İsfehan’da yetişen evliyânın büyüklerinden. Ebü’l-Abbâs-i Mürsî’nin yetiştirdiği en büyük üç talebesinden biridir. İsmi, Abdullah bin Şemseddîn Muhammed bin Eymen en-Nûrî el-İsfehânî el-İsfehbezî olup, künyesi Ebû Muhammed’dir. Lakabı Kutbüddîn ve Necmüddîn’dir. Şafiî mezhebi âlimlerinin büyüklerinden olan Abdullah-i İsfehânî’nin doğum târihi kaynaklarda bulunamamıştır. Vefât târihinde de kaynaklarda değişik rivâyetler bulunmakta, Nefehât-ül-üns’de 721 (m. 1321) olarak bildirilen vefât târihi, Keşf-üz-zünûn’da 763 (m. 1367) senesi olarak bildirilmektedir, ilim öğrenmek için Şam’a ve başka yerlere gidip oralarda bulunan âlimlerden ilim öğrendi. Kendisinden de birçok kimse istifâde etti.
Abdullah-i İsfehânî hazretleri, Acem beldesinde bir âlimden ders okumakta iken, o âlim buna Mısır’a gitmesini, orada zamanın kutbu olan büyük âlim ile görüşmesini söyledi. O da yola çıkıp giderken, yolda kendisini casus zannedip bağladılar ve hapsettiler. Bundan sonrasını kendisi şöyle anlatır: “Beni hapsedip yalnız bıraktıkları zaman, nûr yüzlü bir mübârek zât havadan geldi. Yanımda durdu. Beni çözdü ve; “Gel ey Abdullah! Senin matlûbun (aradığın istediğin zât) benim dedi” ve gözden kayboldu. Fakat, ben o zâtın kim olduğunu bilemedim. Dışarı çıkıp oradan uzaklaştım. Mısır’a ulaştığımda, aradığım zâtın kim olduğunu ve nerede olduğunu bilmiyordum. Bir zaman geçtikten sonra, beraber bulunduğumuz dervişler; “Bulunduğumuz beldeye Ebü’l-Abbâs-i Mürsî hazretleri gelmiş. Haydi gelin, kendisini ziyâret edelim, sohbetinde bulunalım” dediler. Gittik. Ebü’l-Abbâs-i Mürsî hazretlerini gördüğümde, yolda beni zindandan kurtaran zât o olduğunu anladım. Bundan sonra kendisine bağlandım. Vefâtına kadar hizmetinde bulundum. Abdullah-i İsfehânî, hocası Ebü’l-Abbâs-i Mürsî hazretlerinin sohbeti ve hizmeti ile şereflenmekle, evliyâlık yolunda çok üstün derecelere, anlaşılamıyan yüksekliklere kavuşup, onun en büyük üç talebesinden birisi oldu. Hocasının vefâtından sonra oralarda duramayıp, Mekke-i mükerremeye doğru yola çıktı. Yolda, hocasının hocası olan Ebü’l-Hasen-i Şâzilî hazretlerinin kabrini ziyâret etti. Bu esnada Ebü’l-Hasen-i Şâzilî hazretleri kabrinden seslenerek; “Mekke-i mükerremeye git! Orada otur!” buyurdu. O da bu emir üzerine Mekke-i mükerremeye varıp, Harem-i şerîfin etrâfına ulaşınca, gizliden bir sesin kendisine hitâb ettiğini duydu. O ses: “Öyle bir beldeye geldin ki, o belde, hayırlı bir beldedir. Fakat kavmi (bu beldede bulunanlar) bu beldenin kıymetini bilemiyorlar” diyordu. Abdullah-i İsfehânî hazretleri, vefâtına kadar orada ikâmet etti. Vefâtında Fudayl bin Iyâd hazretlerinin yakınına defn olundu. O zâhirde Mekke-i mükerremede bulunur, fakat çeşitli zamanlarda değişik yerlerde, Arafat’ta ve başka yerlerde görülürdü. Allahü teâlânın veli kullarının buna benzer kerâmetleri çok görülmüştür.
Evliyâdan bir zât şöyle anlatır: “Mekke-i mükerremeden Medîne-i münevvereye gittim. Resûlullah (s.a.v.) efendimizin kabrini ziyâret ettim. Herkes Abdullah-i İsfehânî’nin Mekke’den ayrılmadığını, orada bulunduğunu söylüyorlardı. Ben ise, o büyük zâtın Resûlullahı (s.a.v.) ziyârete gelmemesi mümkün değildir diye düşündüm. Bu düşünceler içinde yoluma devam ediyordum. Bir ara başımı yukarıya kaldırmıştım. Bir de ne göreyim. Abdullah-i İsfehânî (r.a.) havada yürüyor. Resûlullah efendimizin kabr-i şerîfini ziyâret için Medîne-i münevvereye geliyordu. Bana ismimle hitâb etti. Ba’zı şeyler konuştuk. Sonra ayrıldı. Yolumuza devam ettik.”
Yemen âlimlerinden birisi şöyle anlatır: “Bir sene hacca gitmiştim. Yola çıktığımda da, babam ağır hasta olarak yatıyordu. Mekke-i mükerremeye ulaştım. Hac vazîfesini eda ettim. Fakat devamlı babamın durumunu düşündüğüm için, gönlüm perişan bir vaziyette idi. Necmüddîn hazretleri de orada idi. Durumumu ona anlattım. Babamın durumunu anlayıp bana bildirmesi için yalvardım. Başını önüne eğip bir müddet düşündü. Sonra; “Babanız o şiddetli hastalıktan kurtulmuş, sedirinin üzerinde oturuyor. Elinde misvakı var. Etrâfına kitaplarını koymuş” buyurup, babamın şeklini ve şemâlini de ta’rîf etti. Hâlbuki daha önce onu görmüş değildi.”
Ebû Muhammed Necmüddîn-i İsfehânî hazretleri, Allahü teâlânın velî kullarından birinin cenâzesinde bulundu. Cenâze defnedildikten (kabre konulduktan) sonra, birisi telkine başlıyacaktı. Telkin için kalkınca, Necmüddîn hazretleri tebessüm etti. Talebelerinden birisi sebebini sordu. Buyurdu ki: “O hoca telkine başlayınca, kabre koyduğumuz bu mübârek zât bana; “Ey Necmüddîn! Hiç hayret etmiyor musun ki, kalbi ölü olan bu hoca, hakîki hayâta yeni başlayan diri bir kimseye telkin veriyor” dedi. Bunun için tebessüm ettim.”
