ALÂÜDDÎN-İ BUHÂRÎ (Abdülazîz bin Ahmed)

Hanefî mezhebi fıkıh ve usûl âlimlerinin büyüklerinden. İsmi, Abdülazîz bin Ahmed bin Muhammed el-Buhârî olup, lakabı Alâüddîn’dir. Buhârâ’da yetişen Alâüddîn hazretlerinin doğum tarihi bilinmemektedir. 730 (m. 1329) senesinde vefât etti.

Fıkıh ilmini; amcası Muhammed el-Mâymergî ve Hâfızuddîn-i Kebîr Muhammed el-Buhârî’den öğrendi. Bilhassa fıkıh ve usûlde ve diğer ilimlerde çok yükseldi. Kıvâmüddîn Muhammed el-Kâkî, Celâlüddîn Ömer bin Muhammed el-Habbâzî ve başka âlimler ondan ilim öğrendi.

İlim öğrenmek ve öğretmek husûsunda çok gayretli olan Alâüddîn-i Buhârî hazretleri talebelerine ilim öğretmekten başka, kıymetli eserler de tasnif etmiş olup, ba’zılarının isimleri şöyledir: Keşf-ül-esrâr (Şerhu Usûl-il-Pezdevî, 2 cild), Şerh-ül-müntehâb, Kitâb-ül-efniyye, Şerh-ül-Hidâye (İlâ bâb-in-nikâh).

Alâüddîn Abdülazîz bin Ahmed el-Buhârî’nin yazdığı Keşf-ül-esrâr (Şerhu Usûl-il-Pezdevî) isimli iki cildlik eserinden ba’zı kısımlar özetlenerek aşağıya yazılmıştır:

“Önce ve sonra gelen âlimlerin yolu ve âdeti, eserlerine ve başka her hayırlı işe, Allahü teâlâya hamd ederek başlamalarıdır. Böylece âlimler, hem hamd ile (Fâtiha-i şerîf ile) başlayan Kur’ân-ı kerîme uymuşlar, hem de Resûlullah efendimizin; “Allahü teâlâya hamd ile başlanmayan her mühim iş bereketten kesilmiştir.” hadîs-i şerîfi ile amel etmişlerdir.

Abdülazîz el-Buhârî hazretleri, şerhettiği kitabın müellifi olan Fahr-ül-İslâm Pezdevî’nin; “İmkânımın ve gücümün yettiği kadar Allahü teâlâya hamd ederim. Rızâsını kazanmakta O’ndan yardım isterim” sözünü şöyle açıklıyor: “Müellif (Pezdevî), Allahü teâlânın kullarına lutfettiği pekçok büyük ni’metlerini, Allahü teâlânın kudretinin ve büyüklüğünün kemâlini, beşer (insan) gücünün, Allahü teâlâya lâyık olan hamdi yapmaktan âciz olduğunu ve kurtuluşa ancak Allahü teâlânın hidâyeti, yardımı ve muvaffak kılması ile kavuşulabileceğini şeksiz ve şüphesiz bir şekilde müşâhede edip iyice anlayınca böyle söylemiştir. Ya’nî, “Allahü teâlâya gücümün yettiği kadar, bana ne kadar hamd etme gücü vermişse o kadar hamd edebilirim. Yoksa, Allahü teâlâya lütfettiği ni’metleri karşısında lâyık olan hamdi yapmaya gücüm yetmez. Buna hiç kimsenin gücü yetmez” demek istemiştir. Nitekim İbrâhim sûresinin 34. âyet-i kerîmesinde meâlen; “... Eğer siz Allahü teâlânın verdiği ni’metleri saymaya kalksanız (buna gücünüz yetmez) sayamazsınız” buyuruldu.

Abdülazîz el-Buhârî, müellifîn; “Resûlullaha (s.a.v.) O’nun Âline ve Eshâbına salât ederim” sözünü şöyle açıklıyor “Resûlullahın (s.a.v.) Âl’i demek, O yüce Peygamberin soyu, zürriyeti demektir. Al, takvâ sahibi mü’minler için de kullanılmıştır. Nitekim bir hadîs-i şerîfte, Resûlullah efendimiz; “Her takvâ sahibi mü’min benim Âl’imdir” buyurmuşlardır. Resûlullahın (s.a.v.) Eshâbı, O’na tâbi olanlar, ya’nî Muhacir ile Ensâr’dır.”

