TÂC-ÜD-DÎN BİN RIFÂÎ

Evliyânın büyüklerinden. Tâc-üd-dîn bin Rıfâî hazretlerinin hayâtı, doğum ve vefât târihleri hakkında pek fazla ma’lûmât bulunmamakta ise de, hicrî yedinci asrın ikinci yarısında yaşadığı bilinmektedir. Zamanında bulunan âlimlerin sohbetlerinde yetişen İbn-ür-Rıfâî (r.a.), bu yoldaki gayretleri ile kısa zamanda yükselerek zamanındaki evliyânın büyüklerinden oldu. Kerâmetler ve faziletler sahibi idi.

Rivâyet edilir ki, Tâc-üd-dîn bin Rıfâî’nin bulunduğu yere yakın bir belde olan Hasankeyf’de, fakirlere âit bir vakıf ve buraya âit araziler vardı. Bu vakfın ve arazilerin mes’ûlü, Muhammed bin Verşâne isminde bir kimse idi. Bu İbn-i Verşâne, birgün fakirlerle birlikte İbn-ür-Rıfâî hazretlerinin yanına geldi. İbn-Ür-Rıfâî (r.a.) buna; “Fakirlerin çoğu senden şikâyetçi” dedi. O ise, pişman olup özür dileyeceği yerde, kendisini haklı göstererek ve İbn-ür-Rıfâî’yi de kendisine yalancı şâhid göstererek, “Sen de bilirsin ki, yalan söylüyorlar. Ben onların söyledikleri gibi değilim” dedi. Bu hâle çok üzülen İbn-ür-Rıfâî ona; “Eğer doğru söylüyorlar ise, o zaman sen bilirsin” dedi. Daha sözü bitmeden İbn-i Verşâne yere düştü ve oracıkta öldü.

Rivâyet olunur ki, Tâc-üd-dîn bin Rıfâî bir köyden geçiyordu. O köyde de kendisinin büyüklüğünü, yüksekliğini inkâr edenler vardı. İbn-ür-Rıfâî (r.a.), o köyde cimriliği ile tanınan bir kimseden bir tavuk satın almak istedi. O da verdi. Tavuğu kesip pişirdiler ve birlikte yediler. Ba’zı köylüler kemiklerini kapalı bir kaba koydular. Tâc-üd-dîn bin Rıfâî’nin büyüklüğünü inkâr eden kimseler de orada idiler. İmtihan etmek ve kendisini zor durumda bırakmak için; “Bu tavuğun civcivleri vardı. Şimdi onlar yetim kaldılar” dediler. İbn-ür-Rıfâî (r.a.), bunların maksatlarını anlayıp, yedikleri tavuğun kemiklerinin bulunduğu kapalı kaba işâret etti. Allahü teâlânın izni ile o kaptan bir tavuk çıktı ve civcivlerin yanına gitti. Onun bu kerâmetine gözleriyle şahit olan inkarcılar, hemen orada tövbe ve istiğfar edip inkârlarından vazgeçtiler.

Rivâyet edildiğine göre, Ümm-i Ubeyde’nin kabri yanında her sene beş gün müddetle anma merasimleri tertîb edilir, etrâfta bulunan âlimler de bu toplantılara katılırlardı. Hattâ daha önce vefât etmiş olan büyük âlimlerin rûhâniyetlerinin de orada hazır bulunduğuna inanılırdı. Bu toplantılardan birinde, bir kimse, Tâc-üd-dîn bin Rıfâî’ye dedi ki: “Efendim! Bu toplantıya, hayatta olan âlimler katıldığı gibi, daha önce vefât etmiş olan büyük zâtların rûhâniyetlerinin de katıldığı söyleniyor. Bu doğru mudur?” İbn-ür-Rıfâî, “Evet doğrudur” buyurdu. Bunun üzerine o kimse; “O hâlde, benim daha evvel vefât etmiş olan hocam nerede ise bana gösterir misiniz?” deyince, o da, yüksek bir yerden işâret ederek, bu kimseye hocasını gösterdi. Hocasını gören zât, bu hâlin te’sîrinden dolayı düştü bayıldı. Fazla yaşamayıp bir müddet sonra da öldü.

