir kuraklık oldu. Sıcaktan toprak çatlayıp, muhsûller kurumaya başladı. Halk, günlerce yağmur beklediler. Fakat bir damla yağmur düşmedi. Nesef halkı, Behâeddîn Buhârî hazretlerinin duâsını almak için aralarından birini huzûruna gönderdiler. O da gelip durumu arz etti. Nesef ahâlisi kuraklıktan dolayı mahzûn ve kederlidir, dedi. Bunun üzerine, Behâeddîn Buhârî hazretleri buyurdu ki: “Üzülmesinler, Allahü teâlâ onlara yağmur gönderecek.” Aradan kısa bir zaman geçmişti ki, Nesef’e yağmur yağmaya başladı. Bir gün ve bir gece devam etti. Kuraklık kalkıp bolluk oldu.

Bir talebesi şöyle anlatmıştır: “Ben küçük yaşta Cenânyan denilen yerden Buhârâ’ya geldim. Âlimlerin derslerine devam ettim. Sonra kalbime Kâ’be’yi ziyâret etme arzusu doğdu. Mekke’ye gidip, Kâ’be’yi ziyâret etmek şerefine kavuştum. Buhârâ’ya döndüm. Fakat nefsim çok azgındı. Hattâ eşkiyalık yapacak kadar kötü bir hâlde idi. Ben bu hâlde iken, bende bir çekilme hâli hâsıl oldu. Bu hâl, beni ister istemez. Behâeddîn Buhârî hazretlerinin huzûruna sürükledi. Huzûruna varınca, beni yanına yaklaştırdı. Sonra enseme öyle bir vurdu ki, yediğim sillenin te’sîrinden neye uğradığımı bilemedim. İstemeyerek bağırdım. Behâeddîn Buhârî hazretleri bu hâlime öfkelenip; “Sus” dedi. Sonra da; “Eğer sabredip o narayı atmasaydın, bir sohbetle işin tamâm olurdu” buyurdu.

Behâeddîn Buhârî hazretlerinin talebelerinden Şeyh Ömer Taşkendî şöyle anlatmıştır: “Benim Behâeddîn Buhârî’ye muhabbetim ve talebe olmam şöyledir: önce Taşkend’de talebelerinden bir kısmını tanımıştım. Onlar ile sohbet eder, hizmetlerinde bulunurdum. Sohbet sırasında bana, Behâeddîn Buhârî hazretlerinin faziletini, hâllerini anlatırlardı. Böylece görmediğim hâlde ona karşı içimde bir muhabbet hâsıl oldu. Birgün Taşkend’deki talebelerinden birinin evine gittim. Hocasını hatırlıyor ve ona rabıta ediyordu. Bir müddet oturduktan sonra yemek getirdi. O anda Behâeddîn Buhârî hazretleri gözüme göründü ve kulağıma; “Senin Horasan’a gitmen gerekir” diye söyledi. Yemekten sonra Horasan’a gitmek üzere yola çıktım. Horasan’a, oradan da Behâeddîn Buhârî’nin yakın talebelerinden Mevlânâ Celâleddîn’in bulunduğu yere gittim. Evine varıp kapıda durdum, kendisi tarafından çağrılmamı bekledim. Bir saat sonra evinden bir cemâat çıktı. Beni çağırıp huzûruna kabûl ettiler ve; “Sen geldiğin sırada, gelişinden haberim var idi. Fakat seninle başbaşa görüşmek istedim. Onun için beklettim” dedi. Bundan sonra ben hâlimi ona anlattım ve çok ağladım, bana yardımcı olmasını istedim. Yemîn ederek dedi ki: “Behâeddîn Buhârî sana kâfidir, teveccühüne kavuşursun.” Sonra onun faziletinden, menkıbelerinden bahsedip, huzûruna kavuşmak için hemen yola çıkmamı söyledi. Yolculukta başıma ba’zı hâdiselerin geleceğini de işâret etti. Derhâl Nesef tarafına doğru yola çıktım. Oradan da Horasan’a hareket etmek üzere bir gemiye bindim. Gemi bir müddet yol aldıktan sonra, sabah namazının vakti girdi. Gemide bir ezan okudum. Fakat yolcular namaza kalkmadılar. Bu duruma üzülüp, onlara nasihat ettim. Fakat bana kızdılar. Bu durum karşısında bende öyle bir hâl oldu ki, kendimi suya atmak istedim. Ayaklarımı suya uzatip gemiden ayrıldım, fakat suya batmadım. Öyle bir hâl oldu ki, suyun üzerinde yürümeye başladım. Gemidekiler bu hâlimi görünce ağlamaya başladılar. “Biz yanlış bir iş yaptık, yaptığımıza tövbe ettik. Gemiye gel, sen ne dersen onu yapacağız” dediler. Bunun üzerine tekrar bindim. Sabah namazını , gemideki yolcular ile cemâat olup kıldık. Bir müddet yolculuktan sonra Âmûre kal’asına vardık. Orada da acâib hâdiseler oldu. Behâeddîn Buhârî hazretlerine iltica ettim. Şîrmüşter denilen bir dergâha vardım. Yola devam ederken bir kervana rastladım. Bana dediler ki: “Bu çöle dalma, çok büyük bir çöldür, yolunu şaşırırsın. Burada dur, şayet yola devam edecek olursan sağ tarafa yönel, sol tarafdan gidersen sonunu bulamazsın ve helak olursun.” Kervan geçip gittikten sonra, kendi kendime; “Ben, Behâeddîn Buhârî hazretlerinin huzûruna gitmek üzere yola çıkmış bulunuyorum. Ona tâbi olup, hak yola gireceğim için bana tehlike gelmez” dedim. Çöle dalıp yürümeye başladım. Bir müddet yürüdükten sonra aç olduğumu hatırladım. Kendi kendime ba’zı nefis yemekleri düşünerek; “Âh o yiyecekler olsa da yesem” dedim. Ben böyle düşünürken, o anda önüme birdenbire bir sofra geldi. Üzerinde tam arzu ettiğim yemekler vardı. Bu durum karşısında hâlim değişti. Ağlamaya başladım. “Ey Allahım, senin rızânı arayan kimseye her ne lâzım olursa ihsân ediyorsun. Ben de senin rızândan başka birşey asla taleb etmeyeceğim” dedim. O yemekleri yiyip, çölde yola devam ettim. Yolda karşıma bir ceylan sürüsü çıktı. beni görünce sağa sola kaçışmaya başladılar. “Eğer ben bu yoldaki arzum ve isteğimde samimî isem, ceylanlar benden kaçmazlar” dedim. Ben böyle der demez, ceylanlar yanıma toplanıp bana yüzlerini sürmeye başladılar. Bu durum karşısında da hâlim değişti ve çok ağladım. Behâeddîn Buhârî hazretlerine karşı muhabbetim o kadar arttı ki, huzûruna bir an evvel kavuşmak için can atıyordum. Ehan denilen yere vardığımda, yine Behâeddîn Buhârî hazretlerinin bereketi ile acâib hâllere kavuştum. Oradan Serahs’a vardım. Kendi kendime; “Her yerde Allahü teâlânın dostları, sevgili kulları bulunur. Bu civarda da vardır. Onlardan müsâade almadıkça bu şehre girmeyeyim” dedim. Ben böyle düşünürken, karşıma divâne hâlde bir kimse çıktı. Halk onu görünce; “Divâne Dâvûd geliyor” dediler. Benim yanıma yaklaşınca, onu karşılayıp, selâmün aleyküm diyerek selâm verdim. “Ve aleykesselâm” deyip selâmımı aldı. “Hoş geldin Türkistanlı derviş” dedi. Beni yanına yaklaştırıp, koynundan bir ekmek çıkardı. Ekmeği parçalayıp yarısını bana verdi. “Ey derviş, bu ekmeğin yarısını sana verdiğim gibi, bu mülkün yarısını da sana verdim” dedi. Bu hâdiseden sonra Serahs şehrine girdim. Çarşıya girince, bir başka divâne gördüm. Çocuklar taşa tutuyorlardı. “Bu divânenin adı nedir?” diye sordum. “Câvâdâr’dır. Bu beldenin divânelerindendir” dediler. Kendi kendime; “Bundan da izin alayım” dedim. Bir tarafdan da çocuklar onu taşa tutuyorlardı. Bana bakıp; “Ey Türkistanlı derviş, söz divâne Davud’un söylediği gibidir” diyerek ilk karşılaştığım kimse ile görüşüp kavuştuğumuz şeylere işâret etti. Bundan sonra bende güzel bir hâl, cem’ıyyet hâsıl oldu. Yemek arzu ettim ve; “Her hâlde bu şehirde Behâeddîn Buhârî hazretlerinin sevenlerinden bir kimse bulunur ve ben ilk lokmayı onun elinden yerim” dedim. Bu sırada yanıma birisi gelip; “Ben Behâeddîn Buhârî hazretlerinin hizmetçilerindenim. Evime buyur” dedi. Beni evine götürdü. Üç çeşit yemek getirdi. Sonra bana; “Behâeddîn Buhârî hazretleri Behrâb denilen yere gitmişler, oradan da buraya teşrîf edecekler. Buraya teşrîf edinceye kadar sen bizde kalacaksın, senin yerin burasıdır” dedi. Birkaç gün sonra Behâeddîn Buhârî hazretlerinin oraya teşrîf etmek üzere oldukları haberini aldık. Karşılamak üzere derhâl dışarı çıktık. Behâeddîn Buhârî hazretleri bir merkeb üzerinde ve etrâfında talebeleri olduğu hâlde teşrîf ettiler. Bir mezarlığa yöneldiler. Ziyâretinde o kadar insan toplanmıştı ki, kalabalıkdan yanlarına yaklaşmak mümkün olmadı. Kendi kendime; “Çok uzaklardan geldim. Çok zahmetlere katlandım. Acaba bana neden hiç iltifât etmediler? Artık ben kendi başıma kaldım” diye düşündüm. Bu düşünceler hatırımdan geçtiği sırada, Behâeddîn Buhârî hazretleri merkebden inip, yanına yaklaşmamı istediler. Bana; “Hoş geldin ey Taşkendli Derviş Ömer, yanlış anlama, daha sen buraya geldiğin saatte haberdâr oldum. Şimdi şu gördüğün kalabalık ile bir müddet meşgûlüm” buyurdu. Sonra eve gittiler ve kalabalık da dağıldı. Beni huzûruna kabûl edip; “Başından geçen hâdiselerin hepsini bilmekteyiz. Gemide iken denize inince sana biz yardım ettik. Çölde önüne sofra bizim tasarrufumuzla geldi. Ceylanların sana yaklaşması ve iki divâne ile karşılaşman ve vukû’ bulan diğer hâdiseler hep bizim teveccühümüz ile oldu” buyurdu. Bu sohbeti sırasında bana öyle teveccüh ve tasarrufda bulundular ki, bambaşka bir hâle girip, çok ağladım. “Niçin ağlıyorsun?” diye sordu. Ben de; “Şimdiye kadar geçen ömrümü zayi etmişim” dedim, “Öyle söyleme; yalnız bundan evvel bunu bilmiş olsaydım diyebilirsin. Şu andaki müşâheden ve teslimiyetin ondan daha büyüktür” buyurdu. Sonra; “Şimdi sen, bulunduğun hâli mi, yoksa geçen hâlini mi istersin?” diye sordu. Ben de; “Bu hâlimi isterim” dedim. “Bu iş tâbi olmadan olmaz” buyurdu. “Ne işâret buyurursanız, ne emrederseniz yerine getiririm” dedim. Ben böyle deyince; “Huyunuz mübârek olsun!” buyurdu.

Talebelerinden Emîr Hüseyn de şöyle anlatmıştır: “Benim evim Kasr-ı ârifân’da idi. Yirmi yaşına kadar çiftçilik ile uğraştım. Namazdan ve niyazdan uzak idim. Yiyip içip yatmaktan başka işim yok idi. Tam gençlik cehâleti içinde idim. Behâeddîn Buhârî hazretleri câmiye giderken, gelip geçtikçe beni görüp tebessüm ederdi. Nihâyet bir gece rü’yâmda Behâeddîn Buhârî hazretlerini gördüm. Mübârek elinde bir ayna vardı. Aynayı bana verdi. Aynaya baktım, kendimi gördüm. Uyanınca, beni bambaşka hâller kaplamıştı. Aniden Behâeddîn Buhârî hazretleri evime geldi. Bana dedi ki; “Aynayı sana kim verdi?” “Siz verdiniz efendim” dedim. “Niçin namaz kılıp, Kur’ân-ı kerîm okumazsın?” dedi. “Kur’ân-ı kerîm okumayı bilmiyorum” dedim. “Ben sana namazı ve Kur’ân-ı kerîmi öğretirim” buyurdu. Bundan sonra beni yetiştirip, terbiye etti. Pekçok ihsâna ve ni’mete gark etti.”

Nakledilir ki, Şeyh Şâdî adında bir zât, Kasr-ı ârifân’a gelip, Behâeddîn Buhârî hazretlerinin huzûruna girerek, ziyâretlerine gelmekte kusur ettiğini söyleyip affetmelerini istedi. Behâeddîn Buhârî hazretleri ona şaka yaparak; “Bedava özür kabûl edilmez” buyurdu. Gelen zât; “Bir öküzüm vardır. Onu size vereyim” dedi. “Onu kabûl etmeyiz, köyünde uzun zamandan beri biriktirip, duvar arasında bir kap içinde gizlediğin kırk altının var, onları getirirsen kabûl edilir” buyurdu. Şeyh Şâdî; “Sakladığım altınları başka kimse bilmiyordu. Nasıl bildiler?” diye hayretler içinde kaldı, sonra köyüne gidip altınlarını getirdi. Behâeddîn Buhârî hazretlerinin önüne koydu. Behâeddîn Buhârî altınları sayıp, içinden bir tanesini ayırdı. Diğerlerini zâta geri verdi. “Bunlarla öküz satın alıp çiftçilik yap, kaldırdığın mahsûlü Allahü teâlânın kullarına dağıt” buyurdu. Sonra ayırdığı bir altını göstererek; “Bu altın haramdır” buyurdu. Daha sonra o zâta; “Hâce hazretlerinin ayırdığı o bir altını nereden almıştın?” dediler. Behâeddîn Buhârî hazretlerini tanıyıp, ona talebe olmadan Önce bir kumarda kazanmıştım dedi.

Behâeddîn Buhârî hazretleri, talebelerinden birini, bir işi için bir yere göndermişti. Talebesi işi görüp dönerken, yolda havanın çok sıcak olması sebebiyle, dinlenmek için bir ağacın gölgesine oturdu. Dinlenirken uykusu gelip, ağacın gölgesinde uyudu. Uyur uyumaz rü’yâsında hocası Behâeddîn Buhârî’yi gördü. Elinde bir asa ile yanına yaklaşıp; “Uyan, kalk, burası uyuyacak yer değildir” dedi. Bunun üzerine hemen uyanıp gözlerini açtı ve ayağa kalktı. Birde gördü ki, iki kurt, kendisine doğru yaklaşmış, hücum etmek üzeredirler. Hemen oradan uzaklaşıp yoluna devam etti. Kasr-ı ârifân’a varınca, Behâeddîn Buhârî hazretlerinin yola çıkmış, kendisini karşılamakta olduğunu gördü. Yanına yaklaşınca; “Hiç öyle korkulu ve tehlikeli yerlerde istirahat edilir mi?” buyurdu.