Mi’yâr-ül-mürîdîn, Risâlet-ül-mekkiyye, Nûr-ül-akâid ve Diyâ-ül-Fevâid ve Sülûk-ül-ulemâ onun eserlerinden ba’zılarıdır. İslâmiyetin emir ve yasaklarını çok iyi bilen, ilmiyle amel eden ve Allahü teâlânın evliyâsının büyüklerinden olan Kutbüddîn Ebû Muhammed Abdullah bin Şemseddîn Muhammed bin Abdullah bin Eymen el-İsfehânî en-Nûrî el-Erdebîlî el-İsfehbezî (r.a.), “Sülûk-ül-ulemâ” isimli eserinin önsözünde buyuruyor ki:
Allahü teâlâ Hac sûresinin 78. âyet-i kerîmesinde meâlen buyurdu ki: “Allahü teâlânın yolunda gerektiği gibi (bütün kudretinizi sarfederek, temiz kalb ve iyi niyetle) cihâd eyleyin. Allahü teâlâ, dinini muzaffer kılmak için sizi seçti.” Mücâdele sûresinin onbirinci âyet-i kerîmesinde meâlen buyurdu ki: “Allahü teâlâ, kendilerine ilim verilenlerin (ilimleriyle âmil olan âlimlerin) derecelerini arttırır.” Fâtır sûresinin 28. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Allahü teâlâdan, kulları içinde en ziyâde korkan âlimlerdir” buyurdu.
Resûlullah efendimiz de (s.a.v.); “Âlimler, Peygamberlerin vârisleridir”, “Ümmetimin âlimleri, İsrâiloğullarının peygamberleri gibidirler” buyurdu.
İlim, Allahü teâlânın sıfatlarındandır. O’na yaklaşmağa en büyük ve en şerefli vesiledir. İlimle birlikte havf ve haşyet de (Allahü teâlâdan korkmak da) bulunursa, bu ilim sahibini yüksek derecelere ulaştırır. Allahü teâlâ, âlim diye ancak haşyeti bulunanları isimlendirip, meâlen; “Allahü teâlâdan, kulları içinde en çok korkan âlimlerdir” (Fâtır-28) buyurdu. Allahü teâlâ hakkında ilmi artan kimsenin, O’ndan korkması fazlalaşır. Resûlullah (s.a.v.); “Ben, sizin içinizde, Allahı en çok bilen ve O’na karşı korkusu en çok olan kimseyim” buyurdu. Korkunun alâmeti, ilmiyle amel etmektir. İlim sahibi kimse, ilmi, âhıret derecelerini kazanmaya bir vesile kılmıştır. Hakiki ilim sahipleri, ilmi mal kazanmaya, makam elde etmeye, hayvani isteklere kavuşmaya vesile kılmamıştır. Kim ilmiyle amel etmezse, o hakîkatte bir taşıyıcıdır ve Allahü teâlâ onu hımâra (merkebe) benzetmektedir. Nitekim Cum’a sûresinin 5. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Kendilerine Tevrat yükletilip (öğretilerek, hükümleriyle amel etmeleri teklif edilip) de sonra onu taşımayanlar, hükümleriyle amel etmeyenler, ondan faydalanmıyanlar, büyük büyük kitaplar taşıyan merkeplere benzer. (Merkep, o kitapları yüklenmekle yorgunluk ve meşakkat görür. Ama kendisine bir faydası yoktur)” buyurmaktadır.
İlim, Peygamberlerin mirasıdır. Peygamberler mal ve para miras olarak bırakmamışlar, ancak ilmi miras bırakmışlardır. Kim onu alırsa, büyük bir pay almış olur. Peygamberlerin mirası olan ilim, iki nev’idir. Zâhirî ilim, bâtınî ilim. Zâhirî ilim; Sahâbe-i Kirâmın (r.anhüm) Peygamberimizin söz ve fiillerinden alıp, onlardan da Tabiîne ve Selef-i sâlihîne intikâl eden ve hepsinin amel ettikleri Kitâb ve Sünnet, ilm-i tefsîr, ahbâr, asar, fıkıh ve benzerleri gibi ilimlerdir. Fudayl bin Iyâd (r.a.) buyurdu ki: “Hidâyet yollarına tâbi ol ki, sâlihlerin ayrılığı sana zarar vermesin. Dalâlet yollarından kaçın ki, helak olanların çokluğu seni aldatmasın.” Ebü’l-Hüseyn-i Nûrî (r.a.) buyurdu ki: “Allahü teâlâ ilmi, avama mübah kılmıştır. Ma’rifeti, velilerine hâs kıldı. Mükâşefe (keşf hâlini) asfiyâsına (seçilmişlere) müşâhedeyi ehibbâsına (kendisini sevenlere) mahsûs kılmıştır, izzetini, bütün mahlûkâtından saklamıştır.”
Peygamberlerden miras kalan ilmin ikinci kısmı olan batın ilmine gelince; Resûlullahın (s.a.v.) mübârek kalbine Allahü teâlâdan gelen ma’nâları bilmektir. Peygamber efendimiz (s.a.v.); “Allahü teâlâ ile öyle vaktim olur ki, o anda hiç bir melek ve hiçbir peygamber bana yaklaşamaz”. Allahü teâlâ, Necm sûresinin 10. âyet-i kerîmesinde meâlen buyurdu ki: “(Cebrâil eleyhisselâm)Allahü teâlânın vahyettiğini kuluna (Muhammed aleyhisselâma) ulaştırdı, bildirdi.” Allahü teâlânın muhabbetiyle yananlara, O’ndan yardım gelmektedir. Resûlullah (s.a.v.); “Allahü teâlânın göğsüme (kalbime) akıttığı herşeyi, ben de Ebû Bekr’in göğsüne akıttım” buyurdu. Zâhir ilminin nev’ileri olduğu gibi, batın ilminin de nev’ileri vardır. Hattâ bunlar, diğerlerinden daha çoktur.
Batın ilmi; imân, İslâm, ihsân, ikân, tövbe, zühd, takvâ, vera’, ihlâs ilimleri, ma’rifet-ün-nefs (nefs ve rûh bilgisi), kalb ve sıfatları, tavırları, hâlleri, tasfiye ilmi, tatyîb-ül-ahlâk (ahlâkı güzelleştirme), sıfatları değiştirme, nefsânî ve şeytânî hatır (düşünce) ile rûhanî, melekî düşünceyi ayırma, müşâhede ve mükâşefât (keşifler) ilimleri, cemâl sıfatları ve kemâl sıfatlarına dâir ilimlerdir. Evliyâlık yolunda ilerleyenler bu ilimlere, ictihâd ve riyâzet-i bâliga makamında vâkıf olurlar. Böylece cenâb-ı Hakkı bilirler. Allahü teâlâ, Bekâra sûresinin 31. âyet-i kerîmesinde meâlen; “(Allahü teâlâ) Âdem’e (yarattıktan sonra) bütün eşyanın bütün mahlûkâtın isimlerini ona öğretti” buyurmaktadır.