Müellif, Resûlullah efendimize ve O’nun Âl’i ve Eshâbına salât (duâ) ettikten sonra, diğer Peygamberlere salât (duâ) etmektedir. Abdülazîz el-Buhârî de bunu şöyle îzâh etmektedir “Müellifîn, Resûlullah efendimizin Âl ve Eshâbını diğer Peygamberlerden önce zikretmesi, onları Peygamberlerden üstün tuttuğu için değil, Resûlullah efendimize yapılan salâtın, onlar ile tamam olduğu içindir. Allahümme salli alâ Muhammedin ve alâ âlihî ve eshâbihî ve etbâ’ıh denir. Bununla Resûlullah efendimize yapılan salât-ü selâm tamamlanmış olur. Bundan sonra; “Ve alâ cemi’ıl enbiyâi vel-mürselîn” denir. Eshâb-ı Kirâm dâhil hiçbir veli, hiçbir peygamberden daha üstün değildir.

Bekâra sûresinin 269. âyet-i kerîmesinde meâlen buyuruldu ki; “(Allahü teâlâ) dilediği kimseye hikmet verir. Kime ki hikmet verilmiş ise, muhakkak ona çok hayır verilmiştir.” Bu âyet-i kerîmede geçen hikmet kelimesi, fâideli ilim olarak bildirildi. Abdullah İbni Abbâs (r.anhümâ) bu kelimeyi “Helâl ve haram ilmi” diye tefsîr etmiştir. Âlimlerin çoğu, bunun fıkıh ilmi olduğunu bildirmektedir. Hikmet lügatta ilim ile amel ma’nâsınadır. Bu ikisini kendinde bulunduran yüksek âlimlere fakih denilmiştir.

Fıkıh ilminin faziletine dâir birçok âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîf mevcûttur. Fakîhler için çok müjdeler vardır. Ancak ilmi ile âmil olmayanlar bu faziletlerden mahrûmdurlar. Kötü âlimler için çok acı azaplar bildirilmiştir. Resûlullaha (s.a.v.) mahlûkâtın en kötülerinin kim olduğu suâl edildiğinde; “Kötü âlimlerdir” buyurmuştur.

Bütün bunlardan iyi anlaşılıyor ki, ilim öğrenmeli, bu ilimle amel etmeli, ya’nî ilim ile amel birlikte bulunmalıdır. Hadîs-i şerîflerde; “(İlim öğrenmiyen) câhile bir kerre, (ilim öğrendiği hâlde ilmi ile amel etmeyen) âlime yetmiş kere yazıklar olsun” ve “Şeytana karşı bir fakîh, bin âbidden (ibâdeti çok yapandan) daha kuvvetlidir” buyuruldu:

Şeytana karşı kuvvetli olmak, ilmi ile amel eden âlimlere mahsûstur. İlmi olup ameli olmayan kimse, şeytana karşı kuvvetli olmak şöyle dursun, bilakis onun oyuncağı olur.

İmâm-ı Gazâlî hazretleri buyurdu ki: “Ba’zıları fıkıh ilmi deyince, fetvâları bilmek, fetvâların inceliklerine ve illetlerine vâkıf olmak ilmini anlamışlardır. Hâlbuki, âlimlerin çoğunun bildirdiklerine göre fıkıh, bunlarla beraber, âhıret ilmini, nefsin yaptıracağı çok ince hileleri bilmek, âhırette karşılaşacağı şeyleri iyi anlamak, dünyâya ehemmiyet vermeyip onu hakîr görmek ilmidir.”

Hasen-i Basrî hazretleri buyurdu ki: “Hakîkî fakih, dünyâya kıymet vermeyip âhırete rağbet eden, hatâlarını görebilen, Rabbine ibâdette devamlı olan, şüphelilerden uzak duran, başkalarının herhangi birşeyine zarar vermekten sakınan âlim zâttir.”

Başkalarına emirleri ve yasakları bildirip, kendisi ise bunlara riâyet etmiyen sözde âlimin hâli şu kimseye benzer ki, ortada herkesin yemek istediği, görünüşte lezzetli olan bir yemek olsa, fakat bu yemek zehirli olsa, yemeğin zehirli olduğunu orada bulunanlardan yalnız birisi bilse, diğerlerine; “Bu yemekten sakın yemeyiniz. Bu yemek zehirlidir” dese, fakat kendisi bir taraftan yese, diğerleri bunun sözüne hiç i’tibâr etmezler. “Bu bir yalancıdır. Hakîkaten zehirli olsaydı, kendisi yemezdi” diyerek, o yemekten yemeye başlarlar. O yemek aslında zehirli olduğu için, yiyenlerin hepsine çok zararlı olur.

Bu misâlden anlaşılacağı gibi, başkalarına anlatıp kendisi riâyet etmeyen âlimin zararı çok fazla olmaktadır. Nitekim âyet-i kerîmelerde meâlen buyuruldu ki: “Siz insanlara iyiliği emredip kendi nefslerinizi unutur musunuz?” (Bekâra-44), “Ey îmân edenler! Yapmadığınız şeyi niçin söylüyorsunuz?” (Sâff-3).

