ALÂÜDDÎN KONEVÎ

Fıkıh, kelâm, tefsîr, usûl ve edebiyat âlimi. İsmi, Ali bin İsmâil bin Yûsuf el-Konevî’dir. Künyesi Ebü’l-Hasen olup, lakabı Alâüddîn’dir. 668 (m. 1270) senesinde Konya’da doğdu. 728 (m. 1328) senesinde Dımeşk’da vefât etti.

Ali Konevî, doğduğu yer olan Konya’da yetişti. 693 (m. 1293) senesinin başında Dımeşk’a gitti. Bu sırada yaşı yirmibeş idi. Burada; İbrâhim bin Ömer, Ebü’l-Fadl bin Asâkir el-Ebrugûhî, ed-Dimyâtî, Zemlekânî Ömer bin Kavvâs, İbn-i Savvâf, İbn-i Dakîk-ıl-Iyd gibi âlimlerden ilim öğrendi. Tâcüddîn Haslânî’den usûl-i fıkıh öğrendi. Ayrıca büyük âlim Şemsüddîn Ebkî’nin derslerini ta’kib etti.

Ali Konevî, Şam’da İkbâliyye Medresesi’nde ders verdi. Sonra bu, görevinden ayrılarak Kâhire’ye gitti. Bu sırada çok fakirdi. Fakat, kimseye ihtiyâcı için boyun eğmedi. Onun bu hâli, Şerîfiyye Medresesi’nde müderris ve Selâhiyye Dergâhı’nın idâresi kendisine verilinceye kadar devam etti. Emîr Nasır ona hürmet eder ve onu överdi. Yine emirlerden Arün Şah da; “Ondan başkası gözlerimi doldurmadı” derdi.

Ali Konevî, aynı zamanda tasavvuf ile de meşgûl oldu. Çok düzenli bir hayatı vardı. Otuz sene sabah namazını cemâat ile kıldı. Öğleye kadar ilim ile meşgûl olur ve namaz kılardı. Öğle vakti biraz yemek yer, sonra bir arkadaşını veya bir hastayı ziyâret eder veya birisine, yardımcı olmak için evinden çıkardı. Sonra günün geriye kalan kısmını, Allahü teâlâya tâat ve ibâdet ile geçirirdi. 727 (m. 1327) senesinde Dımeşk’da kadılık yaptı. Hak, iffet ve temizlik husûsunda çok titiz idi.

Ali Konevî, Şam’da ve Mısır’da ilmi ile herkese faydalı oldu. İlim talibleri ondan çok istifâde etti. İlim ile meşgûl olurken, takvâya da çok sarılırdı. Vekar sahibi idi.

Kemâlüddîn Udfevî, “El-Bedr-üs-sâfir ve tuhfet-ül-müsâfir” adlı eserinde şöyle der: “Ali Konevî, zamanının en büyük âlimlerinden idi. Tasavvufun temel bilgileri onunla kuvvet buldu. Otuz seneye yakın Mısır’da kaldı, ilim ehline, çeşitli ilimlerin inceliklerinden çok şeyler öğretti. Evinden, sabah namazı vakti gelince, vekar ve sükûn ile çıkardı. Gün ortasına, ya’nî öğleye kadar talebelere ders verirdi.”

Ali Konevî’nin yazmış olduğu eserlerden ba’zıları şunlardır: 1- El-A’lâm, fî hayât-il-Enbiyâ aleyhisselâtü vesselâm, 2- Şerh-ül-hâv-is-sagîr: Şafiî mezhebi fürû’una dâir bir eserdir. 3-Muhtasar-ül-Minhâc lil-Halîmî, 4-İhtisar-il-meâlim, 5-Et-Tasarruf fî şerh-it-te’arruf: Tasavvufa dâir bir eserdir.