Batın ilminden birşey öğrenmiyen kimse, bilmediği şeyleri duyunca, ahmaklığı ve ilimsizliği sebebiyle bunları inkâr eder. Resûlullah (s.a.v.); “İlimlerden öyleleri vardır ki, onları ancak ma’rifetullaha sahip olanlar bilirler. Onlar bu ilimlerden haber verdikleri zaman, ma’rifetullaha sahip olamayanlardan başkası onları inkâr etmez” buyurdu. Sahîh-i Buhârî de açıklandığına göre Ebû Hüreyre (r.a.) buyurdu ki: “Resûlullahdan (s.a.v.) iki kap dolusu ilim öğrendim. Birini cömertçe etrâfa saçtım, ya’nî tebliğ ettim. Diğerini eğer söylesem, bu boyun kesilir.” Âlimler üç gruptur. Birincisi; zâhirî ilimleri bilenler, ikincisi; bâtınî ilimleri bilenler, üçüncüsü de; hem zâhirî ve hem de bâtınî ilimleri bilenlerdir. Bu üçüncüler, çok nâdir bulunurlar. Her asırda bütün âlemde beş kimse bulunsa, çok sayılır. Hattâ bunlardan bir kişi bulunsa, onun bereketi, âlemin doğusuna da, batısına da kâfi gelir ve o vaktin kutbu olur. Onun zamanındaki insanlar himmetinin gölgesinde bulunur. Bu âlim, Peygamber efendimizin onunla iftihar ettiği zât olur. Peygamber efendimiz buyurdu ki: “Ümmetimin âlimleri, İsrailoğullarının peygamberleri gibidirler.” Onlar, nebilerin vârisleridirler. Çünkü onlar, zâhir ve batın ilimlerini tevhîd etmişler, birleştirmişlerdir.
Ebû Ümâme (r.a.), Peygamber efendimizden (s.a.v.) şöyle rivâyet etti: Peygamberimiz buyurdu ki: “Nice fâcir âlim ve câhil âbid vardır. Âbidlerin câhillerinden, âlimlerin de facirlerinden kaçınınız”, “Dünyânın ve âhıretin hayrı ilimle, dünyânın ve âhıretin şerri cehâletle beraberdir.” Hazreti Ali de (r.a.) şöyle buyurdu: “İslâmda benim belimi iki kişiden başkası kıramaz. Bunlar; fâcir âlim ile, bid’atçı âbiddir. Fâcir olan âlimin günah işlediğini gören insanların ilim öğrenmeye karşı meyli azalır. Bid’atçı âbidin dine sonradan sokulan şeyleri ibâdet diye yaptığını görünce, insanların ibâdet yapmağa meyli azalır. İnsanlar bunlara bakarak, bütün âlimlerin ve evliyânın, bu kötü hâl üzere olduğunu zannederler. Öyle ki, âbidlerin havvâs tabakasına ve evliyâullaha da hakaret gözüyle bakıp, onlardan yüz çevirirler. Böylece onların velâyet nûrlarından, güzel sohbetlerinden mahrûm olup, nasipsiz kalırlar. Haberde geldiğine ve Eshâb-ı Kirâmdan bildirildiğine göre; “İlimden maksadı dünyâ olan her âlim için, istediği mal, makam gibi dünyalıklar dışında bir sevâb yoktur ve âhırette o, Cehennem odunu olacaktır. Onun ilmi, Resûlullahın (s.a.v.); “Fayda vermiyen ilimden sana sığınırım” hadîs-i şerîfinde, Allahü teâlâya sığındığı ilimdir.”
İbâdetlerden lezzet alamamanın sebeplerinden biri de, haram ve şüpheli yemeklerdir. Eğer yenilen lokma şüpheli ise, ondan; hırs, şehvet, hased, adavet (düşmanlık) ve riya doğar. Büyüklerimiz buyurdular ki: “Kim şüpheli birşey yerse, Allahü teâlâya giden yolu doğru olarak bulamaz.” Kim haram yerse, kendisine o yol kapanır. Kim yemede isrâf ederse, kalbi kararır. Kim Allahü teâlâdan gâfil olarak yese, kalbine kasvet gelir. O zaman ömrü boyunca yaptıkları boşa gider.”
Vâ’izler, müttekî, sâlih âlimlerdir. Konuşmaları Allahü teâlâ için ve sevâb kazanmak maksadıyla olur. Onlar, tefsîrden, hadîsden ve Selef-i sâlihînin yolunda bulunan sâlih âlimlerin siyerinden, onların güzel hallerinden anlatırlar. Nasihat, tövbe, kanâat, zühd, vera’, takvâ ve hikmetle insanları Allahü teâlâya çağırırlar. Takvâ, vera’ ve zühd; haramlardan kaçmak, şüpheli olmak korkusuyla mübahların çoğunu terketmek ve dünyâ malına kıymet vermemek demektir. Allahü teâlâ Nahl sûresinin 125. âyet-i kerîmesinde meâlen şöyle buyuruyor: “Kullarıma hikmet ile ve güzel va’z ile, beni tanıt! Ve onlarla mücadeleni en güzel şekilde yap!” Ya’nî onlarla güzel sözlerle, zarif işâretler ve latif ibârelerle konuş. Bu âlimler, insanları söyledikleri ile ümitlendirip yaptıkları ile aldatmazlar. Söylediklerini önce kendileri tatbik ederler. Tama’ ve mal sevgisiyle alçalmazlar. Çünkü tama’ bulunan yerden çıkan söz, her ne kadar onu hak olarak söylüyorsa da, kalblere te’sîr etmez ve dinleyicilere fayda vermez. Büyükler buyurdular ki: “Söz eğer kalbden söylenirse, kalbe te’sîr eder. Eğer hevâ ile söylenirse, bu söz kalbe ulaşmaz.” Allahü teâlâ, Davud’a (a.s.) dünyâ sevgisi kendisini istilâ etmiş olan âlimle oturmamasını vahyetmiş, onların, kulların yollarını kesen, yol kesiciler olduklarını beyân etmiştir, İbn-i Abbâs’tan rivâyetle, Peygamber efendimiz (s.a.v.); “Bu ümmet iki grup insandan müteşekkildir. Bir grup insan vardır ki, Allah, kendisine ilim vermiştir. O da bu ilmi insanlara saçmıştır. Bundan dolayı da kendisine tama’ (dünyâ sevgisi) meydana gelmemiş olup, herhangi bir karşılık almamıştır. Bu grupdaki insanlara semâdaki kuşlar, denizdeki balıklar, yeryüzündeki hayvanlar ve kirâmen kâtibîn isimli melekler istiğfar ederler. Kıyâmet gününde bunlar, Allahü teâlâya seyyid, şerîf olarak gelirler ve Peygamberlere kavuşurlar. Diğer bir grup insan vardır ki, Allahü teâlâ kendisine bu dünyada ilim vermiştir. Bu ilim, kendisini insanlara yaklaştırmıştır. Onu bir tama’ kaplamış ve bunun (dünyâda) karşılığını almıştır, Allahü teâlâ, mahlûkatın hesabını bitirinceye kadar, o azâb görür” buyurdu.