Bir defasında İbn-ür-Rıfâî hazretleri, Anadolu beldelerinden birine gitmişti. Geldiğini duyan âlimler toplanarak, ondan istifâde etmek istediler. Yanına, oradan ve çevre beldelerden birçok kimse geldi. Hattâ o beldenin vâlisi de gelip sohbetinde bulundu. Vâli, İbn-ür-Rıfâî’ye; “Efendim, siz asîl bir ailedensiniz, şânınız, şöhretiniz her tarafa yayılmıştır. Birçok günahkâr, sizin dergâhınıza sığınıyor. Onların tövbe etmesine, hak yolda yürümesine, ilerlemesine vesile oluyorsunuz, ilim ve fazilet sahibisiniz. Bizler, sizden istifâde etmek istiyoruz: Sizden nakledilen güzel sözlerle bereketleniyoruz. Biz, size ba’zı suâller sormak istiyoruz” dedi. İbn-ür-Rıfâî, talebelerinin içinde en genç, ilim bakımından diğerlerinden aşağı olan birine işâret ederek, suâllere onun cevap vermesini söyledi. Vâli, zihnine takılan suâlleri bu küçük talebeye sordu. Talebe, suâllerin hepsine, açık, net ve pek güzel cevaplar vererek, vâliyi hayrette bıraktı. Vâli, yanında bulunan âlimlere, suâllere verilen cevaplarda bir yanlışlık olup olmadığını sordu. Hepsi, cevapların çok güzel olduğunu, yanlışlık olmadığını söylediler. Vâli ve orada toplananlar, hayretler içinde kalıp, en aşağı talebesi, sorulan suâle âlimleri bile hayrette bırakan cevaplar verirse, diğer talebelerinin ve hele kendisinin hâli nasıldır? diyerek, İbn-ür-Rıfâî hazretlerine ve talebelerine olan muhabbetleri çok arttı.

Rivâyet edilir ki, Irak’ta Tâc-üd-dîn bin Rıfâî’nin büyüklüğünü inkâr eden biri vardı. Ona dil uzatır, eziyet ve sıkıntı verirdi. Fakat Tâc-üd-dîn hazretleri buna hiç cevap vermez, hep sabrederdi. Birgün bu kimse, Şam’a gitmek üzere yola çıktı. Yolda hastalandı. Ağzından kan gelmeye başladı. Hastalığı ağırlaştı. Nihâyet yolda öldü. Bu sırada Tâc-üd-dîn bin Rıfâî talebeleri ile sohbet ediyordu. Sohbet esnasında; “Bizi inkâr edip, eziyet ve sıkıntı veren falan kimse, Şam yolunda, falan yerde hastalandı ve öldü. Fakat öldüğü yer yol üstü olmadığından, cenâzesi orada günlerce güneş altında kalır, kimse göremez” dedi. Talebelerinin hepsi hayrette kaldılar. Daha sonra o kimse, gittiği Şam seferinden dönmedi. Merak edip araştırdılar. Hakîkaten durum, Tâc-üd-dîn bin Rıfâî’nin bildirdiği gibi olmuş idi.