Behâeddîn Buhârî hazretleri birgün bir yere gitmekte iken, yolları bir akarsuya rastladı. Yanında bulunan talebelerinden Emîr Hüseyn’e; “Kendini bu suya at” buyurdu. Daha böyle derdemez, Emîr Hüseyn hiç tereddüt etmeden kendini akan suya attı ve suyun içinde kayboldu. Aradan bir müddet geçti. “Ey Emîr Hüseyn, çık gel!” buyurdu. Emîr Hüseyn derhâl sudan dışarı çıktı. Elbisesinden en ufak bir yer bile ıslanmamıştı. Behâeddîn Buhârî hazretleri ona; “Ey Emîr Hüseyn, kendini suya atınca ne gördün?” diye sordu. Emîr Hüseyn dedi ki; “Emriniz üzerine kendimi size feda ederek suya atınca, bende öyle bir hâl hâsıl oldu ki, kendimi birden bire gayet güzel döşenmiş bir odada buldum. Bu odanın hiç kapısı yoktu. Kapı aradım, orada zât-ı âlinizi gördüm. Bana bir kapı gösterdiniz, İşte bu kapıdan çık buyurdunuz. Eliniz ile kapıyı açtınız, ben de kapıdan çıktım. İşte huzûrunuza geldim” dedi.

Behâeddîn Buhârî hazretlerine birgün hediye olarak bir miktar balık getirilmişti. Balığın getirildiği sırada, o mecliste hazır bulunan talebeleri ile beraber balığı yemek arzu ettiler. Bunun üzerine balık hazırlanıp, sofra kuruldu. Talebeler, Behâeddîn Buhârî ile birlikte sofraya oturdular. İçlerinden biri, gelip sofraya oturmadı. Behâeddîn Buhârî ona; “Niçin gelip oturmuyorsun?” dedi. O da oruçluyum diyerek, nafile oruç tutmakta olduğunu bildirdi. Ona; “Gel bize uy!” dedi. Fakat gelmedi. Tekrar; “Gel bize uy! Sana Ramazan günlerinden bir günde tutulan oruç sevâbı kadar hediye edeyim” dedi. Fakat o kimse söz tutmayıp, inadında ısrar etti. Bunun üzerine talebelerine; “Bu adam, Allahü teâlâdan uzaktır. Siz onu terkediniz” buyurdu. O oruçlu kimse, son derece zâhid bir kimse idi. Fakat Behâeddîn Buhârî hazretlerinin sözüne peki demeyip, muhalefet göstermesi sebebiyle, zâhidliğini kaybetti, ne namaz, ne niyaz kaldı. Tamamen dünyâya tapmağa başladı ve felâkete düştü.

Behâeddîn Buhârî hazretleri, bir defasında Buhârâ’da Gülâbâd mahallesinde bir dostunun evinde, talebeleri ile sohbet ediyordu. Talebelerinden Molla Necmeddîn’e dönüp; “Sana ne söylersem, sözümü tutup söylediğimi yapar mısın?” dedi. Molla Necmeddîn, “Elbette yaparım efendim” dedi. “Eğer bir günah işlemeni söylesem yapar mısın? Meselâ hırsızlık yap desem yapar mısın?” dedi. Bunun üzerine Molla Necmeddîn; “Ma’zur görünüz efendim, hırsızlık yapamam” dedi. “Madem ki bu husûsdaki isteğimizi kabûl etmiyorsun, meclisimizi terket” buyurdu. Molla Necmeddîn bunu duyunca, dehşet içinde kalıp, olduğu yere düştü ve bayıldı. Orada bulunanlar Behâeddîn Buhârî hazretlerine yalvarıp, onun affedilmesini istediler. Kabûl edip affetti. Molla Necmeddîn de kendine gelip kalktı. Bundan sonra hep beraber o evden dışarı çıktılar. Dervâzeyi Semerkand denilen tarafa doğru gittiler. Behâeddîn Buhârî hazretleri yolda giderlerken, bir ev duvarı gösterip talebelerine dedi ki: “Bu duvarı delin, evin içinde falan yerde bir çuval kumaş vardır. Onu alıp getirin.” Talebeleri bu emre uyup, duvarı yardılar. Kumaş dolu çuvalı buldular ve çıkarıp getirdiler. Sonra bir köşeye çekilip bir müddet oturdular. Bu sırada bir köpek sesi işitildi. Behâeddîn Buhârî hazretleri, talebesi Molla Necmeddîn’e dedi ki: “Bir arkadaşınla gidip evin etrâfına bakın ne vardır?” Gidip baktılar ki, eve hırsızlar gelmiş, başka bir duvarı yarıp evde ne varsa almışlar Gidip bu durumu Behâeddîn Buhârî hazretlerine haber verdiler. Talebeler bu hâle şaştılar. Sonra tekrar talebeleri ile birlikte önceki misâfir oldukları eve döndüler. Sabahleyin, gece o evden aldırdığı kumaş dolu çuvalı sahibine gönderdi. Talebelerine, “Gece buradan geçerken, bu malınızı alarak hırsızların çalmasına mâni olduk, bu malınızı hırsızlardan kurtardık” demelerini tehbih etti. Onlar da götürüp sahibine teslim ederek durumu anlattılar. Behâeddîn Buhârî, bundan sonra talebesi Molla Necmeddîn’e dönüp; “Eğer sen emrimize uyup da bu hizmeti yapsaydın, sana çok sırlar açılacak ve çok şey kazanacakdın. Neyleyelim ki, nasîbin yokmuş” dedi. Molla Necmeddîn ise, yaptığına çok pişman olup, yanıp yakındı.

Behâeddîn Buhârî hazretleri, Buhârâ köylerinden bir köye gitmişti. Şeyh Hüsrev adında bir zâtın evinde misâfir oldu. O akşam Şeyh Hüsrev, o köyde bulunan bütün âlimleri ve ileri gelenleri evine da’vet etti. Hep birlikte yemek yediler. Yemekten sonra Behâeddîn Buhârî hazretleri, ev sahibi Şeyh Hüsrev’e; “Git kapıya bak kim var?” buyurdu. Gidip baktı ki, köy halkından Yûsuf adında biri, bir kap içinde armut getirmiş kapıda bekliyordu, içeri girmesine müsâade edildi. O da içeri girip, elindeki armut dolu kabı Behâeddîn Buhârî hazretlerinin önüne koydu. Behâeddîn Buhârî; “Bu armutları nereden aldın?” dedi, o da aldığı yeri söyledi. Behâeddîn Buhârî hazretleri bir müddet susup, sonra ev sahibine; “Bu armutları büyük bir kaba boşalt gel” dedi. Ev sahibi armutları büyük bir kaba boşaltıp ortaya koydu. Behâeddîn Buhârî, armutlardan birini alıp getiren kimseye verdi. Sonra diğer armutların orada bulunanlara dağıtılmasını emretti. Dağıtıldıktan sonra; “Hiç kimse kendine verilen armudu yemesin, beklesin” buyurdu. Sonra armutları getiren Yûsuf adlı köylüye dönüp; “Armutları getirmekteki maksadın nedir bilir misin?” dedi. Getiren kimse; “Efendim, bana köyümüze keşf ve kerâmet sahibi bir zât geldi dediler. Ben de sizi görmekle şereflenmek için, bu armutları satın alıp, size hediye getirdim. Fakat küstahlık edip, armutların içinden birine bir işâret koydum ve en alta yerleştirdim. Eğer o zât evliyâ ise, bu armudu bulup bana verir diye düşündüm” dedi. “Öyleyse elindeki armuda bak, o işâret koyduğun armut mu?” buyurdu. “Evet efendim. O armuttur” dedi. Bundan sonra Behâeddîn Buhârî hazretleri buyurdu ki: “Allahü teâlânın evliyâ bir kulunu, bir kimsenin denemesi uygun değildir. Fakat işâretlediğin armudu bulup sana vermeseydik, sen bizden uzak kalır ve çok zarar görürdün. Resûlullahın (s.a.v.) bildirdiği yolda bulunan kimseyi imtihana hacet yoktur.” Armutları getiren kimse, yaptığı işten dolayı çok pişman olup, Behâeddîn Buhârî hazretlerinden af ve özür diledi.

Talebelerinden biri şöyle anlatmıştır: “Ben Semerkand’da oturuyordum. Behâeddîn Buhârî hazretlerinin keşf ve kerâmet sahibi büyük bir zât olduğunu duyunca, ona karşı muhabbetim iyice arttı. Sabrım kalmadı ve sohbetine kavuşmak için Buhârâ’ya gitmeye karar verdim. Yola çıkarken annem hırkamın bir yerine harçlık olarak dört tane altın dikti. Buhârâ’ya varınca, Behâeddîn Buhârî hazretlerinin sohbetine katıldım. Sohbeti sırasında beni öyle bir hâl kapladı ki, sabrım kalmadı. Orada bulunanlardan birine, Behâeddîn Buhârî hazretlerine beni talebeliğe kabûl etmesini söylemesi için rica ettim. O da durumumu arz etti. Bunun üzerine bana çok iltifât edip, kabûl ederiz. Fakat senden altın alırız buyurdu. “Ben fakirim, altınım yoktur” dedim. Talebelerine dönüp; “Bunun hırkası içinde dört altını var, yok diyor” dedi. Behâeddîn Buhârî hazretleri bunu söyleyince, hayretler içinde kaldım. Hemen hırkamı söküp, içindeki dört altını çıkarıp önlerine koydum. O mecliste bir çocuk vardı. Talebelerinden birine; “Al şu altınları bu çocuğa ver” buyurdu. O talebe alıp çocuğa verdi. Fakat çocuk asla almadı. Ne kadar zorladılarsa da çocuk almayınca, tekrar bana verdiler. Çok utanıp mahcub oldum. Bu hâdiseden sonra, Behâeddîn Buhârî hazretleri, talebeleri ile birlikte başka bir köye gitmek üzere yola çıktı. Ben de onlara katıldım. O köyde büyük bir sohbet meclisi kuruldu. Bir ara talebeleri, beni de talebeliğe kabûl etmesini arzettiler. Bu sefer yanımdaki altınları, o mecliste bulunan başka bir çocuğa vermemi söylediler. Verdim fakat, o çocuk da almadı. O kadar mahcub oldum ki, utancımdan sanki ölecektim. Talebeleri, beni talebeliğe kabûl buyurmaları için bir daha arz ettiler. O zaman buyurdu ki: “Hasislik, cimrilik, herkes için sevimsiz ve iğrenç bir sıfattır. Bilhassa Hak yolunda ilerlemek isteyen bir kimsenin hasislik etmesi çok kötü bir iştir.” Bundan sonra beni de talebeliğe kabûl etti. Beni irşâd ederek, dünyâ sevgisini kalbimden çıkardı. Hamdolsun tevekkül sıfata böylece kalbime yerleşti.”

Behâeddîn Buhârî hazretlerinin talebelerinden biri, bir yere gitmek istediği zaman kerâmetiyle havada uçarak gider, gideceği yere hemen varırdı. Diğer talebeleri onu bir iş için Kasr-ı âri-fân’dan Buhârâ’ya gönderdiler. Bu talebe havada uçarak giderken, Behâeddîn Buhârî hazretleri onun üzerinden tasarrufunu çekti. Talebe uçamaz oldu. Bu hâdise üzerine Behâeddîn Buhârî Hazretleri buyurdu ki: “Allahü teâlâ bana talebelerimin gizli açık bütün hâllerini bilmek ve onlar üzerinde tasarruf etme kudreti verdi. Arzu edersem, Allahü teâlânın izniyle talebelerime çeşitli hâller veririm ve yine ellerinden hâllerini alırım. Onları kabiliyetlerine göre terbiye ederim. Çünkü yetiştirici ve terbiye edici, yetiştirmek istediği kimseye yarayan ve en çok faydası olan şeyi yapar.”

Yine bir talebesi, Emîr Hüseyn şöyle anlatmıştır: Birgün hocam beni bir iş için Kasr-ı ârifân’dan Buhârâ’ya göndermişti. Bu gece Buhârâ’da kal, sabaha doğru geri dönersin dedi. Ben hemen yola çıktım. Yolda nefsimle mücâdele edip, “Ey nefsim! Acaba sen birgün ıslâh olacak mısın ve ben senin elinden kurtulur muyum?” diyordum. Ben nefsimi böyle azarlarken, karşıma nûr yüzlü bir zât çıktı. Bana dedi ki: “Sen bu yolda ne mihnet, ne meşakkat çektin ki, nefsini ayıplıyorsun? Bu yolda gelip geçen büyükler öyle mihnet ve meşakkat çekmişlerdir ki, senin bir zerresini bile çekmeğe tahammülün yoktur.” Sonra vefât etmiş olan büyüklerin isimlerini ve çektikleri meşakkatleri bir bir anlatıp, ta’rîf etti. Ben kusurlarımı kabûl edip, özür diledim. Bundan sonra karşı çıkan o zât, bana dağarcığından bir miktar hamur çıkarıp verdi. “Bu hamuru Buhârâ’da pişirip, yersin” dedi. Hamuru alıp yoluma devam ettim. Buhârâ’ya varınca, hamuru fırıncıya verdim. Fırıncı hamuru görünce hayret edip, “Şimdiye kadar böyle hamur görmedim” dedi. Bana kim olduğumu ve hamuru kimin verdiğini sordu. Ben de Behâeddîn Buhârî hazretlerinin talebesi olduğumu söyledim. Fırıncı hürmetle hamuru pişirip bana verdi. Bir parça koparıp ona verdim. Sonra hocamın emir buyurduğu işi bitirip, o gece Buhârâ’nın Gülâbâd mahallesindeki mescidde akşam ve yatsı namazını kıldıktan sonra, kıbleye karşı oturdum. Bu sırada canım elma istedi. O anda mescidin penceresinden birkaç elma attılar. Elmaları alıp ekmekle yedim. Gece yarısına kadar o mescidde kaldım. Sonra kalkıp yola çıktım. Sabaha doğru Kasr-ı ârifân’a vardım. Sabah namazını hocam Behâeddîn Buhârî ile kıldım. Hocam bana; “Sana hamuru veren kimdi bildin mi?” diye sordu. Bilemediğimi arz ettim. “O, Hızır (a.s.) idi” buyurdu. Sonra mescidin penceresinden bana atılan, elmalardan bahsetti. “O fırıncıya ne büyük saadet ki, senin verdiğin hamuru pişirdi ve ondan yemek nasîb oldu” buyurdu.

Behâeddîn Buhârî, Peygamber efendimizin (s.a.v.) sünnetine tam uyar, Peygamberimizin (s.a.v.) yaptığı şeyleri yapmağa çok gayret ederdi. Resûlullahın (s.a.v.) işlediği her sünneti işlerdi. Bir defasında Peygamberimiz (s.a.v.) Eshâb-ı Kirâm ile ekmek pişirmişlerdi. Şöyle ki, Eshâb-ı Kirâmdan bir grup, her biri bir parça hamuru alıp tandıra koymuştu. Peygamber efendimiz de mübârek eline bir parça hamur alıp tandıra koydular. Bir müddet sonra baktılar ki, Eshâb-ı Kirâmın koyduğu hamurlar pişmiş, fakat Peygamberimizin (s.a.v.) koyduğu hamur pişmemiş, olduğu gibi duruyordu. Ateş Peygamber efendimizin (s.a.v.) mübârek elinin dokunduğu hamura te’sîr etmedi. Behâeddîn Buhârî hazretleri, Resûlullaha uymak için, talebeleriyle aynı şekilde ekmek pişirdiler. Talebelerinin koyduğu hamurlar pişti. Fakat Behâeddîn Buhârî hazretlerinin koyduğu hamur aynen kaldı. Onun da mübârek elinin dokunduğu hamura ateş te’sîr etmedi. Resûlullaha (s.a.v.) uymaktaki derecesi bu kadar çok idi. İmâm-ı Rabbânî hazretleri bu husûsta şöyle buyurmuştur: “Her husûsta tâbi olana, tâbi olunanın kemâlâtından büyük pay vardır.”