Muhtasar-ül-Minhâc lil-Halîmî adlı eserinden ba’zı bölümler:

Allahü teâlâya hamd ve Resûlullaha (s.a.v.) salât-ü selâmdan sonra, Alâüddîn Ali Konevî buyurdu ki: “Bu kitap, büyük âlim Ebû Abdullah Hüseyn bin Hasen Halîmî’nin, imânın şu’belerini anlatan ve Resûlullahın (s.a.v.); “Îmân yetmiş küsur şu’bedir. En yükseği Allahü teâlâdan başka ilâh olmadığına şehâdet etmek, en aşağısı ise, yoldan eziyet veren şeyleri kaldırmaktır” hadîs-i şerîfinin şerhi olan Minhâc kitabının şerhidir.”

Allahü teâlâya ve Resûlüne imân, iki kısma ayrılır. Birincisi; gizli olan îmân olup, kalb ile olan îmândır. Buna i’tikâd denir. İkincisi; celî îmân olup, dil ile olan îmândır. Îmânın dil ile ifâdesine şehâdet denir. Gizli imân, niyet gibidir. İbâdetlerin sahih olması ona bağlıdır. Celî îmân, a’zâların işi gibidir. Çünkü, zâhir ile ya’nî a’zâlarla Allahü teâlânın ve Resûlünün emirlerine uyman, kalbdeki îmâna delâlet eder. Dil ile söylemek imkânı varsa, kalbdeki îmânı dil ile söylemek gerekir.

Resûlullaha (s.a.v.) ta’zim: Resûlullaha ta’zim, O’na olan sevginin ötesinde birşeydir. Her sevilene ta’zim edilmez. Meselâ babanın oğlunu sevmesi, ona ta’zimde bulunmasını gerektirmez. Fakat çocuğun babasına, kölenin efendisine sevgisi, aynı zamanda ta’zimi de icâb ettirir. Ta’zimin sebebi, ta’zim edilenin ba’zı husûsiyyetleridir. Resûlullah efendimizde (s.a.v.) bu vasıfların yüksekliği ve kemâli gayet açıktır. Çünkü Allahü teâlâ, Resûl-i ekrem (s.a.v.) vasıtasıyla bizi dünyâ ve âhırette helak olmaktan kurtardı. O’nun vesilesiyle dünyâ ve âhıret saadetini kazandık. Bu, ne büyük ni’mettir. Öyleyse, bizim Resûlullahı (s.a.v.) sevmemiz ve ta’zim etmemiz, her kölenin efendisine yaptığı hürmet ve ta’zimden daha çok olmalıdır. Allahü teâlâ, Araf sûresinin yüzelliyedinci âyet-i kerîmesinde meâlen; “Onlar ki, yanlarında bulunan Tevrat ve İncîl’de ismi (ve sıfatını) yazılı bulacakları ümmî olan o Resûle tâbi olurlar. O (Resûl), kendilerine iyiliği emrediyor, onları fenâlıktan alıkoyuyor. Onlara (nefislerine haram kıldıkları) temiz şeyleri helâl kılıyor, murdar, (kan, domuz eti, faiz gibi) şeyleri de onlara haram kılıyor. Onların ağır yüklerini, üzerlerindeki bağları indiriyor. Ve onlar ki, O’na (Resûle) imân ederler, kendisine ta’zim ederler, O’na yardım ederler ve O’nunla birlikte indirilen nûra (Kur’ân’a) tâbi olurlar, işte bunlar kurtulanlardır” buyuruyor.

İnsanın, dünyâ ve âhıret saadetine kavuşup, âhırette ebedi azâbdan kurtuluşu, Resûlullahın Allahü teâlâdan getirdiklerine imân etmesi, O’nun sünnet-i seniyyesine tâbi olması ve O’na ta’zimde bulunması ile mümkündür.