Fahr-ül-İslâm Pezdevî hazretleri, Usûl-ül-Pezdevî kitabında buyuruyor ki: “İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe ve eshâbı (talebeleri), fıkıh ilminde başkalarından önce gelmektedirler. Temel kaynaklardan mes’eleleri önce onlar çıkarmışlar, bu husûsta çok çalışmışlardır. Fıkıh ilminde onların dereceleri pekçok yüksektir. Onlar Kitâb ve Sünnet ilminde, Allahü teâlânın emirlerine, yasaklarına ve büyüklere uymakta, Rabbânî âlim idiler.”

Abdülazîz el-Buhârî hazretleri bu kısımda bulunan, “Büyüklere uymakta Rabbânî âlim idiler” cümlesini açıklarken buyuruyor ki: “Onlar ya’nî İmâm-ı a’zam ve eshâbı, hükümleri önce Kitâb’dan, sonra Sünnet’ten, sonra İcmâ’dan ve daha sonra da Kıyâs’tan alma husûsunda Eshâb-ı Kirâmın ve Tabiînin yoluna yapışırlardı. Hükümleri çıkartırken nefslerinden birşey ortaya koymaz, o büyüklerin yoluna zerre kadar muhalefet etmezlerdi.”

Müellifîn; “Onlar hem hadîs âlimi idiler, hem de hadîs-i şerîflerin ma’nâlarını bilmekte ve anlamakta da mütehassıs idiler” sözünü şerh ederken buyuruyor ki: “Ba’zı kimselerin İmâm-ı a’zam ve eshâbı hakkında, ileri geri konuşarak; “Onlar, hadîs ilminde âlim değillerdi. Kendi görüşlerine göre hüküm verirlerdi. Karşılaştıkları bir hadîs-i şerîf, kendi görüşlerine uygun ise alır, değilse reddederlerdi. Kendi görüşlerini hadîs-i şerîfe tercih ederlerdi” sözlerine cevap olmak üzere, müellif bunun uydurma ve iftira olduğunu, onların, diğer birçok ilimde olduğu gibi, hadîs ilminde de mütehassıs olduklarını bildirdi.

Onların, hadîs-i şerîf ilminde zayıf olduklarını, hatta, kendi görüşlerini hadîs-i şerîflere tercih ettiklerini zannetmek, onların büyüklüğünü anlıyamamış olan zavallıların işidir. Onların, helâli ve haramı bilmekte, şer’î delîllerden ma’nâlar çıkarmakta dereceleri o kadar yüksek ve dikkatleri o kadar keskin idi ki, onlar gibi böyle derin ma’nâlara nüfuz edemiyenler, onları kendi görüşlerine göre hüküm veriyorlar zannetmişlerdir. Hâlbuki İmâm-ı Şafiî hazretleri; “Fıkıh öğrenmek istiyen kimse, Ebû Hanîfe’nin kitaplarına sarılsın. Ben Ebû Hanîfe’ye yetişseydim, onun meclisinden ayrılmazdım” buyurdu. Büyük âlimlerden, buna benzer daha nice sözler nakledilmiştir.

Abdullah bin Mübârek’e; “İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe ve eshâbının, sünneti seniyyeye uymadıkları söyleniyor. Bunlar için ne dersiniz?”diye suâl edildiğinde, buyurdu ki: “Sübhânallah! Böyle olmak şöyle dursun, Ebû Hanîfe sünnet-i seniyyeye uymak, o yoldan kılpayı ayrılmamak için bütün gücüyle gayret edip çalıştı. Hâl böyle iken, o büyük zât ve talebeleri hakkında böyle uygunsuz lâflar nasıl söylenebilir? Sünnet-i seniyyeye düşman olanlar, nefislerine, arzu ve hevâlarına tâbi olup, Kitâb ve Sünneti terkedenlerdir.”

Ebû Hanîfe ve eshâbı, bir hükmü meydana çıkarırken, Kur’ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden ayrılmamışlar, kendiliklerinden birşey söylememişlerdir. Onlar, mechûl olan rivâyeti de kıyâsdan önce tuttular. Mechûl rivâyet, hadîs rivâyeti ile meşhûr olmamış, râvîlerin sâdece bir veya iki rivâyetleri ile bilinen rivâyetlerdir. Onlar, Resûlullah efendimizden duymaları ihtimâlini göz önünde bulundurarak, Eshâb-ı Kirâmın sözlerine de kıymet vermişler, bu sözleri de sened kabûl etmişlerdir.

Onların yolu bu olunca, “Kendi görüşlerini sahih hadîslere tercih ettiler” sözü ne büyük yalandır. Böyle zannetmek nasıl mümkündür?”

¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾

1) Tabakât-ül-usûliyyîn cild-2, sh. 136

2) Mu’cem-ül-müellifîn cild-5, sh. 242

3) El-Fevâid-ül-behiyye sh. 94

4) Keşf-üz-zünûn sh. 112, 1395, 1849

5) Keşf-ül-esrâr