Mevlânâ Abdullah-i Hâcendî, Şâh-ı Nakşibend Behâeddîn Buhârî’ye talebe olmasını şöyle anlatır: “Bir ara içime öyle bir ateş düştü ki, yerimde duramıyordum. Bana yol gösterecek bir âlim zâta talebe olabilmenin istek ve arzusuyla yanıyordum. İçimdeki arzu dayanılmaz duruma gelince, bulunduğum Hâcend’den ayrıldım ve Tirmiz’e kadar hep bunu düşündüm. Oradan Ârif-i kebîr Muhammed bin Ali Hakîm-i Tirmizî’nin kabrini ziyârete gittim. Sonra Ceyhun nehri kenarında bulunan mescide geldim. Orada namazı kıldıktan sonra, bir ara uyuya kalmışım. Rü’yâmda heybetli iki zât gördüm. Onlardan biri bana; “Ben Muhammed bin Ali Hakîm-i Tirmizî’yim, yanımdaki de Hızır aleyhisselâmdır. Sen hoca aramak için şimdilik zahmet çekme. Çünkü hem kimseyi bulamazsın, hem de istifâde edemezsin. Oniki sene sonra Buhârâ’ya gidip orada bulunan ve zamanın kutbu olan Behâeddîn Buhârî’ye talebe olur, ondan istifâde edersin” buyurdu. Bunun üzerine Tirmiz’den Hâcend’e geri döndüm. Aradan epey bir zaman geçtikten sonra, birgün çarşıda iki Türk gördüm. Gayr-i ihtiyâri peşlerinden gittim. Bir mescide girdiler. Namazdan sonra, aralarında bir hocaya bağlanmanın kıymeti ile ilgili husûslar konuşuyorlardı. Onlar böyle konuşurlarken, onlara karşı çok fazla ilgi duydum. Hemen acele ile dışarı çıkıp, çarşıdan birşeyler alıp yanlarına geldim. Beni yanlarında görünce, biri; “Bu, iyi bir insana benzer, bizim hocamızın oğlu İshâk’a talebe olabilir” dedi. Bu durum karşısında çok merak ettim ve o zâtın kim olduğunu sordum. Hâcend’e bağlı bir köyde olduğunu bildirdiler. Bunun üzerine o köye gittim, zâtı buldum. Fakat bana hiç yakınlık göstermedi ve iltifât etmedi. Bu hocanın herhâliyle temizliği yüzünden belli olan bir de oğlu vardı. Bu durum karşısında, bu temiz yüzlü çocuk, babasına dedi ki: “Babacığım, bu zât, sana talebe olmak ümidiyle buraya gelmiş, sen ise ona hiç yakınlık göstermiyorsun. Neden ilgilenmiyorsun, sebep nedir?” Bunun üzerine ağladı ve dedi ki: “Ey evlâdım, bu, Şâh-ı Nakşibend Behâeddîn Buhârî hazretlerinin talebelerindendir. Bizim onun üzerinde hiç bir hükmümüz yoktur.” Bunun üzerine ben tekrar Hâcend’e, memleketime döndüm ve hocamla ilgili bir işâretin çıkmasını bekledim.

Aradan bir zaman geçti, kalbim, beni Buhârâ’ya gitmeğe zorladı. O isteği bir an dahî te’hir etmeğe kadir değildim. Ben de hemen kalkıp Buhârâ’ya doğru yola çıktım. Bir zaman sonra Buhârâ’ya vardım ve Behâeddîn Buhârî hazretlerinin yerini öğrenip yanına gittim. Ne zamanki huzûr-i şerîfleri ile şereflendim, bana buyurdu ki: “Yâ Abdullah-i Hâcendî, senin daha üç günün vardır. Ya’nî sana bildirilen oniki senenin tamam olmasına daha üç günün vardır. Bunu unuttun mu?” Ben duyunca, adetâ kendimden geçtim. Sohbetinin muhabbeti benim kalbimin ufuklarına yerleşti. Artık hep onlara olan bağlılık ateşi ile yanıyordum.

Bir müddet sonra himmet istedim. Behâeddîn Buhârî: “Himmetin zamanı var” buyurdu. Bunun üzerine bir müddet daha sohbete devam etti. Birgün diğer talebeler ile birlikte sohbette bulunduğu bir sırada, Mevlânâ Muhammed Hirevî’ye; “Bana yaklaş, himmetin vakti geldi” buyurdu. Kalkıp Behâeddîn Buhârî hazretlerinin yanına yaklaştı. “Dikkat et de nasîbine kavuşasın” buyurarak, onu önüne oturttu. Sonra şehâdet parmağıyla Mevlânâ Muhammed Hirevî’nin dizine dokundu. Mevlânâ Muhammed Hirevî, birden bire kendinden geçti. Sonra onu tekrar eski hâline getirdi. “Haberin olsun ki, vakit geçiyor” buyurdu. Parmağını tekrar dizine dokundurdu. Tekrar kendinden geçti ve yere düştü. Yine eski hâline döndürüp; “Dikkatli ol, fırsat az kaldı” buyurdu. Mevlânâ Muhammed Hirevî ağlayıp, feryâd etmeğe, üstünü başını yırtmağa başladı. O bu hâlde iken, Behâeddîn Buhârî hazretleri; “Bu vakit, Bağ-ı zagan vakti değildir” buyurdu. Bu sözden de gayet mahzûn oldu. Sonra onu yine eski hâline döndürdü. Böylece onu, himmetiyle büyük ni’metlere kavuşturdu. O mecliste bulunanlar; “Bu vakit, Bağ-ı zagan vakti değildir” buyurmasının hikmetini merak edip sordular. Mevlânâ Muhammed Hirevî şöyle dedi: “Bağ-ı zagan, Hirat’da bir yer ismidir. Birgün bir dostum ile orada sohbet ederken, o zât bana demişti ki, günün birinde bir himmet sahibinin sohbetine kavuşursan, o gün beni unutma! Behâeddîn Buhârî hazretleri bana himmet edip, ihsânda bulununca, o arkadaşım hatırıma geldi. Hâce hazretlerinin “Bu vakit Bağ-ı zagan vakti değildir” buyurmasının hikmeti budur. Sonra o zât şöyle dedi: “Ben bu kadar yer gezip dolaştım, nice keşf ve kerâmet erbâbının sohbetinde bulundum. Fakat Behâeddîn Buhârî hazretleri gibi gizli sırlara vâkıf bir zâta rastlamadım. Zannederim ki, zamanımızda onun gibi keşf ve kerâmet sahibi bir zât yoktur.”

Büyük âlimlerden birisi anlatır: Gençlik zamanında, Hâce Behâeddîn Buhârî hazretlerini çok severdim. Himmetleri ile bende şaşılacak hâller meydana geldi. Bana dâima; “Beni hatırından çıkarma!” derdi. Ben de dâima onları düşünür, hatırlardım. Bu hâl üzere iken babam hacca gitti. Beni de beraberinde götürdü. Giderken Hirat’a uğradık. Hirat şehrini seyrederken, Hâce hazretlerini unuttum, bağlılık hatırımdan çıktı. O anda bendeki hâller gitti. Sonra İsfehan’a gittim. Orada bir büyük âlim var idi. Bütün İsfehanlılar ondan himmet ve duâ isterlerdi. O zâttan çok kerâmetler meydana gelmişti. Babam beni alıp, o zâtın huzûruna getirdi ve benim için ondan himmet istedi. Fakat ben Hâce hazretlerinden çok korktuğumdan, o zâtın huzûrundan dışarı çıktım. Sonra hacca gittik. Beytullah’ı ziyâret ettik. Dönüşte Hâce hazretlerinin ziyâreti ile şereflendiğim zaman, onu unuttuğum için çok çekiniyordum. Korktuğumu anlayıp; “Korkma, biz kusuru affederiz. Sen benim oğlumsun. Benim oğullarıma kimsenin tasarruf etmeye haddi yoktur” buyurup latife yollu; “Hirat’a gidince niçin beni unuttun?” deyip; “Unutmak kat’iyyen dostluğa sığmaz” mısra’ını okudular.”

Talebelerinden biri şöyle anlatmıştır: “Birgün Nesef’de bir kimse ile kavga ettim. O kimse benden çok incindi. Bir müddet sonra Buhârâ’ya gidip Hâce Behâeddîn Buhârî hazretlerini ziyâret ettim. Bana hiç iltifât etmediler. Birçok kimseleri araya koyup affetmelerini istedim, fayda vermedi. Fakat çok yalvardım. Buyurdu ki: “Nesefe gidip, incittiğin kimsenin hatırını hoş etmedikçe seni sohbetimizde bulundurmayız.”

Gayet üzüntülü olarak Nesef’e gittim. Dâima hazret-i Hâce’nin gelmesini beklerdim. Birgün geldiklerini işittim. Ve nihâyet evime geldiklerini gördüm. Hiç oturmayıp, kavga ettiğim o kimsenin evine gitti. Yüksek alınlarını, temiz yüzlerini o kimsenin kapısının eşiğine sürüp, ondan özür dilediler ve: “O günâhı ben ettim. Beni affeyle” buyurdu. O kimse, cihanın, yüzünü görmek şerefine kavuşmak için can feda etmeye hazır olduğu, zamanın kutbu, devrânın merkezi, evliyânın önderi bir zâtın böyle yalvarma ve özür dilemesini duyunca, şaşkına döndü, aklı başından gitti. Sonra kendine gelip, çok ağladı, inledi. Benim kusurumu affettikten sonra, kendisi böyle bir hâdiseye muhatab olduğu için özür dilemeye başladı. Hazret-i Hâce’nin ayaklarına kapanıp, tövbe ve inâbe edip, talebesinden oldu. Hâce hazretlerinin güzel ahlâkını duyanlar, kendisini sevip, ona bağlanıp, yoluna girip kurtuluşa erdiler.”

Behâeddîn Buhârî, Tûs şehrine gidip, birkaç gün kaldı. Birgün talebe ve ahbâbıyla Şeyh Mâşuk-ı Tûsî’nin kabrini ziyârete gittiler. Mezarın yanına gelince: “Esselâmü aleyke, yâ Mâşuk-ı Tûsî, nasılsın? lyimisin?” buyurdu. Kabirden şöyle bir ses duyuldu: “Ve aleykesselâm. İyiyim, çok rahatım. “Yanında olanların hepsi de, bu cevâbı duydular. Orada bulunanlardan biri, Behâeddîn Buhârî hazretlerinin büyüklüğüne inanmazdı. Bu kerâmeti görünce, tövbe etti. Bundan sonra talebelerinden ve sevdiklerinden oldu.

Hâce Behâeddîn Buhârî’ye, talebelerinden biri bir miktar elma hediye getirdi. O elmaları hazır bulunanlara bölüştürdü ve buyurdu ki: “Bir saate kadar, kimse kendi elmasını yemesin. Çünkü bu elmalar, şimdi tesbih ediyorlar.” Hâce hazretlerinin mübârek ağzından bu söz çıkar çıkmaz, orada bulunanlar, elmaların tesbih seslerini duymaya başladılar.

Talebesinden Emîr Hüseyn anlatır: “Hâce hazretleri bir gece; “Yarın filân dostumu ziyârete gideceğim, inşâallah onbeş güne kadar gelirim” demişti. Sabahleyin talebesi ile yola koyulup gittiler. O gün Hâce hazretlerinin ayrılığına dayanamayıp, onu görmek isteği beni kapladı. Hânekâhda benimle bir kişi daha kalmış idi. Akşam olunca ona: “Korkarım Hâce hazretleri kendilerine olan bu aşırı sevgimi keşf eder ve şefkat edip, bana acıyıp döner” dedim. Ertesi sabah gördüm ki, hazret-i Hâce dönüp geldi ve bana heybetle bakıp; “Ben sana demedim mi ki, onbeş gün sonra geleceğim. Sen ise önüme muhabbet dağını sed çektin. Ben o dağı nasıl aşıp gideyim?” buyurdu. Sonra mübârek yüzünü yanımızdaki talebesine çevirip, buyurdu ki: “Emîr Hüseyn sana; “Korkarım Hâce hazretleri yoldan döner gelir” demedi mi?” O da; “Evet” dedi. Hâce hazretleri buyurdu ku: “İşte o muhabbet ve arzulardır ki, önümüze sed çekti.” Bunun üzerine Hâce hazretlerinin celâlini müşâhede ettiğimde, kalbimde büyük bir ürperme zâhir olup, ayaklarına düşüp af diledim. Onlar da bu âciz hizmetçileri merhamet edip affetti ve: “Eğer maksadın benden ayrılmamak ise, beni seninle düşün. Çünkü ben, senden ayrı değilim. Bundan sonra, sakın beni senden ayrı sanma” buyurdular. Beyt:

“Nerede olursan seninleyim ben,
Kendini sakın, yalnız sanma sen.”

Birgün Behâeddîn Buhârî hazretlerinin huzûruna bir kimse gelip, selâm verdi. Selâmını aldılar ve ne için geldiğini sordular. Yüksek huzûrlarından bereketlenmeğe geldiğini söyledi. Hâce hazretleri de hâzır bulunan talebesine hitaben: “Ne dersiniz, vereyim mi?” buyurdu. Talebeler, “Hocamızın lütuf ve keremlerinin sonu yoktur, siz bilirsiniz” dediler. Bunun üzerine o kimseye şöyle bir baktı. Hemen o kimsede, acâib ve üstün hâller meydana geldi. Onu gören herkes ona âşık olur, kalbini ona verirdi.

Mevlânâ Necmeddîn anlattı: “Birgün Hâce hazretleriyle Buhârâ’nın etrâfında bir sahrada giderken, iki ceylanın gezdiğini gördük. Hâce hazretleri bana hitaben: “Hak teâlânın kulları yanına, bu ceylanlar gibi vahşî hayvanlar gelir. Sen de bunların yanına gelmesini dile” buyurdu. Ben: “Benim ne haddime ki, sizin huzûrunuzda kerâmet dileyeyim” dedim. Hâce hazretleri buyurdu ki: “Sen onlara teveccüh eyle. Onlar senin yanına gelirler.” Ben de onlara doğru iki adım gittim. O ceylanlar, koşarak yanıma gelip durdular. Hâce hazretleri buyurdu ki: “Hangisini tutarsan tut!” Ben hangisini tutmak istedimse, diğeri beni tut diye geldi ve onu tutayım dedim. Diğeri geldi. Ben hayretler içerisinde kalıp, birini tutamadım. O esnada Hâce hazretleri bir ceylanın sırtına mübârek elini koyup: “Sana lüzum kalmadı, ben tuttum” buyurdular. Sonra o ceylanları orada bırakıp gittik. Onlar ise arkamızdan bakıp durdular.”