Yine Allahü teâlâ, Nûr sûresinin altmışüçüncü âyet-i kerîmesinde meâlen; “Peygamberi, kendi aranızda birbirinizi çağırdığınız gibi çağırmayın” buyuruyor. Bu âyet-i kerîmenin ma’nâsı için şöyle denilmiştir: O’nun sizi çağırmasını, sizden birinizin, diğerinizi çağırması gibi tutmayınız. Sizden birisi, diğerini çağırdığı zaman, normal olarak aranızda bir mazeret sebebiyle cevap vermeyi geciktirirsiniz. Fakat Resûlullah (s.a.v.) sizi çağırdığı vakit böyle yapmayın. O sizi çağırdığında, derhâl O’na cevap vererek, ta’ziminizi ve hürmetinizi ifâde edin. Hattâ namazda olan bir kimseyi Resûlullah çağırdığında, Resûlullaha (s.a.v.) cevap vermesi vâcibdir. Çünkü, Ebû Sa’îd (r.a.) namazda iken Resûlullah (s.a.v.) onu çağırmıştı. Fakat o namazda olduğu için cevap vermemişti. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.v.) ona; “Bana cevap vermekten seni alıkoyan nedir? Sen Allahü teâlânın (Enfâl sûresi 24. âyet-i kerîmesinde meâlen) “Ey mü’minler! Peygamber, size hayat verecek olan dînin emirlerine sizi da’vet ettiği zaman, Allah ve Resûlüne icabet edin. Muhakkak biliniz ki, Allahü teâlâ, insan ile kalbi arasına girer” buyurduğunu işitmedin mi?” buyurdu.

Yine Allahü teâlâ, O’nun emri ile kendi emrini bir tuttu. O’na olan itaati, kendisine itaat olarak kabûl buyurdu. Ahzâb sûresinin otuzaltıncı âyet-i kerîmesinde meâlen; “Allah ve Resûlü bir işe hüküm verdiği zaman, mü’min bir erkekle mü’min bir kadın için, kendi işlerinden dolayı Allahın ve Peygamberin hükmüne aykırı olanı seçmek hakkı yoktur. Kim Allaha ve Resûlüne isyan ederse, muhakkak açık bir sapıklık etmiş olur...” buyuruluyor. Diğer bir âyet-i kerîmede ise meâlen; “Kim Peygambere itaat ederse, muhakkak Allaha itaat etmiş olur. Kim de yüz çevirirse, bu seni üzmesin. Zira seni onlara koruyucu ve gözetici göndermedik (ancak tebliğ için gönderdik).” buyuruluyor (Nisâ-80).

Yine Allahü teâlâ, Hucurât sûresinin birinci âyet-i kerîmesinde meâlen; “Ey îmân edenler! Allahü teâlânın ve Resûlünün önüne geçmeyiniz! Allahü teâlâdan korkunuz!” buyurdu. Ya’nî Allahü teâlâ imân edenlere, Resûlullahın huzûrunda bulunduğunuz zaman konuşmanızla ve işinizle Resûlullahın sözünün ve işinin önüne geçmeyiniz. O’nun huzûrunda olduğunuz vakit, Allahü teâlânın huzûrunda imiş gibi olun. Hucurât sûresinin ikinci âyet-i kerîmesinde meâlen; “Ey imân edenler! Peygamberin sesinden daha yüksek sesle konuşmayınız! O’na, birbirinize seslendiğiniz gibi seslenmeyiniz! Böyle yapanların ibâdetlerinin sevâbları yok olur” buyuruluyor. Allahü teâlâ bu âyet-i kerîmede, mü’minlere seslerini Resûlullahın sesinden fazla yükseltmekten, Resûlullah ile konuşurlarken seslerinin yüksek perdeden olmasını menetti.

Sesi alçaltarak konuşmak, O’nun karşısında kendi küçüklüğünü ifâde ve O’na karşı bir ta’zim şeklidir. Bu âyet-i kerîmeler, imân sahibi olanlara hitâb ile başlıyarak mü’minlerin bu vasıflarda olmalarının imândan olduğunu da onlara işâret etti. Yine bu âyet-i kerîmeler, Resûlullaha ta’zimin imândan olduğuna delâlet etmektedir. Bu sebebledir ki, Eshâb-ı Kirâm efendilerimiz, Resûl-i ekreme (s.a.v.) pekçok ta’zim ve hürmette bulunmuşlardır. Hucurât sûresinin ikinci âyet-i kerîmesi nâzil olduktan sonra, Hazreti Ebû Bekr ve Hazreti Ömer de Resûlullah efendimiz ile konuşurlarken dikkat ederler ve O’nun sesinden daha yüksek sesle konuşmamaya çok gayret ederlerdi.