Abdullah-i Nûrî el-İsfehbezî, ilim ve İbâdetin şerefi bölümünde şöyle buyurmaktadır: ilim ve amel, saadete (Cennetlik olmaya) vesile, cehâlet ve tenbellik de, şekâvete (Cehennemlik olmaya) vesiledir. Tercih edilen ilim ve sâlih amelden ayrı kalınamaz, İlim ve amel, Allahü teâlâ ile arasındaki perdeleri kaldırır. Allahü teâlâ, Fâtır sûresinin 10. âyet-i kerîmesinde meâlen şöyle buyurmaktadır: “Kelim-üt-tayyib (güzel sözler), ancak Allahü teâlâya yükseltir ve onu da sâlih amel yükseltir.” Buradaki kelim-üt-tayyib, “Lâ ilahe illallah” demek, sâlih amel de, sıdk ve ihlâs ile, Allah rızâsı için yapılan amel demektir. Bunlar perdeleri açar ve cenâb-ı Hakka yaklaşır, İlim ve amel, birbirinden ayrılmazlar. İlim köktür, amel daldır. Köksüz dal yoktur. Bunun için; “Amelsiz ilim akim (güdük, sonu olmayan), ilimsiz amel ise sakîmdir, eksikdir.” denildi.
İlmi, ibâdete zarar gelmemesi için taleb ediniz. İbâdeti de, ilme zarar gelmemesi için isteyiniz. Kulun hakkı, ancak bu ikisiyle meşgûl olmasıdır. Akıllı kimse, imânını korumak için, Allahü teâlânın emir ve yasaklarında gevşeklik göstermez ve sâlih amellerde kusur etmez. Allahü teâlânın, mü’minlerin kalblerine verdiği imân, tabiat ve hevâ zulmetiyle perdelenmiştir. Bunun açılması için perdeleri ortadan kaldıracak şeye ihtiyâç vardır.
Allahü teâlâ, sâlih amellerle imânı kuvvetlendirmek için, emir ve yasak, va’d ve va’îdlerde bulunmuştur. Kökü, yakîn toprağında bitmeyen, dalları amellerle meydana gelmeyen her Îmân, ölüm meleği ortaya çıktığı zamandaki şiddetli korkular karşısında sabit kalamaz. Böyle kişinin, sonunda imansız olarak âhırete intikâl edeceğinden korkulur. Bu da ancak son nefeste ve ölüm korkulan zuhur ettiği zaman belli olan bir durumdur.
Bu hâl meydana geldiğinde, çok az insan imânında sebat eder. Onun için akıllı kimsenin, sâlih amellerin faydasına kavuşması, Ehl-i sünnet i’tikâdında olması lâzımdır. Güzel ahlâk sahibi olmalıdır. Farzlar, sünnetleri ile birlikte yapılmalıdır. Farzların yardımcısı ve tamamlayıcısı, sünnetlerdir. Kim Kitâb ve sünnet ilmiyle, Selef-i sâlihîn ve Ehl-i sünnet yoluna göre i’tikâdını düzeltmezse, çalışmaları zayi olur. Gayreti boşa gider. Allahü teâlâ, Nahl sûresinin 92. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Güzel ve sağlam iğirdiği ipliği tekrar bozan kadın gibi olmayın” ve Furkân sûresinin 23. âyet-i kerîmesinde; “Biz onların (O kâfirlerin, misâfirlere ikram etmek, akrabayı gözetmek, fakirleri doyurmak, yetimleri korumak gibi hayır olarak) her amelini, kasdedip, saçılmış zerre hâline getirmişizdir” buyurmaktadır.
Resûlullah efendimiz (s.a.v.) Eshâb-ı kiramına buyurdu ki: “Size Cennet ehlinin en şereflilerini bildireyim mi?” Sahâbe-i Kirâm (r.anhüm); “Evet yâ Resûlallah” dediler. Bunun üzerine; “Onlar ümmetimin âlimleridir” buyurdu. Yine buyurdu ki: “Âlime bir defa bakmak, bana, gündüzlerinde oruç tutarak, gecelerini ihyâ ederek yapılan bir senelik ibâdetten daha sevimlidir.” “Mi’râc gecesi Cehenneme muttali oldum. Cehennem ehlinin fakirler olduğunu gördüm.” Eshâb-ı Kirâm; “Bu fakirler, malı olmıyanlar mı?” diye suâl ettiler. “Hayır (onlar değil, fakat) ilmi olmayanlar, ilim fakirleridir” buyurdu. Hazreti Ali buyurdu ki: “Allahü teâlâya ilimsiz olarak ibâdet eden kimse, değirmene bağlı merkep gibidir. O, gün boyunca yürür, fakat hep aynı yerindedir.” Câhil de böyledir. Cehâletle, Allahü teâlâya çok çok ibâdet eder. Fakat bu ibâdeti, onun Allah indinde yakınlığını arttırmaz. Ba’zan kul çok ibâdet yapar, fakat câhil olduğundan ibâdeti emre uygun olarak yapamaz, dolayısıyle boşu boşuna yorulmuş, meşakkat ve zahmet çekmiş olur. Bir iş, ancak emrolunduğu şekilde yapılırsa, ibâdet olur. Bu da ancak ilimle bilinir. Peygamber efendimiz (s.a.v.); “İlim öğrenmek, her kadın ve erkek müslümana farzdır” buyurdu. Bu, sahibinin îmânını, tevhîdini, amelini sahih kılan, bilmemesi caiz olmıyan ilimdir, insanı tevhîde ulaştırmayan her ilim bâtıldır. Bu sebeple, ibâdetlerin ancak ilimle doğru yapılabileceği anlaşılmaktadır.
