ŞEYH HÜSÂMEDDÎN ÇELEBİ

Konya’da yetişen evliyânın büyüklerinden. Mevlânâ Celâleddîn Muhammed Rûmî hazretlerinin en önde gelen talebesi olup, onun halîfesi, vekîlidir. İsmi, Hasen bin Muhammed olup, nesebi. Tâc-ül-ârifîn Ebü’l-Vefâ hazretlerine dayanır. 683 (m. 1284) senesinde Konya’da vefât etti.

Hüsâmeddîn Çelebi’nin babası, devlet erkânından zengin bir kimse idi. Hüsâmeddîn. Çelebi küçüklüğünde, zamanın büyük velîlerinden Mevlânâ’yı çok sever, bunun için de babasına ricada bulunup, onu sık sık eve da’vet ettirirdi. Ziyâfet esnasında Mevlânâ’ya hizmet eder, hürmette kusur etmemeye gayret ederdi. Babası vefât edince, bütün mal, mülk Hüsâmeddîn Çelebi’ye kaldı. O, bu kadar servetin hiçbirine i’tibâr etmeyip, Mevlânâ’nın huzûruna geldi. Talebeliğe kabûl buyurması için yalvardı. Kabûl edilince, canla başla hizmete başladı.

Kısa zamanda babasından kalan mallar harcanıp hiçbir şey kalmayınca babasının ticâret işlerine bakan hizmetçisi; “Makamlar, mallar kazanmayı terk edip, fakirlik yolunu tercih ettiniz. Ne kadar erzak, mal, mülk var ise hepsi de elden çıkmış bulunmaktadır deyince, Hüsâmeddîn Çelebi, cenâb-ı Hakka hamd ve şükürler ederek; “Hocam hazret-i Mevlânâ’nın hürmetine sizi hânemden azat ettim” dedi ve bütün dünyevî isteklerini bir kenara itip, Mevlânâ’nın dergâhında hizmetini çoğalttı. Mevlânâ, dergâhın gelirlerini ve giderlerini tesbit etmek, talebelerin yiyecek, giyecek ve yakacaklarını te’min etmek, dergâha âit olan malları muhafaza etmek gibi mühim bir vazîfeyi ona verdi. O da, bu vazîfesine çok büyük bir i’tinâ ile dikkat etti. Çıkan mahsûllerin bir tanesini bile telef etmiyerek yerinde sarf etti. Herkese güler yüzle ve adâletle davrandığı için, kısa zamanda bütün talebelerin sevgisine, hocasının iltifâtlarına mazhar oldu. Mevlânâ Celâleddîn, Hüsâmeddîn Çelebi’ye husûsî muâmele eder, onu daha iyi yetiştirmek için gayret gösterirdi. Ona olan teveccühleri, Selâhaddîn Konevî’den sonra gelirdi. Selâhaddîn Konevî, Mevlânâ’dan önce vefât edince, Hüsâmeddîn Çelebi en önde gelen talebesi oldu.

Mevlânâ, Hüsâmeddîn Çelebi’yi pek ziyâde severdi. Onun olmadığı bir mecliste sohbetin tadı hissedilmezdi. Birgün Mevlânâ’nın talebelerinden Mu’înüddîn Pervane, hocasını, talebe arkadaşlarını ve Konya’nın ileri gelen eşrafını da’vet edip, ziyâfet verdi. Yemekten sonra, sohbet için Mevlânâ hazretlerini dinlemek istiyorlardı. Fakat Mevlânâ hiç konuşmuyor, sessizce üzgün bir hâlde bekliyordu. Ba’zıları sohbet buyurmaları için talebde bulundularsa da, Mevlânâ yine konuşmadı. Nihâyet ev sahibi Mu’înüddîn, hocasının, en çok sevdiği Hüsâmeddîn Çelebi’nin orada olmadığını farkedince, Mevlânâ’ya; “Efendim! Hüsâmeddîn Çelebi da’vetimize teşrîf buyurmadılar. Acaba hürmette bir kusur mu ettik?” deyince, Mevlânâ da; “Hüsâmeddîn bağdadır” buyurdu. Bunun üzerine bir kimse ile Hüsâmeddîn Çelebi da’vet edilip, sohbete gelmesi sağlandı. Mevlânâ, Hüsâmeddîn Çelebi gelir gelmez ayağa kalkarak; “Merhaba ey Allahü teâlânın ve Resûlullahın sevdiği, ey canım, ey oğlum, ey sevdiğim Hüsâmeddîn” buyurdu ve yanıbaşına oturttu. O geldikten sonra Mevlânâ öyle neş’elendi ki, o günkü sohbeti hiç kimse unutamadı. Sohbet esnasında Mu’înüddîn Pervane kalbinden; “Acaba hocamın, Hüsâmeddîn Çelebi hakkındaki bu şekildeki tezahüratı, iltifâtı hakîkî midir? Yoksa bir teklif midir?” diye düşündü. Sohbet bittikten sonra Hüsâmeddîn Çelebi, Mu’înüddîn Pervâne’nin kulağına eğilerek; “Hocamız Hazreti Mevlânâ boş söz söylemez, lüzumsuz tezahüratta bulunmaz. Kalbini böyle şeylerle meşgûl eyleme” dedi.