Hudeybiye günü Urve bin Mes’ûd es-Sekafî, Resûl-i ekremin (s.a.v.) huzûrlarına gelip sulh için konuştuktan sonra, geri döndüğünde arkadaşlarına şunları söyledi: “Ey kavmim! Vallahi ben çok sultanların, Bizans İmparatoru Kayser’in, İran İmparatoru Kisrâ’nın ve Habeş kralı Necaşî’nin yanına gitmiş bir insanım! Vallahi ben Muhammed’in (s.a.v.) arkadaşları gibi, arkadaşları kendisine ta’zim ve hürmette bulunan bir sultâna rastlamadım. O onlara birşey emrettiği zaman, O’nun emrini yerine getirmek için koşuyorlardı. O’nun yanında konuşurken, seslerini kısarak konuşuyorlardı. O’na hürmetle bakıyorlardı” dedi.

Resûlullahın kabrini ziyâret: Resûlullah efendimizi (s.a.v.) ziyâret etmek de, O’na olan ta’zimin ifadesidir. Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “Kim vefâtımdan sonra beni ziyâret ederse, beni hayatta iken ziyâret etmiş gibidir.” Resûlullah efendimizi ziyâret için gidildiği zaman kabr-i şerîfin yanında sesi yükseltmemek de Resûlullaha ta’zimdendir. Yine kabr-i şerîfin yanında lüzumsuz ve Resûlullahın şânına yakışmayacak dünyâ işlerine dalınmaz.

Resûlullahın haremi olan Medîne-i münevvereye ta’zim ve hürmette bulunmak, orada yasaklanan şeylerden (veya günah işlemekten) sakınmak ve Medîne-i münevvere ehline ikramda bulunmak da Resûlullaha ta’zimden sayılır.

Resûlullahın mübârek isimleri geçtikçe salât ve selâm getirmek de Resûlullaha ta’zimdendir. Allahü teâlâ, Ahzâb sûresinin ellialtıncı âyet-i kerîmesinde meâlen; “Gerçekten Allah ve melekleri, Peygambere salat ederler. Ey îmân edenler! Siz de O’na salât edin (Allahümme salli alâ Muhammed, deyin) ve gönülden teslim olun.”

Resûlullah efendimizin mübârek sözlerinden ve işlerinden bildirilen, birşey O’nun şânını hafife alacak birşey ile mukâbele etmemek de O’na ta’zimdendir. İnsanlar arasında aşağılık ve düşük bir mertebe için kullanılan kelimelerle Resûlullahı vasfetmemek de O’na ta’zimdendir. Meselâ Resûlullaha fakir denmez. Çoban denmez. Resûlullah (s.a.v.) falanca şeyi severdi denince, hâlbuki ben onu sevmem dememek de O’na ta’zimdendir. Resûl-i ekremin “Ben birşeye yaslanarak, dayanarak yemem” buyurmasına; “Ben birşeye dayanarak yerim” deyip, sonra yaslanarak yemek gibi bir mukâbelede bulunmamaktır. Bunlara riâyet etmek de Resûlullaha olan ta’zime dâhildir. Bunlara kasıtlı olarak ehemmiyet vermeme niyetiyle riayetsizlik, küfür kapılarına yol açar.