Talebesinden biri şöyle anlatmıştır: Kasr-ı ârifân’da bir bostan ektim. Sulama vakti geldi. Fakat sular kesildiğinden, bostanı sulayamadım. Hâce hazretleri o günlerde bostanıma geldi ve buyurdu ki: “Bostanın sulama zamanı geldi” Ben dedim ki: “Sulama vakti geldi ama, sular kesildi.” Hâce hazretleri buyurdu ki: “Yer ve gökleri yaratan, sana su vermeğe kâdirdir. Sen su yollarını aç.” Ben de acele ile su yollarını açtım. O gece sabah oluncaya kadar suyu bekledim. Sabah vaktinde su geldi. Bostanı suladım. Hattâ bir miktar soğan ve sarımsak var idi. Onları da suladım. Su da kesildi. Dağlara yağmur mu yağdı diye düşündüm. Gittim, ırmak tarafına su akıyor mu diye baktım. Asla sudan bir nişan görmedim. Acaba bu su nereden geldi, diye şaştım kaldım. Sonra Hâce hazretlerinin ziyâretine gittim. Buyurdu ki: “Bostanı suladın mi?” “Evet, suladım” dedim. “Su kesildikten sonra ne yaptın?” buyurdu. “Irmağa gittim ve hiç su görmedim. Şaştım kaldım. Suyun nereden geldiğini anlıyamadım” dedim. Hâce hazretleri buyurdu ki: “Bunu sen gördün, kimseye söyleme.”

Talebesinden biri şöyle anlatmıştır: “Hâce hazretleri birgün bu fakirin hânesini şereflendirdi. Çok sevindim. Pazardan bir çuval un aldım, geldim. O unu Behâeddîn Buhârî hazretleri görünce; “Bu unu, çoluk çocuğun ile pişirip yiyin ve bunun sırrını kimseye söylemeyin” buyurdu. Hâce hazretleri o zaman evimde iki ay misâfir oldu. Talebelerinden bir kısmı da onun yanında idi. Çoluk çocuk ve diğer ahbâblarım, hepimiz, hatta Hâce hazretleri gittikten sonra, o undan çok zaman yedik. Un hâlâ ilk aldığımız gibi duruyordu. Asla eksilmedi. Sonra Hâce hazretlerinin mübârek sözünü unutup, o sırrı çoluk çocuğuma anlattım. Bunun üzerine o undan bereket kesilip, un tükendi.”

Seyyid Emîr Külâl hazretlerinin oğlu Emîr Bürhâneddîn şöyle anlatmıştır: “Birgün Buhârâ’da Hâce hazretleri hânekâhımıza teşrîf ettiler. Sohbet esnasında bast hâlinde olduğunu hissedip; “Efendim, Mevlânâ Ârifi çok özledim. Ona teveccüh edip, Nesef’den gelmesini sağlayınız da görüşelim” dedim. Hazret-i Hâce, hânekâhın avlusuna çıktı. Üç kere; “Mevlânâ Ârif!” diye seslendi ve sonra; “Mevlânâ Ârif, çağırdığımı duydu. Acele kalktı, geliyor” buyurdu. Bir gün sonra, Mevlânâ Ârif, Nesef’den Buhârâ’ya geldi ve doğruca hânekâha girdi. Ben de durumu ona anlattım. O dedi ki: “Dünkü gün filân saatte, eshâbımla mecliste sohbet ederken, Hâce hazretlerinin gel sesi, kulağıma geldi. Ben de acele ile kalktım geldim.”

Behâeddîn Buhârî hazretleri, birgün İshâk isminde bir talebesinin evine teşrîf etmişlerdi. Orada bulunan talebeler, yemek pişirmek için tandıra çok odun koyup, ateş yakmışlardı. Her biri bir işle meşgûl oldukları sırada, tandırın ateşi alevlenip, tandırdan dışarı çıktı. Bunun üzerine hazret-i Hâce mübârek ellerini tandıra sokunca, Allahü teâlânın inâyeti ile tandırın ateşi sakin oldu. Mübârek ellerini tandırdan çıkardığı zaman, ne elbisesine birşey olmuş, ne de ellerinden bir tüyleri yanmış idi.

Derviş Muhammed Zâhid şöyle anlatmıştır: “İlk zamanlarımda, Hâce hazretleri ile birgün sahrada gidiyorduk. Bahar günlerinden bir gün idi. Canım karpuz yemek istedi. Hâce hazretlerinden bir karpuz istedim. Bunun üzerine Hâce hazretleri bana; “Muhammed, çay kenarına git” buyurdu. Ben de, o sahrada akan bir çayın kenarına gittim. Suyun üzerinde, Baba Şeyh karpuzu denilen sulu karpuzları gördüm. Su üzerinde yüzen karpuzlardan biri, kenara yanaşıp durdu. Aldım, henüz bostandan kopmuş gibi olduğunu gördüm. Hâce hazretlerinin huzûruna bıraktım. Buyurdu ki: “Bu karpuzu kes de yiyelim.” Ben de kestim. Hâce hazretleri ile yedik. Bu büyük kerâmeti hazret-i Hâce’den gördüğümde, onun, vilâyet ve tasarrufun en yüksek derecesinde olduğuna i’tikâdım arttı. Bu yüzden de çok şeylere kavuştum.”

Hâce hazretlerinin talebelerinden birisi şöyle anlatmıştır: “Birgün Hâce hazretlerinin sohbetlerine kavuşma arzusu içime doğdu. O arzu ile Taşkend vilâyetinden Buhârâ’ya hareket ettim. Hanımım bir miktar altın getirip bana verdi ve; “Bu altınları Hâce hazretlerine ver” dedi. Niçin gönderiyor diye merak ettim. Sordum, fakat söylemedi. Hazret-i Hâce’nin sohbeti ile şereflendiğim zaman, o altınları önüne koydum. Görünce, tebessüm ederek buyurdu ki: “Bu altınlardan çocuk kokusu geliyor. Ümîd ederim ki, cenâb-ı Hak sana bir çocuk verecektir.” Hâce hazretlerinin bereket ve himmetlerinden Hak sübhânehû ve teâlâ hazretleri bana bir sâlih oğul ihsân etti.”

Alâüddîn-i Attâr (kuddise sirruh) anlatır: “Dervişlerden biri birgün bana, kalbin nasıl olduğunu sordu. “Nasıl olduğunu bilmiyorum” dedim. “Ben kalbi, üç günlük ay gibi görüyorum” dedi. Bunu üstadım ve efendim Şâh-ı Nakşibend hazretlerine anlattım. “Bu, onun kalbine göredir.” buyurdu. Ayakta duruyorduk. Ayağını ayağımın üzerine koydu. Birden kendimden geçtim. Bütün mevcûdâtı kalbimde bir arada gördüm. Kendime gelince: “Kalb böyle olunca, onu bir kimse nasıl anlıyabilir. Bunun için hadîs-i kudsîde Allahü teâlâ; “Yere ve göğe sığmam, mü’min kulumun kalbine sığarım” buyurdu dedi. Bu derin sırlardandır. Anlıyan anladı.”

Talebelerinden biri anlatır: “Merv’de, Behâeddîn Buhârî hazretlerinin huzûrunda idim. Buhârâ’daki ehlimi, akrabamı çok göresim geldi. Kardeşim Şemsüddîn’in vefât haberi geldi. Hazret-i Hâce’den izin istemeğe cesâret edemedim. Yakınlarından olan Emîr Hüseyn’e, bana izin almasını rica ettim. Cum’a namazını kılıp mescidden çıkınca, Emîr Hüseyn, kardeşimin ölüm haberini hazret-i Hâce’ye arz etti. “Bu nasıl haberdir! Onun kardeşi sağdır. Onun kokusunu alıyorum, hem de pek yakından” buyurdu. Sözleri biter bitmez, kardeşim Buhârâ’dan çıkageldi. Behâeddîn Buhârî’ye selâm verdi. Bunun üzerine hocam; “Ey Emîr Hüseyn! işte Şemsüddîn!” buyurdu.

Alâüddîn-i Attâr anlatır: Hazret-i Hâce (kuddise sirruh) Buhârâ’da idi. Eshâbının ileri gelenlerinden Mevlânâ Ârif, Hârezm’de idi. Birgün eshâbı ile, görme sıfatı üzerinde konuşuyordu. Söz arasında; “Mevlânâ Ârif, şu anda Hârezm’den Serâ’ya doğru yola çıktı ve filân yere ulaştı” buyurdu. Bir müddet sonra; “Kalbime geldi ki, Mevlânâ Ârif, Serâ’ya gitmekten vaz geçti. Şu anda Hârezm istikâmetine doğru geri döndü” buyurdu. Talebeleri, bu konuşmanın olduğu gün, saat ve târihi bir yere yazdılar. Bir zaman sonra, Mevlânâ Ârif, Hârezm’den Buhârâ’ya geldi. Behâeddîn Buhârî’nin buyurduklarını ona anlattılar. “Tam buyurduğu gibi olmuştur” dedi. Talebeleri hayretler içinde kaldı.

Talebelerinin büyüklerinden Şeyh Hüsrev anlattı: Birgün hazret-i Hâce’yi ziyârete gittim. Onu bahçede buldum. Havuzun yanında duruyor, tanımadığım bir kimse ile beraberdi. Ona selâm verince, o şahıs ayrılıp, bahçenin bir kenarına doğru gitti. Hazret-i Hâce, bana; “Bu gördüğün Hızır’dır, iki defadır geliyor. Kendisiyle konuşmuyorum, susuyorum. Ve Allahü teâlânın yardımı ile, zâhir ve bâtında ona karşı bir meyil, yakınlık bulmuyorum” buyurdu. İki-üç gün sonra, yine onu, bahçede hocam ile beraber gördüm. Bir ay sonra, Buhârâ çarşısında ona rastladım. Bana güldü. Ona selâm verdim. Boynuma sarılıp beni kucakladı ve hâlimi sordu. Kasr-ı ârifân’a gittiğimde, hocam Behâeddîn Buhârî bana; “Buhârâ çarşısında Hızır’la buluştun değil mi?” buyurdu.

Âlimlerden biri, Behâeddîn Buhârî’nin talebelerinden bir grupla Irak’a gitti. O anlatır: “Yolda Semnân şehrine varınca, burada ismi Seyyid Mahmûd olan, mübârek bir kimsenin bulunduğunu ve hocamızı çok sevenlerden olduğunu duyduk. Topluca onun ziyâretine gidip, hocamıza bağlılığının sebebini sorduk. Dedi ki: Resûlullahı (s.a.v.) rü’yâda gördüm. Çok güzel bir yerde idi. Yanında heybetli bir zât var idi. Ben, Resûlullaha, yahut o kadri yüce zâta, tevâzu ile, edeb ile yaklaşıp; “Sohbetinizle şereflenemedim, bereketli zamanınızda ve huzûrunuzda bulunamadım, bu büyük ve eşsiz saadeti kaçırdım, şimdi ne yapayım?” diye arz ettim. Bana; “Bereketime ve beni görmek faziletine kavuşmak istersen, Behâeddîn’e mütâbeat eyle, ya’nî ona uy” buyurdu ve yanında duran mübârek zâtı işâret etti. Bundan önce Behâeddîn Buhârî’yi görmemiş idim. Uyanınca ismini ve şeklini, şemâlini bir kitabın üstüne yazdım. Uzun zaman sonra, bir manifaturacı dükkânında oturuyordum. Nûrlu ve heybetli bir zât gördüm. Geldi ve dükkânda oturdu. Yüzünü görünce, o simayı hatırladım. Birden bende büyük bir hâl ve değişme oldu. Kendimi toparlayınca, evime gelip şereflendirmesini rica ettim. Kabûl buyurdu. Kalktık, o önde ben arkalarında yürüdük. Bizim eve gelinceye kadar, hiç dönüp bana bakmadı. Ondan gördüğüm ilk kerâmet buydu. Çünkü o, bizim evin nerede olduğunu, daha önceden bilemezdi. Doğruca bizim eve gitti. Sonra kütüphânemin bulunduğu odaya girdi. Çok kitabım vardı. Elini uzatıp bir kitap çıkardı. Bana uzattı ve; “Bu kitabın üzerine ne yazdın?” buyurdu. Bir de ne göreyim, Yedi sene önce gördüğüm ve târihini yazdığım rü’yâ orada yazılı idi. Bu kerâmetlerinden, daha ilk anda bende büyük bir hâl hâsıl oldu. Kendime gelince, bana lutf ile mukâbele edip, beni talebeliğe kabûl buyurdu ve kapısında hizmet edenlerin saadeti ile şereflendirdi.”

Talebelerinden biri anlatır: “Hazret-i Hâce’nin sohbeti ile şereflendiğimde, talebelerinin büyüklerinden olan Şeyh Şâdî, bana çok nasihat etti ve edebden bahsetti. Bana emrettiklerinden biri; hazret-i Hâce’nin bulunduğu yere doğru hiçbirimiz ayağımızı uzatmayız nasihati idi. Birgün hava çok sıcaktı. Gazyût’tan Kasr-ı ârifân’a Hâce hazretlerini ziyârete geliyordum. Bir ağacın gölgesinde dinlenmek için yattım. Bir hayvan gelip, ayağımı iki kere kuvvetlice tekmeledi. Fırladım kalktım. Ayağım çok fazla ağrıyordu. Tekrar yattım. Yine o hayvan gelip beni tekmeledi. Kalkıp oturdum ve sebebini düşünmeğe başladım. Nihâyet Şeyh Şâdî’nin nasihatim hatırladım ve ayaklarımı, hocamızın o anda bulunduğu Kasr-ı ârifân’a doğru uzatarak yatmış olduğumu anladım.”

Alâüddîn-i Attâr şöyle anlatmıştır: “Hocamız, Emîr Hüseyn’e, kış mevsiminde çok odun toplamasını emr etti. Odun toplama işi bittiğinin ertesi günü, kırk gün devam eden kar yağmağa başladı. Sonra Hâce hazretleri, Hârezm’e gitmek için yola çıktı. Şeyh Şâdî de hizmetinde idi. Hırâm nehrine geldiklerinde, suyun üzerinden yürümesini ona emr etti. Şeyh Şâdî korktu, çekindi. Bir defa daha emr etti. Yine yapamadı. O zaman büyük bir teveccühle ona baktı. Bununla kendinden geçti. Kendine gelince, ayağını suyun üzerine koyup yürüdü. Suya batmadı. Hocamız da arkasından yürüdü. Suyun üzerinden karşıya geçince, Hocam; “Bak bakalım, pabucun hiç ıslandı mı?” buyurdu. Baktığında, Allahü teâlânın kudreti ile, en küçük bir ıslaklık yoktu.”

Talebelerinden biri anlatır: “Hâce hazretlerini sevmem ve sohbetinde bulunmamın sebebi şudur: Birgün Buhârâ’da dükkânımda idim. Gelip dükkânıma oturdu ve Bâyezîd-i Bistâmî’nin ba’zı menkıbelerini anlatmağa başladı. Anlattığı menkıbelerden biri şu idi: “Bâyezîd-i Bistâmî buyurdu ki: “Elbisemin eteğine bir kimse dokunsa, bana âşık olur ve ardımdan yürür.” Ve sonra buyurdu ki: “Ben derim ki, eğer kaftanımın kolunu hareket ettirsem, Buhârâ’nın büyükleri, küçükleri bana âşık ve hayran olup, ev ve dükkânlarını bırakarak bana tâbi olurlar.” O sırada elini yeni üzerine koydu. O anda gözüm yenine daldı. Beni bir hâl kapladı. Kendimi kaybettim. Uzun zaman öyle kalmışım. Kendime gelince, muhabbeti beni kapladı. Ev ve dükkânı terk edip, hizmetini canıma minnet bildim.”

Şeyh Ârif-i Dîkerânî, Seyyid Emîr Külâl’in halîfelerinin büyüklerindendi. O anlatır: Birgün, Behâeddîn Buhârî hazretlerini, Kasr-ı ârifân’da ziyârete gittik. Buhârâ’ya döndüğümüzde, oranın fakirlerinden bir grup da bizimle beraberdi. Onlardan biri, Behâeddîn Buhârî (r.a.) aleyhinde konuştu. Sen onu tanımıyorsun, Allahın evliyâsına karşı sû-i zan ve sû-i edebde bulunman uygun değildir dedik. Susmadı. Bir eşek arısı gelip, ağzına girdi ve dilini soktu. Dayanamıyacak kadar canı yandı. Bu, o büyük zâta edebsizliğinin cezasıdır dedik. Çok ağladı, pişman oldu, tövbe etti. Ona karşı i’tikâdını düzeltti ve hemen ağrısı geçti.