Rivâyet edilir ki, Hasen el-Besnâvî isimli bir zât vardı. Bu zât, Şam’a gidecekti. Tâc-üd-dîn bin Rıfâî buna; “Gideceğin yere yakın olan Besnî beldesi mübârek bir yerdir. Resûlullah efendimiz (s.a.v.) her Cum’a gecesi Eshâb-ı Kirâmdan ba’zıları ile oraya gelip Besnî Câmii’nde namaz kılarlardı. Lâkin, otuz sene evvel o belde gayr-i müslimlerin eline geçti. Onun için Resûlullah (s.a.v.) efendimiz otuz senedir oraya teşrîf etmiyorlar. Fakat öyle anlıyorum ki, orası Memlûk sultanlarından Seyfeddîn Kılavuz Halîl bin Melik Mensûr tarafından filân târihte feth olunacaktır” dedi. Hasen ismindeki o zât da, bu habere sevinerek yola çıktı. Şam beldesine vardığında, meşhûr Sâlih Muhammed bin Şevâ ile karşılaştı. Hasen Besnâvî daha birşey söylemeden, Sâlih Muhammed buna; Tâc-üd-dîn İbn-ür-Rıfâî hazretlerinin kendisine, yakında Besnî beldesinin müslümanlar tarafından fethedileceğini bildirdiği ey Hasen Besnâvî hoş geldin” dedi. O da bu sözlerden çok hayrette kaldı. Sâlih Muhammed devam ederek; “Orası, Tâc-üd-dîn hazretlerinin bildirdiği şekilde ve bildirdiği zamanda inşâallah fetholunacaktır” dedi. Aradan az bir zaman geçmiş idi ki, Besnî beldesi, Sultân Seyfeddîn Halîl tarafından fethedildi. Şehrin müslümanlar tarafından fethedilmesi, Tâc-üd-dîn bin Rıfâî’nin bildirdiği şekilde ve bildirdiği zamanda oldu.

Rivâyet olundu ki, İslâmiyete düşman olan Hıristiyanların ba’zıları, meşhûr Tatar hükümdârı zâlim Hülâgu’nun yanına gelerek ve kendisine yaltaklanarak, müslümanların mescidlerini yıkmasını, medreseleri dağıtmasını, ezanı ve İslâmın sembolü olan şeyleri iptal edip kaldırmasını söylediler. Kan dökmekten, insanlara eziyet ve işkence etmekten adetâ zevk alan o meşhûr zâlim de, macera uğruna çok müslüman kanı döktü. Âlimlerden ve diğer müslümanlardan birçok kıymetli zâtı şehîd etti. Müslümanlar, bu zâlimler karşısında âciz kalıp, ne yapacakları hakkında görüşmek üzere beşyüz kadar âlim toplanıp, o zamandaki meşhûr âlimlerden Şemseddîn Müsta’cel bin Rıfâî hazretlerine geldiler ve bu fitneyi durdurmak için birşeyler yapmasını, bir çâre göstermesini, bu belânın üzerlerinden kaldırılması için duâ etmesini istediler. O ise, kendisini buna lâyık görmeyip; “Bu iş benim yapabileceğimin üstündedir. Bende sizinle beraber geleyim. Birlikte Tâc-üd-dîn hazretlerinin yanına gidelim. O bir çâre bulur” dedi. Dediği gibi yaptılar. Tâc-üd-dîn bin Rıfâî’ye, Hülâgu zâliminin müslümanlara yaptığı zulmü anlatıp, bu belânın yakın zamanda kendilerine de ulaşacağından endişe ettiklerini bildirdiler. O da, o beldede bulunan müslümanları toplayıp; “Âlim olanlarınız ve olmayanlarınız bana yardım edin. Allahü teâlânın izni ile bu kâfirin şerrinden bütün müslümanları kurtaralım” buyurdu. Orada bulunan herkes, ne emrederse yapmaya hazır olduklarını bildirdiler. O da hepsini toplayıp, bir gece, bulundukları beldenin etrâfına genişçe bir hendek kazdılar. Hendeği odun ile doldurdular. Ayrıca demir, bakır, kurşun ne buldularsa o hendeğe doldurdular ve müdhiş bir ateş yaktılar. Tâc-üd-dîn bin Rıfâî oraya gelip iki rek’at namaz kıldı. Orada bulunanlar da ikişer rek’at namaz kıldılar ve duâ ettiler. Bir saat kadar sonra Hülâgu askerlerinden bir kısmı oraya geldiler. Allahü teâlânın hikmeti, Tâc-üd-dîn bin Rıfâî’yi ve diğer müslümanları göremediler. Ateşin yanına kadar geldiler. Tâc-üd-dîn (r.a.) emir verdi. Zulüm askerlerinden yakaladıklarını ateşe attılar. Kızgın demirlerle vurarak hepsini katlettiler. Hiçbirisi bir karşılık veremedi. Onların hepsi silâhlı idi ve müslümanların hiç silâhları yoktu. Orada bulunan müslümanlar diyorlar ki: “Onların hepsi silâhlı olduktan hâlde silâhlarını kullanamadılar. Biz çok hayret ettik.” O beldede bulunan müslümanlar, Tâc-üd-dîn hazretlerinin bereketi ve kerâmetiyle böylece büyük bir belâdan kurtulup, selâmete kavuştular.