Mevlânâ’nın, Hüsâmeddîn Çelebi’ye karşı i’tibârı fevkalâde çok idi. Bir kış günü, sabahın erken saatlerinde kalkan Mevlânâ, dergâhın kapısına gelmişti. Namaz vakti girmediği için kapı kapalıydı. Bir taraftan da kar yağıyordu. Mevlânâ, Hüsâmeddîn Çelebi’nin kapısının karşısında hizmetkâr gibi el bağlayıp beklemeye başladı. Kar lapa lapa yağdıkça, Mevlânâ’nın üzerini örtüyordu. Namaz vakti geldiğinde kapıyı açan Hüsâmeddîn Çelebi, karşısında karlar altında kalmış bir kimse gördü. Yaklaşıp dikkatle baktığında, hocası olduğunu anladı ve; “Canım efendim! Bu ne hâldir ki, bu fakirin kapısında karlar altında beklersiniz?” diyerek onun ayaklarına kapandı, pekçok özürler diledi. Mevlânâ ise, talebesinin bu hareketine mâni olmak isteyip; “Ey Hüsâmeddîn! işte hoca, talebesini bu mertebede gözetirse, talebe de hocasına o kadar bağlı olur” buyurdu.

Hüsâmeddîn Çelebi, Mevlânâ hazretleri derse gelmediği zamanlar talebelere ders verir, onları irşâd eder, yetiştirirdi. Ba’zıları; “Bu sonradan gelip, Arabîyi dahî bilmeyen kimseye nasıl böyle bir vazîfe verilir?” diye dedikodu yaptılar. Bir gece Hüsâmeddîn Çelebi, rü’yâsında Resûlullah efendimizi (s.a.v.) gördü. Sevgili Peygamberimiz; “İlim deryasında bir katra nasîbin olsun, bunu muhafaza eyle de, sana düşman olanların sözleri kesilsin” buyurarak mübârek ağzının suyundan bir miktar Hüsâmeddîn Çelebi’nin ağzına sürdüler. O andan i’tibâren Arabî lisanıyla konuşmaya başladı. O günden sonra hiç kimse böyle sözleri söyleyemez oldu.

Mesnevî yazılmadan önce talebelere, Ferîdüddîn Attâr hazretlerinin “Mantık-ut-tayr” ve Hakim Sînâî’nin “İlâhinâme” isimli kitapları okutulurdu. Hüsâmeddîn Çelebi, birgün hocasına şöyle suâl eyledi: “Pek muhterem efendim! Cevâhirlerden daha kıymetli sözlerle cümlemizi irşâd edip yetiştiriyorsunuz. Buna rağmen kardeşlerimizle, önceki büyüklerimizin hazırladığı kitapları okumakla yetiniyoruz. Acaba zât-ı âlînizin hazırlıyacağı bir kitabı olsa, inci dolu sözleriniz hepimize bir hâtıra olarak kalsa uygun olur mu diye içimizden geçmektedir. Öyle ki, hem bu okuduğumuz kitaplarda bulunan konuları, hem evliyânın hâlleri, hem de Şems-i Tebrîzî hazretleriyle aranızda geçen muamelâtı içine alsa diye düşünürüz.” Bu sözlerden Mevlânâ son derece memnun olup; “Ey gözümün nûru Hüsâmeddîn! Bu isteğiniz, daha sizin mübârek kalbinize gelmeden önce, gayb âleminden kalbime ilham edildi. İçinde ma’nevî cevâhirlerin bulunduğu, ibâdetlerin ihlâs ile yapılmasında ziyâde zevk ve muhabbet veren bir kitabın yazılmasını arzu ettim. Bunun için de, daha önce şu satırları yazdım” diyerek, Mesnevî-i şerîfin şu ilk beyitlerini gösterdiler:

“Bişnev ez ney çün hikâyet mî kûned,
Ez cüdâyîha şikâyet mi kûned.”

“Dinle neyden nasıl anlatıyor,
Ayrılıklardan şikâyet ediyor.”

diye başlayıp,

“Puhte hâlin hiç fehm itsin mi hâm?
ihtisar üzre gerek söz vesselâm.”

“Ham olan, olgun olanın hâlini nasıl bilir?
Bunun için sözü kısa kesmelidir, vesselâm.”

Sonra şöyle buyurdu: “Şems-i Tebrîzî ile aramızdaki gizli sırlar anlatılırsa, ona tahammül edemezsiniz. Onlar hakîkat ehline ma’lûm olan şeylerdir.”

Bundan sonraki beyitleri Mevlânâ hazretleri söyledi. Hüsâmeddîn Çelebi yazdı. Öyle ki, sabahlara kadar çalışırlardı. Çok kısa bir zaman içinde, Mesnevî’nin birinci cildi tamâm oldu. İki sene ara verdikten sonra, ikinci cildi de yazdılar. Daha sonra Mesnevî’yi altı cilde tamamladılar.

Başta Hüsâmeddîn Çelebi olmak üzere, diğer talebe arkadaşları Mesnevî’de bildirilenleri öğrendiler ve içindeki ma’nevî sırlara vâkıf oldular. Son derece istifâde ettiler.

Birgün Mevlânâ’dan sordular ki: “Mesnevî’nin cildleri arasında bir fark var mıdır?” O da; “Elbette Mesnevî’nin cildleri arasında fark vardır. Nasıl ki, yedi kat göklerin birbirlerinden farkı var ise, Mesnevî’nin de tercihi ve tafsilâtı birbirinden öyle farklıdır.

Eğer daha geniş malûmat isterseniz, Hüsâmeddîn’e sorunuz” buyurdu.

Mesnevî hakkında Hüsâmeddîn Çelebi şöyle buyurdu: “Hocamın mübârek oğlu Sultan Veled, Mesnevî’nin bir beytine yetmiş ma’nâ vermişlerdir. Herkes kendi aklının yettiği kadar anlar ve o kadar istifâde eder. Zira, lâyıkıyla anlamak mümkün değildir.”

Molla Câmî hazretleri, Mevlânâ hakkında; “Ma’nevî âlemin yegâne sultanı olan o büyük âlimin kadr ve kıymetinin büyüklüğüne delîl olarak Mesnevî kâfidir. O çok yüksek zâtın vasıflarını ben nasıl anlatayım” buyurdu. Buradan, “Talebe hocasıyla ölçülür” sözünün gereği, Hüsâmeddîn Çelebi’nin üstünlüğü anlaşılmaktadır.

Hüsâmeddîn Çelebi, bir gece gördüğü rü’yâsını şöyle anlattı: “Rü’yâmda, Bilâl-i Habeşî (r.a.) Kur’ân-ı kerîmi başının üzerinde tutuyor, Resûlullah efendimiz de (s.a.v.) mübârek ellerine Mesnevî’yi almış, büyük bir haz ve zevk içinde okuyup, arada; “Mâşâallah, bârekallah” diye kitabı beğendiğini bildiriyordu.” Sabahleyin rü’yâsını Mevlânâ’ya anlattığında; “O, gördüğün doğrudur. Çünkü Resûlullah efendimizin Mesnevî-i şerîfi alıp medh ettiğine şüphe yoktur” diyerek, rü’yâyı ta’bir etti.