Kur’ân-ı kerîmin ve hadîs-i şerîf kitaplarının üzerine, başka her hangi bir kitap veya herhangi bir ev eşyası koymamak da Allah ve Resûlüne ta’zimdendir. Onların üzerinde bulunan tozları almak, içerisinde Allahü teâlânın ism-i şerîfi veya Resûlullah efendimizin mübârek isimlerinin bulunduğu bir kâğıdı atmamak, Allahü teâlâya ve Resûlüne ta’zimdendir. Böyle kâğıtlar yırtılmaz. İslâm harfleri ile yazılı olan kâğıtlara da hürmet etmek lâzımdır. Şayet içerisinde Allahü teâlânın ism-i şerîfi, Peygamber efendimizin ism-i şerîfi ve âyet-i kerîmeler bulunan kitaplar ve kâğıtlar eskimekten dolayı yırtılırsa, bunları temiz beze sarıp toprağa gömmeli veya su ile yıkayarak üzerindeki yazıları silmeli veya yakmalıdır. Yakınca, külleri gömülür. Hazreti Osman mensûh âyetler bulunan Kur’ân-ı kerîmi yaktı. Eshâb-ı Kirâmdan hiç kimse, buna karşı çıkmadı. Yakmak, yıkayıp yazıları gidermekten daha iyi olur. Zira, yıkamakta kullanılan sular ayak altında kalabilir.

Ehl-i beyte ta’zim: Resûlullah efendimizin (s.a.v.), Ehl-i beytine, Ensâr ve Muhacirlerin çocuklarına ta’zim ve hürmette bulunmak da, Resûlullaha hürmettendir. Haberde şöyle gelmiştir: “Kureyş’i takdîr ediniz. Onların önüne geçmeyiniz.” Bu, Resûlullah efendimiz (s.a.v.) Kureyş’den olduğu içindir. Kureyş’i takdîr etmek vâcib olunca, Hâşimoğullarını takdîr etmek gerektiği kolayca anlaşılır. Buna bağlı olarak, Arablara (akidesi doğru, Resûlullahın yolunda giden Arablara) hürmet etmek de Resûlullah efendimize ta’zim cümlesindendir. Çünkü Resûlullah efendimiz de (s.a.v.) Arab idi. (Arab; lügatta, güzel demektir. Meselâ, lisân-i Arab, güzel dil demektir. Istılâh ma’nâsı ise, ya’nî coğrafyada Arab demek, Arabistan ismindeki yarımadada doğup büyüyen, oranın iklimi, havası, suyu ve gıdası ile yetişen ve onların kanından olan kimse demektir. Anadolu’daki kandan gelenlere Türk, Bulgaristan’da doğup büyüyenlere Bulgar, Almanya’dakilere Alman dedikleri gibi, Resûlullah da (s.a.v.) Arabistan yarımadasında doğduğu için Arabdır. Arablar beyaz, buğday benizli olur. Bilhassa Peygamberimizin (s.a.v.) sülâlesi beyaz ve çok güzel idi.)

Kur’ân-ı kerîme ta’zim: Şu husûslara dikkat edilmiş olursa, Kur’ân-ı kerîme ta’zim edilmiş olur 1- Kur’ân-ı kerîmi öğrenmektir. Hadîs-i şerîfte; “Sizin en hayırlınız, Kur’ân-ı kerîmi öğrenen ve öğreteninizdir” buyuruldu. 2- Kur’ân-ı kerîm okumaya E’ûzü ile başlamaktır. Allahü teâlâ, Nahl sûresinin doksansekizinci âyet-i kerîmesinde meâlen; “Şimdi Kur’ân okumak istediğin zaman, hemen o koğulmuş şeytandan Allaha sığın (E’ûzü billahi mineşşeytânirracîm) de!” buyuruluyor. 3- Okumayı bitirdikten sonra “Sadakallâhülazîm” deyip, Sübhâne Rabbike âyetini okumaktır. 4- Kur’ân-ı kerîmi hatim ettikten sonra tekrar başlamaktır. 5- Hatmi bitirip, hatim duâsı ederken, hanımını ve çoluk çocuğunu yanında bulundurmaktır. 6- Hatimi bitirip, duâsını gündüzün veya gecenin evvelinde yapmaktır. İbrâhim Teymî (r.a.) şöyle buyurdu: Bir kimse Kur’ân-ı kerîmi hatim edince, gecenin veya gündüzün kalan kısmında melekler ona salât okurlar. 7- Secde âyet-i kerîmeleri gelince secde yapmaktır. 8-Okuyanın abdestli olmasıdır.