Hülâgu’dan sonra yerine geçen hükümdârlardan Emîr Ahmed Teküdâr nâmındaki zât Hülâgu’nun oğlu idi. Fakat dinsiz değildi. Müslüman idi. Müslümanları sever, âlimlere çok hürmet ederdi. Fakat Tâc-üd-dîn hazretlerine ve talebelerine olan muhabbeti, hürmet ve ikramı daha çok idi. Ba’zıları kendisine bunun sebebini sorduklarında şöyle anlattı: “Siz bilmezsiniz. Ben, babamın askerleri ile bu zâtın arasında meydana gelen muharebeyi gördüm. O muharebede, bunların yaktıkları büyük bir ateş vardı. Onun yardımcıları, babamın askerlerini tutup bu ateşe atarlardı. Babamın askerlerinden o ateşe yaklaşanlar, ne kadar kaçmak istese de o ateşten kurtulamazdı ve ateş onu içine çekerdi. Fakat muharebenin sıkışıklığında bunlar o ateşin içine girerlerdi de, ateş bunlara zarar vermezdi. Ben, Tâc-üd-dîn hazretlerinin bu büyük kerâmetini gözlerimle gördüm. Bunun için, ona çok hürmet ediyorum. Ona ne kadar hürmet ve hizmet edilse yine azdır.”

Rivâyet edilir ki, Tâc-üd-dîn bin Rıfâî’nin zamanında, İlhanlılar devletinin başına geçen müslüman devlet reîslerinden Mahmûd Gazân Hân’ın hükümdârlığı sırasında bir vakıf vardı. Ba’zı kimselerin bu vakfın mallarını yedikleri söyleniyordu. Mahmûd Gazân, Tâc-üd-dîn bin Rıfâî’yi çağırarak bu mes’eleyi anlattı. Fakirlerin ve talebelerin hakkı olan bu vakıftan kimin mal kaçırdığını, vakfın malını kimlerin yediğini tesbit etmesini rica etti. O da bir müddet susup, murâkabe ettikten sonra; “Sultanım, vakfın malını yiyenler filân filân kimselerdir” diyerek isimlerini saydı. Onlar da i’tirâz edemeyip suçlarını i’tirâf ettiler. Bundan sonra Mahmûd Gazân, Tâc-üd-dîn hazretlerini ahâlisi gayr-i müslim olan bir beldeye, İslâmiyeti anlatması için gönderdi. O da kabûl edip, o beldeye gitti. Onlara İslâmı anlattı. Bir müddet böyle devam etti. Kabûl eden olmadı. Bundan sonra, başkalarını bırakıp husûsen ba’zı kimseler ile ilgilendi. Bir zaman sonra, böyle husûsî olarak ilgilendikleri kimselerin hepsi îmân ettiler. Tâc-üd-dîn bin Rıfâî de gelerek müslüman olanların isimlerini, Mahmûd Gazân’a arzetti. Herkese değil de, husûsen bu kimselerle alâkadar olmasının sebebi sorulduğunda, Allahü teâlâ tarafından kendisine, bu kimselerin îmân edeceklerinin diğerlerinin kâfir olarak öleceklerinin bildirildiğini, bunun için sâdece bu kimselerle meşgûl olduğunu bildirdi.

¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾

1) Câmi’u kerâmât-il-evliyâ cild-1, sh. 370