İlmin âfeti; ucb (kendini beğenmek), kibir ve nefsini temiz kabûl etmektir. Peygamber efendimiz (s.a.v.); “Âlimlerin cebbarlarından (kibirlilerinden) olmayınız” buyurdu. Başka bir hadîs-i şerîfte de; “Helak edici üç şey vardır. İtaat olunan cimrilik, tâbi olunan nefsânî arzular ve kişinin kendi nefsini beğenmesidir” buyurdu.
İbâdetin âfeti; riya için, başkalarının işitmesi için ve Allahü teâlâdan başkası için yapmaktır. Allahü teâlâ, Mü’min sûresinin 4, 5, 6 ve 7. âyet-i kerîmelerinde; “Veyl (şiddetli azap) o namaz kılanlara ki, namazlarından gâfildirler. Namazı ehemmiyetsiz sayarlar. Riyakârlık ederler. Namazlarını insanların yanında nifak ve riya ile kılarlar. Tenhâda yalnız kalınca terkederler. Zekât ve âriyet vermeyi de men ederler.” Peygamber efendimiz (s.a.v.) uzun bir hadîs-i şerîflerinde, âlim, gazi ve sadaka veren kişiler, “Şöyle şöyle yaptım” dediklerinde, “Yalan söyledin. Filan kişi âlimdir veya şecâatlidir yahut çok cömerttir denilmesini istedin” cevâbı verileceğini, sonra da Cehenneme götürüleceğini beyân buyurmuştur. Bir hadîs-i kudsîde de Allahü teâlâ buyurdu ki: “Kim bir amel işler de, onda bana başkasını ortak koşarsa, kendisini ve şirkini terk ederim”.
Peygamber efendimiz (s.a.v.); “Riyanın en aşağı mertebesi şirktir” buyurdu. Taharet, namaz, oruç ve diğer ibâdetleri, şartlarıyla, hükümleriyle öğrenmek lâzımdır. Zîrâ bir kimse taharetini ve namazını bozan bir şeyi senelerce yapar da farkında olmayabilir.
Batınî ibâdetlerin de öğrenilmesi lâzımdır. Bunlar; tevekkül, rızâ, şükür, sabır, tövbe, sıdk, ihlâs gibi kalb amelleridir. Bunların zıddı olan; gazâb, riya, tûl-i emel, kibir, hırs ve tama’dan sakınmak için bunları öğrenmek lâzımdır. Çünkü bunları yapmaya devam ederken, Cehenneme müstehak olabilir. Onun çalışması da, kendisine zarar veren şeyler üzerinde olmuş olur. Ba’zan, cenâb-ı Hakkın gazâbını celbedecek iş yapar da, onu cenâb-ı Hakka tazarru ve niyaz zanneder. Ba’zan sırf riya içerisinde bulunur da, onu Allahü teâlâya hamd ve insanları hayra da’vet zanneder. Allahü teâlâya karşı işlediği günahları tâat zanneder. Cezayı gerektirecek yerde, büyük sevâb bekler. Bu anlatılanlar, ilimsiz amel edenlerin musibetidir. Riya ve ucb gibi tehlikelerden, işlediği amellerini koruma yollarını bilmiyen kimse, ibâdetlerinin sıhhatini zor sağlar. İbâdetlerini, riyadan, ucbdan kurtaramayınca, ancak sıkıntı ve yorulma kalır. Bu da apaçık bir zarardır. Onun için Peygamber efendimiz (s.a.v.); “İlim ile olan uyku, cehâletle kılınan namazdan daha hayırlıdır” buyurdu. Çünkü ilimsiz olarak amel eden kimse, yaptığı ibâdetleri ifsâd eder, bozar. Böylece boşuna zahmet çekmiş, yorulmuş olur. Faydasız ilim ve amelden Allahü teâlâya sığınmalıdır.
İlimlerin en faydalılarından biri, Kitâb ve Sünnet ilmidir. Çünkü bu ilim, insanda Allahü teâlâdan haşyet (korku) meydana getirir. Allahü teâlâyı hakkıyla bilmeyen kimse, O’ndan hakkıyla korkmaz ve O’na hakkıyla ta’zim ve hizmette bulunamaz. Hakkıyla sevemez. Ma’rifetten ta’zim doğar, ta’zimden de muhabbet meydana gelir. Allahü teâlâ, Davud’a (a.s.) vahyetti ki: “Ey Dâvûd! Faydalı ilim öğren.” O; “Yâ Rabbî! Faydalı ilim nedir?” dedi. Cenâb-ı Hak; “Celâlimi, azametimi, kibriyâmı ve kudretimin kemâlini herşey üzerinde görmendir ve bu, seni bana yaklaştıran şeydir” buyurdu.
İlmiyle amel eden âlimlerle oturmak, kalblerin i’mârı ve bedenlerin gıdasıdır. Allahü teâlâ, Nisa sûresinin 3. âyet-i kerîmesinde meâlen şöyle buyurdu: “Allahü teâlânın emirlerine itaat ve yasaklarından kaçınmakta birbirinize yardım ediniz. Amma, küfür ve zulme veya ma’siyete (günaha) ve bid’ate yardım etmeyiniz.” Asr sûresinin 3. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Birbirlerine hakkı (i’tikâd ve amelden inkârı caiz olmayan şeyleri) tavsiye edenler ve sabrı (farzların edasına, emirlerin yapılmasına devam etmeyi) tavsiye edenler, ziyanda değildirler” buyuruldu. Sahih bir hadîs-i şerîfte; “Din nasihattir. İhlâslı olmaktır” buyuruldu. Eshâb-ı Kirâm; “Kime karşı yâ Resûlallah?” diye suâl edince; “Allaha, Kitabına, Resûlüne, müslümanların imamlarına ve umûmuna” buyurdu. Dînin lüzumlu şeylerinden biri nasihat olduğuna göre, nasihati terkeden kimsenin dînine zarar gelir. Nasihat ve va’z, âlimlere de, âlim olmayanlara da şâmildir. Nitekim, Zâriyât sûresinin 55. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Tezkîr ve va’zı (va’z-ü nasihati) terk etmeyip devam eyle. Çünkü va’zü nasihat, mü’minlere fayda verir” buyuruldu. Peygamber efendimiz (s.a.v.); “Mü’minler birbirlerini destekliyen bir tek yapı gibidirler”, “Mü’minlerin misâli, biri diğerini yıkayan iki el misâlidir” buyurdu. Hadîs-i şerîfte, Allahü teâlânın kuldan yüz çevirmesinin alâmetinin, onun mâlâya’nî ile meşgûliyeti olduğu belirtilmiştir. Bir kulun ömründen bir saati, lüzumsuz yerde, maksada uygun olmaksızın geçerse, o, buna uzun zaman nedamet duymalıdır. Yine Peygamber efendimiz; “Kimin yaşı kırkı geçer de, hayrı şerrine galip gelmezse, Cehenneme hazırlansın”, “Kişinin müslümanlığının güzelliğine alâmet olan şeylerden biri, onun mâlâya’nîyi (boş ve lüzumsuz şeyleri) terk etmesidir” buyurdu.