Bir defasında Kıpçak çölü askerleri, Buhârâ’yı bir müddet kuşattılar. Buhârâlılar çok zor günler yaşadı. Birçok insan öldü. Buhârâ vâlisi, husûsî adamlarından birini hazret-i Hâce’ye gönderip; “Düşmana karşı koyacak gücümüz yok. Her çâremiz tükendi, plânlarımız bozuldu. Sizin yüksek kapınıza sığınmaktan başka çâremiz kalmadı. Bizi bu zâlimlerden siz kurtarırsınız. Müslümanların onların elinden kurtulması için Allahü teâlâya yalvarınız, duâ ediniz. Şimdi yardım zamanıdır” deyip, ricada bulundu. Hazret-i Hâce; “Bu gece Allahü teâlâya yalvarırız. Bakalım Allahü teâlâ ne yapar” buyurdu. Sabah olunca, altı gün sonra bu belânın kalkacağı müjdesini onlara verdi ve; “Vâlinize böyle müjde verin!” buyurdu. Buhârâlılar bu müjdeye son derece sevindiler. Buyurduğu gibi oldu. Altı gün sonra, şehri kuşatan düşman askerleri çekilip gitti.

Kendisi anlatır: “Sâdık talebe Muhammed Zâhid’le kıra çıkmıştık. Ellerimizde baltalar vardı. Bizde bir hâl zâhir oldu. Baltaları bırakıp, konuşmağa daldık. Sonunda söz; “Kulluk ve feda” ya geldi. “Feda; eğer dervişe öl derlerse, hemen ölmesidir” dedim. Bunu derken, bende öyle bir sıfat göründü ki, Muhammed Zâhid’e dönerek; “Öl!” dedim. O anda düşüp öldü. Çok üzüldüm. Hava çok sıcakti. Bir ağacın gölgesine gittim oturdum. Hayret içindeydim. Geri dönüp yanına geldim. Gördüm ki, sıcaktan yüzü kararmaya başlamıştı. Hayretim arttı. Bu hayrette iken, ansızın gönlüme ilham geldi. Üç kere; “Muhammed, diril!” dedim. Dirilip kalktı.”

Hazret-i Hâce, Herat melîkinin arzusuyla Tûs’dan Herat’a geldiklerinde, Pâdişâhın sarayına girdi. Her uğradığına dikkatle baktı. Kapıcıdan vezirlere kadar, herkeste bir hâl ve değişiklik oldu. Hâlden hâle girdiler. Kendilerinde olmayan mertebelere kavuştular.

Ya’kûb-i Çerhî (k.s.) anlatır: Buhârâ’nın âlimlerinden ilim öğrenip fetvâ vermeğe icâzet aldıktan sonra, memleketime dönmeği düşündüm. Hazret-i Hâce’ye uğrayıp; “Beni hâtırınızdan çıkarmayın” dedim ve çok yalvardım. “Gideceğin zaman mı, yanımıza geldiniz?” buyurdu. “Hizmetinize müştakım” dedim. “Hangi bakımdan?” buyurdu. “Siz büyüklerdensiniz ve herkesin makbûlüsünüz” dedim. “Bu kabûl şeytanî olabilir, daha sağlam delîlin var mı?” buyurdu.

Sahih hadîsde; “Allahü teâlâ bir kulunu severse, onun sevgisini kullarının kalbine düşürür” buyuruluyor dedim. Tebessüm edip; “Biz azîzânız” buyurdu. Bunu duyunca, birden hâlim değişti. Bir ay önce rü’yâda birisi bana: “Git, Azîzân’ın talebesi ol” demişti. Onu unutmuştum. Onlardan duyunca, bu rü’yâyı hatırladım. Yine devam ederek anlatır: “Hazret-i Hâce,ye, beni şerefli hatırınızdan çıkarmayın” dedim. Bunun üzerine; “Bir kimse Azîzân hazretlerinden, beni unutmayın diye ricada bulundu. O da Allahtan başka hâtırımda birşey kalmaz. Yanımda birşey bırak ki, görünce hâtırıma gelsin buyurdu” diye anlattıktan sonra, mübârek takyelerini bana verip: “Senin bana bırakacak bir şeyin yoktur. Bari bu takyeyi sakla! Bunu gördüğün zaman beni hatırlarsın, beni hatırladığın zaman yanında bulunsun” buyurdu. Ayrılırken: “Bu yolculukta, muhakkak Mevlânâ Tâcüddîn Deşt-i Gülekî’yi gör! O evliyâullahdandır” buyurdu. Hâtinma; “Ben Belh’e gidip, oradan vatanıma varırım; Belh nerede, Deşt-i Gülek nerede?” diye geldi. Sonra Belh yolunu tuttum. Ama öyle bir zarûret hâsıl oldu ki, yolum Deşt-i Gülek’e düştü. Hazret-i Hâce’nin işâreti aklıma gelip, şaştım kaldım.

En büyük halîfesi ve yerine irşâd makamına geçen Hâce Alâüddîn-i Attâr (r.a.) buyurdu: “Hâce Behâeddîn Buhârî hazretlerinin bereketi ile kendisinden ettiğim istifâdeyi beyân edip, ifşa etsem, bütün dünyâyı evliyâlık makamına ulaştırırım. Ama Allahü teâlânın âdet ve irâdesi böyle değildir.” Hazret-i Azîzân, ya’nî Ali Râmîtenî (r.a.) buyurdu ki: “Bu büyükler, bütün dünyâyı, önlerindeki sofra gibi görürler. Biz deriz ki, belki tırnağın yüzü gibidir. Onların nazarından bir şey örtülü değildir.”

Alâüddîn-i Attâr (k.s.) anlatır: “Şâh-ı Nakşibend hazretleri beni kabûl edince, kendilerini o kadar sevdim ki, sohbetlerinden ayrılmıyacak hâle geldim. Bu hâlde iken, birgün bana dönüp; “Sen mi beni sevdin, ben mi seni sevdim?” buyurdu. “İkram sahibi zâtınız, âciz hizmetçisine iltifât etmelisiniz, hizmetçiniz de sizi sevmelidir” diyerek cevap verdim. Bunun üzerine; “Bir müddet bekle, işi anlarsın!” buyurdu. Bir müddet sonra, kalbimde, onlara karşı muhabbetten eser kalmadı. O zaman; “Gördün mü, sevgi benden midir, senden midir?” buyurdu. Beyt:

“Eğer ma’şûktan olmazsa muhabbet âşıka,
Âşığın uğraşması ma’şûka kavuşturamaz aslâ.”

Bir kimse hazret-i Hâce’nin ziyâretine geliyordu. Yolunda nehir vardı. Suya girmeden üzerinden yürüyüp geçsem dedi. Dediği gibi oldu. Hazret-i Hâce’nin huzûruna gelince; “Evden çıktığından beri seni gözetiyorum. Ayağını suya koyunca, elimi ayağının altına koydum. İstersem, kalbindeki bütün hâlleri alırım” buyurup, o zâtın bütün hâllerini aldılar. Tekrar kalbine verdiler. Tekrar aldılar ve tekrar hepsinden yüksek hâl ve feyzler verip, onu yükseklere çıkardılar.

Seyyid Bürhâneddîn, Hâce hazretlerine bir mikdâr balık getirdi. Hâce hazretleri bağda idi. Balıkları da bağda pişirmek istediler. İlkbahar mevsimiydi. Hâce hazretleri balıkları pişirirken, gök yüzünü büyük bir bulut kapladı. Yağmur yağmaya başladı. Hâce hazretleri Seyyid Emîr Bürhâneddîn’e; “Duâ et, benim olduğum yere yağmur yağmasın!” buyurdu. Bürhâneddîn; “Efendim, benim ne haddime?” dedi. Hâce hazretleri; “Benim dediğimi yap” buyurdu. Seyyid Bürhâneddîn emre uyarak duâ etti. Kudret-i ilâhî ile Hâce hazretlerinin olduğu yere yağmur yağmadı. Diğer yerlere o kadar yağdı ki, suları, sel gibi yanımızdan akıyordu. Bu hâli görenler hayretler içinde kaldı. Bu kerâmetten çokları istifâde ettiler.

Mevlânâ Ârif anlatır: “Kış günü idi. Hâce hazretleri ile bir yolda gidiyorduk. Ayağımda ne çizme, ne de ayakkabı vardı. Yolda büyük bir kar fırtınasına tutulduk. İşim çok zorlaştı. Kalbimden Hâce hazretlerine; “Biz ne hâle düştük, ne olacağız?” dedim. O anda Hâce hazretlerinde bir başka hâl zuhur edip, heybetle gökyüzüne doğru baktı. Hemen kar dindi. Gök yüzü açılıp, güneş çıktı ve hava çok güzel oldu. Rahatça gideceğimiz yere vardık.

Bir defasında Gadiret köyünde, Şeyh Şâdî’nin evinde dervişler toplanıp sütlâç pişirdiler. Tencereyi sofraya getirdiler. Hepsi oturup yemeğe başlayacakları zaman, hiçbiri elini uzatıp, bir kaşık yemek yiyemedi. Yemeği kaldırıp tekrar tencereye koydular ve bunda bir hikmet var dediler. Bir saat sonra, Hâce hazretleri oraya teşrîf etti ve buyurdu ki: “Ben Kasr-ı ârifân’dan çıkıp buraya doğru gelirken, siz tencereyi ocağa koydunuz. Biraz yürüdüm, gördüm ki, pişirip sofraya getirdiniz, yemek istediniz. Ben de ellerinizi ve ağzınızı tuttum ki, ben gelmeyince yemeyesiniz!” Dervişler, Hâce hazretlerinin kerâmetini görünce, neş’elenip, sütlâcı sahana koyup getirdiler. Hep beraber, zevk ve şevkle oturup yediler.

Hâce hazretleri, talebeleri ile bir kimsenin evinin terasında otururlarken, gönülleri yakan, kalblere te’sîr eden bir sohbet ettiler. Sohbet esnasında talebelerine; “Siz mi beni buldunuz, ben mi sizi buldum?” dediler. Talebeleri; “Biz sizi bulduk” dediler. “Madem ki, siz beni buldunuz, bu terasta beni bulun” buyurup, talebelerinin gözünden kayboldu. Talebeleri her tarafı arayıp, bulamadılar. Söyledikleri söze pişman olup; “Sizin cazibeniz olmasa, siz lutf etmeseniz, kim sizin sohbetinize kavuşabilir?” deyip özür dilediler. Bunun üzerine Hâce hazretleri kendisini gösterdi. Biraz önce oturdukları yerde, aynı şekilde oturuyordu.

Bir defa buyurdu ki: “Bizim yolumuz Urvet-ül-Vüskâ’ya çıkar. Ya’nî Resûlullahın (s.a.v.) sünnetine uymak ve Eshâb-ı Kirâmın hâllerine bakmaktır. Bunun için bu yolda az bir amel, büyük fütuhatlara, neticelere sebep olur. Sünnete uymak çok büyük bir iştir. Bu yoldan yüz çeviren, dînini tehlikeye atmış olur.”

Talebelerinin en meşhûru olan Alâeddîn-i Attâr hazretleri şöyle anlatmıştır: “Birgün Behâeddîn Buhârî’nin huzûrunda bulunuyordum. O gün hava kapalı idi. Bana; “Öğle namazı vakti girdi mi?” dedi. “Hayır” dedim. “Semâya bir bak” buyurdu. Gök yüzüne bir baktım ki, melekler toplanmış öğle namazı ile meşgûl oluyorlardı. Gözlerimdeki perde kalkıp bu hâli görünce bana; “Sen hâlâ öğle vakti olmamış diyorsun” buyurdu. Hocama verdiğim cevaptan dolayı çok utandım, bir müddet bu hâdisenin ezikliğim duydum.”

Behâeddîn Buhârî hazretleri Buhârâ’da, yaz mevsiminde bir akşam, talebeleriyle birlikte Atâullah adında bir zâtın evinin damında oturmuş sohbet ediyordu. Mübârek ağzından inci gibi güzel sözler dökülüyor, dinleyenlere feyz saçıyordu. Evin yakınında Buhârâ vâlisinin sarayı vardı. O akşam vâli de, sarayının damında adamlarıyla birlikte def ve çalgı çalıp, eğleniyordu. Ses her tarafa yayılıyordu. Behâeddîn Buhârî; “Bizim bu sesleri işitmemiz caiz değildir, kulağımıza pamuk tıkamak lâzımdır” dedi. Böyle söyledikten sonra, sohbet meclisinde bulunan talebeleri ve kendisi, çalgı sesini işitmez oldular. Hâlbuki vâli ve adamları sabaha kadar çalgı çalmışlardı. Sabahleyin komşular, Behâeddîn Buhârî hazretlerinin talebelerine; “Biz çalgı sesinden sabaha kadar uyuyamadık, siz nasıl durabildiniz?” dediler. Talebeler; “Hocamız bu sesi dinlememiz uygun olmaz, kulağımıza pamuk tıkamamız lâzımdır” buyurdu. O andan i’tibâren sabaha kadar hiç çalgı sesi işitmedik” dediler. Bu durum, o vâliye anlatıldı. Vâli durumu öğrenince, yaptığı işe pişman olup, tövbe etti. Bu hâdise Buhârâ’da günlerce anlatıldı. Herkes Behâeddîn Buhârî’nin büyüklüğünü gördü. Ona muhabbetleri daha çok arttı.