Kur’ân-ı kerîm okumadan önce dişleri misvâklamak, mazmaza ile ağızı temizlemek, güzel koku sürünmek, güzel elbise giymek, geceleyin sesli, gündüz gizli okumak, Kur’ân-ı kerîmi devamlı okumaya yardımcıdır. Kur’ân-ı kerîm okurken, birisinin sözü ile okumayı kesmemelidir. Çünkü, başkasının sözünü, Allahü teâlânın kelâmına tercih etmek caiz değildir. Zira bu şekilde kırâati kesmek, Kur’ân-ı kerîm kırâatinin güzelliğinin gitmesi ve kırâati hafife almak gibi bir durum hâsıl olur ki, böyle bir şeyden Allahü teâlâya sığınırız. Kur’ân-ı kerîm okurken sesi güzelleştirmeli ve mahzûn olarak okumalıdır. Şarkı, türkü okur gibi tegannî ile okumamalıdır. Kur’ân-ı kerîmi tertîl ile okumalıdır. Allahü teâlâ, Müzzemmil sûresinin dördüncü âyet-i kerîmesinde meâlen; “Kur’ân’ı da yavaş ve açık olarak güzelce oku” buyuruyor.

Kur’ân-ı kerîmi, mıshaf-ı şerîfe bakarak okumalıdır. Çünkü Selef-i sâlihîn, mıshaf-ı şerîfe bakarak okumayı müstehab gördüler. Süfyân-ı Sevrî (r.a.) buyurdu ki: “İbâdetlerin en faziletlisi mıshafa bakmaktır.” Birgün Hazreti Osman’ın huzûruna girildiğinde, onu, mıshafa bakarak Kur’ân-ı kerîm okurken gördüler. Kur’ân-ı kerîm okuması bittikten sonra buyurdu ki: “Hiçbir günümün, Kur’ân-ı kerîme bakmadan geçmesini asla istemem. Kur’ân-ı kerîmi mıshaftan ve ezberden okumanın ayrı ayrı fâideleri vardır. Yüzünden okumak, fazla ve eksik veya önce ve sonra okumak gibi herhangi bir yanlışlığa düşmeme husûsunda daha sağlam bir yoldur. Ezberden okumak ise, ezberi kuvvetlendirir. Fakat birinci yol, tefekküre daha müsaittir. Evlâ olan, ikisinin arasını cem edip, ba’zan mıshaftan, ba’zan da ezberden okumaktır.”

Şöyle de denilmiştir “Mıshaftan okumak daha faziletlidir. Çünkü bunda, Kur’ân-ı kerîmin ve mıshafın hakkını eda etmek vardır. Mıshaftan bakarak okumakta, hem dil, hem de göz kırâata iştirâk etmiş olur. Fakat ezbere okunduğunda, kırâate sâdece dil iştirâk etmiş olur.”

Namazda Kur’ân-ı kerîmi çok okumalıdır. Zira, namazda Kur’ân-ı kerîm okumak, kulun hâllerinin en üstünüdür. Kur’ân-ı kerîm okuyanın, kıbleye dönmesi ve ezberden okurken abdestli olması müstehabtır. Namazda ise bunlar zâten şarttır.