Büyüklerden birisi, Cüneyd-i Bağdâdî’yi rü’yâsında gördü ve; “Ey Ebü’l-Kâsım! Ne haber? Hâlin nasıl? Durumun ne?” diye suâl edince, Cüneyd-i Bağdadî; “İlim, ma’rifet dolu sözlerimin hiç faydası olmadı. Öğrendiğim kıymetli bilgiler işime yaramadı. Bir gece yarısı kıldığım iki rek’at namaz imdâdıma yetişti. Onun için, akıllı insan sâlih ameli terk etmemeli, hâllerden, ma’nâlardan uzak olmamalıdır” buyurdu. Kehf sûresinin 107 ve 108. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Îmân edip sâlih ameller işleyenlerin konakları Firdevs Cennetleridir. Onlar orada ebediyyen kalacaklar ve oradan ayrılmak istemiyeceklerdir.” Ve Tâhâ sûresinin 82. âyet-i kerîmesinde ise meâlen; “Ben, şirkten tövbe edip, vahdâniyyetime îmân eden ve sâlih amel işleyen, sonra da hak yolda sebat gösteren Ehl-i sünnet ve cemâat yolunu tutan kimse için çok mağfiret ediciyim” buyuruldu. Peygamber efendimiz (s.a.v.); “Hesaba çekilmeden önce kendinizi hesaba çekiniz. (Amelleriniz) tartılmadan önce de (kendinizi) tartınız”, “Ölmeden önce ölünüz ve kendinize (ağır) meşgûliyet gelmeden evvel sâlih amelleri işleyiniz”, “Akıllı kimse, nefsini alçaltan, ölümden sonrası için amel işleyendir. Ahmak ise, nefsine ve hevasına (nefsânî isteklerine) tâbi olandır” buyurdu. Hasen-i Basrî (r.a.); “Amel işlemeden Cenneti istemek, günahlardan bir günahtır” buyurdu. Hadîs-i şerîfte; “Dilediğin gibi yaşa, muhakkak öleceksin. İstediğini sev, muhakkak ayrılacaksın. Ve dilediğini yap, onun karşılığını göreceksin” buyuruldu.
İlim öğrenmekten maksadı, dünyâ malı ve makam elde etmek, akranına öğünmek, meclislerde öne geçmek olan kimsenin, bu ilmi, ona istediğinden başka birşey te’min etmez. Dünyalık faydasından başka fayda görmez. Böyle kimselere tekrar tekrar yazıklar olsun. Fakat ilmi öğretmekten maksadı, dîn-i İslâmı ihyâ etmek ve kuvvetlendirmek, ahlâkı güzelleştirmek ve nefsi kırmak ise, ona mübârek olsun, mübârek olsun.
Dünyâda sahibini günahlardan korumayan, ibâdete yöneltmiyen bir ilim, âhırette onu Cehennem azâbından nasıl kurtarır? Bugün sâlih amel işlemiyen ve ömründen boşa geçirdiklerini telâfi etmeye çalışmayan kimsenin kıyâmet günündeki hâlini, Allahü teâlâ, Secde sûresinin 12. âyet-i kerîmesinde meâlen şöyle haber veriyor: “Yâ Habîbim! Müşriklerin, kıyâmet gününde Allahın huzûrunda, haya ve pişmanlıktan başlarını eğmiş oldukları hâlde; “Ey Rabbimiz! Bize, isyanımız karşılığında va’dettiğin azâbı gördük ve Peygamberleri’nin doğruluğunu senden işittik. Bizi geri dünyâya gönder ki, orada sâlih amel işliyelim. Çünkü biz, inkâr ettiğimiz, öldükten sonra dirilme ve kıyâmeti müşâhede ettik. Bu işin hakîkatini yakînen anladık” dediklerini bir görsen.” O zaman; “Ey ahmak, sen oradan gelmedin mi?” denilir.”
Amelsiz, sâdece ilim kâfi gelseydi, Allahü teâlânın hadîs-i kudsîde buyurduğu; “İstiyen var mı? Tövbe eden var mı? istiğfarda bulunan varmı?” diye sormasının ma’nâsı kalmazdı. Bundan, ilim sahibinin, sâlih amel işlemek ve bozuk ameli terk etmekle mükellef olduğu anlaşılmaktadır, “İsteyen var mı?” sözü, seher vaktinde söylenen bir nidadır.
Bir grup Eshâb-ı Kirâm (r.anhüm), Resûlullahın (s.a.v.) huzûrunda Abdullah bin Ömer’i (r.anhümâ) zikrettiler. Peygamberimiz; “O ne güzel insandır. Gece namazı da kılsaydı” buyurdu. Eshâbından birine de; “Ey filân! Gece çok uyuma. Çünkü gece çok uyumak, kıyâmet gününde insanı fakir yapar” buyurdu.
Hadîs-i şerîfte; “Üç ses vardır ki, onları Allahü teâlâ sever. Zikredenin sesi, Kur’ân-ı kerîm okuyanın sesi ve seher vaktinde istiğfar edenlerin sesi.” Süfyân-ı Sevrî; “Allahü teâlânın seherlerde esen bir rüzgârı vardır ki, zikirleri ve istiğfarları, Melîk-i Cebbar olan zâta (Allahü teâlâya) taşır” buyururdu. Hazreti Lokman; “Ey oğulcağızım! Horoz senden daha akıllı olmasın. Sen seher vakitlerinde uyurken, o nidâ eder” buyurdu. Şiblî (r.a.) buyurdu ki: “Dörtyüz hocaya hizmet ettim. Onlardan dörtbin hadîs-i şerîf okudum. Bunlardan amel etmek üzere bir hadîs-i şerîf seçtim. Halâsımı, kurtuluşumu bunda buldum. Evvelkilerin ve sonrakilerin ilimlerini onda gördüm. Bu hadîs-i şerîf Risâlet-ül-uhreviyye’de yazılıdır. Peygamber efendimiz (s.a.v.), Eshâbından birine şöyle buyurdu: “Dünyân için orada kalacağın kadar, âhıretin için de orada kalacağın kadar amel et. Allahü teâlâya muhtaç olduğun kadar ibâdet et. Cehenneme sabredebileceğin kadar günah işle.”