Behâeddîn Buhârî hazretleri Kâ’be’yi ziyârete giderken, Horasan’a uğramıştı. Orada Hâce Mueyyiddîn adında bir zâtın evinde misâfir olup, birkaç gün kaldı. Bu sırada birgün, Kârubanî saray mesiresine gitmişlerdi. Orada huzûruna bir derviş geldi. Dervişe iltifât edip; “Bunlar bizim sevdiklerimizdendir, fakat bizi tanımazlar” dedi. Sonra o dervişi yanına alıp, misâfir kalmakta olduğu eve götürdü. Ev sahibi yemek koyunca, ev sahibine; “Bugün şehrimizdeki Allah dostlarından birini bulup getirdim. Müsâade ederseniz bizimle birlikte yemek yesin” dedi. Ev sahibi; “Hay hay efendim, emrediniz sofraya gelsin” dedi. Bunun üzerine o derviş de sofraya oturdu. Yemekten sonra sohbete başladılar. O derviş ile tarikat hâllerinden ve hakîkat sırlarından bahsettiler. Bir müddet sohbetten sonra, o derviş müsâade isteyip, gitmek üzere kalktı. Oradan, havada uçarak ayrılıp gitti. Behâeddîn Buhârî, dervişin bu hâline tebessüm edip; “Bu kolay işdir” buyurdu. Yatsı namazı vaktinde, o derviş tekrar geldi. Behâeddîn Buhârî ona uçarak ayrılıp gitmesini sorarak; “Allah dostlarının yanında böyle işler mu’teber değildir. Allahü teâlâ, ba’zı kullarına öyle sırlar ihsân etti ki, bu sırlardan birini insanlara gösterse, halk perişan ve mahv olur” buyurdu. Derviş zât; “Ben, kırkbeş seneden beri denizlerde ve karada dolaşırım, söylediğiniz gibi tasarruf sahibi bir zât bulamadım. On defa Kâ’be’yi ve on defa Resûlullahın (s.a.v.) kabr-i şerîfini ziyâret ettim. Bahsettiğiniz sırlardan birisinin kokusunu bile duymadım” dedi. Behâeddîn Buhârî hazretleri o dervişe dedi ki: “Bir an bana teslim olursan, sana nice sırları koklamak nasîb olur ve âlemde öyle kimse olup olmadığına anlarsın.” Derviş; “Peki” deyip teslim oldu. Yanına oturdu. Behâeddîn Buhârî şehâdet parmağı ile dervişe dokundu. Derviş kendinden geçip yere yıkılıverdi. Nefesi dahî kesildi. Bir müddet öylece kaldı. Sonra şehâdet parmağım dervişin alnına dokundurdu. Derviş kendine gelip Kelime-i şehâdet getirerek kalktı, özür ve af dileyerek şöyle dedi: “Cahillik ettim. Sizin gibi Allahın sevgili bir kulunun huzûrunda edebsizlik ettim. Uygunsuz sözler söyledim. Kerem ve ihsân ediniz, küstahlığıma bakmayıp, beni bağışlayınız ve terbiye ediniz. Bunca zamandır gezip dolaştım ve hep sizin gibi kemâl ehli bir büyük âlim aradım. Şimdi himmetiniz bereketiyle aradığımı buldum.” Bunun üzerine Behâeddîn Buhârî buyurdu ki: “Bu mertebeye erişmek için, Allahü teâlânın rızâsına uygun amel işlemek ve O’nun sevgili bir kuluna teslim olmak lâzımdır.” Derviş dedi ki: “Emriniz başım üstüne, emir buyurun, hizmetinizde Kâ’be’ye gideyim.” “Sen on defa Kâ’be’ye gitmişsin” buyurunca; “Sizinle gitmeyi arzu ediyorum” dedi. Dervişe dedi ki: “Senin için hayırlı olan şudur: Sen Herat’a git ve bize bağlılığını sürdür. Derviş söz dinleyip, Herat’a gitti. Behâeddîn Buhârî hazretleri de, talebeleriyle birlikte Kâ’be’ye gitmek üzere misâfir olduğu evden ayrılıp, Horasan’dan yola çıktılar.

Hâce Behâeddîn Nakşibend hazretleri, Buhârâ’nın Gülâbâd semtinde bir talebesinin evinde bulunuyordu. Bu sırada kapının önüne bir atlı gelip durdu. İçerden Hâce hazretleri atlıya seslenip; “İçeri gel! Aradığın buradadır” buyurdu. Atlı bu da’veti işitip, atından indi. Kapıyı açtı ve içeri girdi. Gelen zâta; “Gördün mü, seni buraya çektik. Tirmiz’e hakîkati aramak için gidiyordun” buyurdu. İçeri giren o yolcu, Behâeddîn Buhârî hazretlerinin elini öptü ve şöyle dedi: “Buyurduğunuz gibi, Tirmiz’e bana doğru yolu gösterecek birini aramaya gidiyordum. Fakat yolda bir yere vardım, artık atım yürümez oldu. Ne kadar zorladıysam da bir türlü yürütemedim. Bir adım bile atmadı. Anladım ki, bunda bir sır vardır. Atın dizginlerini serbest bıraktım. At dönüp Buhârâ yoluna düştü. Hiç dokunmayıp, kendi hâline bıraktım. Nereye gidecek diye merak ediyordum. Nihâyet geldi, bu evin kapısının önünde durdu. Bunun üzerine Behâeddîn Buhârî o kimseye iltifât edip, yetiştirmek üzere talebeliğe kabûl etti.

Behâeddîn Buhârî hazretleri hacda iken hacılar Mina’da kurban kesiyorlardı. “Bizim de kurban kesmemiz lâzım, fakat biz oğlumuzu kurban edeceğiz” buyurdu. Talebeleri bu sözde bir hikmet vardır diyerek, o günün târihini kaydettiler. Hacdan sonra Buhârâ’ya döndüklerinde, Behâeddîn Buhârî’nin o sözü söylediği gün, oğlunun vefât etmiş olduğunu öğrendiler. Oğlunun vefâtı üzerine buyurdu ki: “Allahü teâlânın ihsânı ile oğlumun vefât etmesi husûsunda da Resûlullaha (s.a.v.) uymuş oldum. Çünkü Resûlullahın da (s.a.v.) oğlu vefât etti. Resûlullahın başından geçen işlerin hepsi benim başımdan da geçti. Resûlullahın (s.a.v.) yapmış olduğu her işle amel ettim. Hiçbir sünneti terketmedim. Hepsini yerine getirdim ve neticesini buldum.

Bir başka talebesi şöyle anlatmıştır: Behâeddîn Buhârî hazretlerini tanımadan önce yüz altınım vardı. Bir sandıkta saklı idi. Birgün bu altınlarla ticâret yapma hevesine kapıldım. Altınları alıp, Buhârâ’ya gittim. Hazır elbise alıp, köylerde satmaya başladım. Buhârâ köylerinden birinde bulunduğum sırada, Behâeddîn Buhârî hazretlerinin oraya teşrîf ettiğini duydum. Eşyamı bir yere emânet bırakıp, ziyâretine gittim. Huzûruna girince, elini öpüp bir kenara oturdum. Bir müddet sonra Behâeddîn Buhârî hazretleri bana baktılar. Bir an için bu bakışlar karşısında erir gibi oldum. Bana; “Bu köye niçin geldin?” diye sordu. Bir miktar elbise aldım, onları satmak için geldim “Elbiselerini getir göreyim” buyurdu. Gidip getirdim. Baktıkdan sonra karşıdaki dağı göstererek; “Eğer benden dünyalık istersen, şu dağı sana altın yaparım” buyurdu. Böylece dünyâya düşkün olmamayı, asıl maksadın ebedî saadete kavuşmak olduğunu bildirdi. Ben de bunun üzerine dünyâ sevgisini kalbimden çıkarıp, varımı yoğumu Allah yolunda harcadım. Behâeddîn Buhârî hazretlerine talebe oldum. Ondan sonra hiç geçim kaygusu ve sıkıntısı çekmedim.

Behâeddîn Buhârî hacda iken, Kâ’be’yi tavaf sırasında, aksakallı bir ihtiyârın Kâ’be’nin örtüsüne sarılarak ağladığını ve gözyaşları ile orayı ıslattığını gördü. İmrenilecek bir hâlde olan ihtiyârın, bir de kalbine teveccüh etti. Keşfiyle gördü ki, ihtiyârın kalbi tamamen dünyalık şeylerle meşgûl. Minâ pazarında ise genç bir tüccâr gördü. Bu genç tüccâr, aşağı yukarı ellibin altın değerinde alış veriş yapıyordu. Görünüşte tamamen dünyâya dalmış gözüken gencin kalbine teveccüh ettiğinde, kalbini hep Allahü teâlâyı zikretmekle meşgûl bir hâlde gördü.

Behâeddîn Buhârî hazretleri, asrının en meşhûr âlimi ve mürşid-i kâmili idi. Tasavvufda en yüksek dereceye ulaşmıştır. İnsanları hidâyete kavuşturmuş, nice gönüller onun feyzleriyle nurlanmıştır. Tasavvuf; bir müslümanın, İslâm ahlâkı ile ahlâklanması için lâzım olan bilgileri öğreten ilimdir.

Tıb ilmi, beden sağlığına âit bilgileri öğrettiği gibi, tasavvuf ilmi de, kalbin, rûhun kötü huylardan kurtulmasını öğretir. Kalb hastalığının alâmetleri olan kötü işlerden uzaklaşdırıp, Allah rızâsı için güzel iş ve ibâdet yapmayı sağlar. Zâten dînimiz, önce ilim öğrenmeyi, sonra öğrendiklerine uygun iş ve ibâdet yapılmasını ve bütün bunların da Allah rızâsı için olmasını emrediyor. Kısaca din; ilim, amel ve ihlâstan ibârettir, insanın ma’nen yükselmesi, dünyâ ve âhıret saadetine kavuşması, bir uçağın uçmasına benzetilirse, îmân ile ibâdet, bunun gövdesi ve motorlan gibidir. Tasavvuf yolunda ilerlemek de, bunun enerji maddesi ya’nî benzinidir. Maksada ulaşmak için, uçak elde edilir. Ya’nî îmân ve ibâdet kazanılır. Harekete geçmek için de, kuvvet, ya’nî tasavvuf (ahlâk) ilminin yolunda ilerlemek gerekir. Tasavvufun iki gayesi vardır. Birincisi; îmânın vicdânîleşmesi, ya’nî kalbe yerleşmesi ve şüphe getiren te’sîrlerle sarsılmaması içindir. Akıl ile, delîl ve isbât ile kuvvetlendirilen îmân böyle sağlam olmaz. Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde Ra’d sûresi 28. âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki: “Kalblere îmânın sinmesi, yerleşmesi, ancak ve yalnız zikr ile olur.” Zikr; her işte ve her harekette Allahü teâlâyı hatırlamak, O’nun rızâsına uygun iş yapmak demektir. Ahlâk ilminin ikinci gayesi; fıkıh ilmi ile bildirilen ibâdetlerin seve seve kolaylıkla yapılmasını ve nefs-i emmâreden doğan tembelliklerin, sıkıntıların giderilmesidir. İbâdetlerin kolaylıkla seve seve yapılması ve günah olan işlerden nefret ederek uzaklaşılması, ancak ahlâk ilmini öğrenip, bu yolda ilerlemek ile mümkündür. Tasavvufa sarılmak, herkesin bilmediklerini görmek, gaybden haber vermek, nûrlar, rûhlar ve kıymetli rü’yâlar görmek için değildir. Tasavvuf ile ele geçen bilgilere, ma’rifetlere, bilgilere ve hâllere kavuşmak için, önce îmânı düzeltmek, İslâmiyetin emir ve yasaklarını öğrenip, bunlara uygun iş ve ibâdet yapmak lâzımdır. Zâten bu üçünü yapmadıkça, kalbin tasfiyesi kötü huylardan temizlenmesi, nefsin tezkiyesi, terbiye edilmesi mümkün değildir. Ahlâk ilminin bilgileri mürşid-i kâmiller tarafından öğretilir. Mürşid-i kâmil; yol gösteren, rehberlik eden, yetişmiş ve yetiştirebilen âlimdir. Böyle olan âlimlerin, belli usûllerle gösterdikleri bu yollara tarikat denilmiştir. Behâeddîn Buhârî Şâh-ı Nakşibend hazretleri de büyük bir mürşid-i kâmil olup, onun insanları saadete kavuşturmak için tasavvufta ta’kib ettiği usûllere ve gösterdiği yola, “Nakşibendiyye tarikatı” denilmiştir.

Tarîkatların çeşitli isimler alması, başka başka olmalarından değildir. Aynı hocanın talebeleri, birbirlerini tanımak ve hocaları ile tanınmak, öğünmek için, bulundukları yola hocalarının ismini vermişlerdir. Tarikatlar başlıca iki kısma ayırırlar:

1. Sessiz zikr (Zikr-i hafî) yapan tarikatlar: Bu yol, Hazreti Ebû Bekr’den gelmiş olup, yol gösterici rehberlerinin adına göre (Tayfuriyye), (Yeseviyye) (Medâriyye), hakîkî olan (Bektâşiyye) (Nakşibendiyye), (Ahrâriyye) (Ahmediyye-i Müceddidiyye) ve (Hâlidiyye) gibi isimler almışlardır.

2. Yüksek sesle zikr (Zikr-i cehrî) yapan tarikatlar: Bu yol da, Hazreti Ali’den oniki İmâm vasıtasıyla gelmiştir. Oniki İmâmın sekizincisi olan İmâm-ı Ali Rızâ’dan Ma’rûf-i Kerhî almış ve Cüneyd-i Bağdadî’nin çeşitli talebelerinin yolunda bulunan meşhûr mürşidlerin adı verilerek, kollara ayrılmışlardır. Böylece Ebû Bekr-i Şiblî yolundan; (Kadirî) ile (Şâzilî), (Sa’dî) ve (Rıfâî), Ebû Ali Rodbârî yolundan, Ahmed Gazâlî ve Ziyâüddîn Ebû Nesîb-i Sühreverdî vâsıtaları ile (Kübrevî) meydana gelmiştir. İmâm-ı Ali’den Hasen-i Basrî vâsıtası ile (Edhemî) ve bundan (Çeştî) hâsıl olmuştur. (Bedeviyye), Rıfâiyye’den hâsıl olmuştur.

Tarikat, zikir ile Allahü teâlâya kavuşma yoludur. Zikir, Allahü teâlâyı hatırlamak demektir. Her sözünde ve her işinde O’nun emirlerine ve yasaklarına sarılmaktır. Yaklaşık olarak, son yüz seneden beri tarikat diyerek birçok şeyler uyduruldu. Hakîkî İslâm âlimlerinin, Eshâb-ı Kirâmın, Peygamberimizden (s.a.v.) alıp bildirdikleri doğru yol unutuldu. Dinde câhil olanlar, hattâ İslâmiyetin emirlerine açıkça uymayanlar, şeyh ve tarikatçı ünvanı alarak, zikir ve ibâdet adı altında, dînimizin yasak ettiği birçok günahları ve bid’atleri işlediler. Bugün sahte, yalancı mürşidlere, müslümanları sömüren tarikatçılara, dîni siyâsete âlet edenlere çok rastlanmaktadır. Şeyh-ül-İslâm Ahmed İbni Kemâl efendinin Risâle-i Münîre adlı eserinde yeralan bir hadîs-i şerîfte, Peygamber efendimiz (s.a.v.) buyuruyor ki: “Bir kimsenin havada, uçtuğunu ve deniz üzerinde yürüdüğünü, yahut ağzına ateş koyup yuttuğunu görseniz, fakat İslâmiyete uymayan bir iş yapsa, kerâmet sahibiyim derse de, onu büyücü, yalancı, sapık ve insanları doğru yoldan saptırıcı biliniz”

İmâm-ı Rabbânî hazretleri, Mektûbât adlı eserinin üçüncü cildi 123. mektûbunda, bu husûsla ilgili olarak şöyle buyurmuştur:

“İnsanı, Allahü teâlâya kavuşturan yollar ikidir. Birincisi, (Nübüvvet yolu) olup, insanı aslın aslına ulaştırır. Peygamberler “aleyhimüsselevâtü vetteslîmat” ve bunların sahâbîleri bu yoldan kavuşmuşlardır. Ümmetlerinden sahâbî olmıyanlar arasından dilediklerini de bu yoldan kavuşmakla şereflendirirler. Fakat bunlar pek azdır. Bu yolda vâsıta, aracı yoktur. Ya’nî vâsıl olduktan sonra doğrudan doğruya asıldan feyz alırlar. Hiçbiri ötekine vâsıta olmaz, perde olmaz, ikinci yol, (Vilâyet yolu)’dur. Kutblar, evtâd, büdelâ ve nücebâ ve bütün evliyâ hep bu yoldan kavuşmuşlardır. Bu yol, (sülûk) yoludur. Evliyânın cezbeleri de, bu yolun cezbeleridir. Bu yoldan kavuşanlar, birbirlerine vâsıta ve perde olurlar. Bu yoldan vâsıl olanların önderi ve en üstünleri ve ötekilere vâsıta olanı, hazret-i Ali Mürtedâ “Kerremallahü teâlâ vecheh-ül-kerîm”dir. Bu yolda gelen feyzlerin kaynağı odur. Resûlullahtan (s.a.v.) gelen feyzler, ma’rifetler, hep onun vasıtasıyla gelir. Fâtımet-üz-zehrâ ve hazret-i Hasen ve hazret-i Hüseyn (r.anhüm) bu makamda, hazret-i Ali ile ortaktırlar. Öyle sanıyorum ki, hazret-i Ali, dünyâya gelmeden önce de, bu makamda idi. Vefât etdikten sonra da, bu yolda her velîye gelen feyzler, hidâyetler, yine onun vâsıtası ile gelmektedir. Çünkü kendisi, bu yolun en yüksek noktasında bulunuyor. Bu makamın sahibi odur. Hazret-i Ali vefât edince, ondan yayılan feyzler, hazret-i Hasen ve sonra hazret-i Hüseyn vâsıtası ile geldi. Daha sonra oniki İmâmdan, sağ olanları da vâsıta oldular. Bunlardan sonra gelen evliyâya feyzler, bu oniki İmâm vâsıtası ile geldi. Kutblara, nücebâya da, hep bunlardan geldi. Abdülkâdir-i Geylânî “kuddise sirruh” dünyâya gelip, velî oluncaya kadar hep böyle idi. Sonra, o da bu vazîfeye kavuştu. Ondan sonraki kutblara ve nücebâya ve bütün Evliyâya oniki İmâmdan gelen feyzler ve bereketler, bunun vâsıtası ile geldi. Başka hiçbir velî bu makama kavuşamadı. Bunun içindir ki, “Önceki Velîlerin güneşleri battı. Bizim güneşimiz ufuk üzerinde sonsuz kalacak, hiç batmıyacaktır” buyurmuştur. Hidâyet, irşâd feyzinin akmasını güneş ışıklarının yayılmasına benzetmiştir. Feyzin kesilmesine, güneşin batması demiştir. Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerine oniki İmâmın vazîfeleri verilmiştir. Rüşd ve hidâyete vâsıta olmuştur. Kıyâmete kadar, her velîye feyzler onun vâsıtası ile gelecektir.”