Kur’ân-ı kerîmi Ramazân-ı şerîfte çok okumalıdır. Zira Ramazan ayı, Kur’ân-ı kerîm ayıdır. Allahü teâlâ, Bekâra sûresinin yüzseksenbeşinci âyet-i kerîmesinde meâlen; “O sayılı günler Ramazan ayıdır ki, Kur’ân o ay içinde indirilmiştir. O Kur’ân, insanları hakka ulaştırır, helâl ile haramda ve dînî hükümlerde hakkı bâtıldan ayırır. Sizden her kim Ramazan ayında hazır bulunursa, onu (orucunu) tutsun, kim de hasta olur, yahut seferde bulunursa, oruç tutmadığı günler sayısınca sıhhat ve ikâmet hâlinde orucunu kaza etsin. Allah size kolaylık diler, size güçlük dilemez. Hem buyuruyor ki: Kaza borcunuzu tamamlayasınız da, size hidâyet ettiği şekilde Allahı tekbir ile yüceltesiniz, gerek ki şükredersiniz” buyuruyor. Yine Kadr sûresinin birinci âyet-i kerîmesinde meâlen; “Şüphesiz onu (Kur’ân-ı kerîmi), kadir gecesinde (Levh-i mahfûzdan aşağı semâya) biz indirdik” buyuruluyor. Ramazân-ı şerîfte oruçlu kimse, mâlâya’nî (lüzumsuz) şeylerden kendisini alıkoymakla vazîfelidir. Öyleyse oruçlu kimsenin, Allahü teâlâya O’nun kelâmıyla yaklaşması gerekir.

Kur’ân-ı kerîmi, düşmanın eline geçmekten korumalıdır. Düşman memleketine Kur’ân-ı kerîmle gitmemelidir. Düşman elinin Kur’ân-ı kerîme değmesinden çok sakınmalıdır. Kur’ân-ı kerîmi, onun şânına lâyık olmayan bir hâle sokmak uygun değildir.

Kur’ân-ı kerîm okurken, bir sûreyi bitirmeden diğer sûreye geçmemeli ve her harfin hakkını vererek okumalıdır. Kur’ân-ı kerîmi, âyet âyet okumak evlâdır. Âyet-i kerîmeler bitince durmalıdır. Resûlullah (s.a.v.), Kur’ân-ı kerîmi âyet âyet okurdu.

Kur’ân-ı kerîmi çarşı ve pazarlarda okuyarak geçim vâsıtası yapmayınız. Resûl-i ekrem (s.a.v.) bir hadîs-i şerîfte; “Kur’ân-ı kerîm okuyunuz, fakat bunu geçim vâsıtası yapmayınız” buyurdu.

Kur’ân-ı kerîmi, hamamda ve pis yerlerde okumamalıdır. Ali (r.a.); “Evin en kötü yeri hamamdır. Orada Kur’ân-ı kerîm okunmaz” buyurdu. Soğan ve sarımsak yemiş olarak Kur’ân-ı kerîm okumamalıdır. Uykudan uyanan kimse, Kur’ân-ı kerîm okumadan önce dişlerini misvaklamalı ve ağzını temizlemelidir. Böylece, Kur’ân-ı kerîm kırâatına pis koku karışmamış olur. Kur’ân-ı kerîmin üzerine ondan başka hiçbir şey koymamalıdır. Ancak başka Kur’ân-ı kerîm, Kur’ân-ı kerîmin üzerine konabilir.

Kur’ân-ı kerîme çok hürmet etmelidir. Onu yazarken, en güzel şekilde yazmalıdır. Okunacak şekilde, aralıklı, büyük ve geniş parçalara yazmalıdır. Böyle yapmak, Kur’ân-ı kerîme hürmetin ifadesidir. Sultânın mektûbu en büyük ve temiz kâğıtlara, en güzel bir şekilde, en kaliteli kalem ve mürekkeble yazılmaktadır. Kaldı ki, Allahü teâlânın kelâmı, bunlara, sultânın mektûbundan çok daha fazla lâyıktır.

İsraf olmadığı müddetçe, Kur’ân-ı kerîmin bulunduğu yeri, aydınlatıcı birşey ile aydınlatmalıdır. Ramazân-ı şerîfte, mescidler daha fazla aydınlatılır. Çünkü mescidler, meleklerin bulunduğu yerlerdir. Mescidlere lâyık olan, aydınlatılıp, güzel kokular ile kokulandırılmasıdır. Bir eve misâfir geldiği zaman bile, ev karanlık ise aydınlatılır. Melekler ise, kendileri için aydınlatmaya başkalarından daha lâyıktır.