Âlimler üç gruptur: Birincileri; hem kendilerini, hem de başkalarını helak eden âlimlerdir ki, dünyâyı isterler, ona teveccüh ederler. İkincileri; hem kendilerinin, hem de başkalarının saadete kavuşmasını isteyen âlimlerdir. Bunlar, Allahü teâlâya da’vet ederler. Üçüncüleri; kendilerinin helakine, başkasının saadetine vesile olan âlimlerdir. Bunlar, zâhirde âhırete çağırıp dünyâyı red ederler. Hakîkatte kastları, halktan hüsn-i kabûl görmek ve makam elde etmektir. Sen, hangi kısımdan olduğuna bak. Allahü teâlânın, hâlis olmayan ilim ve ameli kabûl etmiyeceğini hatırdan çıkarma. Hakkı taleb eden kimsenin dünyâ alâkalarını (bağlarını) azaltması gerekir. Çünkü bu alâkalar meşgûl edicidir. Nitekim Allahü teâlâ, Ahzâb sûresinin 4. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Allah bir kişinin cevfînde (göğsünde) iki kalb cem etmedi” buyurdu. Fikir dağıldığı zaman, hakîkatlerin idrâkinden âciz kalır. Bunun için sen, ilme kendini tamamen vermedikçe, ilim de sana cüz’ünün bir kısmını bile vermez. Muâmele ilmi, ilimlerin en üstünüdür. Öğrenilmesi lâzım olan ilimdir. Ayrıca mükâşefe ilmi vardır. Bu ilimle keşf ve ma’rifet hâsıl olur. İlimlerin gayesi, keşf ve ma’rifettir. Bu, Hazreti Ebû Bekr’in, diğer Sahabeye (r.anhüm) üstün olmasını sağlıyan ilimdir. Nitekim Peygamber efendimiz (s.a.v.); “Ebû Bekr’i size üstün kılan, oruç ve namazının çokluğu değil, fakat kalbine yerleşen şeylerdir” buyurdu. Bu da, Hazreti Ömer’in vefâtıyla, “Onda dokuzu gitti” denilen ilimdir. Ömer (r.a.) vefât etiğinde, İbn-i Mes’ûd (r.a.), “İlmin onda dokuzu gitti” buyurdu. Orada bulunanlar; “İçimizde büyük Sahabeler varken, nasıl bunu söylersin?” denildiğinde, şu cevâbı verdi: “Ben fetvâ ve ahkâm ilmini kasdetmiyorum. Allahü teâlâyı bilmeyi (ma’rifetullahı) kastediyorum.” Bu, Peygamber efendimizin şu hadîs-i şerîfinde murâd buyurduğu ilimdir: “İlimlerden define şeklinde olanı vardır ki, onu, ancak ma’rifetullaha sâhib olanlar bilirler. Ma’rifetullahı, ancak Allahü teâlâya karşı gurûrlananlar inkâr ederler. Allahü teâlânın ilim verdiği bir âlimi tahkir etmeyiniz. Allahü teâlâ onu hakîr görmedi. Zîrâ ona ilim verdi.” Âriflerden biri; “Bu ilimden nasîbi olmıyan kimsenin, imansız ölmesinden korkarım. Onun en aşağı nasîbi, onu tasdik etmek ve ehline teslim etmektir” buyurdu. Denildi ki; “Kim dünyâyı sever, nefsânî arzularında ısrarlı olursa, bu ilim kendisine nasîb olmaz. Diğer ilimler nasîb olabilir. Bu ilmi inkâr edenin en aşağı cezası, bu ilimle nasîblenememesidir. Bu, sıddîkların ve mukarreblerin ilmidir. Bu, sâdık bir riyâzetle, nefsin arzularını yapmayarak ele geçer. Kalbde, kötü ahlâktan temizlendiğinde bir nûr hâsıl olur. Bu nûr hâsıl olduğunda, işlerin hakîkati görünmeğe başlar. Enes bin Mâlik’in (r.a.) rivâyet ettiği bir hadîs-i şerîfte, Peygamber efendimiz (s.a.v.); “İlim taleb ve tahsil etmek, her müslümana farzdır” buyurdu. Ba’zı âlimler; “Ârif; kendisini hiçbir işin, Allahü teâlâya karşı göz açıp kapayacak kadar zaman bile meşgûl edemediği kimsedir” buyurdular. Rabbini taleb, onu yemekden, içmekten, vücûduna lâzım olan tedbirleri almaktan ve beşeri ihtiyâçları kullanmaktan alıkoymaz. Bilakis bu sözden, matlûbuna kâmil ma’nâda ihtimâm kasdedilmektedir. Bunun misâli şuna benzer: Bir kimsenin vücûdunda, kendisini rahatsız eden bir yara olduğu hâlde, yer, içer, çalışır, kazanır ve elem kendisinden hiç ayrılmaz. Bu işler onu elemden alıkoymaz. Yine bu durum, ölen çocuğuna üzülen kadının durumuna benzer ki; o, yer, içer, yününü eğirerek güzel bir ip hâline getirir. Bununla beraber kalbi çocuğuyla devamlı meşgûl olduğu için, hüzün ondan hiç ayrılmaz ve ağlamaktan hiç geri kalmaz.
Allahü teâlâ, cemâl, celâl ve kemâl sıfatlarına sahiptir. O, bizatihi ma’bûddur. Bu sıfatlar, O’nun bilinmesini, zikredilmesini, O’na ibâdet edilmesini, O’ndan ümîd ve korku içerisinde olunmasını ve sevilmesini gerektirir. Allahü teâlâyı istiyenin; tâlib, ârif, âbid, zikreden, ümîd eden, korkan ve seven bir kimse olması gerekir. Bunun için Hak teâlâyı taleb etmek lâzımdır. Ebüdderdâ’nın (r.a.) rivâyetine göre, Peygamber efendimiz (a.a.v.) buyurdu ki: “Allahü teâlâ şöyle buyuruyor: Kim beni taleb ederse, beni bulur. Kim de benden başkasını isterse, beni bulamaz.”