Her asırda gelen müceddidler, onun vekîlleridir. (Hazret-i Îsâ “aleyhisselâm” ve hazret-i Mehdî ve İmâm-ı Rabbânî “kuddise sirruh” (Nübüvvet yolu) ile vâsıl olduğundan, vâsıtaya ihtiyâçları yoktur. Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü anh” nübüvvet yolunda Resûlullahın (s.a.v.) vekîlidir.

Behâeddîn Buhârî hazretlerinin binlerce talebesi arasında en meşhûr talebesi, Alâeddîn-i Attâr ve Muhammed Pârisâ’dır. Behâiyye, Tuhfe ve Hediyye adlı üç eseri olup, çok kıymetlidir.

Vefâtı: Behâeddîn Buhârî hazretlerinin yaşadığı asrın meşhûr ve büyük âlimlerinden Mevlânâ Muhammed Miskîn şöyle anlatmıştır: “Buhârâ’da Şeyh Nûreddîn Halvetî adında, sâlih ve meşhûr bir zât vefât etmişti. Behâeddîn Buhârî hazretleri talebeleriyle birlikte vefât eden o zâtın yakınlarına ta’ziyeye gitmişlerdi. Ta’ziyeye gelenlerden bir kısmı ve o evin halkı, yüksek sesle ağlayıp feryâd ediyorlardı. Behâeddîn Buhârî hazretleri bu hâli görüp, onları yüksek sesle ağlamaktan men etti. Orada bulunanlardan her biri bu husûsta birşeyler söyledi. Bu arada Behâeddîn Buhârî hazretleri buyurdu ki: “Benim ömrüm sona erince, ölmek nasıl olurmuş dervişlere öğreteyim!” Mevlânâ Muhammed Miskin yine şöyle demiştir: “Bu sözü dâima benim hatırımda kaldı. Behâeddîn Buhârî hazretleri hastalandılar. Bu hastalığı ölüm hastalığı olup, ömrünün son günleri idi. Husûsî odasına çekildi. Vefâtına kadar orada kaldılar. Hergün talebeleri oraya giderler huzûrunda bulunurlardı. Talebelerinin herbirine şefkat gösterip, iltifâtta bulunurdu. Vefât etmek üzere iken, ellerini kaldırıp duâ etmeye başladı. Ellerini uzatıp uzun müddet duâ etti. Sonra ellerini yüzüne sürüp vefât etti.”

Hâce Alâeddîn Goncdüvânî de şöyle anlatmıştır: “Ben Hâce Behâeddîn Buhârî hazretlerinin son hastalıklarında, vefâtından önce huzûrunda idim. Ölüm hâlinde iken huzûruna girmiştim. Beni görünce; “Âlâ! Sofrayı getir yemek ye!” buyurdu. Bana hep “Âlâ” diye hitâb ederlerdi. Ben emrine uymak için sofrayı getirip, birkaç lokma yedim. Hocam o hâlde hasta iken benim yemek yiyecek takatim yoktu. Sofrayı kaldırdım. Mübârek gözlerini açıp, sofrayı kaldırmış olduğumu gördü. Tekrar; “Âlâ! Sofrayı getir yemek ye!” buyurdu. Sofrayı getirip, birkaç lokma daha yiyip kaldırdım. Yine sofranın kalkmış olduğunu görünce; “Sofrayı getir yemek ye! Yemeği iyi yiyip, işi de iyi yapmak lâzımdır” buyurdu. Dört defa böyle oldu.”

Talebelerinin en büyüklerinden ve dâmâdı olan Alâeddîn-i Attâr hazretleri de şöyle anlatmıştır: Behâeddîn Buhârî hazretleri ömrünün son günlerinde bana kabrini kazmamı emr buyurdu. Gidip, emredildiği gibi kabri kazdıktan sonra huzûruna geldim. Bu sırada, acaba kendilerinden sonra irşâd emrini kime verecekler diye hatırımdan geçmişti. O anda mübârek başını kaldırıp; “Söyleyeceğimi, Hicaz yolunda söylemiştim. Her kim bizi arzu ederse, Hâce Muhammed Pârisâ’ya nazar etsin” buyurdu. Bu sözü söyledikleri günden sonraki gün vefât etti.

Yine Alâeddîn-i Attâr şöyle anlatmıştır: “Hâce Behâeddîn Buhârî hazretlerinin vefâtı sırasında Yâsîn-i şerîfi okuyorduk. O da bizimle okuyordu. Yarısına gelince, nûrlar gözükmeye başladı. Kelime-i tevhîdi söyleyerek son nefeslerini verdiler.”

Zamanın büyüklerinden Abdülkuddüs şöyle anlatmıştır: Behâeddîn Buhârî hazretlerini kabrine koyduk. Gördüm ki, mübârek yüzleri tarafından “Mü’minin kabri Cennet bahçelerinden bir bahçedir” hadîs-i şerîfinde buyurulduğu gibi, Cennetten bir kapı, kabr-i şerîflerine açıldı. O kapıdan iki hûrî gelip, ona selâm verdi ve; “Allahü teâlâ bizi, sizin için yarattığı vakitten beri sizi bekliyoruz” dediler. Hâce hazretlerinin onlara; “Ben Hak teâlâ hazretleri ile ahdettim ki, O’nun hiçbir şeye benzemeyen, nasıl olduğu anlatılamayan dîdârını görmedikçe, benim yolumda bulunanlara ve benden hakkı işitip amel edenlere şefaat etmedikçe, hiçbir şey ve hiçbir kimse ile meşgûl olmam” dedi vefâtından sonra sevenlerinden biri onu rü’yâsında görmüş ve; “Ne amel işleyelim ki kurtuluşa erelim?” diye sormuştur. “Son nefeste ne ile meşgûl olmak gerekirse, onunla meşgûl olunuz” buyurmuştur.

Behâeddîn Buhârî hazretleri orta boylu olup, mübârek yüzü değirmi olup, yanakları kırmızıya yakın idi. İki kaşı arası açık, gözleri sarı ile ela renk karışımı olan kestane renginde idi. Sakalının beyazı siyahından çok idi. Ne hızlı, ne de yavaş yürürdü. Konuşmaları Peygamberimizin (s.a.v.) konuşması gibi tane tane idi. Konuştuğu kimseye yönünü dönmüş olarak konuşurdu. Kahkaha ile gülmez, tebessüm ederdi. Hergün kendini yirmi kere ölmüş ve mezara konmuş olarak düşünürdü. Kimseyi küçük ve hakîr görmez, dâima güleryüzle karşılardı. Ancak celallendiği zaman kaşlarını çatardı. Bu zamanda heybetinden karşısında durulmaz olurdu. Şemâli birçok bakımdan Resûlullah efendimize benzediği gibi, sözleri, işleri ve bütün hareketleri sünneti seniyyeye uygun idi.

En başta gelen talebelerinden Alâeddîn-i Attâr şöyle anlatmıştır: “Hâce Behâeddîn Nakşibend hazretleri o derece fakir idi ki, evlerinde kış günleri namaz kılmak için yere serecek birşey bulunmadığından, eski bir kilim serip, onun üzerinde namaz kılarlardı. Maişetlerine bir çekirdek bile haram karıştırmazlardı. Kendilerinin ve aile efradının helâl yemesine çok dikkat ederdi. Şüphelendiği herhangi birşeyden uzak dururlardı, “İbâdet on kısımdır. Dokuzu helâl rızık aramaktır. Diğer kısmı sâlih ameller ve ibâdetlerdir” buyurulan hadîs-i şerîfi bildirirlerdi. Fakir olmalarına rağmen, lütuf ve keremleri bol olup, cömert idiler. Bir kimse bir hediye getirse, mümkünse getirilen hediyenin iki misli kıymetinde bir hediye verirlerdi. Tanıdığı veya tanımadığı bir kimse evlerine ziyârete gelse, güleryüzle karşılar, nezâketle yol gösterir, evde ne bulunursa ikram ederlerdi. Misâfirlerine bizzat kendisi hizmet ederdi. Eğer ev soğuk olursa, kendi giyeceğini ve yatağını misâfire verirdi. Misâfirin hayvanı varsa, hayvanın yemîni ve suyunu verirdi. Nafakasını çalışarak te’min ederdi. Bunun için eker, biçerdi. Bir miktar arpa, biraz da hayvan yemi eker kaldırır, bununla geçinirdi. İşinde bizzat kendisi çalışır, bütün işlerini görürdü. Zamanında âlim ve sâlih kimseler ziyâretine gelip, hâlis ve helâl yemek yiyelim diye onun yemeklerini yerlerdi. Her zaman ve her işte sünnet-i seniyyeye uyar ve bilhassa yemek husûsunda Peygamberimize (s.a.v.) uymaya çok dikkat ederdi. Çoğu zaman ekmeği kendi pişirir ve sofra hizmetini kendi yapardı. Yemek yerken; “Sofra başında kendinizi Allahü teâlânın huzûrunda biliniz. O’nun verdiği ni’meti yediğimizi unutmayınız” buyururdu. Cemâat ile toplu hâlde yemek yerken, içlerinden biri gaflet ile ağzına bir lokma alsa; “Önündeki yemeği, Allahü teâlânın huzûrunda olduğunu unutmadan ye! Allahü teâlâyı hatırla, başka şeyler düşünme. Allahü teâlâ, sana senden yakındır. O’nu düşün” buyururdu. Bir yemek gafletle, öfkeyle veya zorla pişirilse, o yemekten kendisi yemez, yedirmezdi.

Rivâyet edilir ki, bir zaman Şâh-ı Nakşibend hazretleri Gazyut denilen bir yere gitti. Orada talebelerinden birisi onlara yemek getirdi. Şâh-ı Nakşibend hazretleri buyurdu ki: “Bu hamuru yoğuran ve yemekleri pişiren kimse, başlamasından bitirmesine kadar gadab hâlinde idi, kızmış hâlde idi. Biz ondan hiçbir şey yiyemeyiz. Zîrâ böyle yapılan yemeklerde hiçbir hayır ve hiçbir bereket yoktur. Belki de şeytan yemek yaparken hep onunla bulunmuştur. Bizler böyle bir yemeği nasıl yiyebiliriz?”

Nakledilir ki, Behâeddîn Buhârî hazretleri Herat’a gittiğinde, Melik Hüseyn büyük bir ziyâfet hazırlamış ve Behâeddîn Buhârî’yi, meşhûr âlimleri ve zamanın ileri gelenlerini da’vet etmişti. Sofrayı kurup; “Bu yemeklerden yiyiniz. Bunların hepsi helâldir. Babamdan kalan mîrâs para ile bunları hazırlattım” dedi. Herkes yemeğe başladı. Fakat Behâeddîn Buhârî hazretleri yemeklerden hiç yemiyordu. Zamanın meşhûr âlimi Şeyh-ül-İslâm Kutbüddîn; “Niçin yemiyorsunuz?” diye sordu. Bunun üzerine buyurdu ki: “Benim bir hâkimim var, bana der ki: Sana bu husûsda iki yol vardır. Eğer yiyince senden hesap sorulmazsa ye, hesap sorulacaksa yeme! Sen olsan hangisini tercih edersin?” Bu söz, Şeyh-ül-İslâm Kutbüddîn’e çok te’sîr etti. Bu te’sîrle acâip hâllere girdi ve yemek yemeyi bıraktı. Melik’e, hâlini hoş görmesini söyledi. Bunu, Behâeddîn Buhârî hazretlerine sormasını istedi. Durum Behâeddîn Buhârî’ye (r.a.) sorulunca, buyurdu ki: Melikin yemekleri helâlden idiler. Şüphe bile yok idi. Fakat Herat’ta öyle fakirler vardır ki, tek bir lokmaya muhtaçtırlar. Bu yemekler bir lokmaya muhtaç olanlara verilmeliydi. Orada bulunanlar bu sözleri çok beğenip takdîr ettiler.

Buyurdu ki: “Yenilecek bir gıda, bir yiyecek, her ne olursa olsun gaflet içinde, gadabla veya kerahatle hazırlansa, tedârik edilse, onda hayır ve bereket yoktur. Zîrâ ona nefs ve şeytan karışmışdır. Böyle bir yiyeceği yiyen kimsede, mutlaka bir çirkin netice meydana gelir. Gaflete dalmadan yapılan ve Allahü teâlâyı düşünerek yenen helâl ve hâlis yiyeceklerden hayır meydana gelir. İnsanların hâlis ve sâlih ameller işlemeye muvaffak olamamalarının sebebi; yemede ve içmede bu husûsa dikkat etmediklerinden ve ihtiyâtsızlıktandır. Herne hâl olursa olsun, bilhassa namazda huşû’ ve hudû’ hâlinde bulunmak, zevkle ve gözyaşı dökerek namaz kılabilmek, helâl lokma yemeye, Allahü teâlâyı hâtırlıyarak yemeği pişirmek ve yemeği Allahü teâlânın huzûrunda imiş gibi yemeğe bağlıdır. Vücûdu haram lokma ile hallolmuş olan bir kimse, namazdan tad duymaz.”

Tasavvufdaki hâllerinin kaybolduğunu söyleyen bir talebesine; “Yediğin lokmaların helâlden olup olmadığını araştır” buyurmuştur. Talebesi araştırdığında, yemeğini pişirirken ocakta helâl olup olmadığı şüpheli bir parça odun yakmış olduğunu tesbit ederek tövbe etmiştir.

Namazda hûdû’ ve huşû’ nasıl elde edilir? diye sorulunca, buyurdu ki: “Huzûrlu bir hâlde helâl lokma yiyeceksiniz. Huzûr ile abdest alacaksınız ve namaza başlarken iftitah tekbirini, kimin huzûruna durduğunuzu bilerek, düşünerek söyleyeceksiniz.”