Kur’ân-ı kerîm okunurken dinlemelidir. Makam ve mevki sahibi bir kimse, emri altında olanlara bir yazısı okunurken, onlar dinlemedikleri zaman nasıl râzı olmazsa, Allahü teâlâ da, kelâmı olan Kur’ân-ı kerîm okunurken kulları dinlemezlerse, onlardan nasıl râzı olur? Kur’ân-ı kerîm okuyanlara da hürmet etmek, Kur’ân-ı kerîme olan ta’zimdendir.

Yaptığı iyiliğe sevinmek, yaptığı kötülükten dolayı üzülmek: Resûl-i ekrem (s.a.v.) bir hadîs-i şerîfte buyurdu ki: “Kime, yaptığı iyilik sevinç verirse ve işlediği kötülük ona üzüntü verirse, o kimse mü’mindir.” Resûlullah efendimiz (s.a.v.) şöyle duâ buyururlardı: “Allahım! Beni, iyilik yaptıkları zaman sevinen, kötülük yaptıkları zaman senden af ve mağfiret dileyen kullarından eyle!”

İyilik yapınca, Allahü teâlânın o iyiliği yapmaya muvaffak kılması, insanı sevindirir. Kötü bir amel işlediği zaman, Allahü teâlânın onu nefsine bırakması, yardımda bulunmaması ve şeytanın aldatması ile kötü bir işi işlemesi insanı üzer. Bu sebeble, Allahü teâlânın azâbından dolayı korku içinde bulunur.

Bir kimsenin bu durumda olması, onun imânının doğruluğuna delalet eder. Çünkü Allahü teâlânın sonsuz ni’metleri ile sevinmek, va’dine güvenmek ve azâblarla tehdidinden korkmak, Allah ve Resûlünü tasdikin kuvvetinden ve imânın doğruluğundan dolayıdır. Bu husûsu Resûlullah efendimiz gayet veciz ve güzel bir şekilde şöyle buyurmuşlardır: “Mü’min bir iyilik yaptığı zaman onun sevâbını umar, bir kötülük yaptığı zaman ise onun cezasından korkar.”

Temizlik ve abdest: Resûlullah efendimiz (s.a.v.) buyurdu ki: “Biliniz ki, amellerimizin en hayırlısı namazdır. Abdeste mü’min olan devam eder!” Namaz, ancak abdest ile sahih olur. Abdest, Muhammed aleyhisselâmın ümmetinin husûsiyetlerindendir. Birgün Resûlullah efendimize (s.a.v.) bir zât; “Nûh peygamberden beri gelen birçok insanlar arsında ümmetini nasıl tanıyacaksın, yâ Resûlallah?” dedi. Bunun üzerine Peygamber efendimiz (s.a.v.); “Benim ümmetimin aldıkları abdestlerin nişanı olarak, yüzleri ve a’zâları bembeyaz olur. Bu hâl, başka hiçbir ümmette bulunmaz, onları tanırım. Çünkü kitapları sağ taraflarından verilir” buyurdu.

Abdestin faziletlerinden birisi de, her uzvu yıkarken, abdest suyu ile beraber, o uzuvdan günahlar da dökülür, gider.

¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾

1) Mu’cem-ül-müellifîn cild-7, sh. 37

2) Ed-Dürer-ül-kâmine cild-3, sh. 24

3) El-Bidâye ven-nihâye cild-14, sh. 147

4) Şezerât-üz-zeheb cild-6, sh. 90

5) Tabakât-üş-Şafiiyye (Sübkî) cild-10, sh. 132

6) Esmâ-ül-müellifîn cild-1, sh. 717

7) Tabakât-üş-Şâfiiyye (Esnevî) cild-2, sh. 717

8) Bugyet-ül-vuât cild-2, sh. 149

9) Keşf-üz-zünûn cild-1 sh. 411, 420, 625 cild-2, sh. 1871

10) Brockelmann Gal-2, sh. 86 Sup-2, sh. 1012

11) Muhtasar-ül-Minhâc lil-Halîmî Süleymâniye Kütüphânesi. Şehid Ali Paşa kısmı. No: 1559