Allahü teâlâ, İbrâhim aleyhisselâma melekûtunu gösterdikten sonra, o; “Ey Rabbim! Bana ölüleri nasıl dirilttiğini göster?” dedi. Onun bu sözü, Bekâra sûresinin 260. âyet-i kerîmesinde nakledilmektedir. Mûsâ aleyhisselâm da Allahü teâlâ ile konuştuktan sonra, ma’rifetin hakîkatine kavuşmak için rü’yeti (Allahü teâlâyı görmeyi) istedi. Dedi ki: “Yâ Rabbî! Bana kendi cemâlini göster. Sana nazar edeyim.” Peygamber efendimiz (s.a.v.) başlangıçta, Rabbine tâlib, mürîd (isteyici), sâdık, seven ve murâkabe hâlinde idi. Hattâ insanlardan ayrıldı, Hıra mağarasına girdi. Bunun üzerine; “Muhammed, Rabbine âşık oldu” dediler. Birgün Ebû Bekr-i Sıddîk (r.a.) evinden çıktı. Resûlullah (s.a.v.) ile karşılaştı; “Yâ Resûlallah! Ne ile ba’s, olundun (vazîfelendirilip gönderildin?” diye suâl etti. Resûlullah (s.a.v.); “Akıl ile” buyurdular. “Ne ile emrolundun?” diye suâl etti. “Akıl ile” buyurdular. “Kıyâmet gününde insanlar ne ile mükâfatlandırılırlar?” dedi. “Akıl ile” buyurdu. “Bizim akis karşı davranışımız nasıl olmalıdır?” diye suâl edince de; “Onun (aklın) tek başına, bir hedefi yoktur. Allahın helalini helâl, haramını haram kabûl eden akıl diye isimlendirilir. Bundan sonra çalışırsa âbid diye, bundan sonra çalışırsa cevâd (cömert) diye isimlendirilir” buyurdu. Ebû Sa’îd-il-Hudrî’nin (r.a.) naklettiği bir hadîs-i şerîfte, Peygamber efendimiz (s.a.v.) buyurdu ki: “Allahü teâlâ aklı üç kısma ayırdı. Bunlar kimde bulunursa, aklı kâmil olur. Kim de bulunmaz ise, onun aklı yoktur. Bunlar; Allahü teâlâ hakkında güzel ma’rifet, Allahü teâlâya karşı güzel tâat ve Allahü teâlânın emirlerine karşı güzel sabır.” Necmeddîn-i Kübrâ hazretleri buyurdu ki; “Nefs, aklı olmayan, hayrı şerden ayıramayan bir çocuk gibidir. Nasıl ki ceviz oynamak isteyen bir çocuğa, bunlar yerine binlerce oyuncak verilse de, istediği dışında birşeyi kabûl etmezse, nefs de bunun gibi arzu ettiği şeyi ele geçirmeye çalışır. Çünkü nefs, insanın içerisinde sultan gibidir. Onun askeri de, hayvanî rûh, hevâ ve şehvettir. Allahü teâlâ, latif hikmetiyle, güzel san’atıyle, geniş rahmetiyle onun basiretini aydınlatıp, düşmanlarını gösterinceye kadar, tehlikeleri göremiyen, hayrı şerden ayıramıyan bir a’mâ gibidir.
Nifak (münâfıklık) iki türlüdür. Biri amelde nifaktır ki, bu müslümanlar arasında olur. İkincisi ise akıl nifakı ki, kâfirler ve münâfıklar arasında olur. Ebû Hüreyre’nin (r.a.) rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte, Peygamber efendimiz (s.a.v.) buyurdu ki: “Münafığın alâmeti üçtür. O, oruç tutsa da, namaz kılsa da, kendisini müslüman zannetse de münâfıktır. Konuştuğu zaman yalan söyler, va’d ettiği zaman va’dinde durmaz (sözünü yerine getirmez). Kendisine birşey emânet edildiğinde, hainlik eder (emânete riâyet etmez).”
“Dört haslet vardır ki kimde bunlar bulunursa, o katıksız münâfıktır. Kimde bunlardan bir haslet bulunursa, onu terk edinceye kadar onda münâfıklıktan bir haslet vardır. Kendine birşey emânet edildiğinde hıyânette bulunur. Konuştuğu zaman yalan konuşur. Ahîdleştiği zaman ahdine vefa göstermez. Muahedeyi bozar. Mahkemede doğruyu söylemez.”
“Münâfık, iki sürü arasında bulunan bir koyun gibidir ki, o, bir defa bu sürüye, diğer defa öbür sürüye katılır.”
Bu hadîs-i şerîfler büyük bir va’îd, şiddetli bir tehdittir. Bundan kurtulan azdır, ancak müttekîler (takvâ sahipleri) necât bulurlar. Peygamberimiz (s.a.v.); “Ey Allahım! Ben, münâfıklıktan, şikâktan (tefrikadan) ve kötü ahlâktan sana sığınırım”diye duâ buyururdu. Bütün müslümanların böyle duâ etmesi lâzım gelmektedir.
Aklın nifakına gelince bu, küfür ve inkâr nifakıdır. Felsefecilerin, dehrîlerin, tabiîyyûnun, sofistlerin, tenâsühcülerin, ibâhiyyenin, zındık, mülhid ve diğerlerinin nifakıdır. Onlar müslümanlarla beraber oldukları zaman, biz müslümanız derler. Kendi cinsleriyle beraber bulundukları zaman, i’tikâdlarını izhâr edip, biz bu mukallidlerle alay ediyoruz derler. Allahü teâlâ, Bekâra sûresinin 14 ve 15. âyet-i kerîmelerinde onların hâllerini haber vererek, meâlen şöyle buyurmaktadır: “(Biz dahî sizin gibi îmân ettik) derler. Hâlbuki kendilerini aldatıcı, insan şeytanları olan dostlarıyla yalnız kaldıklarında da, (Biz (dinde) sizinle beraberiz. Ancak biz mü’minler ile istihzâ edicileriz (onlar ile alay edicileriz) derler. Allahü teâlâ da onları istihzâları ile cezalandırır ve onları dalâletlerinde şaşkınlık ve tereddüt içinde bırakır.” Nisa sûresinin 145. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Muhakkak ki münâfıklar, Cehennemden derk-i esfelde (Cehennemin en aşağı derecesinde) azâb olunurlar. Sen onlar için, onlardan azâbı men edici bir yardımcı bulamazsın” buyuruldu.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Mu’cem-ül-müellifîn cild-6, sh. 111
2) Esmâ-ül-müellifîn cild-1, sh. 458
3) Keşf-üz-zünûn sh. 893, 1744
4) İzâh-ül-meknûn cild-2, sh. 685
5) Nefehât-ül-üns tercümesi sh. 648
6) Sülûk-ül-ulemâ (Süleymâniye Kütüphânesi. Şehid Ali Paşa kısmında 1358/1 nolu kitap)