Behâeddîn Buhârî hazretleri, kendisine karşı edebsizlik yapan birine kızmayıp, tebessümle karşıladı. Fakat edebsizlik yapan kimse büyük bir derde düşüp, helak olacak hâle geldi. Hatâsını anlayıp tövbe etti. Behâeddîn Buhârî hazretleri bir ara o adamın evinin önünden geçerken, içeri girip hâlini sordu. “Allahü teâlâ şifâ vericidir, korkma iyileşirsin” dedi. O kimse bu söz üzerine kalkıp; “Efendim, size karşı edebsizlik ettim, hatırınızı incittim, beni affediniz” dedi. Bunun üzerine Behâeddîn Buhârî hazretleri buyurdu ki: “Kalbimiz o zaman incindi. Fakat şu anda gönül aynası tertemiz. İyi bil ki, mürşidlerin kılıcı kınından çıkmış yalın bir kılıçtır. Ama mürşid merhamet sahibidir. Kimseye kılıç vurmaz, insanlar (belâsını arayanlar) gelip kendilerini o kılıca vururlar.”

Buyurdu ki: “Nefsinizi dâima töhmet altında tutunuz (ona uymayınız). Her kim bu işde muvaffak olursa, Allahü teâlâ ona bu işinin mükâfatını, karşılığını verir, sâlih amel işlemeye muvaffak olur, buna tahammül ve güç bulur. Bu sebeple kurbet ve saadete nail olur. Bütün işler de niyeti düzeltmek çok mühimdir.”

Buyurdu ki: “Namaz mü’minin mi’râcıdır” buyurulan hadîs-i şerîfte, hakîkî namazın derecelerine işâret vardır. Namaza duran kimsenin, iftitah tekbîrini söylerken, Allahü teâlânın azametini, yüceliğini düşünerek, hudû’ ve huşû’ hâlinde olması gerekir. Öyle ki, bu hâlini istiğrak, kendinden geçme hâline eriştirmelidir. Bu sıfatın kemâl derecesi, Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellemde vardı. Rivâyet edilmiştir ki, Resûlullah (s.a.v.) namazda iken, mübârek göğsünden öyle bir ses gelirdi ki, bu ses, Medîne-i münevverenin dışından işitilirdi. Namazda kalb huzûru nasıl elde edilir? diye sorulunca da; “Helâl lokma yemek ve yerken gaflet içinde olmamak, abdest alırken, iftitah tekbirini söylerken, tam bir agâhlık (gafletten uzak olma) içinde bulunmakla kalb huzûru elde edilir” buyurdu.

Buyurdu ki: “Oruç bana mahsûstur. Onun karşılığını ben veririm” buyurulan kudsî hadîs-i şerîfte, hakîkî oruca işâret vardır. Bu ise, Allahü teâlâdan başka herşeyi (Mâsivâyı) terketmektir.” Yine buyurdu ki: “Allahü tealânın doksandokuz ismi vardır. Kim anları sayarsa, Cennete girer” buyurulan bu hadîs-i şerîfteki “Ahsa” kelimesinin bir ma’nâsı saymaktır. Diğer bir ma’nâsı ise, bu ism-i şerîfleri öğrenip, bilmektir. Bir ma’nâsı da, bu esmâ-i şerîfin mucibince amel etmektir. Meselâ “Rezzak” ismini söylediği zaman, rızkı için asla endişe etmemeli. “Mütekebbîr” ismini söyleyince, Allahü teâlânın azametini ve kibriyâsını düşünmelidir.”

Behâeddîn Buhârî hazretlerine bu dereceye nasıl ulaştınız? diye suâl olununca; “Resûlullah sallallahü aleyhi ve selleme tâbi olmakla ulaştım” buyurdu. Yine buyurdu ki: “Bizim yolumuz sohbettir. Halvette (yalnızlıkta) şöhret vardır. Şöhret ise âfettir. Hayır ve bereket cemiyyette, bir araya gelmektedir. Bu da sohbet ile olur. Sohbet, bir kimsenin arkadaşında fânî olmasıyla, arkadaşını kendine tercih etmesiyle hâsıl olur. Bizim sohbetimizde bulunan kimseler arasında, ba’zılarının kalblerindeki muhabbet tohumu başka şeylere bağlılığı sebebiyle gelişmez, büyümez. Biz böyle kimselerin kalblerini başka şeylere olan bağlılıktan temizleriz. Bizim sohbetimizde bulunanlardan ba’zılarının da kalblerinde muhabbet tohumu yoktur. Biz böyle olanların kalblerinde muhabbet hâsıl etmek için çok himmet ederiz, yardımcı oluruz.”

“İnsanlara rehber olan, onları irşâd eden âlim zâtlar, usta bir avcıya benzerler. Usta avcılar, ince maharetlerle vahşî bir canavarı tuzağa düşürüp yakalarlar, sonra da avladıkları o vahşî hayvanı terbiye edip, ehlileştirirler. Bunun gibi, Allahü teâlânın evliyâsı olan zâtlar da hikmet ehli olup, güzel tedbirler ile, huylarına göre tâliblere öyle muâmele ederler ki, teslimiyyet makamına ulaştırırlar. Sonra sünnet-i seniyyeye tâbi olmalarını sağlayarak, maksada ulaştırırlar.” Yine buyurdu ki: “İnsanlara rehber olan zâtlar, herkesin kabiliyetine ve istidâdına göre muâmele ederler. Eğer tâlib yeni ise, onun yükünü çekip, ona hizmet ederler. Dâvûd aleyhisselâma; “Ey Dâvûdî Beni taleb eden birini gördüğün zaman, ona hizmetçi ol!” buyurulduğu gibi, çok hizmet ve himmet göstermek gerekir ki, tâlib de bu yola girme kabiliyeti peyda olsun. Bizim yolumuzda olan kimse, bu yola tam uyup, bunun aksine bir iş yapmamalıdır ki, işin neticesi meydana çıksın. Sünnet-i seniyyeye uymaktan ibâret olan yolumuza uyarak, işlerde ve amellerde dikkatli davranmalıdır ki, kendinde ehlullahın tam bir ma’rifetine kavuşma saadeti nail olsun.”

Buyurdu ki: “Bizim yolumuzda olan kimselerin şu üç edebi gözetmesi gerekir: Birincisi; Allahü teâlâya karşı edebdir. Ya’nî, zâhirî ve batınî ile tamamen kulluk içinde olmalı. Allahü teâlânın bütün emirlerini yerine getirip, yasaklarından sakınması ve Allahü teâlâdan başka herşeyi, mâsivâyı terketmesidir. İkincisi; Resûlullaha (s.a.v.) karşı edeb: Bu da iş ve hâllerde O’na uymaktır. Üçüncüsü; hocasına karşı edeb: Çünkü kendisinin Resûlullaha (s.a.v.) uymasına, hocası vâsıta olmuştur. Bu bakımdan, hocasını hiçbir zaman unutmamalıdır.”

Yine buyurdu ki: “Resûlullahın (s.a.v.), benim ümmetim buyurduğu ümmet, İbrâhim aleyhisselâmın Nemrud’un ateşinden kurtulduğu gibi Cehennem ateşinden kurtulurlar. Çünkü Resûlullah (s.a.v.); “Benim ümmetim, dalâlet üzerinde birleşmez” buyurdu. Buradaki ümmetten maksad, hakîkî ümmettir. Ya’nî Resûlullaha (s.a.v.) tâbi olan ümmettir. Bunun için Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “Benim ümmetim üç kısımdır. Birincisi da’vet ümmeti (müslüman olmayanlar), ikincisi icabet ümmeti (müslüman olanlar), üçüncüsü de müteâbât (tam uyanlar) ümmetidir.”

Buyurdu ki: “Bir kimse nefsine muhalefet etmeye muvaffak olursa, ameli az da olsa, nefsine muhalefet etmeye (nefsinin isteklerine boyun eğmemeye) muvaffak olduğu için şükretmesi lâzımdır. Ebdâllerin makamını isteyen kimsenin, hâlini değiştirmesi, ya’nî nefsine muhalefet etmesi lâzımdır buyurulmuştur.”

Buyurdu ki: “Bizim yolumuz, Allahü teâlânın gösterdiği kurtuluş yoludur. Çünkü bu yol, sünnete uymak ve Eshâb-ı Kirâma tâbi olmaktır, işte bu sebeple, bizim yolumuzda az zamanda çok kazanç elde edilir. Fakat sünnete uymak ve riâyet etmek, sabır ve tahammül ister. Biz, bizim yolumuza girenleri, istersek cezbe ile, dilersek bir başka usûlle terbiye ederiz. Çünkü rehber olan âlim bir tabibe benzer. Hastanın hastalığını, derdini tesbit eder ve ona göre ilâç verir. Bizim yolumuzda yalnız kalmak değil, sohbet esastır. Sohbetin de şartları vardır. İki kişi sohbet etmek isterse, birbirinden emîn olmaları gerekir. Böyle olmazsa, sohbetten fâide hâsıl olmaz. Bizim sohbetimize girenlerin kalblerinde, muhabbet tohumu yer almıştır. Kısaca bu yola, Ehl-i sünnet ve cemâat yolu denir. Bizim sohbetimize dâhil olanların kalbine muhabbet tohumu atılmıştır. Fakat Allahü teâlâdan başka herşeyden alâkasını kesmemiş olabilir. Bu durumda sohbetimize katılan kimsenin kalbinde, Allahü teâlânın sevgisinden başka neye bağlılık varsa, onu kalbinden temizleriz. Kalbinde bize karşı meyli ve muhabbeti olanlara muhabbet tohumu ekip, gece-gündüz onu terbiye etmemiz bizim vazîfemizdir. Muhabbet için uzakta olmak farketmez.”

Behâeddîn Buhârî hazretlerine siz nasıl bir yolda bulunuyorsunuz? diye suâl sorulunca, buyurdu ki: “Ancak ârif olanların istifâde edebileceği bir yolda bulunuyoruz. Bu yol da üç şeyden ibârettir. Bunlar; murâkabe, müşâhede ve muhâsebedir. Murâkabe: Bu yola giren kimsenin, herşeyi bırakıp Allahü teâlâya dönmesidir. Murâkabe ehli pek azdır. Olanlar da gizlidir. Biz şu neticeye vardık ki, murâkabeyi elde etmenin yolu, nefse muhalefet etmektir. Müşâhede: Gayb âleminden gelir ve kalb üzerine işlenen bir tecellîdir. Celâli veya cemâli olmak üzere ikiye ayrılmışdır. Muhâsebe: Bizim yolumuzda olan kimse, düşünüp araştırır. Kendini hesaba çekip bakar. Geçmiş olan zamanı gaflet ile mi, huzûr ile mi geçti? Eğer huzûr ile geçmişse, o kimsenin vakti değerlendirilmiştir. Allahü teâlâya hamd etsin. Eğer geçen zamanı gaflet ile geçmişse, o kimse vaktini zayi etmiştir. Yapacağı iş, geleceği için tedbirli olup, tövbe etmektir. Ârif olanlar, bu üç husûsa riâyet ettikleri için pekçok fayda elde ederler. Ârif olmadan istifâde edemezler. Bizler, maksada ulaşmakta vâsıtayız. Allahü teâlânın inâyeti olmadan ve rehber olmadan maksada erişmek mümkün olmaz. Şu hâlde bu yolda ilerleyen kimse, kıyâmete kadar yaşasa, kendisine rehber olan zâtın terbiye ni’metinin, lütuf ve himmetinin şükrünü yerine getiremez.”

Behâeddîn Buhârî, Allahü teâlânın kullarına şefkat ve acımalarının çokluğundan, oniki gün başını secdeye koyup, Allahü teâlâdan, tasavvufta kolay ilerlenen, kolay ele geçen ve elbette kavuşturucu olan bir yol istedi. Duâsı kabûl edildi. Bu yol; yeme, içme, giyimde, oturmada ve âdetlerde orta derecede olmaktır. Kalbi çeşitli düşüncelerden korumaktır. Her ân güzel ahlâkla ahlâklanmaktır.

Kendisinden kerâmet isteyenlere buyurdu ki: “Bizim kerâmetimiz açıktır. Bu kadar çok günah ile yeryüzünde yürümemizden büyük kerâmet olur mu?” Bir defasında da buyurdu ki: “Biz Allahü teâlânın fadlına, ihsânına kavuştuk. Bizi murâdlardan, çekip götürülenlerden eyledi.”

Behâeddîn Buhârî hazretlerinin yolunun esaslarından olan; “Biz sonda ele geçecek şeyleri başa yerleştirdik” buyurması, Resûlullah (s.a.v.) efendimizin daha ilk sohbetinde bulunan bir kimsenin kalbine hikmet ve feyz akmasına ve bir sohbetle nihâyete kavuşmasına benzetilmiştir.

Buyurdu ki: “Yolun esâsı, kalbe teveccühdür. Kalb ile de, Allahü teâlâya teveccühtür. Kalb ile çok zikretmektir. Farz ve sünnetleri eda etmektir. Yeme, içme, giyme ve oturmada, işlerde ve âdetlerde orta derecede olmaktır. Kalbi kötü düşüncelerden, vesveseden korumaktır. Kendisine rehber olan âlimin sohbetini ganîmet bilmektir. Hocasının huzûrunda iken ve yanında yok iken edebe uymaktır. Bu yoldan maksad ve ele geçen şey; Allahü teâlânın devamlı huzûrunda olmaktır. Eshâb-ı Kirâm zamanında buna İhsân ismi verilmişti. (Ya’nî her ân Allahü teâlânın gördüğünü bilmek ve Allahü teâlâyı görüyormuş gibi ibâdet etmek hâline ihsân denilmiştir,) Bu yolda ilerleme esnasında; nefsin arzularını yok etmek, nûrlara ve hâllere gömülmek, fenâ ve bekâ makamlarına ulaşmak, üstün ahlâk ile ahlâklanmak gibi on makam ele geçer.”

Buyurdu ki: “La ilahe illallah kelimesini söylemenin hakîkati, Allahü teâlâdan başka ne varsa hepsini yok bilmektir.”

Yine buyurdu ki: “İslâm dîninin hükümlerini yapmak, ya’nî emirleri yapıp yasaklardan sakınmak, haramları, şüpheli şeyleri, hattâ mübahların fazlasını terketmek, ruhsatlardan uzak durmak, mübahları zarûret miktârınca kullanmak, tamamen nûr ve safadır. Aynı zamanda evliyâlık derecelerine kavuşturan bir vâsıtadır. Vilâyet derecelerine bunlarla ulaşılır. Uzak kalanların hepsi, bunlara dikkat etmediklerinden uzak kalırlar ve kendi arzularına uyarlar. Yoksa cenâb-ı Hakkın feyzi her ân gelmektedir.”

Bir kimse sizin yolunuzun esâsı ne üzere kurulmuştur? deyince; “Zâhirde halk ile, bâtında Hak ile olmak üzere kurulmuştur” buyurdu ve şu beyti okudu:

“İçerden âşinâ ol, dışdan yabancı,
Az bulunur cihanda böyle yürüyüş.”

¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾

1) Makâmât-ı Muhammed Behâeddîn Nakşibendî (Selâhüddîn İbni Mübârek el-Bûhârî)

2) Reşahât sh. 78

3) Hadîkat-ül-evliyâ sh. 44

4) Câmi’u kerâmât-il-evliyâ cild-1, sh. 144

5) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 990

6) Mu’cem-ül-müellifîn sh.

7) Kâmûs-ül-a’lâm cild-2, sh. 1412

8) Hadâik-ül-verdiyye sh. 125

9) Mektûbat (İmâm-ı Rabbânî) cild-3, 123. mektûb

10) Nefehât-ül-üns sh. 418

11) Rehber Ansiklopedisi cild-16, sh. 33