Mevlânâ, birgün elinde sepeti olan bir hizmetkârı Hüsâmeddîn Çelebi’nin kapısı önünde gördü. Evin ihtiyâçlarını alıp gelmiş idi. Mevlânâ; “Ey kardeşim! Keşke senin yerinde olsaydım. Her an o mübârek zâtın hizmetiyle şereflenirdim” diyerek, üzerinden cübbesini çıkardı ve hizmetkâra hediye etti.

Mevlânâ Celâleddîn hazretlerine son hastalığında; “Yerinize kimi halife, vekîl bırakıyorsunuz?” diye sorduklarında; “Hüsâmeddîn Çelebiyi bırakıyorum” buyurdu. Bu suâli üç defa sordular, her defasında aynı cevâbı verdi.

Sultan Veled, birgün arkadaşlarıyla birlikte Hüsâmeddîn Çelebi’nin bağına ziyârete gittiler. Yolda ba’zıları kalblerinden; “Hüsâmeddîn Çelebi, bize bal ikram etse” diye geçirdiler. Bağa vardılar, bir müddet sohbetten sonra Hüsâmeddîn Çelebi, bahçıvana; “Gidiniz, bir kovanı açıp bir tabak bal getiriniz” buyurdu. Bahçıvan da emri yerine getirip balı getirdi. Biraz sonra, aynı kovandan yine bal istedi. getirdiler. Tekrar istedi, yine getirdiler. Tekrar isteyince, bahçıvan; “Yeni bir kovan açmamız lâzım, önceki bitti” dedi. Bu söze karşı; “Sözümüzü dinleyiniz. O kovan nihâyeti olmayan bir denizdir. Gidiniz, oradan bal getiriniz” buyurdu. Bahçıvan tekrar gittiğinde, kovanın ağzına kadar bal ile dolu olduğunu, ilk açtığı gibi durduğunu hayretle gördü. Gelip durumu anlattığında, orada olanların hepsi de Hüsâmeddîn Çelebi’nin büyüklüğünü bir kere daha anladılar. Hüsâmeddîn Çelebi, o kovanı Sultan Veled’e hediye etti. Ondan sonra o kovanın balından hasta olan bir kimseye yedirseler, eğer eceli gelmemiş ise, bi iznillah şifâ bulurdu.

Bir kış ve bahar mevsiminde, pek az yağmur yağmıştı. Bu sebeple ekinler bitmemiş, her tarafta kuraklık baş göstermişti. Konya’da halk, defalarca yağmur duâsına çıktıkları hâlde, bir damla yağmur yağmamıştı. Çaresiz kaldıktan birgün hatırlarına evliyânın büyüklerinden Hüsâmeddîn Çelebi geldi. Bir heyet hâlinde huzûruna geldiler, durumu anlattılar. Hüsâmeddîn Çelebi tebessüm buyurarak ricalarını kabûl etti. Onlarla birlikte Mevlânâ hazretlerinin türbesine geldiler. Hazreti Mevlânâ’yı Allahü teâlâya vesile ederek, göz yaşları içinde uzun uzun duâlar ettiler. Daha duâ bitmeden, gökyüzünde bulutlar birikmeğe, derken yağmur yağmaya başladı. Yirmi gün hiç durmadan devam etti. Toprak suya kandı. Herkes evlerinin yıkılacağından, bir zarar geleceğinden korkarak tekrar Hüsâmeddîn Çelebi’ye başvurdular. Yine onları kırmadı ve; “Üzülmeyin. Bu yağmuru, başka ihtiyâcı olan yerlere yağdırması için Rabbimize niyaz eder yalvarırız” demesiyle, yağmur dindi ve bulutlar dağıldı. O sene çok bereketli oldu, pek fazla mahsûl elde edildi. Böylece halkın gönlünde Hüsâmeddîn Çelebi’nin sevgisi daha da arttı.

Bir gece Hüsâmeddîn Çelebi dostlarıyla oturmuş sohbet ediyordu. Bir ara sohbeti kesip; “Falan mahalledeki şu numaralı eve gidiniz, içerde oturanlara; “Derhal evi boşaltıp, başka bir eve göç etmelerini söyleyiniz” dedi. Emri yerine getirdiler. Evin boşaltılması bittiği an, tavan çöktü, ev harâb oldu. Talebeler kendi aralarında şöyle konuştular: “Allahü teâlânın sevgili kulları, bu dünyâda insanların kurtulması için böyle faydalı olursa, kim bilir âhırette nasıl olur. Ne mutlu böyle zâtlara muhabbet edip, hizmetiyle şereflenenlere ve onların gönlünü kazananlara.”

Hüsâmeddîn Çelebi, birgün Mevlânâ’nın türbesini ziyâret etti. Dışarı çıkarken, Mevlânâ’nın vefât eden oğlu Alâeddîn’in kabrinin yanına geldi. Kabrin önünde bir müddet tefekkür ederek bekledi. Önce ağlamaya, sonra da tebessüm etmeye başladı. Bu hâli görenler sebebini sordular. Onlara; “Alâeddîn’i gördüm. Zincirlere ve kelepçelere vurmuşlar, azâb etmek için götürüyorlardı. Beni görünce feryâd ederek yardım istedi. Ben de Allahü teâlâya yalvardım, ağlayarak şefaat talebinde bulundum. Kabûl edilince de tebessüm eyledim” diye cevap verdi.

Birgün Hüsâmeddîn çelebi dostlarıyla birlikte bağa gitmiş idi. Orada dostlarına nasihat ederken bir kimse gelip; “Efendim! Mevlânâ hazretlerinin türbesinin üzerindeki alem düştü. Bir türlü yerine koyulmadı” dedi. Bunu işiten Hüsâmeddîn Çelebi çok üzüldü. Yüzlerinin rengi bembeyaz oldu. Onun fevkalâde üzüldüğünü gören dostları, bu kadar üzüntünün sebebini sordular. O da; “Mübârek hocamız Mevlânâ’nın yakınlarından biri vefât edeceği zaman bu gibi işâretler meydana gelmektedir. Şimdi ise kubbenin üzerindeki alem yıkılmış. Bundan, yakınlarından büyük birinin vefât edeceği anlaşılmaktadır. Hesaplayınız, hocamız vefât edeli kaç sene oldu?” Onlar da; “On yıl oldu” dediler. Bunun üzerine; “Beni eve götürünüz. Vefât edecek olan bu fakirdir. Artık bizim de ömrümüz bitmiştir” dedi. Hüsâmeddîn Çelebi’yi hemen eve götürdüler. Alemin yerine konmasını emr etti. Birkaç gün hasta yattı. Hasta olduğu günler Mevlânâ’nın oğlu Sultan Veled sık sık ziyâretine gelirdi. Birgün üzüntüsünü bildiren şu sözleri söyledi: “Babamın vefâtından sonra, hepimizi kanatlarınız altına aldınız. Sizin zamanınızda hiçbir dert ve keder çekmeksizin huzûr içinde yaşayıp gidiyorduk. Sizden sonra hepimiz büyük bir ızdırâba düşeceğiz. Sizi kaybedince, biz kiminle dostluk kurup, kiminle görüşürüz?” Sonra kendini tutamayıp ağlamaya başladı. Hüsâmeddîn Çelebi bu hâle dayanamayıp buyurdu ki: “Ey mübârek hocamın oğlu Sultan Veled! Benim vefâtımdan sonra bir müşkilât ile karşılaşırsanız, bana tevessül ediniz. Eğer beni vasıta yaparsanız, ben de Allahü teâlâya yalvarır, müşkilâtınızın halli için duâ ederim. Bi iznillah duâmız red olunmaz.”

Türbenin alemi yerine konulduğu 683 (m. 1234) senesi Şa’bân ayının yirmiikisine rastlayan Çarşamba günü kendisine haber verdiler. Hüsâmeddîn Çelebi buna çok sevindi ve; “Eşhedü en lâ ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve resûlühü” diyerek rûhunu teslim etti.

¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾

1) Nefehât-ül-üns sh. 523

2) Âbidin Paşa’nın Mesnevî Şerhi cild-1, sh. 17

3) Velednâme sh. 123